Çağdaş ‘Harici’ Bir Söylem: ‘Allah ile Aldatmak’

KENDİ yaptığından insanları men etmeye kalkışma; Hele daha büyüğünü yapıyorsan, yazıklar olsun sana. (‘La tenhe ‘an hulukin ve te’tiye mislehu, Arun aleyk, iza fealte azimun’. / el-Maarri)

Bütün tarih boyu samimi dindarların yanı sıra din adamları / din bilginleri ve o dine inananlar içinden bir grup da dinin sembolik kapitallerini, simgelerini, değerlerini kişisel çıkarları için kullanmışlardır. ‘Din istismarı’ denen olgu, dinler tarihi kadar eski ve yaygın bir gerçektir. Bu tip, hem kurnaz hem de bağnazdır. Daha önceleri Yahudilikte oluşan bu tipin bağnazlığını Hz. İsa şöyle ortaya koymuştu: ‘İki yüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları dolaşırsınız; fakat dininize döneni de (mümini) kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız’ (Matta 23 /15).

Fransız tiyatro yazarı Moliere Tartuffe adlı oyununda samimi dindar ve din istismarcısını şöyle tasvir eder: ‘Kimisi yalandan kahramansa kimisi de yalandan dindardır. Nasıl gerçek kahramanlar yaptıklarını orada burada anlatıp duranlar değilse, peşlerinden gitmemiz gereken hakiki dindarlar da her şeye yüzünü ekşiten yobazlar değildir ve yani, artık gerçek iman ile iki yüzlülük arasında fark gözetmeyecek miyiz? İkisi için de aynı dili kullanacaksınız. Yüze de maskeye de aynı değeri vereceksiniz. Samimiyetle yapmacığı bir tutacaksınız, görüntüyle gerçeği birbirine karıştırıp gölgelere gerçek adam gibi değer vereceksiniz. Sahte parayla gerçeğini ayırt etmeyeceksiniz, artık öyle mi? (…) Dünyada inançlı olmaktan daha büyük bir erdem, dindarlık gayretinden daha güzel, daha soylu bir şey düşünemiyorum. Bu yüzdendir ki yalancı inançlarıyla göz boyayanlardan, dine saygısızlıkları ve iki yüzlülükleriyle insanların en kutsal şeylerini istismar eden inanç taklitçilerinden daha aşağılık bir şey de düşünemiyorum. Ah o menfaat düşkünü, ikiyüzlü inanç tacirleri yok mu, onlar, mevki ve itibar satın alırlar sahte inançlarıyla. Bu adamlar öte dünya için çabalar gözüküp asıl bu dünyada ceplerini doldururlar. Müthiş bir ağır başlılık ve yapmacılıkla insanlara dünya nimetlerinden uzak durmayı öğütler, kendileri ise saraylarda yaşarlar. Kendi kusurlarını da çok güzel kitabına uydururlar. Fırsatçıdırlar, kinci, imansız, yapmacıktırlar. Birinin ayağını kaydırmak için kendi kinlerini din perdesi ardına gizlerler utanıp sıkılmadan. Bir hışımla en değer verdiğimiz şeyleri bize karşı silah olarak kullanırlar ki en tehlikeli yanları da budur. Herkes onların erdeminden kuşku duymadığından, hak yolunda adeta kutsal bir kılıçla kesmiş olurlar bizi. Bu tür sahtekárlara çok sık rastlanır.’

‘Din tacirinin dini’

İslam filozofu El-Kindi ise Felsefi Risaleler’inde bu tipi şöyle tasvir etmişti: ‘Saldırgan ve zalim bir düşmanlık psikolojisinde olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri (makamları, itibarları) korumak için elde edemedikleri ve çok uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları (politik veya bürokratik) riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan onu satar, sattığı ise artık kendisinin değildir. Kim din tacirliği yaparsa onun dini yoktur.’

‘Allah ile aldatma’ söylemini gerçek ‘anlamda’ anlayabilmek için, Nietzscheci anlamda ‘Bilgi-güç istenci’ arasındaki ilişkiye dikkat etmek gerekir: ‘Bir şeyin anlamı, o şeyi kendine mal eden, sömüren, onu sahiplenen ve anlamı onun içinde açıklanan güce (iradeye) referansta bulunmaksızın bilinemez. Zira, herhangi bir fenomen (Allah ile aldatma söylemi gibi), ideal olanın görüntüsü veya hayaleti değil; anlamını, var olan bir gücün içinde bulan bir semptom anlamında bir işarettir.’ (Küçükalp, Kasım, Heidegger ve Derrida ) Veya Foucaultcu anlamda ‘Nesne (örneğin Allah ile aldatma söylemi) her zaman bir nesneleştirme sürecinin peşi sıra beliren bir kurgu olarak kalır; bu yüzden de nesneye uygunluk, bu nesnenin kurulduğu tarihsel kipliklere (güç ilişkileri) uygunluktan ibarettir. Burada hakikat, elbette dar anlamıyla var değildir; ama onun yerine ‘Hakikat oyunları’ vardır.’ (Revel, Judith. M. Foucault ) Özetle bir söylem, onu kuranın güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele alınamaz.

Kurnazlık ve bağnazlık

İslam tarihinde din istismarının iki tipi: Kurnazlık (Muaviyeizm/ Makyavelizm) ve Bağnazlık (Haricilik): Bilindiği gibi Muaviye iktidarı ele geçirmek için Hz. Ali ile giriştiği Sıffın Savaşında karşı tarafı çözmek için askerlerinin süngüleri ucuna Kur’an yaprakları taktırarak ‘Aramızda Kur’an hakem olsun’ hilesini uydurdu ve başarılı oldu. Hariciler ise‘La hükme illa lillah: Allah’dan başka hüküm veren/koyan yoktur’ diyerek Hz. Ali’yi tekfir ettiler ve korkunç bir şiddete başvurdular. Bu iki kronik ve kadim tip, bütün dinlerin ve İslamiyet’in de ezeli sorunu olmuştur. Siyasette ve ticarette bu iki tip, saf halk yığınlarını sömürmüşlerdir ve sömürmektedirler. Bu yüzden reel/günlük siyasette ve ticarette dince kutsal kabul edilen simge, sembol, değer ve kavramlara (örneğin Allah, Kur’an, İslam, Din, Şeriat, Hz. Muhammed, Sünnet, Kabe, Cami, Ezan vs.) sözlü ve yazılı olarak aleni yer verilmemelidir. Bunların yeri sivil toplum olmalı. Yani din, toplumun kültürel hayatında (bilim, düşünce, eğitim, medya, cemaat vs.) yer almalı. Bu önerinin sebebi açıktır. Birincisi, dinsel söylemi kullanan kişinin samimiyetinden veya kurnazlığından kolayca emin olamayız. Çoğu zaman mağdur olduktan sonra bunu öğreniriz (Muaviye ve İslami holding olaylarında olduğu gibi). İstismarcıyı yüzünden tanıyabilmek için biraz feraset sahibi olmak gerekiyor. İkincisi, bağnaz ve fanatik hep dogmatik olduğu için samimiyetle veya Allah rızası için kolayca şiddete, baskıya ve zor’a başvurabilir. (Hariciler, Kilise ve Türkiye’deki Hizbullah olayı gibi) Söylem düzeyinde de kendisi gibi düşünmeyenler kolayca ‘tekfir’ edilir, aşağılanır ve bağnaz kolayca kendini Allah’ın iradesi, hakikat, İslam ve Kur’an’ın yerine koyar.

Dince kutsal olan simge, değer ve kavramların yeri sivil toplum olmalı derken siyaset ve ticaretin Felsefi anlamda seküler olan kişilerin iddia ettiği gibi ontolojik olarak dinden bağımsız olması gerektiğini söylemiyoruz. İslamiyet’i bilenler -oryantalistler bile- toplumsal hayatın (siyaset ve ticaretin de) adalet ve hakkaniyet ile düzenlenmesinin İslam’ın ana sorunlarından biri olduğunu bilir. Siyaset ve ticaret, adalet ve hakkaniyetin tenfizi bağlamında İslam’ın ‘salih amel’ ve ‘emr-i bil ma’ruf ve nahye ani’l munker’ ilkelerinin alanlarıdır. Binaenaleyh, buralardaki dil, dini değil; makul ve ahlaki bir dil olmalı. Zira, İslami olan ile makul ve ahlaki olan arasında bir çelişki yoktur. Çünkü İslam, tabii bir dindir. Ahmet Altan’ın bir yazısında dediği gibi: ‘Din bu toplumun varoluş temellerinden biri ve belki de en önemlisi. Onun için biz bunu (reel) siyasetin dışına çıkartıp sosyolojik ve kültürel olarak aldığımız vakit tekrardan kent dindarlığı doğar.’

Yaşar Nuri vakası ve ‘Allah ile aldatma’ söylemi: Yaşar Nuri Öztürk, öncelikle bir ilahiyatçı ve Halkın Yükselişi Partisi’nin Genel Başkanı olarak da politik bir figürdür ve politik arenada dini dil ile politik dili mezcetmiş olarak konuşmaktadır. Daha önce katıldığı CHP’den bu yüzden ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Çünkü CHP laik bir parti olarak bu karışık dile tahammül edememiştir. Partide iken peygamberlerin getirdiği mesajın özünün ‘Sosyal Demokrasi’ olduğunu iddia eden Yaşar Nuri daha sonra bu kesimi üstü kapalı olarak ‘inkar-istismar tulumbasının inkar cephesi’ olarak niteleyip ‘Allah ile aldatanlar’ cephesine katmıştır. (Allah ile Aldatmak, s.317)

Herkes, Yaşar Nuri hariç

Yaşar Nuri, politikaya girdikten sonra din dilini kullanmaya devam etmekte, bunu bir ‘vatan evladı’ ve ‘bir Kur’an mü’mini’nin halkı aydınlatması olarak görmektedir. ‘Allah ile Aldatma’ kitabını da bu bağlamda yazdığını iddia etmektedir. Kitabında din bilimci ve politikacı kimliğiyle, ithamlarının, yaftalarının delaletlerini mahsusen öylesine geniş, daha doğrusu ‘sığ’ bırakmaktadır ki, neredeyse kendinden başka ‘Allah’ diyen herkes ‘Allah ile aldatan’ konumunda düşmektedir. Türkiye’de Allah ile aldatma konumundan istisna edilecek tek kişi Atatürk, tek kurum da TSK’dır. Ele alacağımız söylem analizinde politik bir figür olarak dini söyleme başvurmasının bir ‘kurnazlık’ (Muviye), yani mal, mülk, para, güç, çıkar, itibar içerip-içermediğini halkın irfanına, Yaşar Nuri’nin de vicdanına bırakıyorum. Ancak, bu söylemin açık bir bağnazlık (Haricilik) içerdiği de çok açık.

Yazar, genel olarak söyleminde Muhammed Mustafa ile Mustafa Kemal’i kalkan; TSK’yı ise arkasını yaslayacağı bir güç odağı olarak kullanmaktadır. Kitaptaki üslubunda tıpkı Haricilerdeki gibi, kendi aklı ve yorum gücü ile Kur’an- İslam ve Allah arasına bir milim bile mesafe bırakmadan yüzde yüz örtüştürmektedir. Nitekim konuşma ve yazılarında sık kullandığı: ‘Ben söylemiyorum; Kur’an söylüyor’ ifadesi ve kitaplarından birinin ismi (Kur’an’daki İslam) bunu göstermektedir. Geriye kalan her şey ve herkes ise -hadisler, alimler ve herkes- hak ettiği oranda uydurmacılıktan, sapıklıktan, kahpelikten, karadulluktan, hainlikten, müşriklikten, istismarcılıktan vs. pay almaktadır veya kendi fikirleriyle örtüştüğü oranda da ondan övgü almaktadır. Açıktan Hariciler gibi kimseyi ‘tekfir’ etmemekle birlikte, Kur’an’da kafirler için kullanılan bir çok ifadeyi Türkiye’deki Müslümanları itham etmek için kullanmakta beis görmemekte.

Bu bağlamda Haricilerin ‘La hukme illa lillah’ şeklindeki ibareyi slogan haline getirip ortalığı kasıp kavurmalarıyla, Yaşar Nuri’nin ‘Allah ile aldatma’ ifadesini sloganlaştırarak neredeyse tüm muhafazakárları ‘mürşit kılıklı müşrik’, ‘İdris kılıklı iblis’, ‘şeytan evliyası’…. haline getirmesi arasında hiçbir fark yoktur. Önce sloganlaştırılan ifadenin Kur’an’daki bağlamından başlayalım.

1-’Allah ile Aldatma’ ifadesinin Kur’ani bağlamı: İfadenin Arapça aslı şöyle: ‘Vela yağurrannekum billahi’l ğarur’ (Kur’an,31/33, 35/5, 57/14) Türkçesi, ‘Aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın’ Taberi’ye göre ‘ğarur ( aldatıcı)’, kişiyi manevi/ ahlaki anlamda saptıran herhangi bir şeydir. Bu, şeytan, insan veya bir kavram olabilir. Zemahşeri’ye göre ise ‘ğarur’ şeytandır. Türkçeye ‘Allah ile’ diye çevrilen ‘billahi’ ifadesini ise Taberi, Bağavi ve Zemahşeri ‘kasıtlı olarak bir günah işlemesi halinde Allah’ın affedeceği şeklindeki avutucu düşünceler’ olarak anlamışlardır. (Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı) Dolaysıyla, bu uyarının asıl muhatabı, dini inancı olduğu halde dindar olmayan insanlardır. İfadenin gerçek anlamının bu olması, dindar kılıklı insanların veya kimi din bilginlerinin/ din adamlarının Allah dahil, Ahiret, Kur’an, İslam gibi kavramları kullanarak din istismarı yapmadıkları anlamına gelmiyor. Kitaptaki iddiaların tümüne katılmıyor değiliz. Üzerinde durduğumuz konu Yaşar Nuri’nin çağdaş, harici/bağnaz, dogmatik zihniyeti.

Dogmatik zihniyet

2-Allah ile Aldatanların Türkiye’deki kapsamı: Allah ile aldatmanın uluslararası tezgahı ‘Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam, Halifecilik, Osmanlıcılık ve Rum Ortodoksların Ekümeniklik iddiası ise (s 267-307); Türkiye’deki aktörleri, öncüleri ve uygulayıcıları kimlerdir? Yaşar Nuri’ye göre ‘Allah ile aldatmanın değişik maskeler kullanan çok çeşitli destek kuruluşları vardır… Bunların ortak özelliği din söylemini kullanmalarıdır. Örneğin, Milli Görüş, Fetullahçılar, Süleymancılar, Radikal İslamcı örgütler, Allah ile aldatmayı en ileri boyutta kullanan AKP, Diyanet, 700 civarındaki İmam-Hatip okulu, 30 civarındaki ilahiyat fakültesi, 100 bin civarındaki cami de Allah ile aldatma hareketinde şöyle veya böyle az veya çok kullanılmaktadır.’ ( s 49-50) El-insaf, dinle şu ya da bu şekilde ilgilenenlerden dışarıda Yaşar Nuri’den başka kim kaldı? Yaşar Nuri, 1950’lerden itibaren Türkiye’nin demokratikleşmesine paralel olarak İslam’ın köylerden (göçle) çıkarak şehirlerde kültürel ve politik hayatta görünür hale gelmesini alabildiğine fanatik ve basmakalıp bir ifade ile (Allah ile aldatma) yaftalamaktadır. Kitapta aklı başında her müminin karşı çıkacağı dini-ahlaki bir suç/günah olan ‘din istismarı’nın çerçevesi efradını cami ve ağyarını mani bir şekilde çizilmediği için sap ile saman, istismar ile dindarlık, dini özgürlüklerin genişletilmesi talebi ile politik rant birbirine kasıtlı olarak karıştırılmıştır.

Mescid-i dırar yaftası

3-Allah ile aldatanlar ve küfür yaftaları: Bütün bu yukarıdaki zümreler Yaşar Nuri’ye göre Kur’an’ın ifadeleriyle ‘Şeytan’ın Evliyası’ (7/27,30) ‘Şeytan’ın Orduları’ (42/95), Evliya patentli din tüccarları, Şeytanın özel ekibi (Hizbuşşeytan, 58/19), Hz. İdris kisvesine bürünmüş İblisler, Kahpe Karadul (Örümcek, 29/41) ve Mürşit lakaplı Müşriklerdir. (28-32)

Medine’de Bizans’la işbirliği yapan münafıkların yaptırdığı bir mescid vardı. Tevbe Suresinin 107-109 ayetlerinde bu münafıklar eleştirilir ve yaptıkları mescid ‘Mescid-i Dırar’ diye anılır. Yaşar Nuri’ye göre bugün Türkiye’deki bütün camiler ‘mescid-i dırar’dır’ şöyle diyor: ‘Mescitte oraya devam etmeyenlerden (Alevi ve Ateistleri kastediyor) alınan paralarla (vergilerle) hizmet verilmesi de mescidi ‘dırar mescidi’ne çevirir. Bugün Türkiye’de camileri dırar mescidine çeviren bir numaralı sebep budur. Tüm toplumun verdiği paralardan maaş alan insanlar, mescitlere gelen bazı insanlara hizmet vermekte ve bu o mescitleri bazı insanlara zarar veren mescide dönüştürmektedir. Oralarda yapılan ibadetler İslam fıkhına göre fasittir. (178) Burada insanın aklına hemen şu geliyor: Devlete her vergi veren insan devletin her maaşlı memurundan hizmet alabiliyor mu ve almak durumunda mıdır? Örneğin, Anadolu insanının yüzde kaçı devletin turizm teşvik fonlarından verilen paralardan faydalanıyor? Buna benzer yüzlerce örnek verilebilir. Alevi vatandaşlarımızdan alınan vergilerden camilerin finansa edilmesi ahlaki bağlamda tartışılabilir. Bu, ayrı bir mevzudur. Yaşar Nuri’nin sorumsuzca, harici bir mantıkla yaptığı ise Türkiye’deki bütün camileri Medine’deki münafıkların inşa ettiği ‘Mescid-i Dırar’la aynileştirmektir.

Dinin kaynakları bahsi

4-Harici Mantık: Sünnilik, dinde ‘hüküm koyma’ otoritesi (hiyerarşisi) ve kaynaklarını dört olarak koymuştur. (Edille-i Şer’iyye, Edille-i Erbraa): 1. Kitap, 2. Sünnet, 3. İcma, 4. Akıl (kıyas). Mutezile, bu kaynakları kitap ve akıl olarak temellendirir. Hariciler ise: ‘La hukme illalillah yani Allah’tan başka hüküm (teşri) kaynağı yok’ diyerek kendi fanatik, kıt ve dogmatik akıllarıyla yaptıkları yorumları ‘Allah’ın hükmü /Kur’an’ın hükmü’ olarak görüyorlardı. Yaşar Nuri’nin mantığı tam da budur.

Şöyle diyor: ‘Ancak, işlenen günah Allah’ın yetkilerini kullanmak, dinde buyruk makamı gibi davranmak, dine (Kur’an’a) hükümler eklemek, kısacası dinde tesrii yetkisini kullanmaktan kaynaklanıyorsa, bunun adı sadece günah değil, Allah’a iftiradır ki, zulüm ve şirkin en lanetli türüdür’ (s.52) Müellif, bu fikirlerine En-am Suresinde iki kez tekrarlanan (93,144) ‘Allah’a iftira etmek’ ifadesini ilgisiz olarak mesned ediniyor.

Oysa Musa Carullah’ın dediği gibi, birçok Kur’an hükmü Hz. Muhammed’in ve arkadaşlarının önceki içtihatlarına istinaden gelmiştir. ‘Muvafakat-ı Ömer: Hz. Ömer’i onaylayan ayetler’ tabiri bunu ifade eder. İslam düşünce tarihinde Haricilerden başka ‘Din yalnızca Kur’andır, ondan başka kaynak yoktur’ diyen kimse yoktur. Vahhabiler bile ‘Sünnet’i İslam’ın ikinci hüküm kaynağı sayarlar.

Sonuç olarak, CHP, daha önce Yaşar Nuri’nin din dili ile reel politikanın ihtiras dolu günlük dilini mezceden üslubunun doğurabileceği tehlikeleri görerek, yaşayarak onu partiden ayrılmak zorunda bıraktı. Bugün muhafazakárlara karşı istihdam edilen bu Harici üsluptan hoşlanan kesimler şunu iyi bilmelidirler ki, bu insafsız üslup ve dil, CHP yi affetmediği gibi kendilerini de affetmeyecektir. Çünkü Hariciler, önce komutanları olan Hz. Ali’yi öldürmüşlerdi.

http://www.haber10.com