“Vahiy: Allah’ın İnsan Sözü”

Mahiyet Sorunu

Bu başlık, Nasr Hamid Ebu Zeyd’in Almanca yayımlanan bir kitabının ismidir. Kanaatimce bu ifade, Kur’an’ı en doğru tanımlayan bir ifadedir. Mutezile, Sünniliğin “Kelâm-ı Kadîm” teorisine karşılık olarak vahyi, Allah’ın Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’in kalbinde yarattığı mana olarak tanımlar. Ben de Kur’an’ı, Allah’ın insan aklı, insan dili (Arapça) ve insan aracılığı (Hz. Muhammed) ile insanlara (Araplara) hitabı olarak tanımlıyorum.

Ebu Zeyd, vahyi Allah’ın “insan sözü” olarak tanımlamasını “Nakdu’l-Hitâbi’d-Dinî” adlı kitabında (Türkçe’ye “Dini Söylemin Eleştirisi” adıyla çevrilmiştir. Kitabiyat Yayınları, Ankara 2002) şöyle temellendirir:

Cebrail Hz. Meryem’e ve Hz. Muhammed’e insan şeklinde görünerek Hz. Meryem’in rahmine, Hz. Muhammed’in ise kalbine “Allah’ın kelimesini” ilka etmiştir. Müslümanlar, nasıl ki Hz. Meryem’den doğan Hz. İsa’nın tabiatının pür insan olduğunu kabul ediyor ve Hıristiyanların Hz. İsa’nın ilahi tabiatlı olduğu inancını reddediyorlarsa; aynı şekilde, Hz. Muhammed’den sadır olan Kur’an da pür insan sözüdür. Diğer insani metinlerin boyun eğdiği kurallara boyun eğer. (bkz. Ebu Zeyd, Dinsel Söylemin Eleştirisi, s.184-185).  Bu açıklamalardan şu iki pratik sonuç çıkar:

 

  1. Kur’an’ın sözlü muhatapları Araplardır. Şu Kur’an âyetleri bu fikri destekler: “Bu kitabı sana ataları uyarılmamış bir kavmi (Arapları) uyarman için indirdik. (Yasin 36/6) “Bu kitabı, şehirlerin anası (Mekke) ve havalisindekileri (Arapları) uyarman için indirdik. (Şûrâ 42/7)
  2. Elimizdeki Kur’an metni, te’lifi Allah’a ait bir insan sözüdür. Bunun anlamı ise, bu metin Arapların dil kabiliyeti, kültür kapasitesi ve sağduyularıyla çerçevelenmiştir. Onda komşu milletlerin (İranlılar, Hintliler, Kuzey Afrikalılar ve Suriyeliler) kendilerine has dinsel, sosyal, kültürel, ahlaki… vs. problemleri ve onların çözümleri yoktur. İnsan olmanın ortak paydasında ortak sorunların çözümü olabilir.

 

Eğer bu açıklamalar doğru ise, buradan da şu iki sonuç çıkar:

  1. Kur’an’ın anlam zenginliğinin kapasitesi, Allah’ın mutlaklığı veya büyüklüğü ile doğru orantılı değil; Arapça’nın ifade kabiliyeti ve alfabesinin mükemmelliği ile doğru orantılıdır.
  2. Bu kitabın “fikir dünyası” Arapların sağduyusu ile kültür kapasitesi ile sınırlıdır. Tabir caiz ise Allah, bu sağduyu ve bu kapasite içinde “dava”sını ortaya koymuştur. Gelelim bu davanın içeriğine ve evrenselliğine:

 

Bu dava, kendini önceki peygamberlerde olduğu gibi evrensel, cihanşümul bir “Hakk Din”in kendini bir kavmin toplumsal pratiği içinde bir “Şeriat” olarak ortaya koymasıdır. Din sabittir. Şeriat ise dinamiktir. Çünkü dinin şeriat olarak tezahür etmesi tarihsel bir yerde ve zamanda olur. Evrense, sabit bir ruh, tarihsel bir anda ete kemiğe bürünür, şeriat olarak görünür. Toplumsal varlığın Antropolojik olarak yerelliği, zamansallığı ve dinamikliği şeriatı yıpratır, eskitir. Bu nedenle onun “ictihad” ile sürekli yenilenmesi lazımdır (sürekli devrim). Şeriatların birbirini nesh etmesinin temel dinamiği, sadece tahrif edilmeleri değil, aynı zamanda zamanın bu yıpratıcılığıdır.

Sabit olan din, muhtevası itibariyle iman, ibadet ve ahlaktan oluşur.  Şeriat ise, toplumsal bir nizam olarak hukuk ve siyasettir. Sünnilik, yanlışlıkla Kur’an ve sünnetteki şeriatı- Bu iki pratiği “kaynak” olarak kutsallaştırıp dondurarak- “din” gibi mutlak sanarak dogmalaştırmıştır. Yani, Sünnilik din ile şeriat arasındaki ayrımı görememiştir: “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” dogmatik (itikad) ilkesi, bu gerçeği dile getirir. Her ikisinin birlikteki adının “İslam” olduğu doğrudur. Ancak, Molla Sadra’nın ontolojik manada kullandığı “Hareket-i Cevher” kavramını ödünç alırsak; İslam, bir “hareketli öz”dür. Hz. Muhammed’in “uyarıcı ve müjdeleyici” olarak “bütün insanlara” (Sebe’ 34/28) gönderilmesi, onun da komşu devletlere elçiler göndermesi, İslam’ın cihanşümul “din” davasıdır. Bu davayı insanlığa yayma sorumluluğu ilk halka olarak Araplara yüklenmiştir:

“Böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum (ümmeten vasatan) olmanızı istedik ki, tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve elçi de size şahit (örnek) olsun (Bakara 2/143).” Daha sonra da doğal olarak bu halkaya katılan herkes (ümmet) bu sorumluluğun altına girer.

Yorum Sorunu

Birinci bölümde vardığımız vahyin “insan sözü” olması iddiası, onun doğru anlaşılması için Arap dilinin gramer ve belagat kurallarını bilmeyi gerektirdiği gibi; sözün vuku bulduğu toplumsal bağlamı da bilmeyi de gerekli kılar (esbab-ı nüzûl). Bu durumda sözün vuku bulduğu bağlamı ve Arapçayı iyi bilmeyen bazı sahabilerin bazı âyetleri anlamamış olması normaldir. Ancak, Kur’an’ın ifade üslûbunun muhtemel muhataplarının tümünün kolayca anlaması için özel bir gayretle kurulduğu da bir gerçektir. Onun üslûbunun “mubîn” ve “mufassal” olmasının anlamı da budur: “Onu senin dilinde kolaylaştırdık ki, muttaki olanları müjdeleyip, direnenleri de uyarasın” (Meryem 19/97. Ayrıca bkz. Kamer 54/17, 22, 32). Araya zaman fasılası ve dil duvarı girdikçe metnin anlaşılmasının zorlaşacağı gayet açıktır.

Kur’an, ulemanın toplamı tarafından –bâtıni yorum hariç- doğru anlaşılmıştır. Ancak Sünniliğin “Kelâm-ı Kadîm” teorisi yüzünden metin haddinden fazla istismar edilmiştir. Metin “insan sözü” değil de, Allah’ın büyüklüğü oranında “derin” ve “sonsuz” olarak görüldüğü için, âyetler birer maden ocağına, okyanusa veya güneşe benzetilerek sürekli istismar edilmiştir. Fıkıh’ta “kıyas”, Kelâm’da ve Tefsir’de “muhkem-müteşabih”, Tasavvuf’ta “zâhir-bâtın” bu istismarın kavramsal araçlardır. Oysa kıyas yerine “istihsan” benimsenseydi; Âl-i İmran Sûresi’nin 7. âyetindeki müteşabih kavramının anlamı “anlamı kapalı âyet” değil de; gaybın (Allah, Ahiret, Melek vs.) teşbihle insan zihnine yaklaştırılması (Zemahşeri) olduğu gerçeği benimsenerek âyetteki durakla oynanmasaydı ve zâhir-bâtın bataklığına batılmasaydı bu teşevvüş olmayacaktı. O zaman da marifet, tefsir yazmak değil; altı yüz sayfayı altmış sayfada özetleyip, Allah’ın muradını anladıktan sonra, oturup adam gibi olup-biteni, olayları, olguları, yani hayatı bu altmış sayfaya (asıl, evvel) göre “te’vil” etmek olacaktı. Heyhat! İstismar hala devam ediyor.

KUR’AN’IN ANLAM ZENGİNLİĞİNİN KAPASİTESİ, ALLAH’IN MUTLAKLIĞI VEYA BÜYÜKLÜĞÜ İLE DOĞRU ORANTILI DEĞİL; ARAPÇA’NIN İFADE KABİLİYETİ VE ALFABESİNİN MÜKEMMELLİĞİ İLE DOĞRU ORANTILIDIR.

KUR’AN, ULEMANIN TOPLAMI TARAFINDAN –BÂTINİ YORUM HARİÇ- DOĞRU ANLAŞILMIŞTIR. ANCAK SÜNNİLİĞİN “KELÂM-I KADÎM” TEORİSİ YÜZÜNDEN METİN HADDİNDEN FAZLA İSTİSMAR EDİLMİŞTİR.

*Kur’ani Hayat Dergisi