Muhafazakâr-Sağcı Siyasetin 1950 Sonrası Serancamı Üzerine

24.06.2018

Sünniliğin, Avrupa’da meydana gelen Rönesans-Reform-Aydınlanma –Fransız Devrimi  ve Teknoloji-Endüstri devriminin yarattığı etkileri karşılayamaması sonucu, taşımış olduğu Osmanlı imparatorluğu bedeni çöktü.  Milliyetçiliğin yükselişi  ile birlikte, bu enkaz üzerine bir çok “Ulus-Devlet” kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti de, seküler devrimler ile modern bir ulus devlet olarak kuruldu. Dinin enkaz hali olan o günkü “Şeriat-Hilafet ve Tarikat” ilga edildi. Yani din, halı altına süpürüldü. 1925 de 1950 ye kadar son derece sek/sert bir laiklik uygulaması yapıldı. Devletin asli ahalisi(dindarlar) evden kovuldu ve “mürteci/mülteci” olarak aşağılandı.

1950 den sonra Türkiye’nin NATO şemsiyesi altında ABD’nin kontrolüne girmesi ile, Ordunun içinde “Gladyo” diye Amerikancı subaylardan oluşan bir örgütlenme oldu. Osmanlıdan kalma milli/yerli subaylar emekliye sevk edildi. 1960 İhtilali, bu örgütün halkta Menderes öncülüğünde “Allah(Ezan)” diyerek oluşan eve tekrar geri dönme talebinin/dalgasının kırılmasıdır. Altmış ihtilalinden sonra muhafazakârların başına gelen Demirel’li yıllar(1965-1980), halkın eve dönmese de, hiç olmazsa avluya dönme talebinin Askeri Vesayet rejimi tarafından onaylanmasıdır. Evden sürülmenin akabinde oluşan derin bir içerleme(Nurculuk), devlet tarafından sürekli takip edilmiştir. Yetmişlere gelince ikinci bir uçuklama(Milli Görüş) daha olmuştur. Bu arada Askeri Vesayet rejimi açısından Milliyetçi bir “çıban” da(MHP) oluşmuştur. Bu ikinci uçuklama ile çıbanın, Vesayet rejimi tarafından muhalefeti paralize etmek için yaratıldığı söylenir ki, doğruluk payı vardır. Seksen ihtilalinden sonra, Askeri Vesayet rejiminin bütün proje partilerine rağmen, kültürel kodun tekrar yeşermesinden oluşan ANAP-Özal aktörü/faktörü, sürgünün avluya yerleşmesinin garantisi oldu. 1980’e kadar yerli şairler(M. Akif,  N. Fazıl, S. Karakoç) ve tarikat-cemaatlerden beslenen muhafazakârlar, seksen sonrası Mısır(S. Kutup), Pakistan(Mevdudi) ve İran(A. Şeriati) dan yapılan çeviriler ile kendilerini iki binlere kadar “İslamcı” olarak kodladılar. İktidar olduktan sonra da, muhafazakârlığın konformizmine(hem kendini, hem de Tanrıyı kandırma girişimi) geri döndüler. Tayyip beyin, değiştirdiği gömleği tekrar çıkardığı 2010 sonrası “Ümmetçi-İslamcılığını” ifade eden ve  Mısır İhvan’ının yaşamış olduğu trajediyi(haksız katliamı-2013) paylaşma anlamına gelen “Rabia” işaretinin, giderek(2016 dan sonra) “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Vatan” içeriğine kayması;  “İslamcılık” ütopyası ile “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma” tehlikesini itiraf edip, geri dönen bir tür milliyetçiliktir. Bu dönüşün, derin bir akıl tarafından kotarıldığı iddiası, bir tartışma konusudur. Daha önceleri(2010’a kadar) “ayaklar altına alınan” milliyetçilik, 24 Haziran seçimlerinde “Cumhur İttifakı” nın ideolojisi olmuştur.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Kürtlerin “esamesi” okunmamıştı; “hesaba” katılmamışlardı. Asimile edilmeye karar verilmişlerdi. Asimilasyon, nispi olarak başarılı oldu. 1980’lerden itibaren, Kürtlerin bir kısmı asimilasyona başkaldırmaya başladılar. İki binlerden itibaren “Devlet”, bu politikadan vazgeçerek kültürel anlamda ciddi adımlar attı. Politik ve ekonomik alanlarda bir ayrımcılığın olmadığı zaten ortada idi. Kürtlerin bir kısmı, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen Batılılar ile işbirliğine girerek(PKK) silahlı mücadeleye kalkıştı. Devlet de, bunu bastırmakla meşgul. Türkiye, bütünlüğü içinde bu soruna bir çözüm üretmek zorundadır.

Böylece Türkiye’de başlıca dört ana politik-ideolojik kimlik/cemaat oluşmuş durumdadır: Seküler-Alevi Türkler(CHP), 2-Milliyeçi-Sünni Türkler(MHP), 3-Muhafazakârlar(AKP), 4-Kürtler(HDP). Bu ana kimlik/cemaatlerin birer de nüanslı eşeyleri mevcuttur: Vatan Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Hüda-Par. Başlıca üç tane de “terör” örgütümüz mevcuttur: FETÖ, PKK, DHKP-C. Bu örgütlerin oluşumunu, salt dış güçlerin Türkiye’ye ihanetine bağlamak yerine; oturup miras aldığımız Sünniliğin teolojik yapısı ve kurduğumuz ulus devletin kuruluş mantığı üzerine ahlaki açıdan düşünmek zorundayız. The Cemaat’ın, kırk sene boyunca muhafazakârlar ile aynı dili konuşması, devlet kurumlarına gizlice sızması ve ABD ile aleni-açık simbiyoz ilişkisi yaşaması, bu tutumların her biri ciddi birer sorun olarak ele alınıp, kritik edilmesi gerekir.

1990-2000 arası, siyasi merkezin dağılması ve Askeri vesayet rejiminin muhafazakârları son defa sıkıştırması(28-Şubat) sürecidir. Seksenlerden sonra, Nurculuk’ un bir kanadı, gömlek değiştirerek ABD ile siyasi ilişkiye girip küresel bir nitelikte “The Cemaat” ismini aldı. Ülkenin Sünni Türk-Tasavvuf Müslümanlığı kodu ile aynı genetiğe sahip olduğu için, muhafazakâr iktidar ve seküler muhalefet tarafından beraberce desteklendi. 28.Şubattan sonra  Milli Görüş de gömlek değiştirip “AK Partisi” adını aldı ve iki binden sonra sürekli iktidarda kaldı. Yani, evden sürgün edilen madun-mağdur-muhafazakâr halk, aradığı çatal yürekli-yiğit temsilcisini bulduğu için(R.T.Erdoğan), tekrar eve(devlete) muzaffer bir halde dönmüş oldu.

Cuhuriyet tarihinde Mustafa Kemal, askeri kabiliyetleri olan pragmatik bir liderdir.  Siyasi kararları(devrimler), ülkede –taraftarları ve karşıtları arasında- daima tartışma konusu oldu. Said Nursi ve Fetullah Gülen, kendilerinde “mehdilik” vehmeden, taraftarlarınca dinsel karizmatik kişilerdir. T. Erdoğan ve A. Öcalan ise, temsilcisi oldukları kesim, devletin politik baskısında kaldıkları için, “bilge” likten ziyade, sadece ölümü göze almaları(cesaret), onları bağlıları nezdinde “Karizma/Kahraman” yapmaya yetmiştir.

2000’lerin başlarından itibaren biri Cemaat, diğeri siyaset(Ak Parti) İki paralel yapı, ittifak yaparak seküler ‘Askeri vesayet rejimini’ tasfiye etti. Daha sonra, İllegal olan paralel yapı(The Cemaat), bir atraksiyon daha yapıp, legal olan Ak Partiyi iktidardan düşürmeye çalıştı. Başarılı olamadı. FETÖ olarak kodlandı; daha sonra da tasfiye süreci başladı. İkinci paralel yapı(Ak Partisi), 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra, -bunu fırsat bilerek- iyice devletleşmeye veya devlete yerleşmeye başladı. Bu esnada AK Partinin önünde iki yol vardı: “ ….Ya sistemin işleyiş değerlerini demokratik ilkeler doğrultusunda dönüştürerek toplumsal bütünleşmeyi sağlamak ve böylece cemaatçiliği aşan bir “kazanma” kavramını ilk defa  siyaset sahnesine sokmak; ya da siyasi geleneğini takip ederek sistemin işleyişinde kendi kimliğini belirleyici hale getirerek dindar cemaatın imkânlarının diğerleri aleyhine genişlemesini siyasetin kazancı olarak görmek. AK Parti ikinci yolu tercih etti.”(Etyen  Mahcupyan. KARAR. 31.5.2018) Bunun sebebi, Sünniliğin, siyaseti daima tarih boyunca  koyun gütmesi(Rai-Raiyye) at terbiyesi(Seyis-Siyaset) veya hile, kumpas, kandırma, oyalama, dek, dubara, numara vb. ile sonunda ne pahasına olursa olsun, “kazanma” olarak kodlamasıdır. Devleti ele geçiren muhafazakârlar, on beş küsur senedir devletin zengin gayri menkul arazilerini ya kendi partililerine tahsis ediyorlar veya Başbakanlık ve Belediyeler aracılığı ile bu arazilerin arsa komisyonculuğunu yapıyorlar. Vicdanlarını temizlemek için de, “hayır” olarak müteahhitlerden Cami, İmam-Hatip, Kur’an Kursu binası yapmalarını talep ediyorlar: Emlak Rantı(İnşaat! Ya resulullah). Bunun da sebebi, taşradan-periferiden merkeze geç gelmeleri hasebi ile,montaj-sanayi ve ticaret alanlarının dolu olması idi. Bilim ve Teknoloji ile katma değer üreten “marka” lar yaratacak(G. Kore örneği) halleri yoktu. Ne yapacaklardı?

Ak Partisi, NATO’nun Türkiye’ye biçmiş olduğu rolün dışına çıkarak, birinci dünya savaşı ile birlikte kaybettiği imparatorluk hinterlandında kayıp akrabalarını(TİKA ve Diyanet İle) aramaya başladı(İslamcılık-Ümmetçilik). Bu alan, ABD ve AB’nin nüfuz ve pazarı olduğu için, hoşuna gitmedi ve Türkiye’yi sıkıştırmaya başladılar. Ak Parti, daha doğrusu R.T.Erdoğan, içerde ve dışarda bir birine denk olacak derinlikte kırılmalar yarattı. Hem Batı ile, hem de içerde din üzerinden “öteki” leşmeler hasıl oldu. Sayın Erdoğan’ın dış politikası ile Ortadoğu’da yarattığı itibar ve Batıda(AB-ABD)  yarattığı nefret-düşmanlık; iç politikaları ile muhafazakâr tabanda yarattığı itibar ve seküler-kürt kesimde yaratmış olduğu nefret ve düşmanlık, birbirine paraleldir. Erdoğan, sosyal-psikolojik olarak muhafazakârların Batıya ve Türkiye’deki “Batıcılar” a olan birikmiş kininin intikam ifadesi; aynı zamanda uzun süre merkezden uzak tutulmuş periferinin, Devletten nemalanması içgüdüsüdür. Bu kırılmaların bir kısmı gerekliydi. Çünkü Doğulu(Müslüman) bir toplumu(Osmanlı), -yıkıldığı için- zoraki(devrimler ile) “Batılı” yapma ve gösterme çabasını içeriyordu. Bu devrimlerin bir kısmı, hayatta kalmak için belki gerekliydi; ancak bir kısmı da, toplumun değişik kesimlerinin kimlik kodları ile oynamaydı. Muhafazakâr toplum, buna içerleme ve uçuklamalar ile tepki verdi.

Toplumun yeni bir kimlik edinmesi, birilerinin “kültür devrimi” kararı ile olacak bir hadise değildir; herkesim ile birlikte verilecek ortak bir karardır. Böylesine kişisel/radikal kararlarla olmamalıdır.  Ancak tersinden, son on beş yılda giderek içerde “Ak Parti”, dışarda ise “Türkiye” gölgeleşmeye başladı. Parti ve Türkiye bir liderin arkasına bağlandı. İçerde ve dışarda bu lideri “totaliter” olarak nitelemeye başladılar. Bunun bir sebebi, o gelinceye kadar Türkiye’yi bu güçlerin kontrol etmesidir. Ancak, diğer taraftan, onun da “Demokrasi” den anladığı; muhafazakâr seçmenin kendisini seçmesidir(sandık). Seçim ile kendisinin Kral/Karizma(Sultan-Halife) olmasını istemektedir. Her iki durum da, bu gidişat hem Ak Partisi, hem de Türkiye açısından doğru değildir. Kültür devriminin yarattığı travmanın Rövanşı, nispi olarak alınmıştır. Artık bu raddeden sonra, ikinci bir zoraki(devlet eliyle) kimlik/kültür değiştirme macerasına gerek yoktur. Bu teşebbüs, içerde kırılma-kavga yaratır. Kurumsal ve örgütsel-ortak aklı(şura-demokrasi) keşfetmek, hem partiye hem de Türkiye’nin hayrına olacaktır.