AK Parti’nin “Paralel Yapı” ve “PKK/KCK” Tarafından İki Kez Kandırılmasının Ahlaki-Politik Analizi

15.9.2015

Ak Parti/T.Erdoğan, The Cemaat ile uzun süre iş birliği ve ortaklık yaptı. Askeri vesayetin yıkılması için  darbe teşebbüslerinin abartılarak/orduya kumpas kurularak bir çok askeri bürokrat hapse atıldı veya görevden atıldı. Bütün bunlar, Amerika’nın sağladığı teknolojik/dijital destekle Cemaat eli ile gerçekleştirildi. Öğrenci ve memur alım sınavlarında yapılan hukuksuzlukların üzerine gitmedi. Adalet/Hukuk ihlal edildi. Daha sonraları The Cemaat/F.Gülen, Ak partiye /T.Erdoğan’a karşı 17-25 Aralık operasyonunu yapınca, Ak Parti/T.Erdoğan: “Bunlar bizi/beni aldattı” dedi ve Cemaate karşı silahsız savaş başlattı.
Daha sonra Ak Parti/T.Erdoğan, “Çözüm süreci” diye PKK ve KCK ile bir anlaşma yaptı. Sürecin somut içeriği sadece “ateşkes”ti. Sloganı ise: “Analar ağlamasın” idi. Ak Parti/T.Erdoğan, bu süreci muhalefet ve parlemento ile iş birliği şeklinde bir “Devlet aklı” ve somut hukuki-anayasal reform teklifleri ile götüreceğine; içeriği belirsiz olarak “Âkil-adamlar” aparatı ile “oyalama sürecine” dönüştürdü. Bu vesile ile bu önemli kavram ve kurumun anlamının yok edilmesi de yan ürün oldu. Bir daha buna kim teşebbüs edebilir? Edilse; – ki edildi- kim itibar eder? Hükumetin kendisi itibar etmedi. PKK, bu süreç içinde Güneydoğuda “Alan hakimiyeti” kurup, “paralel” bir devlet yapısı haline gelerek halkın güvenliğini ortadan kaldırırken; Ak Parti/T.Erdoğan, “Analar ağlamasın” sloganına bağlı kalarak, buradan itibar/oy devşirmeyi düşünürken; PKK’nın palazlanmasını yarattı. Sonunda da “Bunlar bizi aldattı” diyerek PKK’ya karşı  operasyon/savaş başlattı. Aslında ortada aldanan ve aldatan yoktu. Birbirini bilinçli oyalama vardı. “Akil Adamlar” aparatı, bu oyalamanın aracı idi. Bu hataya rağmen, PKK’nın gücünün kırılmasına yönelik geç kalınmış olsa da başlatılan operasyon doğrudur; boyun eğdirilinceye kadar devam ettirilmesi gerekir.
İmdi, gerek birinci aldatılmada –T.Erdoğan, zaman zaman rahatsızlığını dile getirmiş olsa bile- Cemaatin adaletsizlik yapmasına müsaade etmesi; gerekse ikinci PKK aldatmasında  -yine zaman zaman T.Erdoğan rahatsızlığını dile getirmiş olmasına rağmen- halkın güvenliğini sağlamaktan vazgeçerek bölgeyi PKK ya teslim etmesinin arkasında yatan temel saik, Ak Partinin/T.Erdoğanın iktidarda olduğu süreç içinde Türkiye’nin İmparatorluk zamanlarından miras aldığı/kaldığı ve iyi-kötü iki binin başlarına kadar devam ettirdiği “Devlet/kurum/hukuk aklı” ile değil; İktidarda kalma; iktidarını uzatma/pekiştirme saiki, yani kendinin de aslında “Eski Türkiye/Vesayet Rejimi” karşısında “Paralel” bir yapı olduğu psikolojisidir. “Devlet” olmanın en temel iki refleksi/görevi olan, vatandaşlarına  adalet temini ve güvenlik sağlamayı ıskalamanın  başka ne tür bir gerekçesi olabilir? Devlet aklı olan bir hükumet, Ülkesinin Genel Kurmay Başkanını “Terör örgütünün başı” sıfatı ile hapse atabilir mi? Her şeyi “siyaset” e indirgemiş kadroların, “Devlet Adamı” olamayışlarının ifadesidir bu.
Bu Paralel yapı psikolojisini doğuran ideolojik saik, ideolojik düzlemde “gömlek çıkarma”; politik düzlemde ise “kefen giyme” söylemleri ile  rahmetli Erbakan’dan kalma “İslamcılık/Milli Görüş” ideolojisini “Muhafazakârlık”  olarak uygulama stratejisidir. Bu ideolojiyi, “vesayet” rejiminin(Eski Türkiye: Parlementer rejim/Çankaya Köşkü) alternatifi olarak (Yeni Türkiye: Başkanlık/İmparatorluk sistemi/Beştepe Sarayı)  uygulamaya çalışıyor.
İmam-Hatip liseleri ve  İlahiyat Fakültelerini çoğaltarak “dindar nesil”  yetiştirme politikası ile  İnşaat rantı(“inşaat, yaresulullah”) yaratma arasında bir korelasyona dayanan bu İslamcılık, Ana-sermayeciliğin(Kapitalizmin) “sınırsız üretim-sınırsız tüketim/israf/büyüme” mottosuna her hangi bir evrensel(İslami) metafizik-etik-ekonomik itirazı/cümlesi olmayıp;  inşaat rantı ve devlet ihaleleri ile alternatif bir zengin zümre ve medya yaratma çabası olarak iktidarını sürdürdü. Düşmana(muhalefete?) aynı ile mukabelede bulunma, “düşmanın silahı ile silahlanma” dışında, Kapitalist davranış tarzının(ihtiras, gurur-kibir, konformizm, bencillik, israf..) dışında, bu kadrolardan –özellikle son 5-6 yılda-alternatif bir “İslami” jest görmedi bu ülke. “ Başörtüsü, Cami-Minare ve Ezan(ritüel) sembolizmi, bu İslamcılığın kültürel-görsel-söylemsel çehresidir. “Ümmetçilik” olarak da, İslam Dünyasının her yerindeki İslami hareketler ile yoğun bir duygudaşlık(inanç kardeşliği) ve sempati olarak devam ediyor. Her dinden ve etnik kökenden gelen insanlarla ahlaka/hakkaniyete/onursal eşitliğe ve rızaya  dayalı sözleşme yerine; yanlışlıkla –küresel düzlemde- İnanç kardeşliğine, yerel düzlemde ise “partili”liğe dayandırılan “Ümmetçilik” fikri, Ak parti’nin yönetici kadrosunda  “Vatandaş/Yurttaş” duygusunu doğal olarak zayıflattığı için; seküler milliyetçi Türk(CHP), muhafazakâr milliyetçi Türk(MHP), seküler milliyetçi Kürt(HDP/PKK) ve Alevi-Türk kesimler ile “Vatandaşlık” bağlarını hayli zayıflatmışa benziyor. Maruf/meşhur “nefret söylemi”, böyle oluştu. İbn Haldun’un deyimi ile: “ Başkanlığın istikrar kazanması ile hüküm sürmenin sağlamlaşması, hükümdara geldiği yeri unutturur.”(Mukaddime,İst. 1988.480)
İbn Haldun’un “Dört Halife” dönemi ile Emevî-Abbasî dönemleri arasındaki farkı izah etmek için kendinin geliştirdiği “Asabiyet” ile “Hadaret” halleri arasındaki dönüşüm ile Ak Partinin ilk sekiz yılı ile son dört yılı arasındaki fark aynı değil mi? Sadece, Halifelik yerine İslam, mülk yerine de iktidar kavramlarını koyarak: “ Kahr ve zevk-ü sefanın her çeşidine dalmak için bir araç olarak kullanılan Halifelik, mülke dönüşerek sadece bir isimden ibaret hale geldiği için, mülkün dini bakımdan nasıl bir değere sahip olduğu değil; dinin, mülk açısından nasıl bir kıymeti ve rolü olabileceği düşünülmeye başlanmış; din, sadece mülkün ayakta durmasını temin eden toplumsal-ahlaki kurumlardan biri haline gelmiştir.”(A. Aslan. İbn Haldun. Ankara. 1997. 209)
 Oysa, bugün İslam dünyası, bırakın iman kardeşliğine dayanan “millet” veya ahlaki sözleşmeye/hakkaniyete/adalete dayanan “ümmet” oluşturmayı; post modern etnik ve mezhebi milliyetçiliklerle hızla “Ulus-Devlet”in de altına kayarak mikro etnik-mezhebi milliyetçilikler ile daha da  parçalanıyor. “Ulus-Devletin sonu” söylemleri, bu coğrafyada buna tekabül ediyor; yoksa, Batıda 19. Yüzyılda gerçekleşen ABD ve yirminci yüzyılda kurulan AB tarzındaki seküler “ümmet”lere değil. Türkiye’nin de hızla buraya doğru sürüklendiği, apaçık ortadadır. Buradan geriye nasıl dönebileceğimizi, daha önce yazmıştım.
Savunma sanayiini kurarak ve ekonomik gelişmesini artırarak bölgede bir aktör(Yeni Osmanlı) olma ideali, Türkiye/T.Erdoğan İslamcılığının diğer bir boyutudur. Bundan dolayı da Küresel aktörler ve yerli “iş”birlikçileri(TÜSİAD) tarafından sıkıştırılmaktadır. Küresel sisteme, imana dayalı olarak –ancak gücünü de hesap ederek- direnmek, benim “Direniş Teolojisi” bağlamında doğru bulduğum bir tutum olduğu için,-Suriye politikası hariç- başından beri daima bu politikayı destekledim. Bir ay içinde Şam Ümeyye Camiinde Cuma namazı kılma hayallerinin faturasını, güneyimizde PKK/YPG kantonları, şehit cenazeleri  ve 2.5 milyon mülteci olarak ödüyoruz.
 PKK ile yürütülen savaşta, ta başından beri ve bugün de devam ettiği hali ile Cenneti satın alma olarak “şehitlik” mazhariyeti/rüçhaniyeti/değeri/şerefi, nedense bariz bir şekilde hep Anadolu’nun mağdur, madun, yoksul, yoksun, köylü-kasabalı çocuklarına düşerken; siyasi-askeri bürokrasi ve zenginlerin sinek kaydı traşlı-lacivert  takım elbiseli-kravatlı, vitamin fışkıran suratlı, rayban gözlüklü çocukları,  zamanlamaları ayarlanarak hep “paralı” askerlik ile “vatan borçlarını” ödüyorlar.”Sabır acı ve meyvesi talı” ise, neden hep bu tatlı meyveyi yoksullar yiyor? Anadolu’nun cefakâr evlatları “Şehitler ölmez; vatan bölünmez.” sloganları atarken; diğerleri, işinde gücünde, ihalesinde-inşaatında çalışıyorlar; tatil yapıyorlar. “Vatan, sağ olsun” da; neden bu vatan, birilerine refah kaynağı da, diğerlerine koruma görevi yükler? Miting meydanlarında perdeden kefen “giydirilen” ler ile, ketenden kefene “sarılarak” mezara defn edilenler, neden aynı kesime ait değiller?   Bunun sorumlularını uyarıyorum; vallahi ve billahi, Allah çarpar(9/25). PKK’ya diz çöktürme savaşı veriliyorsa, buna birileri sürekli “laf ile peynir gemisi yürüterek”; diğerleri de, canlarını vererek/şehit olarak yapılamaz. Herkesim, “gövdesini taşın altına koymak” zorundadır. “Alavere, dalavere; Kürt Mehmet nöbete” tutumu, sonunda “Kürt Sorunu”nu çıkardığı gibi; “Alavere, dalavere; Türk Mehmet(K.Maraşlı, Osmaniyeli, Yazgatlı, Çorumlu…)cepheye/şehadete” tutumu da, bunu yapanlara benzer bir musibet çıkarır. “Allah, imhal(erteleme) eder; ancak, ihmal(af) etmez.”
Alman-İsrail-İngiliz… istihbaratına satılmış; silah, sigara, eroin kaçakçılığı ve haraç toplamak ile ekonomik bir rant/prestij oluşturmuş, piskopat/terörist(yakıp-yıkan) Kürtlere(PKK-Kandil) diyeceğim bir şey yok. Onlar, Cenevre konvensiyonunun hazırlamış olduğu 6-7 maddelik “Gerilla” niteliklerine haiz değiller. Onlara Cumhuriyetin “Yurtta barış, Dünyada barış” sloganı ile terk ettiğimiz “Evlad-ı Fatihan-Cengaver/Asker Millet” derin kodu ile, gerekirse hâlâ –onların son yüz yılda öğrendiği-ölmeyi/savaşmayı unutmadığımızı göstererek, derslerini verebiliriz.
Barıştan, kardeşlikten ve birlikten(ümmet/millet) yana olan Kürtlere diyeceğim,  tarihte devletsiz yaşamanın doğurduğu tek yüzlü-tek sözlü olamama zaafını behemahal aşıp, adam gibi barışın ve birliğin kurulmasında insani-demokratik/politik rollerini ve açık sözlerini zaman geçirmeden ortaya koymalarıdır. Abdullah Öcalan, son dönemde bunu gösterdi. Onun, Kandil/PKK tarafından diskalifiye edilmesi, demokrasiyi hâlâ oyun olarak oynayıp, sırtını silaha/teröre dayayan(HDP) Kürtler için manidardır/ibret vericidir. Onursal eşitlik ve Anayasal vatandaşlık temelinde –Anadil ile eğitim hakkı dahil-(Ümmetçilik) birlikte yaşamanın formülünü bulmak zorundayız. Onursal eşitlik, Anasayasal vatandaşlık hakları temin edildikten sonra, sadece dil farklılığı, “Öz-erklik/Öz yönetim”in ahlaki-hukuki-siyasal gerekçesi olamaz.
Bin yıldan beridir bu coğrafyada beraber yaşadığımız; kültür kodları %80 aynı, kaderin, bir birimize yazdığı Kürtler, eğer hakikaten ayrılmak/boşanmak istiyorlarsa; -elektrik faturalarını ödememeleri, bunu gösteriyor-, bunu da açıkça referandum ile söylesinler. Bu fırsat, onlara verilsin. Zorla güzellik olmaz. Ancak bunun sonucunun/faturasının da: “Hem Diyarbakır bizim; hem de İstanbul” olmayacağını bilmeliler. Anadolu insanının, Türkiye’nin her tarafını onlara açan alicnaplılığının, bir sınırı olduğunu bilmeliler. Zira, “Ulus-devlet” kurmanın böyle bir raconu yoktur. “Türkiye” ulus devletinin trajik bir şekilde  hem etnik, hem de dini nüfus  “Mübadele”leri ile kurulduğu hatırlansın. Avrupa’da ulus devletler, mübadele bile yapmadan katliamlar veya asimilasyonlar ile kuruldu. Tekrar bu yola girmeye değer mi?