26.10.2016
İslam’ın Maruz Kaldığı Şiddet (Antropolojik bir yaklaşım)
“Müminler, kendi aralarında merhametli; kâfirlere karşı şiddettlidirler”(48/29)
Bu makalenin amacı, İslam dininin, üzerinde bulunan “teolojik Şiddet (dini saik ile haksız saldırı/taşkınlık)” içerdiği yanlış algısını izale etmektir. Makalenin temel savı, bu gölgenin İslam’ın üzerine “Arap Antropolojisi” tarafından düşürüldüğü ve bu anormalliğin etnik oluşunu görmeyip genelleştirerek “İnsan tabiatı”na atfedilmesinin reddidir. Şiddete(saldırganlık) teşne olmanın insanın “hayvan” lığından gelen genetik kalıtsallığı; coğrafi şartların, ekonomik koşulların ve yaratılan kültürün etkisi ile etnik/ırki olarak farklılaşmaktadır. Örneğin: ”Çin Seddi” gibi akıl almaz bir suru yapmak zorunda kalan millet ile bunu yaptırmak zorunda bırakan milletin “aynı” tabiata sahip olduklarını iddia etmek, akla zarardır. Yine, Dünyanın üst tepesinden gelip dibindeki Avusturalya’yı kolonileştiren/istila eden bir millet ile buraya “tükürsen düşecek” mesafede olup, kıtayı istila etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen Malezya ve Endonezyalıların tabiatlarının aynı olduğunu söylemek, akla zarardır. Mahatma Gandi’yi çıkaran millet ile Hitler’i çıkaran milletin aynı tabiatta olduklarını söylemek, akla zarardır. Özetle, oldum olası yerinde-yurdunda, evinde-barkında, oturan; işine gücüne bakan, uygarlık/üretim yaratmaya çalışan milletler ile, dünyayı yakıp yıkan, çarka çeken, talan eden, istila eden(muhafazakârlar, “Fetih” desin; entellektüelleri de, “Tarih yapmak” desin) milletleri aynı kefeye koymak, zulümdür. Evrensel bir “Din Davası”, kendi dışındaki dünyayı medeni bir şekilde, bazı İslam âlimlerinin isimlendirdiği gibi: “Daru’d-Da’ve(davet edilecekler) veya “Daru’l-İcabe(potansiyel olarak kabul edecekler)” diyarı olarak görür; yoksa fıkıhta egemen olduğu gibi “sürekli savaş halinde (Daru’l-Harp)” olunacaklar dünyası olarak görmek zorunda değildir. Davasına güveniyorsa, adam gibi (sahabeler ve havariler gibi), “tebliğ heyetleri” kurarak, “ Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır(ır). Onlar ile en güzel bir şekilde mücadele et(eder).”(16/125). Zira “Dinde zorlama yoktur.”(2/256); ve Müslümanlar da, gayri Müslimler karşısında zorlayıcı (musaytir, aynı zamanda işgalci) değildirler(88/22). “O zamanlar, öyleydi” veya “herkes, o zaman öyle yapıyordu” diyeceklere (ki bu yaklaşım, cahil veya çocuk bilinci olarak ‘olan’ı, ‘olması gereken’ olarak algılamaktır): “Sû-i misal, misal olmaz” veya “Batıl, makisun aleyh(örnek) olamaz” İslamî ilkelerini hatırlatmak gerekir.
‘Şiddet’ kavramı, Türkçede taşkınlık/tuğyan anlamında ‘saldırı’yı da içerecek halde umumi ‘zor kullanma’yı ifade edecek hale gelmiştir. Oysa Arapçada şiddet mastar olarak sertlik, dayanıklılık, gevşememek, direngenlik, çetinlik, mukavemet… anlamlarına gelir. Kur’an’da bu anlamı ile müminlerin, düşmanları karşısındaki takınmaları gereken tutumu ifade eder(48/29- eşiddâu). Makalede reddedeceğimiz anlam, durduk yerde/iptidaen yapılan “haksız saldırı/tuğyan/taşkınlık” anlamında şiddettir.
Allah’ın Aslî ‘Din’ Davası: İdeal
Tanrı’nın, insanları ilk defa denemeye başladığı tarihlerden itibaren “denenme”nin bir unsuru da insanların bir birini haksız yere öldürmelerini yasaklamasıdır. Habil ile Kabilin Tanrı’ya Kurban sunma ibadetlerinde cimriliğinden dolayı Kabil’in Kurbanının kabul edilmemesi sonucu kardeşini kıskanarak öldürmeye kalkışmasında Habil’in: “Sen beni öldürsen de, ben sana elimi kaldırmayacağım”(5/28) demesini, Tanrı’nın överek Kur’an’da anlatması, bunun ilk örneğidir. Yine Tanrı, İsrailoğullarına (Yahudilere) “Kim bir insanı bir can karşılığı veya yeryüzünde kötülük çıkarması karşılığı dışında öldürürse; sanki bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de, bir insanın hayatını kurtarırsa; sanki bütün insanlığı kurtarmış gibidir.”(5/32) diye emretmiştir. Kur’an’da Müminlere de: “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası ebedi cehennemde kalmaktır.”(4/43) denmiştir. Hz. İsa, mesajında(İncil’de) kategorik olarak sevmeyi, affetmeyi, merhameti ve şiddete başvurmamayı savunmuştur. Havariler de, ilk dört yüz sene boyunca şiddete başvurmaktan kaçınarak, hatta yeraltı şehirlerine çekilerek(Kapadokya) bu tutumlarını sürdürmüş ve sonunda pagan Roma imparatorluğunu Hristiyanlaştırmayı başarmışlardır. Aynı dava, Kur’an’da: “ İyilik ile kötülük eşit değildir; sen, kötülüğü iyilikle karşılarsan; kötülük yapanın, sana sıcak bir dost olduğunu göreceksin. Bu güzel davranışı, ancak sabırlı ve yüce gönüllü olanlar gerçekleştirebilir”(41/34-35) şeklinde, ancak istisnai-ideal bir durum olarak tavsiye edilmiştir.
İslam’ın Doğuş Anında(Kur’an’da) Şiddetin Arka planı olarak Çöl ve Araplar: Gerçek
Arapların yaşamış olduğu “çöl” şartlarının doğurmuş olduğu ekonomik ve siyasi zorluk, tabiatlarına “sertlik” olarak yansımıştır. Cahiliyye dönemindeki meşhur “Ficar Savaşları” bilinmektedir. Yılın dört ayını “Haram Aylar” olarak savaşmayı yasaklayarak ticaret yapmayı kolaylaştırmaya çalışmışlardır. Hz. Muhammed’in de gençliğinde bu savaşlara katıldığı rivayet edilir. Kur’an, bu yasağı olduğu gibi benimsemiş; Arapların bu yasağa sadakat göstermemelerini eleştirmiştir. Arapların bu şiddete teşne hali, Ş. Günaltay tarafından şöyle izah edilir: “Kabileler arasında doğan rekabet ve üstünlük iddiası; bunları siyaseten birbirlerinden ayırmış, aralarında sürekli bir düşmanlığa ve savaşa yol açmıştır. “Gazve” denen bu savaşların hareket noktası çoğunlukla “çapulculuk” alışkanlığıdır. Bu itibarla Kabileye sefer halindeki bir “ordu” nazariyle bakabiliriz. Bu orduda bütün kabile fertleri gibi kadınların da çok önemli bir rolü vardır. Orduyu oluşturan bireyler, az çok akrabalık bağlarıyla birbirine bağlıdır. Her biri binlerce kişiden oluşan bu ordular, yani kabileler, bir “Şeyh” in hâkimiyetinde bulunurlar. Kabile teşkilatı gibi, liderlik de miras yolu ile geçiyordu.”(Ş. Günaltay. İslam Öncesi Arap Tarihi. Ank. 2015. s.24).”Ticaret kervanları, uzun seyahat esnasında başka kervanlar ile karşılaşınca, sayıları sınırlı olan su kuyusu ve vahalar için bir çatışmanın çıkması çok doğaldı. Dahası, kervanın saldırıya uğraması da oldukça muhtemeldir. Demek ki çölde hayat mücadelesi için daima bir rekabet ortamı bulunmaktadır.” (Ş. Günaltay. a.g.e. 24)
Müslümanlara Yapılan Saldırı Savaşı/Zorbalık/Tuğyan(Hicret-Uhud-Hendek)
Hz. Muhammed, 610 tarihinde Mekke’de Vahiy almaya başlayıp onu etrafına duyurunca, Müşriklerin karşı çıkması ve çetin bir direnişi ile karşı karşıya kaldı. Kendisine on yıl boyunca az sayıda bir “müminler” topluluğu oluşturdu. Sayılarının yüzü geçmediği söylenir. Müşrikler, müminlere “düşman” oldular. Onları baskı altına alarak işkence etmeye başladılar. Mekke’nin bir mahallesinde muhasaraya aldılar. Müminler, önce Habeşistan’a, sonra da baskılar yüzünden Medine’ye iltica etmek zorunda kaldılar. Bu süreç içinde gelen vahiylerde karşı koyma anlamında “ şiddet”ten uzak durulması tavsiye edildi.
Medine’ye ilticadan sonra Müslümanların sayısı artmaya başlayınca, Mekke’nin ticari burjuvazisi, hareketin ilerde kendi ekonomik çıkarları ve siyasi hegomonyaları açısından tehlikeli olabileceğini düşünerek Müslümanları yok etmek veya ezmek maksadı ile düşmanlıklarını sürdürdüler. Uhud ve Hendek savaşları, bu düşmanlık ve saldırganlığın örnekleridir. Hz. Muhammed, Medine’de Yahudiler ve Müşrikler ile bir “Toplum Sözleşmesi(Medine Anayasası)” yaptı. Bunlar, bir “ümmet” olarak “Biz”i (dost) oluşturdu. Başka kabileler ile “tarafsızlık/saldırmazlık” anlaşmaları(ahit/akit) yaptı(onlar/üçüncü taraf). Mekkeli müşrikler de”Düşman” oldular. Kur’an’da geçen “Müminler” ve Kafirler”; “Hizbullah” ve “Hizbuşşeytan”; “Aduvvullah” ve “Evliyaullah”… bölünmesi, pratikte inanç üzerinden kurulmuş “teolojik” bir “öteki”likten ziyade; saldırganlıktan doğan bu politik “Dost-Düşman” ayrışmasını ifade eder. Daha sonra Yahudiler, sözleşmeyi bozarak(hainlik yaparak) düşmanla(Mekkeli müşrikler ile) işbirliğine girişince, onlar da “düşman” öteki statüsüne geçmiş oldular.
Kurucu-Koruyucu Şiddet(Kıtal ve Cihat)
Medine’de Müslümanlar’a kendilerini korumak için savaşma izni verildi: “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara zulme uğramaları sebebi ile mukabelede bulunma izni verildi. Onlar, haksız yere, sırf: “Rabbimiz, Allahtır.” Demelerinden dolayı yurtlarından(Mekke’den) çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, saldırganları direnişçilerle defetmeye müsaade etmeseydi, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yerle bir edilirdi.”(22/39-40). Medine döneminde Müslümanların giriştikleri bütün çatışma, saldırı ve savunma savaşlarının ana gerekçesi bu kurucu ve koruyucu gayedir. Medine’de müşrikler ile girişilen ilk savaş “Bedir” savaşıdır. 8.Enfal Suresi, bu savaşın bir “Rapor” u niteliğindedir. Müslümanlar, müşriklere ait bir kervanı vurmak ve ganimet elde etmek istiyorlardı(8/7). Allah, bu niyeti reddederek, onlarla savaşmalarını istedi. Askeri teçhizat ve güç bakımından müşriklerden zayıf olmalarına rağmen; resmen Allah, müminlere yardım ederek( Ok attığın zaman, sen atmıyordun; Allah, atıyordu.8/17) Müslümanlara düşmanlarına karşı özgüven vermiş ve karşı tarafın gözünün kurdunu kırmıştır.
Yeni dinin, yeni bir insan yaratması ve bir toplum oluşturması, kendiliğinden eski toplum ile bir “düşmanlık” durumu yaratmış; taraflar, birbirini “yok” veya “etkisiz” hale getirmeye çalışmışlardır. Kur’an, taraftarlarına bu çatışmada adaletten ayrılmamalarını tavsiye etmiştir: “ Bir topluma olan düşmanlığınız, sizi onlara karşı haddi aşarak adaletsizliğe sevk etmesin.”(5/8) “Size kim saldırırsa, siz de onlara saldırın; fakat, haddi aşmayın.”(2/194). “Allah, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış kimselere(ğayr-i müslimlere) iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan menetmez; Allah, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder.”(60/8-9).
İlahi Şiddet-I: Helâklar(Vahiy Tarihi-Kıssalar)
Kur’an’da ortaya koyduğumuz insani (haklı-haksız)şiddetin yanında bir de haklı “İlahi şiddet” vardır. Hz. Nuh’un kavminin suda boğulmasından başlayarak peygamberler tarihini boydan boya kesen bir “Helâk” tarihi. Tanrıyı “temsil” eden bir peygamber “vahy” aldığını ileri sürerek bir toplumu iman ve ahlak konusunda uyarmaya başlar. Toplum, ondan “mucize” göstermesini ister. Ne var ki, kadim toplumlarda “sihir” yaygın olduğu için, gösterilen mucizeyi sihir’e indirgeyerek peygambere inanmayı reddederler. Akabinde de doğal bir afet(deprem, ses, taş-çamur yağmuru…) ile yok edilirler. Bu “intikam”lar, Allah tarafından “adalet” yasasına göre şöyle değerlendirilir: “ Biz, onlara zulmetmedik; onlar, kendi kendilerine zulmettiler.”(3/117, 16/33). Bu “Kıssa”ların Araplara anlatılmasının sebebi, ”tehdit” olarak aynı şeyin kendi başlarına gelebileceğidir. Ancak gelmez. Çünkü mucizenin etkisiz kalması gerekçe gösterilerek, Araplarda(Hz. Muhammed’de) “iptal” edilmiştir(17/59). Özetle, şiddet, ilahi pedagojinin daimi bir parçası olmuştur. Bunu, insanlığın epeyce uzun süren içgüdülerini kontrol edememe anlamında hayvanımsılığına (zalim, cahil, nankör, zayıf…) bağlayabiliriz.
İlahi Şiddet-II: Cehennem: Uhrevi Ceza olarak “İşkence/Azap”
Mekkeli tüccarların, küstah-kaba, nankör(kefûr) muannit(Hamiyyetu’l-Cahiliyye, 48/26); çöl Bedevilerinin ise “ küfür ve nifak”(9/97) tabiatlarının şiddeti, cehennem tehditlerinin ağırlaştırılmasının sebebi olsa gerek. Cehennem, ebedi bir işkence hane olarak tasvir edilmiştir. Yakma ve irin içirme… başlıca işkence çeşitleridir. Bir Kur’an ayeti, bu anlatılanların aynıyla gerçekleşmeyebileceği; bunların, işkencenin “ceza” olarak “norm” olduğu bir toplumda birer “tehdit” olabileceği intibaını vermektedir: “ Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar veya onlara bir uyarı olsun diye, bu Kur’an’da tehditleri(va’îd) değişik şekillerde serdettik.”(20/113). İslam Kelam âlimleri de, Allah’ın va’d ettiklerinden(cennet nimetleri) dönmeyeceği; ancak, -Rahmeti gereği-, isterse, va’îd’inden (ceza) dönebileceği; bunun ,“sözünden dönme” değil; cömertlik olduğunu söylemişlerdir.
Nübüvvet Sonrası Şiddet: Cahiliyye’nin Hortlaması
Dört Halife Dönemi İç- Savaşları
Peygamberimizin kendi dönemindeki müşrik direniş karşısında söylediği: “ Ey Rabbim! Kavmim, şu Kur’an’ı terkedilmiş bir şey haline getirdi.”(25/30) sözü, onun ölümünden sonra birçok alanda sanki bir ön-deyi olarak tekrar vuku bulmuş gibidir. Özellikle “Kabilecilik”, “Tuğyan” anlamında şiddetin hortlaması, Kur’an’ı Hz. Muhammed’in komşu kabilelere anlattığı gibi, komşu milletlere anlatacak/ öğretecek “Tebliğ Heyetleri”nin kurulmaması, bunun başlıca kesin örnekleridir. İlk Halife’nin seçimindeki Kabilecilik tartışmalarından(Dört Halife’nin dördünün de Kureyşli olması) başlamak üzere, Hz. Ebu Bekr’in yürüttüğü “Ridde Savaşları”; Hz. Osman’ın Halife seçilmesi ile başlayan su-i istimaller ve akabinde öldürülmesi; Muaviye’nin Halife Hz. Ali’ye başkaldırması(Cemel Savaşı); Haricilerin, Hz. Aliye isyan etmeleri (Sıffin Savaşı); Hz. Hüseyin’in Muaviye taraftarlarınca Kerbela’da öldürülmesi, Muaviye iktidarına başkaldıran Talha-Zübeyr hareketinin bastırılması… İslam’ın ilk yüzyılında karşı karşıya kaldığı “Büyük Fitne” olaylarıdır. Hiç şüphesiz bu hadiseler, İslam dininden değil; onun değerlerinin Araplar tarafından içselleştirilememesinden, Cahiliyye’ nin Kabilecilik ve Şiddete teşne olma Antropolojik genetiğinden kaynaklanmıştır. Sünniliğin, bütün bu olanları(ihtirasları) “içtihat farkı” veya “İlahi Kader” olarak yorumlayıp üstünü örtmesi doğru değildir.
Emeviler ve Sonrası(Fütuhat)
Müslümanlar, İslam’ın oluşum sürecinin son on üç senesinde(Medine dönemi) sürekli savaş halinde oldular. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kabile halindeki yaşam da coğrafya ve ekonomik koşullar gereği(doğal olarak) kabileleri “ordu” haline getirmişti. Bu iki durumun üst üste binmesi, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arapları “ganimet” ve dini yayma saikleri ile komşularına karşı “Fütuhat” a sevk etti. Fütuhatlarda dini yayma saikinden fazla olarak “ganimet tutkusu”nun egemen olduğunu, vergilerin azalması gerekçesi ile bazı Emevi valilerinin köylülerin Müslüman olmalarını istememelerinden anlayabiliriz.(Bu konu ile ilgili müstakil bir çalışma olarak Okan İrtem’in “Arap Fetihlerinde Tebliğ Ve Cihat’ın Rolü”. Bilim Ve Gelecek. Sayı: 151. s.20-37 bakılabilir.) Kuzey Afrika’nın “Araplaştırılması”nı müslümanlaştırılması ile aynı ve “zorunlu” olarak da birlikte düşünmek zorunda değiliz. Osmanlılar, İslam dinini tebliğ etmedikleri gibi(altı yüz sene kaldıkları Balkanlarda oranın dilleri ile bir tane dahi kitap yazılmamıştır); hükümranlığı altındaki halkları asimile de etmemişlerdir.
Abbasilerin yıkılmasından sonra İslam dünyasına egemen olan Türkler( ki onlar da “göçebe” ve “asker” bir toplum olarak), ganimet ve “cihat” saiki ile “Fütuhat” a devam etmişlerdir. Oysa Ahmet Yesevi’nin müritleri (Alp-erenler), Anadolu’ya ve Balkanlara İslam’ı “tebliğ” ile yaymışlardır. Uzak Doğu’ya da İslam’ı “tüccarlar” götürmüş; demek ki “tebliğ heyetleri” oluşturulsaymış, nerelere götürülemezdi ki?
Bugünkü Şiddet(Terör)
Şiddet konusunda insanlık tarihinde ister bireysel, isterse toplumsal ve politik olarak ana hatları ile biri “saldırı/taşkınlık”, diğeri “direnme/savunma” şeklinde iki izlek oluşmuş ise; İslam Dünyasında uzun süreden beri yoğunlaşan şiddet ve terörü nasıl izah edeceğiz?
Fütuhatların durması ile tersinden İslam dünyasına karşı Batı ve Rusya tarafından saldırılar yapıldı ve Osmanlı imparatorluğu yıkıldı. Topraklarının büyük bir bölümü işgal edildi. Bağımsızlık savaşları ile İslam dünyası ulus devletler halinde nispi olarak bağımsızlığına kavuştu. Bu devletler askeri, tek parti veya kabile diktatörlükleri rejimleri idi. 1950’lerden itibaren bu rejimlere karşı dini-seküler muhalefetler oluşmaya başladı. 1980 de İran Devrimi ile Şah rejimi yıkıldı. Aynı tarihlerde Filistin’deki direniş hareketinin ideolojisi, sol’dan İslam’a geçti(Hamas). Paralel olarak mevcut rejimlere karşı direniş İslamlaşmaya başladı(Radikal/Siyasal İslam). Afganistan’ın önce Ruslar, sonra ABD tarafından işgali, oradaki direnişi silahli “Cihat” a dönüştürdü(Taliban).ABD’nin İsrail’in güvenliği ve Petrol kaygısı ile Ortadoğu’ya aşırı sarkıntılık etmesi, “Tanzimu’l-Kaida” örgütünü doğurdu ve bu örgüt New York başta olmak üzere ABD hedeflerine karşı “İntihar Saldırıları” düzenlemeye başladı. ABD’nin Irak’ı işgali, İŞİD’i doğurdu. İŞİD, hedeflerini bütün Batı başkentlerine taşıdı. ABD, Sünni Blok’un kendisi için tehlikeli olmaya başlamasıyla İran ile arasını düzeltip arkasına geçmesi, Selefi-Şii mezhep çatışmasını körükledi. Bu tarz şiddet eylemlerinin, İslam’ın “koruyucu-kurucu savunma şiddeti” ile bir alakasının olmadığı aleykelbeyandır. Kur’an’da şiddeti meşrulaştıran “Allah yolunda”lık, “Şehadet” ve ödül olarak”Cennet” durum ve saiklerinin bugünkü failler tarafından “yerinde” ifa edilip-edilmedikleri çok su götürür. Algıda seçicilik gereği, zor durumda olan birilerinin, Kur’an’ı okuyup yukardaki kavramları kendine uygulaması çok kolaylaşmıştır. Jean-Luc Godard’ın dediği gibi: “Bir fikri savunmak için bir adam öldürmek, bir fikri savunmak değil; bir insan öldürmektir.”(Simon Criıtchley, Sonsuz Talep. Çev: T.Birkan.İst. 2009. 159)
Özetle, ABD ve Batı, İsrail’i “zorla” Ortadoğu’ya yerleştirmeleri ile “terörü” buraya ekmiş oldular. Akabinde de Petrolü kontrol etmek için, Araplar üzerinde baskı kurdular. Bölgenin onurlu çocukları da bir taraftan diktatörlüklere, bir taraftan da İsrail ve ABD’ye karşı asimetrik ve nihilist bir aktivizm (“Cihat” motivasyonu ile) “terörist” eylemlere(İntihar saldırılarına) sürüklendi. Şiddetten uzak durarak “Demokratik” prosedürler ile iktidara gelen Sünni İslamcı hareketler(Mısır, Tunus, Türkiye) ABD ve Batıyı rahatsız ettiği için, onları iktidardan düşürmeye çalışıyorlar. Mısır ve Tunus’ta da başardılar. Şimdilerde Türkiye üzerinde çalışıyorlar.
Hâsılı İslam Dininin teolojik “asli görüşü” olan “Barış” ve “Kurucu-koruyucu savunma”, tarihte Arapların ve Türklerin Antropolojik seciyeleri sonucu etkin olamadığı gibi; bugün de Batının Nietzcshe’nin deyimi ile “Sarışın Canavar”lığı ve Ortadoğu’nun baskı altındaki, politik hayal kırıklığına uğramış, çileden çıkmış çocuklarının öfkesi ve kini yüzünden “mezhep savaşı” ve “terörizm” adı altında ortaya çıkmış olan şiddet, İslam’a yamanmaya çalışılıyor.
http://www.islamianaliz.com/yazi/islamin-maruz-kaldigi-siddet-antropolojik-bir-yaklasim-3415