27.5.2007
Yaklaşık on yıl önce genel olarak İslâm dünyasında ve Türkiye’de yerleşik olan Ehl-i Sünnet’in geliştirdiği “Allah” tasavvurunu eleştirmiş (Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu: Ehl-i Sünnet’in Allah Tasavvuruna Ahlâkî Açıdan Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara 1996) bir teolog olarak, Türkiye’de egemen-yerleşik “Atatürk” ve “Atatürkçülük” tasavvurlarını eleştirememek beni hep rahatsız etti. Böyle bir eleştiriye girişememenin temel nedeni tipik akademik korkaklıktan öte, bazı kesimlerin Mustafa Kemal ve ona izafeten üretilen “Kemalizm”i genel olarak dinle ,özel olarak da İslâm ile, “şeriatçılık” ve “gericilik” kavramları üzerinden kurdukları
“ötekilik” ve “karşıtlık” ilişkisinde, “öteki” alanda (İlâhiyat Fakültesi’nde) akademisyen oluşumdur. Bu milli tabu konusunda her ne söylesen kolayca “gericilik” ve “şeriatçılık” veya “Atatürk karşıtlığı” yaftalarıyla damgalanma ve Atatürk-laiklik düşmanlığı ile suçlanma ihtimali-riski hâlâ yüksektir. Bundan üç-dört yıl önce yayın kurulu üyesi olduğum akademik derginin (İslâmiyât) editörü Prof. Dr. M. Sait Hatiboğlu hocaya Atatürk’ün ve devrimlerin din ile, İslâm ile olan ilişkisini tarihsel belgelere dayanarak bir bütünlük içinde özel bir sayı konusu yapmayı teklif ettiğimde hoca, Türkiye’nin düşünce özgürlüğü kapasitesinin her iki cenah açısından da buna henüz hazır olmadığını söylemişti. Bu yüzden Türk devriminin din “karşıtı” olduğu veya dinin “özü” olduğu söylemleri sloganik olarak hâlâ sürüp gidiyor.
İki kutup
Radikal gazetesinin 6 Kasım 2005 tarihli ekinde solcu entelektüellerin Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü düşüncenin konusu yapması ülkemiz açısından sevindirici bir adımdır. Ahmet İnsel bu konularda Türkiye’nin iki tehlikeyle karşı karşıya olduğunu söylüyordu: Bir tarafta onun ismi etrafında oluşturulan kişi tapınması (Atatürk fetişizmi). Bağnazlaşan zaman zaman dünyevî bir din görünümü alan bir ululamaya kendini kaptırma veya bu ululama nedeniyle sessiz kalma, gerçek düşüncesini açıklamama kapanı, ikincisi ise bu ululamaya karşı duyduğu tepkiyle motive olduğu için tepki duyduğu şeyin esiri olma, bir tür “inkârcılık”. Birçok muhafazakâr-dindar çevrede Cumhuriyetin kuruluşundan beri Atatürk hakkında “deccal”, “kefere-fecere”, “Selanik dönmesi” vs. şeklindeki söylem. Cumhuriyetin kurulmasından beri 80 küsur sene geçmesine rağmen muhafazakâr-dindar kesimler, M. Kemal’in İslâmiyet hakkında söylediği övücü sözleri kendilerine “kalkan” yapmanın ötesinde onun İslâmiyet hakkındaki gerçek pozisyonunu, devrimleri, Cumhuriyeti, laikliği ve demokrasiyi entelektüel düşüncenin konusu yapamadılar. Fuat Keyman’ın yazısında söylediği gibi M. Kemal “tematik” ve “tarihsel” olarak ele alınamadı. Kurtuluş Savaşı’nın mümtaz önderi ve devrimlerin mimarı olarak onun öyküsünü Osmanlı’nın çöküşü bağlamında milletin yaşadığı ontolojik “güvenlik” kaygısı ve “muasır medeniyet” hedefi ile bu yokoluştan kurtulma çabasını yanlışlarıyla, doğrularıyla yeniden değerlendiremedik. Mustafa Kemal’e ve gerçekleştirdiği devrimlere karşı tapınım ve lanetleme (kahriye okuma) birçok toplumsal kesimde hâlâ sürüyor.
Bu yazıyı kaleme almamın sebebi, somut ve pratik bir öneridir. O da, milli ve tarihi bir değer olarak Atatürk’ün isminin her türlü anayasal ve hukukî metinlerden çıkarılması ve siyasetin “Atatürkçülük” söyleminden laikleştirilmesidir. Nasıl ki laiklikle din istismar aracı ve iç kavga sebebi olmaktan çıkarılmak amacıyla siyasetten ayrıştırılarak topluma ve bireye tevdi edilmişse, Mustafa Kemal de, millî ve tarihî bir değer olarak istismar edilmekten kurtarılmak için topluma ve bireye tevdi edilmelidir. Laiklik, nasıl ki dinin istismar edilmesini önlüyorsa, Mustafa Kemal’in devlet kurumundan (Anayasa, hukuk metinleri ve reel siyaset) uzaklaştırılarak topluma ve bireye bırakılması da “Atatürkçülük” üzerinden onun istismar edilmesini önleyecektir. Cumhuriyet tarihi boyunca onun üzerinden ve onun fikirleri olduğu varsayılan üretilmiş katı ve dogmatik bir ideoloji olarak “Atatürkçülük” üzerinden insanların nasıl makam, mevki, kariyer, güç, iktidar, prestij, para, çıkar elde ettiklerini hepimiz her gün görüyoruz ve yaşıyoruz. Bu laikleşme gerçekleşmediği sürece, ne Atatürk istismar edilmekten kurtarılabilir ne de onun yaptıkları ve fikirleri Türk tarihinin ve bugünün önemli bir parçası ve bir dönüm noktası olarak yerli yerine oturtulabilir. Örneğin, bazı asker bürokratların Mustafa Kemal’in “asker”liğinden kalkarak kendilerini onun ‘Ehl-i beyti’ olarak görüp “Türkiye Silahlı Kuvvetlere tapuludur” yollu kanaatleri (M. Belge, Radikal, 6.11.2005) Türk demokrasisinin gelişmesinin önünde bir engel teşkil ediyor.
Atatürk’ün genel hedefinin “muasır medeniyet” olduğu, onun bugünkü karşılıklarının da “Altı ok”dan ziyade demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve insan hakları olduğunda ittifak ediyorsak, o zaman, bunları tartışalım ve bunları gerçekleştirmeye çalışalım. İçeriği herkese göre değişen ve doldurulan “Atatürkçülüğü” niye tartışıyoruz? Bir din devletindeki “gerçek din” veya bir İslam devletindeki “gerçek İslam” söylemi ne kadar sahte ve totaliter olabiliyor ise, “gerçek Atatürkçülük” söylemi de aynı oranda sahte ve totaliter olabilir ve oluyor. Daha da önemlisi, bu söylem, bir zümrenin iktidar olma, iktidarı koruma, gizleme ve istismar aracı olabiliyor.
Şekilciliğin Türklerin en önemli karakter özelliği-grup davranışı olduğu olgusu, Atatürk’ün resimlerini devlet dairelerine asma, ismini her şehrin, kasabanın ana bulvarına verme ve meydanları onun büst ve heykelleriyle doldurma olayında bir kere daha (daha doğrusu yüz kere, bin kere…) ortaya çıkıyor. Bu yapılmasın demiyorum. Totaliter ülkelerdeki gibi yapılmasın diyorum. Avrupa’daki gibi yapılsın. Türk tarihinde heykeli dikilecek bir tane mi kahraman var? Eğer böyle ise hiç konuşmayalım. Bunun bir karşı devrim korkusuyla Atatürk’ü ve devrimlerini yeni kuşaklara aşılama amacıyla propaganda olarak yapıldığı söylenecekse, küreselleşen dünyada bu propaganda bugün biraz kaba duruyor. Daha estetik yollar bulunmalı. Kaldı ki, bugün bir karşı devrim korkusunun yersiz olduğu kanaatindeyim. Bana sorarsanız gerçek Atatürkçülük, Nutuk’a kutsal kitap muamelesi yaparak, onu resmi ideolojinin sembolik kapitali haline getirmek değil, dünya dillerine çevrilecek ve okunacak kalitede kitapların yazılabileceği entelektüel-kültürel bir ortamın oluşmasını hazırlamaktır. Atatürk, devlet ve siyaset içinde bir istismar ve iktidar aracı olmaktan çıkarılıp milli ve tarihi bir değer olarak (“manevî” demiyorum, çünkü manevî değerimiz dinimizdir) düşünceye, kültüre, topluma ve vicdana tevdi edildiği zaman gerçek değerini bulur.
http://www.radikal.com.tr/radikal2/siyaseti-ataturkculukten-laiklestirme-875011/