24.11.2016
Dinin Doğurduğu Sorunlar
“Her dini gurup, kendi inancı ile iftihar eder.”(30/32)
I-Dinin Mahiyeti
Din, nesneleri(konuları) gerçeklik/realty/vakı’a alanında(evrende-dış dünyada) mücessem olarak var olmayan, yani “olması gereken/hakikat” alanına ait birer taleptir. Burada “olması gereken”ler, dindarlara göre ahlaki bir saikten doğup, keşfedilirken; dine inanmayanlara göre ise, boş bir arzuyu-duyguyu (korku-çıkar) ifade eder. Din, iman olarak “Ğayba” (kayıp olana) yani Allah’a ve Ahirete inanmak; davranış/amel olarak da, Ahlaki ilişkide hakikati/doğruyu keşfetmektir. Teşbihte hata olmaz; din, ateşe benzer. Ateş, hem ısıtır; hem de yangın olduğunda insanı yakar. Din, suya benzer; su, hem hayat kaynağıdır, hem de insanı boğar. Din, elektriğe benzer; elektrik, hem dünyayı aydınlatır, hem de insanı çarpar. Besinlerin, bazı(dişi) canlıların sindirim sisteminden geçerek kan, süt ve idrar olarak ayrışması, bu canlıların organizmasında kuruludur; karışma olmaz. Benzer şekilde, din konusunda insan zihninde böyle bir kurulum yoktur. Dışardan aldığımız intibalar ile ya ibretle Sahih bir iman ve salih (sağlam/doğru) bir amel oluşturabiliriz veya batıl itikat, hurafe, zan, vehim, yobazlık, bağnazlık yaratır ve günah işleriz/zulüm ederiz. Allah, peygamberleri aracılığı ile vahiy göndererek bu karışımı temizlemektedir. Ancak, insanlar sonradan tekrar karıştırmaktadır(tahrif). Bunun sebebi, insanların din konusundaki eğitim ve bilgi-düşünüm seviyeleri ve tarzlarıdır. Samimiyet(ihlas) ve eleştirel düşünme(ilim), insanı netliğe/temizliğe doğru götürürken; art niyet, taklit ve cehalet, tersi istikamete sürükler. Erich Fromm’un dediği gibi : “Nedenli akıldışı olursa olsun, bir doktrin toplumda güç kazandıktan sonra, milyonlarca insan, dışlanma ve yalıtılma duygusuna kapılmamak için bu doktrine inanırlar.”(E.Fromm. Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. s 41). “Eski-yeni, insani-ilahi tüm dinlerin mensupları, kendi dinlerinin her zaman ve mekânda geçerli olduğuna inanırlar. Bu nedenledir ki herkes, kendi dinine bağlılık göstermekte ve onun en yüce gerçeği temsil edip haykırdığını kabul etmektedir.”(M.A.Cabiri. Yeniden Yapılanma. çev : A.İ. Pala-M.Ş.Çıkar. Ank.2001.s 43). Kur’an’ın deyimi ile: “Her dini gurup, kendi inancı ile iftihar etmektedir.”(30/32) “Herkes,(dini bağlamda) kendi şekillenmesine(karakterine/eğitilmiş haline)göre hareket eder/davranır; Rabbiniz, kimin doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.”(17/84).
Dinler, insânî dinler ve ilâhî dinler olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisini, insanların kendileri anonim olarak veya bir düşünür yaratır. İkincisini ise, -inananlarına göre- Tanrı, peygamberler göndererek tebliğ eder. Şamanizm, Şintoizm, Taoizm, Konfüçyanizm, Budizm, Sâbiîlik, Hinduizm/Brahmanizm, Zerdüştizm(Mecusilik)… insânî din örnekleridir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam ise, İlahi dinin sosyolojik olarak farklılaşmış fraksiyonları ve örnekleridir. İlâhî din davasının, insanlığın ilk yerleşim coğrafyası olan Mezopotamya ve Doğu Akdeniz(Filistin)’de görülmesi, Tanrısal strateji olarak, resmi din “maya”sının buraya çalınarak burada tutturulması ve buradan dünyaya yayılması amaçlanmış olabilir. Resmi İlahi din tarihinin yaklaşık M.Ö 3500’lerde Hz. Nuh ile başladığı (Gılgamış Destanı-Sümerler) tahmin edilmektedir. Tevrat’ta ve Kur’an’da Hz. Nuh öncesi karanlıktır. M.Ö. 2000’lerden itibaren yani Hz. İbrahim’den sonra bu görev Samilere (İbraniler-Araplar) tevdi edilmiştir. Spinoza’nın dediği gibi, Yahudiler, bu “seçilmişlik”ten küstahça bir “üstünlük” çıkarmışlardır. Bilinen insanlık tarihinde yeryüzünün önemli kültür-medeniyet havzaları olan Çin, Hindistan, Mısır, Yunanistan ve Orta Amerika’da (Aztekler-İnkalar)… Vahy/Peygamber koduna rastlanmamaktadır.
Dinler, doğduğu andan kısa bir süre sonra sosyolojik, psikolojik, filolojik ve antropolojik nedenlerden dolayı farklı “mezhep”lere ayrılırlar. Bu mezheplerin her birinin müntesipleri, kendilerinin dinin en sahih (ortodox) yorumu olduğunu iddia ederek diğerlerini “sapıklık/sapkınlık” ile suçlarlar.
Diğer bir husus ise, insanlığın genel tarihini göz önünde tutarsak; Tanrı’nın, insanın denenmesini esas olarak aklı ve vicdanı ile yapıyor olmasıdır. Yani “Resmi Din-sizlik”. Diğer bir deyim ile aşkın ve tek bir Tanrı’ya iman etmeyi ve dürüst olmayı başaran herkesin “kurtulmuş” olması olasılığıdır. Şu ayet, bu hususu ima ediyor gibidir: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olanlar var ya; onların üzerine melekler iner ve: “ korkmayın, endişelenmeyin; vaadedilen cennetle (siz de) sevinin/müjdeler olsun” derler”(41/30). Burada meleklerin “korkmayın-endişelenmeyin” demelerinin sebebi, bu iki ilkeyi gerçekleştiren insanların dirildikten sonra veya hayatta iken “akıbetleri/Ahiretleri” hakkındaki bilgisizliklerinden doğan kaygı ve korku olsa gerek. Yoksa bunları “vahy” ile öğrenmiş bir mümin akıbetinden neden kaygı veya korku duysun ki? O takdirde Peygamberlik/Vahiy yani “Resmi Din”, -pedagojik bir süreç olarak (A.Lessing)- bir lütuf, rahmet(21/107) ve ikram olmuş olur. Ancak resmi dinin tarihi, Tanrının beklentisinin insanlar ve inananlar tarafından hakkı ile iltifat görmediği(Kıssalar) ve yerine getirilmediğini de ortaya koymaktadır. Tevrat’tan ve Kur’an’dan bunu izlemek mümkündür. Resmi(örgütlü) dinlerin, insanın deruni/fıtri dini/ahlaki ihtiyacını ne oranda hakkıyla karşıladığı, dinler tarihi göz önünde tutulursa, şüphelidir. Bundan dolayı, bazen “mürted”ler, resmi “dindar”lardan çok daha sahici/ihlaslı dindar olabilirler.
2- Dinin İki Muhtemel Kaynağı:
a) İnsanın Faniliği (Korku-Kaygı ve Çıkar)
Dinin bir temeli, insanın doğa karşısındaki zayıflığı ve hayatının faniliği, geçiciliği, ölümlülüğüdür. Yaşamın trajikliğidir. Doğanın acımasızlığına karşı üstün bir güçten yardım talebi ve ölümden sonra tekrar yaşama arzusu, dinin temeli olan “Tanrı”lar yaratmayı doğurmuştur. Birçok Filozof ve Antropolog bu gerçeği ifade etmişlerdir. Örneğin, Feuerbach, şöyle diyor: “Tanrılar, bir “icat”tır. Ama onlardan yararlanan ve onlara özen gösteren rahiplerin ve kralların icadı değil; ihtiyacın, talihsizliğin yani sık sık doğanın ve insanların kötülükleri tarafından gücendirilmiş, incitilmiş, aldatılmış, ama kimi zamanda dünya malı tarafından bıktırılmış, yıpratılmış yetkin ve sürekli mutluluk itkisinin(saik) icadıdır”(L.Feuerbach, Tanrıların Doğuşu. çev: O. Özügül. İst.2015. s 99) Zorluk, sıkıntı, ihtiyaç anlarında Tanrılara ihtiyaç duyulduğunu Yunanlı pagan düşünür Lactantius şöyle tasvir eder: “İnsanlar, özellikle Tanrının ihsanlarına sevinmeleri ve inayetine hürmet etmeleri gerektiği zaman, genellikle onu unuturlar. Ama büyük bir sıkıntıya düştüklerinde de onu düşünürler(hatırlarlar). Savaş tehlikesi belirdiği, salgın hastalıklar onları korkuttuğu, kuruyan ekinlerden dolayı açlık/kıtlık tehlikesi baş gösterdiği, kuvvetli fırtınalar koptuğu, dolu yağdığı zaman Tanrıya sığınırlar. Kendilerini himaye etmesi için Tanrıya yalvarırlar. Ancak tehlike geçip de endişeleri ortadan kalkınca, şükranlarını sunmak için mabetlere koşmakta hiç de acele etmezler. Yani onlar, Tanrıyı ancak felaket anlarında akıllarına getirirler.”( Feurbach, a.g.e. s 98 )
Kur’an’da da bu saik şöyle ifade edilir: “Denizde bir dalga üzerlerine geldiğinde dini Allah’a has kılarak ona yalvarırlar; onları kurtarıp karaya çıkarınca, bir kısmı orta yolu tutar;(bir kısmı da, onu unutur)”(31/32) “İnsana bir zarar dokunduğunda Rabbine yönelerek ona yalvarır. Sonra ona Rabbi tarafından bir nimet verildiğinde, O’nu unutur…”(39/8). Hz. Nuh, kavminin direnişini şöyle yorumluyor: “…fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helâk’a giden bir toplum oldular.”(25/18) “Hayır, insan kendini yeterli görünce azar”(96/6-7). Araplar, evrenin yaratıcısı üstün bir güç olarak “Allah”a inandıkları halde, kendilerine güç katmak(19/81), yardım almak(36/74), yakınlık edinmek için(46/28) ek tanrılar(putlar) edinmişlerdir.
Kur’an, bu tutumun tersine, “menfaat” güdüsünü, tek Allah’a ve Ahirete inanmanın gerekçesi yapmak ister: “Menfaatiniz icabı iman ediniz.”(4/170). “Kureyş kabilesini yazın (Şam’a), kışın( Yemen’e) yaptıkları ticari kervan yolculuğunu kolaylaştıran, onları açlıktan kurtarıp besleyen ve onları yoksulluk korkusundan kurtaran Ka’be’nin Rabbine itaat etsinler.”(107/1-4). Kur’an’ın bu din siyasetini(vaaz/tebliğ), nazil olduğu toplumun(Arapların) ahlaki hazır bulunuşluluğundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Örneğin Hz. İsa, ağırlıklı olarak daha yüce idealler(affetme, merhamet, sevgi) tavsiye etmiştir. Bunlar, Kur’an’da da “istisnai” olarak tavsiye edilir (28/80,41/35).
b) Hayranlık ve Sorumluluk
Dinin yani hakikatte tek olan Tanrı’yı keşfetmenin kaynağı ise, insanın içinde olduğu dünya-evren ve kendinin mükemmelliği karşısında içine düşebileceği hayret ve akabinde hissedebileceği hayranlık ve minnettarlık duygusu ile “Bu değirmenin suyu nerden geliyor?” ahlaki sorusunu sorup, her şeyin bir lütuf, ihsan, ikram, inam, inayet ve rahmet olduğunu idrak ederek bunları “veren” bir yüce varlık olduğunu keşfederek şükran duygusu ile ona inanmaktır. Kur’an, bu dini duyguyu şöyle tasvir eder: “Onlar, uzayın ve dünyanın yaratılışını düşünürler ve: “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın; Seni eksikliklerden tenzih ederiz” derler.”(3/191). “İnsana yaratılışta iyiliği ve kötülüğü(ahlakı/dini) görme ve ayırma kapasitesi(vicdan) verilmiştir; onu açığa çıkaran, kurtulur; çıkaramayan ise, kaybeder.”(91/8-10). “Allah, insanı değiştirilmesi mümkün olmayan dini(keşfedecek) bir fıtrat üzere yaratmıştır; ancak insanların çoğu, (derinde olan) bu hakikati bilmiyorlar.”(30/30). Kur’an, baştan sona kadar uzaydaki ve yeryüzündeki düzeni ve inayeti, “ayet/işaret”ler olarak ileri sürerek insanda “minnettarlık” ve “şükran” duygusu ile aktif bir imanın ve dindarlığın yaratılmasını ister. Dindarlığın ikinci alanı olan insani ilişkilerde “merhamet” ve “adalet”ten (salih amel) Tevrat ve Kur’an, -muhataplarının ahlaki hazır bulunuşluluğunu dikkate alarak- sadece adalet üzerinde durur. İncil’de ise, Merhamet ve sevgiye vurgu yapılır. İncil ve Kur’an’da İman ve adaleti-merhameti birlikte gerçekleştirenleri, “Ahiret” denen başka bir dünyada “ödül(cennet)” ile; bunları gerçekleştiremeyenleri de “ceza(cehennem)” ile tehdit eder. Tevrat’ta “Ahiret” ideası/metafizik ilkesi pek belirgin değildir.
3- Dinde Sorun Doğmasının Kaynakları:
a) Tanrının Zatiyetini/Mahiyetini Takdir Edememe (Paganizm)
Kendinden üstün bir güç olarak “Tanrı” ihtiyacı, -dışarda böyle bir varlık olmadığı için- insanı bu gücü değişik şekillerde vehme-tasvire itmiştir. Doğal nesneler( gök, güneş, ateş, ay, yıldızlar, okyanus nehirler, dağlar…), olaylar(fırtına, yıldırım…) tanrılaştırıldığı gibi; İnsanlar da tanrılaştırılmış veya vehmedilen tanrı, insan-hayvan şekillerinde(mücessem) hayal edilmiştir. İnsanlık, uzun süre aynı anda birden çok tanrının var olabileceğini düşünmüştür. Değişik doğa olaylarını değişik tanrılara atfetmiştir. Uzak doğu dinlerinde ve bazı felsefelerde(Panteizm) doğanın kendisi “Tanrı” olarak addedilmiştir.
b) Tek Tanrının Kişiliğini/Kimliğini/Karakterini Takdir Edememe
Doğal varlıklara benzemeyen, doğadan aşkın/varlıktan başka türlü(münezzeh) tek tanrı (tevhit) inancı başarıldıktan sonra da onun ahlaki karakteri, kimliği ve kişiliği üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Doğayı yarattıktan sonra doğaya karışmayan bir tanrı tasavvur edildiği gibi(Deizm); doğayı yarattıktan sonra hem fiziki doğayı idare eden hem de insanların hayatına karışan bir tanrı da tasavvur edilmiştir(Teizm). İlâhî/Semâvî/İbrahimi dinin (Vahy/peygamber) Tanrı tasavvuru böyledir. Bu dinin içinde de insani ilişkilerde olması gereken ahlak(adalet, merhamet, yardım, dürüstlük… vs) alanında büyük bir farklılık olmasa da; gerek kutsal metni (Tevrat-İncil) tahriften, gerekse orada Tanrıdan bahseden ifadelerin/ibarelerin yorumundan farklı Tanrı tasavvurları doğmuştur. Örneğin: Yahudi kutsal metinlerindeki Tanrı tasavvuru (Yahowa), İncil’deki “Teslis (Baba-Oğul-Ruhu’l-Kuds)” ile Kur’an’daki “Allah” aynı karaktere/kimliğe ve kişiliğe sahip değildir. İslam’ın içinde de Kur’an’daki “Esmau’l-Hüsna (99-İsim)”da ittifak sağlanmış olsa da, Allah’ın insanlar ile ilişkisinde adalet ve hikmeti esas alan(Mutezile-Maturidilik) görüş ile bu ilişkide mutlak kudreti ve mutlak iradeyi esas alan görüş(Eş’arilik/Kadercilik) arasında fark vardır. Tasavvuf’un yarattığı (“Vahdet-i Vücut” hariç) tasavvur da Eş’ariliğinki ile aynıdır.
c) Cennet Vaadinin Doğurabileceği Yersiz “Şehadet/Şiddet” Arzusu
İlahi dinin Hristiyanlık ve İslam versiyonlarında müminler için vaat edilmiş bir ebedi kurtuluş ve ödül olarak “Cennet” vardır. Bu ödül, iman ve salih amelin karşılığıdır. Vazediliş amacı, insanları adalete sevk etmektir. Her iki dinde de bu işlevini görmektedir. Ancak bu ödülün cazibesi, insanları bu dünyada iken Tanrı’nın gözüne girip ödülü hak etmek veya artırmak için, kendi işgüzarlıkları ve cehaletleri sonucu Tanrı’nın hiç de razı olmayabileceği ve istemediği/emretmediği fiillere insanı sevk edebilmektedir. Cahil kitleler, fiillerinin doğruluk/hakikat değeri üzerinde düşünmeden, sonuçlarının hemcinslerine nasıl acı-ıstırap, işkence, zarar verdiğine bakmaksızın “samimiyetle” kötülüğe düşebilmektedirler. Hristiyanlığın ve İslam’ın tarihinde bunun binlerce örneği mevcuttur. Katolikler, Saint Bartelemeo katliamında bir gecede otuz bin Protestanı “Allah rızası” için katletmişlerdi. Hariciler, Hasan Sabbah, DAİŞ; … “şehadet” uğruna benzer katliamlara girişebiliyorlar. FETÖ de “Allah rızası” ve “Cennet” uğruna sonunda “Darbe”ye kalkıştı.
4- Dinin Yorumundan Doğan Sorunlar:
a) Fakirliğin Meşrulaştırılması (Tevekkül-Zühd)
Bazı din yorumları, insanın içgüdülerini(nefsini) kategorik olarak olumsuzlayarak, dünya nimetlerini reddederek fakirliği “zühd”, “tevekkül” ve “uzlet” kavramları ile olumlamaktadır. Mistik/Tasavvufî hareketler, nefsi ve dünyayı ve nimetlerini(mal-zenginlik-mülkiyet…) “günah” işlemenin veya ona ayartılmanın kaynağı olarak görüp, onlardan uzaklaşmayı “dindarlık” olarak kodlamaktadırlar. Oysa Semavi/İlahi dinde gerçek dindarlık, içgüdülerini yok etmeden, nefsini öldürmeden, onu dengeleyerek; dünyadan çekilmeden, onu yaşayarak, ona aldanmadan, onun içinde, onu ıslah ve imar etmektir. Bazılarında Tanrı ile birleşmeyi, ona âşık olmayı, gece gündüz onunla beraber/birlik olmayı salık veren bir tür “Ruhçuluk”, din davası olarak vazedilmektedir. Bunun gerçekleşmesi için de beden ve dünya(nimetler, zevkler, arzular, iştahlar…) reddedilmektedir. Yeryüzünde “yapılması gerekenler” ve sorumluluklar açısından bu tür dindarlıkları “Pasif Nihilizm” olarak isimlendirmek doğrudur. Siyasi iktidarlar, kendi yarattıkları ekonomik sınıf farklılıklarını(yoksulluğu ve zenginliği) din ile(fakirliğin değer veya kader oluşu ile) örtmeye kalkışabilirler.
b) Ahlaki İradenin/Özgürlüğün Felci (Kadercilik)
Kadercilik, bir tür dini işgüzarlık veya sorumluluktan kaçma/kurnazlık olarak, Tanrı’nın karşısında Tanrı’nın ona verdiği insanın ahlaki özgürlüğünü ve sorumluluğunu reddetmedir. Genellikle insanın altından kalkmakta zorlandığı doğadan, tarihten ve toplumdan kaynaklanarak sonucu gelip insana dokunan kötülükleri, insanlar kolayca Tanrı’nın üzerine yıkarak/atarak bir tür geçici rahatlık elde ederler. Bu tarz düşünme, insanın yaratıcılık, düşünme ve cesaretini yok ederek, vicdanını dumura uğratarak insanı kötürümleştirir. Her dinde özgür iradeyi savunan ve kaderciliği savunan yorumlar ortaya çıkar. İslam’da bunun örnekleri özgür irade ve sorumluluğu savunan Mutezili-Maturidi akım/ekol ile Kaderciliği savunan Eş’ariliktir. İslam tarihinde örneğin Emeviler, kaderciliği kullanarak siyasal hâkimiyetlerini pekiştirmeye çalışmışlardır.
c) Sürüleştirme/Taklit(Vicdanın Dumuru ve Aklın İptali)
Dindarlar, genellikle dogmalaştırmaya, pozitifleştirmeye, mutlaklaştırmaya bayılırlar. İlâhî/Semâvî dinlerde Tanrı, kendi iradesini insani irade aracılığı/dolayımı ile insanın ahlaki özgürlüğünü ortadan kaldırmadan, onu güçlendirmek için, desteklemek için devreye soktuğu halde; müminler, bu süreci tersine çevirerek Tanrısal iradeyi, bir vehim ile mutlaklaştırarak sert/katı/donuk ve ölü bir nesnelliğe dönüştürürler.
Tanrı, gücünü merhametle yoğrulmuş bir adalet içinde ortaya koymaya çalışırken; müminler, Tanrıyı “Hikmetinden sual olunmaz”, karanlık, korkunç, başıboş, keyfemayeşa (rastgele) hareket eden bir “güç istenci” olarak tasavvur ederler. Böyle bir otorite aracılığı ile insanlar, kendilerine yabancılaşarak zombilere dönüşürler. Bu otorite adına hareket eden din adamları, mafyatik bir yapı kurarak insanları kendilerine bağlarlar. Ali Şeriati’nin dediği gibi, insanlık tarihi, din ile dinsizliğin savaşı tarihi değil; “Dine Karşı Din” in savaş tarihidir: Özgürlük, adalet ve merhamet dinine karşı baskı, sömürü ve gaddarlık dininin(din algısının) tarihi.
Vahiy ile insan aklı arasında sadece derece farkı olduğu halde; müminler, mahiyet farkı olduğu vehmine kapılırlar. Müminler bir bölümü sabit (iman ve ahlaki tümeller), diğer bölümü somut/tarihsel insanlık durumlarını değerlendirip, tikel/geçici (tarihsel) hükme bağlayan tavsiyeleri (şeriat), birbirine karıştırıp tümünü donduran, katılaştıran, mumyalayan bir hatanın içine düşerler. Şeriat, şeraite bağlı olarak şekillenmiş iken; dindarların çoğu, bunu göremez. Bunun arkasında “kraldan çok kralcı olma” yani krala yaltaklanma psikolojisi veya çocukça bir ergin olmama masumiyeti yatar.
İman, bütün dinlerin ve dindarların en fazla vurguladığı ve önemsediği husustur. Ancak “Nasıl bir iman?” sorusu, imanın kendisi kadar önemlidir. İmanın nesnelerinin ortada olmayışı, bu alanı kaosa ve çamura çevirmektedir(batıl itikad, hurafe, vehim, zan…) Kur’an, Yahudilerin itikadını eleştirirken onlara: “Eğer inanan kimselerseniz; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?”(2/93) diye çıkışmıştır.
İslam Tarihinde de aynı olay vuku bulmuştur. “Rey Ehli” –sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali; âlimlerden Ata b. Ebi Rebah, İmam Malik, Ebu Hanife; Kelam ekollerinden Mutezile-, Tanrısal iradenin insani irade ve durumlar içinde çalıştığını gördükleri halde; “Hadis Ehli”, Tanrısal iradeyi –hatta peygamberin insani içtihatlarını da- mutlaklaştırıp, dondurup tarih ve toplum dışına çıkarmışlardır. Abbasilerin Orta zamanlarına kadar(850-Mütevekkil) her iki ekol birbirleri ile özgür bir ortamda yarışırlarken; bu tarihten sonra birinci ekol yasaklanmış, baskı altına almış; ikinci ekol, devletin “resmi ideolojisi/teolojisi” olarak medreselerde ve camilerde kitlelere dayatılmıştır. Siyasi iktidarlar, kendi otoritelerini Allah’a (Mu’izlidinillah, Mu’temidbillah, Zıllullah…) veya Hz. Muhammed’in kabilesine(“Rıza min ali Muhammed”) dayandırarak(Abbasiler döneminde) kitlelere tahakküm etmişlerdir. “İnsanlar, krallarının dini üzeredir (en-Nas, ala din-i mulukihim)” sözü, siyasal iktidarın kitleleri manipüle etme gücünü ifade eder.
Taklidin dinde teolojik olarak meşrulaştırılması ile çeşitli insanlık durumlarında ve ilişkilerindeki tikel hakikatlerin ulema ve sıradan müminin vicdanı ile görülmesi ve hissedilmesi ortadan kalkmış; sabitleştirilen nassların hükümleri âlimler tarafından yeni sorunların çözümü için “istinbat/istihraç/istismar” edilmiştir(Kıyas). Özetle, Tanrı ve Hz. Muhammed gibi, yeni sorunlara yeni çözümler önerileceği yerde (istihsan), Tanrı ve Hz Muhammed “yansılanmış”tır (kıyas). Sonuç olarak da bu yöntem, “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” ahlaksızlıklarına gelip dayanmıştır. İnsanın hevasına kapılacağı, Şeytanın iğvasına ayartılacağı korkusu ile müminin ahlaki/akli (Vicdan) kapasitesine güvenmemenin sonucu tikel hakikatler, bin seneden fazla bir müddettir sürekli ıskalanmaktadır. Bireyler, kendi vicdanları; müftüler de Kıyas “fetva”ları ile bu engeli bir nebze aşmaya çalışmışlardır. İslam dininin üç ana bileşeninden biri “Düşünme” iken – diğerleri duygu ve davranıştır-; düşünmenin önündeki engel durumuna getirilmiştir.
d) Kesinliğin/Dogmatizmin Totaliterlik Yaratması
Dini veya ahlaki hakikatin ne olduğunu tespit etmede insanlık tarihi boyunca başlıca iki tutum olmuştur: 1-Dogmatizm(Kesin hakikatçılık). 2-Rölativizm (İzafiyetçilik/Şüphecilik). Dinler ve birçok Felsefi akım, birinciden yanadır. Bazı Felsefe okulları da ikinciyi savunmuşlardır. Birincinin tehlikesi, hakikate mutlak olarak sahip olduğunuza inandığınızda, onu sahip olmayanlara zorla dayatma “hakkınız” olduğu duygusunu vermesidir. İkincinin dezavantajı ise, nihilizm doğurmasıdır. Ancak, bu iki görüş arasında orta bir yol da mevcuttur. Hakikate sahip olduğunuza inanmanıza rağmen, bilincin sürekli tarihe ve topluma gömülü olduğu hakikatini göz önünde tutarak, biraz mütevazı olarak, ötekini buyur etmeye(misafirperverliğe) açık olarak, diyalojik olarak konsensüs (icma) arama yoluna gitmek. Kendine karşı özeleştirel (muhasibi) olma, kül yutmama, müteyakkız olma, uykusuz olma, karşı tarafa/ötekine açık olma, çoğu zaman uzlaşıyı/mutabakatı sağlayabilir. Sağlanamadığı durumlarda da, ötekine zarar vermemek koşulu ile herkes kendi yoluna gidebilmelidir: “Sen (Hz. Muhammed), insanların üzerinde zorbalık yapacak birisi değilsin.”(88/22). “Dinde zorlama yoktur.”(2/256). Bu ilke, birlikte yaşamanın gerektirdiği –başkalarının hakkına tecavüz durumunda- kamu otoritesine “cezalandırma” yetkisi veren ortak sağduyu ile çelişmez. Böyle durumlarda birlikte yaşamanın ahlaki ve hukuki bir raconu geliştirilebilmelidir. Kendi hakikatini, ötekilere zorla uygulama veya kabul ettirme, ahlaki bir “kötülük” olarak aktif nihilizmi(zorbalığı/şiddeti/terörü) doğurur. Dinde bu olgunluk sağlanamadığında mezhep savaşları, bağnazlık, yobazlık, fanatiklik ve radikallik… dediğimiz tutumlar ortaya çıkıyor.