4- Felsefe-Bilim ve Batı’ya Eleştiriler
Batıda gelişen düşüncenin devingenliği, bilimsel keşifler, üretim ekonomisi, sağlık, eğitim, imar, özgürlükler, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi… hemen hemen herkesin benimsediği ve elde etmeye çalıştığı insani-toplumsal formasyonlardır. Ancak onun metafiziğine, teknolojisine, ekonomik sistemine (Kapitalizm) ve ahlakına yapılmış ciddi eleştiriler de mevcuttur.
Bu bağlamda E. Levinas, Metafizik açıdan Batı’yı şöyle eleştiriyor: “Batı felsefesi, “Başka (münezzeh Tanrı)”yı açığa çıkarmak ile birdir. Bu açığa çıkarmada “Başka” varlık olarak tezahür etmekle başkalığını yitirir. Felsefe, çocukluğundan beri, Başka olarak kalan Başka’ya karşı duyduğu dehşetle, önüne geçilmez bir alerjiyle maluldür. Bu yüzdendir ki, her şeyden önce bir “Varlık Felsefesi (Ontoloji)” olagelmiştir; varlığı anlama, onun nihaî gayesi ve insanın temel yapısı olmuştur. Yine bu yüzdendir ki o, bir içkinlik ve özerklik felsefesi; bir tanrı tanımazlık olarak gelişmiştir. Aristoteles’ten Leibniz’e filozofların tanrısı –ki Skolastiklerin Tanrısı da buna dâhildir- (mahiyeti itibari ile- İG) akla uygun bir tanrıdır.” (E. Levinas, Sonsuza Tanıklık. Haz: Z. Direk-E. Gökyaman. İst. 2001. s.131)
Batı Felsefesini “Onto-Teoloji” veya “Varlığın (Unutulmuş) Tarihi” olarak kavramlaştırıp bunu da, Pre-Sokratikler, Sistemci Filozoflar (Platon-Aristo), Hristiyanlık Teolojisi, Modernite ve Geç-Modernite (Nietzsche ve sonrası) şeklinde dönemselleştiren Heidegger, “Fenomenolojik Ontoloji” nin kurucusu olarak, son aşamayı –insanın kendisi dâhil, her şeyin- “teknolojileşme”si ve “Çerçevelenmesi (Gestell)” olarak şöyle tasvir eder: “ Nietzsche’nin entitelerin varlığını ontolojik olarak ezeli ve ebedi şekilde tekerrür eden (“Ebedi Döngü”) güç tutkusu/güce tutku (will-to-power), daha da ilerisi “istemeyi isteme (will-to-will)” diye anlamasının bu temel güçlerini sağlayan kendi kendilerini büyütmek dışında başka hiçbir amaç/gaye ile birleşmemeye ve başka hiçbir amacın/gayenin parçası olmamaya mahkûm etmiştir. İkincisi, (teknolojik düşünme), biz geç modernleri örtülü şekilde kendimiz dâhil ilişkili olduğumuz entitelerin tümünü doğaları gereği anlamsız yani optimize edilmeyi, düzenlenmeyi, maksimum randımana kavuşturulmayı bekleyen pür “kaynaklar/rezervler” olarak anlamaya ve bu tarzda ele almaya teşvik eden şeyin, işte tam da entitelerin varlığının bu ontolojik, indirgemeci kavranışını ifade eder.” (Iain D. Thomson, Heidegger-Ontoteoloji. Çev: H. Arslan. İst. 2012. S. 75). “Post-Nietzsche’ci çağımızda giderek kontrol altına alınacak hiçbir özne kalmamıştır; keza, özne de emre amade “rezerv”e dönüşmüştür (“İnsan kaynakları”)…Basitçe ifade etmek gerekirse, modernitenin yaralı öznesinin, sadece optimizasyonu bekleyen bir başka doğası gereği anlamsız “kaynağa” dönüşümü, biz geç modernlerin, doğayı objektifleştirerek kontrol etmek amacı ile modernlerce geliştirilen pratiklerin geriye/kendimize dönmesinden doğmuştur. Bir zamanlar, objektif dünyaya egemen modern özneler, (artık) kendilerine “nesne” muamelesi yapmaya başlamış; özne-nesne ayrımının kendisi bile yıkılmış ve özne, sadece optimize edilmesi gereken, esnek kullanım uğruna güven altına alınan ve düzenlenen bir “kaynağa” dönüştürülmüştür.” (Thomson, Ontoteoloji, s.101)
Carl Gustav Jung, “Aydınlanma” ve sonrasındaki gelişmelere bazı sorular sorup eleştiriler yapıyor: “Aydınlanmış rasyonaliteye şu soruyu sormak durumundayım: Rasyonalist indirgemecilik, madde ve ruhun, herkesin yararına olacak bir biçimde kontrol altına alınmasını sağladı mı? Rasyonalist, yanıt olarak fizik ve tıptaki ilerlemelere, ruhun ortaçağın donukluğundan kurtarılmasına ve iyi niyetli bir Hristiyan olarak da “Demon (şeytan)” korkumuzun sona ermesine gururla işaret edecektir. Ama biz, sormayı sürdürelim: Diğer tüm kültürel başarılar ile ne elde edildi? Bunun korkunç yanıtı ortadadır: İnsan, hiçbir korkudan kurtulamadı; dünyanın üzerine korkunç bir kâbus çöktü. Şu ana kadar akıl, acıklı bir başarısızlığa uğradı; özellikle de herkesin kaçınmaya çalıştığı şey, dehşet verici bir şekilde ilerliyor. İnsan, muazzam işler başardı; ama bunun karşılığında, dünyanın uçurumunu derinleştirdi. İnsan, nerede durabilecek? Son dünya savaşından sonra ümidimiz akıldı; şimdi yine umut ediyoruz. Ama insanlar, atomun parçalanmasının sunduğu olanaklar karşısında daha şimdiden büyüleniyor ve “Altın Çağ” beklentisi içine giriyorlar. Tahribatın, akıl almaz boyutlara ulaştığının, en büyük kanıtı bu. Ve bütün bunlara neden olan kim? Güya zararsız, yetenekli, icatçı ve sağduyulu olan; ama maalesef demonizminin bilincinde olmayan insan ruhu. Evet, bu ruh, kendi ile yüz yüze gelmemek için, her şeyi yapıyor ve herkes canla başla ona yardım ediyor. Aman, psikoloji (kendini tanıma çabası-İG) olmasın da, ne olursa olsun. Çünkü bu sapma, insanın kendisi hakkında bilgi sahibi olmasına yol açabilir! Onun yerine, hep karşı tarafın suçlanabildiği savaş olsun, daha iyi. Üstelik de, tüm dünyanın, korkup kaçılan şeyi adetâ çıldırmış gibi yaptığını kimse fark etmiyor. Açıkça itiraf etmem gerekirse, bence, geçmiş çağlar, abartmıyordu. Ruh, demonizmini sıyırıp üstünden atmadı. İnsanlar, bilimsel ve teknolojik gelişmeler yüzünden cinnet geçirme tehlikesine giderek daha çok maruz kalıyorlar. Elbette “Ruh” arketipi, hem iyiliğe hem de kötülüğe muktedirdir. Ama iyiliğin, şeytaniliğe dönüşüp dönüşmemesi, insanın özgür, yani bilinçli iradesine bağlıdır. İnsanın en büyük günahı, şuursuzluktur. Ama insanlığa yol gösterip, örnek olması gerekenler bile, şuursuzluğa hürmet ve rağbet ediyorlar. İnsanî barbarlığının normal sayılamayacağı; onun içindeki şeytanı çıkarmanın ve şuursuzluğunu sona erdirmenin yolunun ve araçlarının tüm ciddiyetle araştırılmasının, en büyük uygarlık görevi sayılacağı bir dönem ne zaman gelecek? Tüm harici değişim ve gelişmelerin, insanın içsel doğasına ulaşmadığı; son kertede her şeyin, bilim ve teknolojiyi elinde bulunduran insanın sorumluluğunun bilincinde olup olmadığına bağlı olduğunu ne zaman kavrayacak? Hristiyanlık, bize yol gösterdi. Ama olguların da kanıtladığı gibi, yüzeyin (bedenin-varlığın, İG) altına yeterince nüfuz edemedi. Dünyadan sorumlu liderlerin gözünün, kendilerinin olsun doğru yoldan sapmayacağı kadar açılabilmesi için daha ne kadar çaresizliğe düşmek gerekiyor?” (C. G. Jung, Dört Arketip. Çev: Z. A. Yılmazer. İst. 2003. S. 119-20)
Bu metafizik/onto-teolojik veya –Heidegger’in nitelemesi ile- “teknolojik” düşünmenin/epistemenin politik (Ulus Devlet/Milliyetçilik) uzantıları hakkında M. Foucault’dan esinle W. Hallaq şunları söyler: (Benlik teknolojileri),“ artık bir kralın ya da papanın iradesi tarafından değil; yeni tasarlanmış haliyle, yayılmış ve bürokratikleştirilmiş özne tarafından oluşturulan egemenin iradesine güdümlenebilen ve ona göre biçimlendirilebilme kapasitesine sahip olarak sömürgeleştirilebilir hale getirildi. Sömürgeleştirilme, uzak kolonilerden önce tam da “yurt”ta başlamıştı… Öznenin birliği, ulusun birliğini cisimlendiriyor ve ifade ediyordu; çünkü neredeyse her özne, ulusun bir mikro-kozmozuydu. Ulusçuluk, sadece siyasal bir teşekkül değildir; birinci derecede ontolojik ve epistemolojik bir teşekküldür. Doğru, ulusçuluk, ulusal özneyi yaratır; ancak bunu, yalnızca özneyi hususi bir kimlik olarak yarattıktan sonra yapar. Onu bilen, düşünen bir varlık olarak “özel bir rasyonellik tarzıyla” yaratır. Bu ontolojik ve epistemolojik teşekkülden tamamıyla kaçabilen hiçbir vatandaş, öğrenci, bilim adamı yoktur… Bu ontolojik ve epistemolojik statüden serbest kalabilen hiçbir modern özne yoktur; ondan özgürleşilince, karşısında mücadele verilmesi gereken şey ipso facto (bu sebepten dolayı) bu statüdür. Bu, tastamam “merkezi paradigmalar”ın anlamını verir… Bütün bunlar, modern devletin, paradigmatik vatandaşı ürettiği, paradigmatik vatandaşın da devleti ürettiği bir yapıdır.” (W. Hallaq, Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek (Modern Bilginin Eleştirisi). Çev: A. Demirhan. İst. 2020. S. 179)
Not: Felsefe ve İslami Teoloji’nin daha geniş bir eleştirisi ve alternatif bir düşünme yolu üzerine benim Küfreden Düşünme Karşıtı Şükreden Düşünme” ( Ankara Okulu Yayınları. Ank. 2019) adlı kitabıma müracaat edilebilir.