5.7.2017
(Karizma/Lider- Tağut- Put Yaratmanın Yakın Ahlaki- Psikolojik Fenomenolojisi)
“Onların kamusal-Siyasi İşleri(emruhum), aralarında(beynehum) ortak akıl-oylama ve ortak-kurumsal sorumluluk iledir (Şûra).”(42/38)
Başlıktaki kavramların ilk ikisi siyasi, diğer ikisi de dini olmasına rağmen, hepsinin ortak paydası, birbiri ile siyaset zemininde yakın olmaları ve “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır” sözünde veciz olarak ifade edildiği gibi, kolayca bir birine girişmeleri ve karışabilmeleridir. Lider ve Karizma siyasette büyüleyici, etkileyici, cazip, olağanüstü, yaratıcı/akıllı-kurnaz, cesaretli-gözü pek/cesur yürek, dürüst-vefalı, fedakâr, ilahi yardıma mazhar sıfatlardan birine veya bir kaçına haiz olduğuna inanılan kişi demektir. Tağut ise, Firavun-Karun gibi siyasi-ekonomik gücü de olabilen “Şeytani Güç” demektir(M.Esed). Şeytan burada sıfat olarak hukuk ve ahlak dışılık olarak salt güç istencini(istiğna-istikbar) ifade eder. Put ise, insanın korku, güçsüzlük, yardım ihtiyacı, güç istenci ve daha da önemlisi “sığınacağı-sevileceği sıcak bir toplumsal çevre ve otorite”(29/25) oluşturma arzu ve ihtiyaçlarından(meveddetenbeynehum) kaynaklanan ve bir dönemler tahtadan, taştan yapılıp boyun eğilen, tapınılan sözde-ilahi varlıklardır. Psikanaliz, bize put yaratma ihtiyacının, modern dönemlerde kağıttan (para) ve etten/kandan (başarı, toplum, devlet, parti, para, cemaat, lider/karizma, papaz, şeyh… tarafından) doldurulduğunu, yani bunların da putlaştırıldığını söylemektedir. Erich From’un vukufiyetle tespit ettiği gibi, putperestliğin kriteri Tanrı sayısı değildir; insanın kendine yabancılaşmasıdır. İnsan tek Tanrı aracılığı ile de kendine yabancılaşabilir.(ErichFromm,Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç, İstanbul, 1973. s.76) İnsanı kendi vicdanına ve öz kabiliyetlerine yabancılaştıran ve onu kötürümleştiren her ne ise, “put” odur. Tehlike şurada: Lider/karizma yaratma veya olma ile, Put/Tağut yaratma veya olma arasındaki sınır, kıl kadar incedir. Put, Tağut, Şeytan, aslında her insanın içindeki heva yani arzu/içgüdü kaynaklı güç istenci ve kötülük kapasitesinin somutlaşmasıdır… Kötülük, bilindiği gibi, vicdana yabancılaşarak veya dogmatik bir dini tavırla(“iyilik” zannı ile) de yapılabilmektedir: “Yaptığı kötü amel, kendisine “iyi” görünen kişiye ne demeli?”(35/8).Dinler tarihi bunun şahididir.
Benzetme yönü her ne kadar “sorumluluk” olsa da, “siyaset”in, İslam toplumlarında “seyis=at bakıcılığı” ve “çoban-sürü” ilişkisi olarak tanımlanıp kodlanması, yani bu süreçte halkın/kitlenin, yönetileceklerin “hayvan(at-koyun)” yerine konulması, işaret etmiş olduğumuz tehlikeyi artırmaktadır. Nitekim “Sürüden ayrılanı, kurt kapar” sözü, bu politik zihniyeti yansıtır. Bu durumda Lider/Karizma, “seyis” ve “çoban” rolüne bürünmektedir; Krallık/Saltanat, bu siyasi tarzın pratiğidir. Lider/Karizma/Kral, ilahi yardıma mazhar, olağanüstü/büyülü/sihirli/ilahi bir haleye bürünmektedir. Saray, Protokol, Taç/Kavuk, Kırmızı Halı, Koltuk ve Tören bu “kutsama”yı temin eder ve koruyup sürdürür. ”Kral Çıplak” hikâyesinde olduğu gibi, onun böyle niteliklere haiz olmadığı, tersine sıradan bir insan olduğunu görmek, ancak “çocuk saflığı”na kalmaktadır. Yetişkinlerin hepsi, kralın “görünmez elbise” giydiğine inanır hale dönüşürler. İktidarda iken, dünya hayatının çekiciliği yanında bir de suret-i haktan(Allah) görünüp herkese musallat olabilen, herkese vesvese veren insanı Allah ile aldatan şeytan(ğarur) vardır.(31/33)
İslam tarihinde bu dönemin/kırılmanın Muaviye ile başladığı bilinmektedir. Böylece Arap vali/emir Muaviye, Bizans gelenek ve törenleriyle lider/karizma, kral/sultanlaştı. Bunun en önemli göstergesi, Lider/Karizmanın güç kullanımının(otorite oluş/yetki kullanma) kitlenin gerekçe(ahlak-hukuk-kural-yasa) ve makuliyet arayışına-sorgulayışına kapanması; diğer deyimle “kerameti kendinden menkul” hale gelmesidir(Hikmet-i Hükumet). Yani “otorite” oluşun mahiyeti, hakikat/hakkaniyet olmaktan çıkıp, “güç”ile dolmasıdır. Tağutlaşmanın veya putlaşmanın başlangıç noktası da burasıdır. Her iki taraf da, buna arzulu olmadıkça bu sonuç gerçekleşmez. Kur’an tarafından siyasi otoritenin(devlet) sorumluluk ve hukuk olarak kurulma çağrısı, kısa bir bocalama döneminden(dört halife) sonra, kayıtsız/mutlak güç olarak gaspına dönüşmüştür. Bin dört yüz yıllık İslam tarihi Dinî/İslamî Hakikat=Sünnilik=Hilafet/Saltanat olarak (üst üste/iç içe) geldi. Batıda bu durum: Dini Hakikat = Hristiyanlık = Kilise (Katoliklik, Ortodoksluk) =Krallık idi. Fransız Devrimi, Laiklik, Rönesans ve Reformla bu durum sona erdirildi. Bizde Saltanat/Hilafet ilga edildikten sonra, Sultan’ın yerini Kabile kralı(Suud-Körfez), Karizmatik liderler(Atatürk-Nasır-Burgiba), Ayetullahlar, Kaidler(Saddam-Kaddafi) aldı.
Muaviye öncesi dönemde siyaset, İslam toplumunda (iyi-kötü) “Emruhum şura beynehum”(42/38) tanımına göre yapılıyordu. Yani Müslüman toplumun kamusal işleri(siyaset-hukuk-ekonomi) aralarında ortak akıl ve herkesin sorumluluk alması(Emr-i bi’l-ma’ruf/Cihad) ile kurumsal olarak çözülüyordu. Bu gelenek, İslam’dan önce Yemen bölgesinde kurulmuş devletlere kadar geri gidiyordu: “Yemen bölgesinde(Ma’in’lilerde) kendilerine has ilahları ile anılan ve başkenti Main, diğer şehirleri Berakiş, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harim, Lûk, Kumne, Nesca, Nestum ve Magusum olan, merkezi yönetime bağlı; ancak yerel sorunlarını şehir meclislerinde çözüyorlardı. Devlet yöneticilerinin katıldığı ve ekonomik, siyasi ve hukuki sorunların görüşüldüğü “Müsedded” denen senato meclisleri bulunmakta idi.”(M. Kelpetin,İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan, İstanbul, 2016, s.33).
Batıda gelişen Demokrasi ve hukuk devleti, bu siyaset şeklinin kurumsallaşmış, teorileştirilmiş halidir. Bu tanımda “Devlet” denen tüzel kişilik, “Tanrının yeryüzündeki tezahürü”(Hegel)olmadığı gibi; Kral/Karizma/Lider(Sultan-Halife) de, Tanrının yeryüzündeki gölgesi(zıllullahifi’l-ard) değildir. Nacran’dan gelen bir heyet, Hz. Muhammed’inde aralarında bulunduğu gurubun huzuruna ulaşınca heyetin başı, topluluğa hitaben: “Hanginiz Muhammed?” diye sorduğu gibi; yine İran’dan bir heyet Hz. Ömer’i ziyarete geldiklerinde, onun ağacın altında korumasız yattığını görünce şaşırmışlardır. Yani Hz. Muhammed başta olmak üzere dört halife de saray, taç, koltuk, protokol, kavuk…kullanmamışlardı. Avrupa, Demokrasiye geçtikten sonra –Krallıktan/Monarşiden kalma- bu tür şeyleri oldukça azalttı. Örneğin, İngiliz başbakanları Londra’da “10. Sokak 47 no’lu daire” de oturuyorlar. Avusturya Cumhurbaşkanı da, Krallık sarayında oturmayı reddedip, normal bir dairede oturuyor. Krallıktan kalma saraylar, şimdilerde “Müze” konumundadır. İskandinav ülkelerinde siyasi ve bürokratik heyetin ayrıcalıklı bir jest ve davranışlarının olmadığı bilinmektedir. Devlet kutsal, giz’li, sihirsel, nüfuz edilmez, karanlık bir güç olmaktan çıkarılıp; şeffaf, denetlenebilir, toplumun hizmetçisi(gece bekçisi), toplum sözleşmesine(Anayasa) bağlı bir hukuki-siyasi aygıt/aparat haline getirildi. Devlette görevli siyasi ve bürokratik ekip de dokunulabilir, her an ulaşılabilir “içimizden birisi” haline geldi.
Dört halifeden üçünü “koruma” olmadığı için iç savaşta kurban vermiş bir ümmetin varisleri olarak elbette ki siyasi ekibin bazı dokunulmazlıkları ve ekstra korumaları olmak zorundadır. Ancak bu durum, kitlelerin onları putlaştırmasını; onların kendilerinin de, devlet/güç zırhı giymiş, hukuksuz “tağut”lara dönüşmesini doğurmamalı.
Tağut/Putlaşmanın olduğu otoriter siyasi yapılarda “Bağımsız/Tarafsız Yargı” olamaz. Çünkü yargıçlar karar verirken sürekli siyasi otoritenin gözüne bakarlar. Onun rızasını gözetmeye, onun gazabını üzerlerine çekmemeye veya onun gözüne girmeye çalışırlar. Tıpkı Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, O’nun nezdinde “Kâfir-Zalim-Fasık” oldukları gibi(5/44-47). Böylesi toplumlarda hukuk, siyasi iradenin “it”i olur; sevmediklerinin/muhaliflerin üzerine salınır. Sözde “Demokrasi”, gerçekte ise –kuvvetler ayrımının olmadığı- “Cumhuriyet” olan böylesi toplumlarda hukuk, futbol maçı şampiyonasında “hakem/hakim”in maç yapan takımlardan birisi tarafından atanmasına benzer. Bu hakemin “tarafsız/bağımsız” olabileceği düşünülemez. Genel olarak Türkiye’nin siyasal tarihi, bana biraz böyle gibi geliyor. Objektifliği veya siyasal iktidarın etkisinden bağımsızlığı hayli tartışmalı Osmanlıdaki “Kadı Adaleti” başta olmak üzere, İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Yargılamaları, 12 Eylül Darbe Hukuku, 28 Şubat Süreci, Ergenekon-Balyoz Kumpasları, Vesayet Rejimi ve son Adalet tartışmaları, bu yargımın somut kanıtlarıdır.