Cumhuriyetçi Kemalistlerin ‘Gölge’si Olarak İrtica

21/10/2007

1. Gölgenin psikanalizi

Analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatr C. Gustav Jung, herkesin psişik (ruhsal) gelişiminde ve sosyal uyumunda özgül bir rol oynayan birtakım arketipik unsurlardan söz eder. Bunlar kendilik, benlik, persona, gölge, anima (erkek) ve animustan (kadın) oluşur. Bunlardan konumuzla ilgili olan persona, kişinin gerçekte olmadığı halde kendisinin ve diğerlerinin o zannettiği şeydir. Gölge ise, olgunlaşan kişiliğin toplumsal olarak istenmeyen yönlerinin kişisel bilinç dışına itilmesiyle biraraya gelip oluşturdukları komplekstir. Sosyal bir çevrede büyürken “düşman” arketipi de kişinin ruhunda bir “gölge” kompleksi olarak gerçekleşir. Bu kompleksin (gölgenin) oluşmasının iki önemli kaynağı, içinde bulunulan kültür ve ailevi bastırmalardır. Kültürel kaynak, bireylere ‘düşman’ın kim olduğunu ve “kötülüğün” ne olduğunu öğretir. Böylece gölge, personadaki olumlu, pozitif, normal ve istenir özelliklerin zıddını taşımak durumunda kalır. İnsanlar genellikle gölgelerini gözlerden uzak tutmaya çalışırlar. Bunu zorlayan şey ise, Freud’un ‘super-ego’, Jung’un ise ‘manevi kompleks’ dediği şeydir. Ahlaki kompleks de denen bu oluşumun temelinde yatan husus ise, bireyin topluma ait kültürel değerleri öğrenip onları sürdürme mecburiyetidir.
Sürekli beraberimizde taşıdığımız gölgemizi kişisel bilinçdışımızda bastırmakla beraber onun varlığını reddederek başkalarına yansıtırız. Bu, büyük ölçüde bilinç ötesi bir yolla gerçekleşir; bunu yaptığımızın farkına bile varmayız. Bu şekilde içimizdeki “kötülüğü” reddedip bunun sorumluluğunu başkalarına yükler, onlara atfederiz. Böylece benliğimizi koruma altına alırız. Bu durum “günah keçisi” bulma olayını ve marjinal gruplara karşı her türlü önyargının sebebini izah eder. Gölgenin başkalarına yansıtılması paranoyanın psikiyatrik semptomlarında da gözlenebilir. Kişi taşıdığı düşmanca duyguları inkâr ederek, yansıtma yoluyla başkalarının kendisine düşmanlık beslediği kanaatine varır.
Böylece gölgenin yansıtılması, toplumsal ve uluslararası barışı tehdit eden ve ortadan kaldıran bir neden olur. “Düşman” olarak algıladığımız kişiler ve gruplar artık kötülüğün somutlaşmış hali olan “şeytanlar”, “canavarlar” ve “şer odakları”dır. Adolf Hitler ve faşistlerin Yahudileri görüş ve algılayış biçiminde olduğu gibi.
Gölge kompleksi bütünüyle suçluluk ve değersizlik duygularıyla ve reddedilme korkusuyla kaplı olduğu için gerçek yapısının keşfedilmesi veya açığa çıkarılması oldukça zordur. Kendilik potansiyelinin ve içgüdüsel enerjinin büyük bir kısmı gölgede hapsoldu ve bunlar kişiliğin bütününün emrinde değildirler. Gölge ile yüzleşip onu bilinçlendirerek onunla uzlaşılırsa kişi daha dinç, yaratıcı ve bütün bir konuma gelir.

2- Gölge olarak irtica ve türban
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve devrimlerle içine girdiğimiz toplumsal ve kültürel şizofreni sürecinde gerçek bir “benlik” ve “kendilik” yaratamadığımız için çağdaşlık, uygarlık, Batılılık ve modernlik azınlık da olsa bir toplumsal kesimin “personası” idi. Bu toplumsal kesim toplumun büyük bir bölümünün kimliğini ve kişiliğini kendi gölgesinin yansıması olarak ‘irtica’ ismiyle düşman olarak ötekileştirdi. Bu gölge suçluydu, değersizdi ve onların çağdaş uygarlıktan geri kalmalarının ve orada kabul görmemelerinin (reddedilmelerinin) nedeniydi.
Cumhuriyet devrimleri Türk halkında yeterince organik-sahici ve yaratıcı bir ‘kendilik’ ve ‘benlik’ bilinci yaratamadı. Eskiyi taklitten yeniyi taklide ve ona öykünmeye geçtik. Bu “köksüzlük (asaletsizlik)” siyasî, ekonomik, bilim, sanat vs. alanlarında da başarısızlık olarak ortaya çıktı. İşte “irtica” suçlaması, bir yönüyle Jung’un izah ettiği bağlamda bu başarısızlığın oluşturduğu gölgenin karşı tarafa yansıtılmasıdır. Toplumun büyük bir bölümünün ‘düşman’laştırılarak ötekileştirilmesidir. 80’li yıllardan sonra ortaya çıkan “Türban” korkusu ve yasağı, aslında Kemalistlerin gölgesinin yansıtılmış yeni bir şeklidir. Son zamanlarda oluşturulan “Mahalle baskısı”, “Malezyalılaşma” ve “Ilımlı İslam” korkuları da bu gölgenin ne kadar güçlü ve şekil değiştirme kabiliyetine sahip olduğunu gösterir. Bush’un ve Batı medyasının 11 Eylül’den sonra Müslümanlar hakkında oluşturmaya çalıştıkları “terörist” imajı da, Hitlerin Yahudiler hakkında yarattığı gibi kendi gölgelerinin yansıtılmasıdır.
Uzun yıllardan beri masum dindarlık tezahürleri “irtica” kavramıyla düşmanlaştırıldığı gibi; son yıllarda başörtüsü takan kız çocukları da kolayca şeytan, rejim düşmanı, terörist ithamlarına maruz kaldı. Gölgenin yansıtılması benliğin korunması kaygısıyla yapıldığı için ve yaratılmak istenen çağdaş ve modern “benlik” de alabildiğine “zayıf” olduğu için gölge (düşman) alabildiğine büyütülüyor. Başka türlü, başörtüsü takan kızların onca anayasal laik kurumuna rağmen Cumhuriyet’i yıkabilecek canavarlar olduğuna nasıl inanılabilir? Her toplumda her zaman karşılaşılabilecek nadirattan ekstrem dinsel olgular kolayca toplanarak -tümevarımın temelsizliğine rağmen- tehlikenin çok “büyük” olduğu, “kapıda” olduğu ve “sinsi” olduğu söylenebilir? Jung’un teorize ettiği gibi, insanlar kendi başarısızlıkları sonucu öteki hakkında yaratabileceği yersiz korkuyu önce yansıtarak sonra da gerçek sanarak başkalarına zulmedebilirler. 18-20 yaşlarındaki kız çocuklarından veya 1,5 metrelik bez parçasından korkan insanlar bu kızlara her türlü baskıyı, aşağılamayı layık görebiliyorlar. Muhafazakârların kendileri ve halk üzerinde ileride yaratacakları “mevhum” baskıdan bahsederken, kendilerinin dindarlar, başörtülüler üzerinde yarattıkları “fiilî” baskıyı görmüyorlar. Oysa bilinci bütün ve gölgesiyle barışmış insan, insanları kolayca “düşman”laştırmaz. Bilinci tam olduğu için boş korku ve vehimler yaratarak gölgesini başkalarına yansıtmaz. Neyin tehlike neyin de tehlike olmadığını gerçek doğasıyla kavrar. Yazıdaki ana temaya ikna olmayanlara, Neşe Düzel’in Kemal Karpat ile yaptığı ve 8.10.2007 tarihli Radikal’de yayınlanan röportajı okumalarını tavsiye ederim.

 

http://www.radikal.com.tr/radikal2

Leave a Comment