Tanrı neden öldü?
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, miladi 4. yüzyıldan itibaren Roma imparatorluğu ve Kilise aracılığı ile Batı toplumlarına egemen olan Hristiyan Tanrı imgesinin (Teslis=Baba-Oğul-Kutsal Ruh) öldüğünü, çürüdüğünü, itibarını ve otoritesini yitirdiğini ifade eder. Bu (ölüm-öldürülme-çürüme) süreç sekülerleşme-modernleşme olarak ifade edilir. Heidegger, bu söz üzerine bir kitapçık yazmıştır ( Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü, çev: L. Özşar, Bursa, 2001). Heidegger diyor ki: “Bu söz, Batı tarihinin iki bin yıldır süregelen yazgısını dile getirir.” (s.15) Nietzsche’nin, Hristiyanlığı şöyle anladığını söyler: “Nietzsche için Hristiyanlık, Kilisenin tarihsel, dünyevi, politik bir görünümüdür. Kilisenin egemenlik iddiası Batı insanlığını ve Yeniçağ kültürünü biçimlendirmeyi de içerir. Bu anlamda Hristiyanlık, Yeni Ahit’e inananların Hristiyan’ca yaşaması ile aynı değildir. Hristiyan’ca olmayan (Latin-Pagan=Roma) bir yaşam, Hristiyanlığı onaylayıp onu güç aracı olarak kullanmıştır.” (s.20) Tanrı’nın ölümü ile meydana gelen değişmeyi de şöyle özetler: “Tanrı’nın ve Kilise Babalarının (papazların) sarsılan otoritesinin yerine “vicdan” otoritesi geçirilir. Aklın otoritesi, zorla kabul ettirilir. Toplumsal içgüdü ayaklanır. Duyuüstü (aşkın-metafizik) dünyanın yerini tarihsel ilerleme alır. Ahiretteki ebedi mutluluğun yerini çoğunluğun dünyadaki mutluluğu alır. İbadet istenci, yeni bir kültür yaratma ya da uygarlığın yayılması için cesaretlendirmeler ile çözülür. Bir zamanlar Tanrı’ya has olan yaratıcılık, insan eylemlerinin ayırt edici niteliğine dönüşür. Daha sonra da bir sıçrayışla işletmelerdeki girişimciliğe dönüşür.” (s. 21).
Bu ölümün nedeni üzerine E. M. Cioran, “Yeni Tanrılar” (çev: M. Erşen, İstanbul, 2017) adlı kitabında şöyle diyor: “Kilise, sadakat ruhu ile “yoldan çıkmışlar”ı yok etme yoluna gitti ve dört asır boyunca işkence gördükten sonra, on dört asır işkenceci olmaya soyundu. Uzun ömrünün sırrı/mucizesi budur. Şehitlerin öcü, hiç bu kadar sistemli, bu kadar şevkle alınmadı.” (s. 33-34), “Gaddarlık sermayesini çarçur eden bir Tanrı’dan artık kimse çekinmez; kimse ona saygı duymaz.” (s. 38), “Hristiyanlık, kendisi olmayan her şeye duyduğu nefretle teşekkül etti ve serpildi; bu nefret, kariyeri boyunca onu ayakta tuttu; kariyer sona erince, nefreti de sona erdi.” ( s. 39). C.G. Jung ise, Hristiyanlığın, insandaki hayvansı tabiatı aşırı derecede baskı altına aldığını ve Hz İsa’nın kendi içgüdüsel/doğal yanını yaşamayarak “psikolojik günah” işlediğini söyler. (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, çev: H. Aral, Ank., 2019, s. 284)
Ölümün faturası
Tanrının ölümünü, Nietzsche, “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” diyerek “çölleşme” olarak niteledi. (Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu. Çev: T. Oflazoğlu, İstanbul, 1997, s. 358). Martin Buber, “Tanrı Tutulması” olarak; K. Marx, “Katı olan her şeyin buharlaşması”, T.S. Eliot “Çoraklaşma” olarak niteledi. Tanrının yerinden edilmesinden sonra o boşluğu Hümanizm, Güç İstenci ve Aydınlanma olarak insan doldurdu. Bu dönemde yaratılan modern Teknoloji, “Ge-stelle=çepeçevre kuşatma (Heidegger)” olarak insanlığı “Tekno-city”lerde ipekböceği kozası gibi kafese kapattı. Batı, kolonyalizm/emperyalizm ile dünyayı sömürgeleştirdi. Kapitalizm yaratmış olduğu narsizm, şizofreni ve depresyon ile insanlığı kendi özüne yabancılaştırdı. Altmış milyon insanın öldüğü iki Dünya savaşı yaşandı. Faşizm ve Komünizm gibi iki insanlık dışı ütopya yaratıldı. Son olarak da paganizme-nihilizme (postmodernizm) teslim olundu.
Allah’ın durumu
a- Tarihte-teolojide Allah
Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna” (99 isim-sıfat) ile müminlere “Adalet ile yoğrulmuş Rahmet (Rahman)” olarak tanıtılan Allah, daha sonra teşekkül etmiş olan İslam İlahiyatında (İslami ilimler) değişik şekillerde tasavvur edilmiştir. Kelam ekollerinden Eş’arilik Allah’ı “Hikmetinden sual olunmaz” bir kral gibi tasarlamış (Kadercilik); Mutezile O’nu “Adalet” ile tasavvur etmeye çalışmış; Maturidilik ise, “Hikmet” kavramı ile bir tasavvur yaratmıştır. Tasavvuf, -Eş’ariliğe bağlı olduğu nispetle- Kâdir-i mutlak, Âlim-i mutlak ve Mürîd-i mutlaklığına bir de Merhamet eklemiştir. Felsefe, O’nu “Vacibu’l-Vücut” sıfatı ile -Yunan Felsefesinin etkisi ile- daha ziyade “ontolojik” bağlamda ele almıştır. Fıkha gelince, orada daha ziyade otoriter bir “Kadı” imgesi egemen olmuştur. Kelam, Fıkıh ve Felsefede ilişki, kavramlar aracılığı ile (itikat) kurulurken; Tasavvufta ilişki, canlı (ahval-makamat) kurulmuştur. Yalnız, Tasavvuf da öncelikle bir kavram/tasavvur barındırdığı için (Mutlak irade-Vahdet-i vücut), ilişkinin Kur’an çerçevesinde olduğu şüpheli/tartışmalıdır.
Kur’an’da Allah, değişik isim, sıfat ve fiiller ile insanlara tanıtılırken; O’nun ile kurulacak ilişkinin de ahlaki duygusal değerlilik yaşantılarına (huşu, haşyet, şükran, sevgi, korku, güven…) dayanan canlı bir “iman” ilişkisi olması gerektiği vazedilir. Bu ilişkiye ihtimam gösterilmediği takdirde yok olacağı ihtar edilir: “İman edenlerin Allah’ı düşünerek zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi gerekmez mi? Siz, daha önce kendilerine kitap verilip de –aradan uzun zaman geçtiğinden dolayı- kalpleri katılaşan gibi olmayın. Zira onlardan birçoğu fasık oldular.” (57/16). Kitap Ehli (Yahudiler ve Hristiyanlar), gerek Tanrı imgesini –yorum yolu ile- tahrif etmek; gerekse, zamanın geçmesi ile imanlarını “Akait” e dönüştürerek kaybetmeleri gibi, benzer bir durum Müslümanların başına da gelmiştir. Jung’un dediği gibi: “Bir içsel durum, bilinçli hale gelmediğinde, dışta “kader” olur.” (J. Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler, s. 273) Kur’an’da Allah ile kurulan canlı iman-amel ilişkisi “Takva” kavramı ile ifade edilir.
İslam’ın “Tevhit” vurgusu, siyasal alanda hilafet ve saltanat olarak (Zıllullahi filard) Sünnîlikte; İmam ve Ayetullah olarak da Şiilikte “Tek Adamlık”ın meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Oysa Kur’an, siyasette şirk koşmayı/şûrayı önermişti. (3/159,42/38). İbadet-i mersume/ritüeller (Namaz-Oruç-Hac) ile Ahireti satın alma itiyadında olan müminler, “kul hakkı”na pek fazla ihtimam göstermezler. “Hikmetinden sual olunmaz” yani “Kader” ve “Tevekkül” inancı ile kendinin birçok günahını Allah’a yüklemekten çekinmeyen müminler, “Haşâ” diyerek bazen de vicdanının sesini dinleyerek iftiradan kaçınır.
b- Günümüz İslam dünyasında Allah
İslam’ın özü/cevheri ile geçen yüzyılın başındaki mesafeyi Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum eserinde şöyle tasvir ediyor:
“Şehamet(yiğitlik) dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır;
Hakiki Müslümanlık, en büyük bir kahramanlıktır.
Korkaklık, meskenet, dünyada sığmaz ruh-u İslam’a,
Kitabullah’ı şahit eyledim –gördün ya- dâvâma.
Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın!
Ne müthiş bir cesaret(hamaset) çarpıyor göğsünde Kur’an’ın!
O vicdan nerededir, lakin? O iman kimde var?…Heyhat!
Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyat!
O imandan velev pek az nasip olsaydı millette,
Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!
O iman ittihat isterdi bizden, vahdet isterdi…
Nasıl “Bünyan-ı mersus(perçinlenmiş)” olmamız lazımsa gösterdi.
Peki, bizler ne yaptık? Kol kol olduk, tarumar olduk!
Nihayet bir basit bir çarpma ile düştük, yerle bir olduk!
O iman kuvvet hazırlamayı emretmişti… Lakin biz
“Tevekkelna(Sana tevekkül ederiz)” deyip, yattık da kaldık böyle aciz.
O iman, farz-ı katidir diyor tahsil –i irfanın…
Ne cahil kavmiyiz biz Müslümanlar, şimdi dünyanın!
O iman, güzel ahlakın en büyük hâmisi olmuşken…
Nemiz vardır faziletlerden; nemiz eksik reziletlerden?
…”(Mehmet Akif, Safahat. İst.1981.s 323)
Akif’in bunları söylediği tarihten itibaren yaklaşık yüz yıl geçti. Allah ile ilişkileri (iman içeriği-Allah tasavvuru) problemli olan Müslümanlar, o imanlarının gücü ile bağımsızlıklarını kazanmış olsalar da; Tanrının ölümünün sonucu olarak ortaya çıkan atmosfer, iklim, çağın ruhu (zeitgeise) ve topoğrafya bütün yeryüzünü kaplamıştır: Teknoloji, ulaşım-iletişim, ekonomi (kapitalizm), şehir-mimari (metropol-tekno-city), toplumsal-politik örgütlenme tarzları olarak ulus devlet, milliyetçilik, kültürel psikoloji (kimya-halet-i ruhiye) olarak postmodernizm (paganizm-nihilizm). Böyle bir dünyada doğal olarak Allah, Müslümanlar için de büyük ölçüde “tutulmuş” veya “unutulmuş”tur. Yani canlı iman etmenin maddi (ayetler-doğa) ve manevi (mana-düşünme-duygu) koşulları zayıflamıştır. Hafızalarda mevcut olan tarihsel/teolojik Allah imge/tasavvurları ise, Batı tarafından politik ve ekonomik olarak sıkıştırılmış Ortadoğu’da-Selefîlikte “Orduların Rabbi” (Tevrat-Yahwe)’ne benzer hale evrilmiştir. Böyle bir Allah imgesine sahip olan İŞİD/DAİŞ, “Allahu Ekber” nidaları ile ibadethaneleri (Cami-Havra-Kilise) havaya uçurmaktadır. Diğer yerlerde ise, zayıf imgesellik (itikat-akait) olarak varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’ye gelecek olursak, burası, Allah’ın/İslam’ın/Şeriatın 1400 yıldır egemen olduğu coğrafya ile öldürülen Tanrı’nın (Batının) coğrafyasının sınır hattı ve savaş alanıdır. Burada Allah, seküler çevrede yaşlı/sakallı bir bilge (deizm); muhafazakârlarda “Bilge Kral” olarak hafızalarda varlığını sürdürüyor. Minarelerden okunan ezanlar, günde beş kez Allah’ı halkımıza hatırlatmaktadır. Halkımızın günlük konuşmalarında sık sık kullanmış olduğu: “Allah, Allah!”, “Allah var”, “Allah Kerim”, “Allah göstermesin”, “Allah geçinden versin”, “Allah yardım etsin”, “Allah kolaylık versin”…gibi ifadeleri, Allah’ın ülkemizde yardım, merhamet, misafirperverlik, adalet gibi ahlaki iyiliklerin kaynağı olarak insanların kalbinde yaşamaya devam ettiğini gösterir. Ancak canlı iman olarak O’nunla “ilişkiye” girmenin maddi ve manevi (psikolojik) koşulları büyük ölçüde zayıflamış durumdadır. Kur’an’da mevcut olan “Rahmet ile yoğrulmuş adalet (Rahman)” tasavvurunu, “Hikmetinden sual olunmaz” tasavvuru ile değiştirme sorunu, âlimlerin-düşünürlerin görevi/sorumluluğu olarak ortada durmaktadır. “Şah damarımızdan bize daha yakın olan” (50/16) O’nun ile canlı iman ilişkisine girmek ise, -zor koşullara rağmen- insanımıza kalmıştır.