Ahlaksızlığın Tanrı ve Din Tasavvurları ile İlişkisi

İnsanların Tanrı ve din tasavvurları kategorik olarak iyiliğin, ahlâkın, barışın, dayanışmanın vs. kaynağı değildir. Tarihî süreç içinde Tanrı tasavvurunun ve din anlayışlarının iki tarafı keskin bir kılıç olduğunu herkes bilir. İnsanların yorumla oluşturdukları, inandıkları ve sarıldıkları “din, yıkıcılığın ya da sevginin, baskının ya da kardeşliğin gelişmesine elverişli olabilir. insanın akıl yeteneğini geliştirebilir ya da köreltebilir.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din, çev: Ş. Alpagut, s. 35) Zira, “insan zihninin en iyi ama aynı zamanda en şeytanca dışavurumları onun bedeninden değil, ülkücülüğünden (idealistliğinden) ve ruhundan kaynaklanır. “ (Fromm, a.g.e., 34)

İncilin sayfalarına bakanlar Hz.İsa’nın kendi dönemindeki Yahudi dinî düşüncesini yansıtan “Yazıcılar” ve “Ferisîler”i nasıl din kisvesi altında dinsizliğin ve ahlâksızlığın prototipleri olarak eleştirdiğini görür: “Vay halinize ey din bilginleri ve ferisîler, iki yüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz, ama işte iki yüzlülük ve kötülükle dolusunuz.”(Matta, 23/27-28) Yahudiler, kendi siyasal tarihleri sürecinde “Yehova”yı nasıl da Yahudi içgüdülerinin kusursuz bir timsali haline getirmişlerdir.

Aynı şekilde Nietzsche’nin “Anti Christ  (Deccal)”ini okuyanlar, tarihî süreç içinde Kilise ve Ruhbanlar tarafından oluşturulan Hıristiyanlığın insanlık için nasıl bir Decadence’a sebebiyet verdiğini; Tanrıyı nasıl içten içe çürüterek öldürdüğünü görür: “Hıristiyan Tanrı kavramı –hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz tanrı kavramlarından biridir; belki de tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviyeye işaretini temsil eder.” (Nietzsche, Deccal, çev: O. Aruoba, 29)

Freud’un dediği gibi din duygusu [kategorik olmasa da] insanın akıl ve özgürlük kabiliyetlerinin en büyük düşmanıdır. Zira, insanlara bir yanılsamaya inanmayı öğreterek ve eleştirel düşünceyi yasaklayarak zihinsel bakımdan körleşmeye sebep olur. (Fromm, Psikanaliz ve Din, 23) Jung da bağımlılık ve güçsüzlük duygusunu dinsel deneyimin özü olarak görür.

Nietzsche de din hakkında şöyle der: “Kardeşlerim! Bütün insan geleceği için en büyük tehlike kimlerdir? Şöyle diyenlerdir: “Biz iyi ile doğrunun ne olduğunu çoktan biliyoruz. … daha arayanlara yazıklar olsun.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. T. Oflazoğlu, 245) Nietzsche’ye göre hatırlanamayacak kadar eski bir zamandan aktarıldığına inanılan sayısız nesil tarafından kutsanan, gizeme gömülmüş ve geleneğin durağanlığı ile geleceğe taşınan geleneksel bir yasa (dinî inanç) değişiklik isteğini, şüphesini ve eğilimini bastırır… Kutsal yasanın genel amacı insanların bilinçsizce ve alışkanlıkla boyun eğmesini sağlamaktır.” (P.Berkowitz, Nietzsche, çev. E. Demirel, 173-74)

Hıristiyanlık ikliminde yetişmiş olup Hıristiyanlık genetiği ve atmosferi ile büyümüş birçok batılı düşünür, filozof genel olarak dine ve özel olarak da Hıristiyanlığa ve kiliseye sert ve acımasız eleştirilerde bulunmuşlardır. Biz müslüman dünyanın çocukları bu eleştirilere nasıl bakacağız? Bizim dinimiz “en son din” ve “hak din” söylemleriyle bu eleştirilerden müstağni mi kalacağız? Yoksa, insan olmanın ortak paydasında, “dindar” olma ve dine bağlanmanın ortak paydasında aynı sorunlara maruz kalabileceğimizi ve dolayısıyla da içinde bulunduğumuz durumu eleştirel olarak gözden geçirmemiz gerektiğini teslim mi edeceğiz? İslâm tarihi Yahudilik ve Hıristiyanlık tarihiyle, İslâm toplumlarını da Yahudi ve Hıristiyan toplumlarla karşılaştırdığımızda Tanrı kavramını ve din kurumunu görece daha az istismar ettiklerini; bu iki değerin daha az oranda ahlâksızlığa araç edindiğini söyleyebiliriz.

Ancak, İslâm dünyasında ve özellikle Türkiye’de dinsizlikten veya dini önemsememeden ve siyasî-hukukî toplumsal altyapı yetersizliklerinden kaynaklanan ahlâksızlıkları bir tarafta tutarak, “dindar” olduğunu söyleyen insanlardaki ahlâksızlığın, veya Kur’an’daki ölçüleri göz önünde tutarsak zayıf ahlâklılığın sebepleri nelerdir? Acaba bu sebepleri egemen sünnî dinî düşüncenin, teolojinin içinde arayamazmıyız? Neden dindar olduğunu söyleyenler ahlâkî anlamda doğru değerlendirmeler yapamıyorlar? Neden kendilerini kolay kandırıyorlar? Neden vicdanları keskin ve güçlü değil? Neden iradeleri zayıf?

Genel olarak Peygamber/Kitap geleneğinin genel amacının, insanı ahlâkî-dinî sahada içine düşmüş olduğu taklit ve yanlış inançlara bağlanma durumundan kurtararak daha aklî-ahlâkî temelli bir dinî bilinç yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu dinî ideoloji de insanların elinde zamanla tam tersi bir pozisyona çevrilebiliyor. Bundan İslâm dini (Hz.Muhammed/Kur’an) de uzak kalamamıştır.

Kur’an’a göre insan Tanrı tarafından dinî-ahlâkî hakikatleri görecek ve duyabilecek bir donanımda yaratılmıştır. (76/2-3; 91/7.10) Hz.Muhammed de insanlara sağduyunun uygun gördüğü (ma‘ruf) şeyleri yapmaları için tavsiye eder; sağduyunun kerih, kötü (münker) gördüğü şeylerden de kaçınmalarını ister. Doğası itibariyle temiz olan şeyleri “helal”, pis olan şeyleri de “haram” kılar. Toplumları ve tarihleri tarafından sırtlarına yüklemiş ağır yükleri (ısrahum) indirir ve onlara vurulmuş zincirleri (ağlal) çözer. (7/157) Kur’an’ın insanları ahlâkî ve dinî alanda sürekli düşünmeye, tefekküre, tedebbüre, akletmeye çağırmasının nedeni onun bilincini özgürleştirmek vicdanını keskinleştirmek (ulu’l-elbab) ve doğru değerlendirme yapma kabiliyetini geliştirmektir.

İnsanlardan istenen ahlâkî değerler en yetkin ve mutlak halleriyle Allah’ta bulunur (esmau’l-hüsna). Allah, “hikmetinden sual olunmaz”, yoğunlaşmış bir güç yumağı değildir. İnsandan istenen itaat, rahmeti ve adaleti mutlak gücünü çerçevelemiş bir otoriteye itaattir. “Niçin?”i bilinen bir itaattir. Hikmetsiz Yehova’nın “Böyle yapacaksın” (on emir) şeklindeki Tiranvari totaliterliğini Kur’an’da görmek mümkün değildir. Buyruklar büyük bir oranda insanın anlayış kabiliyetine gerekçeli olarak açıklanmıştır. (lî, key, izan, hatta, lealle…)

Kur’an’da insan ile Tanrı arasındaki ahlâkî ilişki Tanrının koymuş olduğu değişmez ahlâkî kurallara bağlı olarak işler. (Sünnetullah, 33/62, 35/43, 48/23…) Sünnetullah’da Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlanmıştır. Örneğin: “Siz dönerseniz biz de döneriz...” (17/8). İnsan özgürdür ve yaptıklarından ahirette sorguya çekilecektir. Sünnetullah, en genel anlamda ahlâkî içerikli tarihsel-toplumsal ve psikolojik yasalardır.

Kur’an, ilâhî, kusursuz bir vaaz, hatırlatma, şifa ve rehberdir. İlimdir, nurdur. Yalnız, otoritesi Allah’tan geldiği kadar, insanın vicdanından gelir. Kur’an’ın amacı, ‘süper ego’ anlamında bireye sızmış toplumsal vicdanı dağıtarak insanın gerçek özünü (ulu’l-elbab) ortaya çıkarmaktır. Kur’an’daki soru edatlarının alabildiğine çokluğu, sorulan sorulara ciddiyetle cevap verilmiş olması, onun insan doğasındaki entelektüel ve ahlâkî vicdana dayanarak kendini temellendirmeye çalıştığını gösterir. Kur’an 23 sene boyunca yeryüzü ile gökyüzünün karşılıklı diyalojisi şeklinde oluşmuştur. Kısaca, Kur’an kendini insanın eleştirel bilincine ve vicdanına dayanarak temellendirmiştir. Kur’an, diri insanlara (36/70) rehber (hidayet) olarak gelmişken; daha sonraları dogmatikleştirilerek (nass) aklı bloke eden demir bir çerçeve haline getirilmiştir.

Kanaatimce bazı politik olayların etkisi de dahil olmak üzere tarihî süreç içinde oluşturulmuş Eşarici sünnî ortodoksi birkaç bakımdan yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım Kur’anî teolojiden-ideolojiden bir sapmadır.

1. Rahman ve Rahim Olan Allah’tan Hikmetinden Sual Olunmayan Allah’a

Kur’an’ın tasvir ettiği Allah, insanın tapınma, boyun eğme, itaat etme ve saygı göstermesini kendinde bulundurduğu ve insanlara gösterdiği adalet, rahmet ve sevgiden alır. Mu’tezile (adalet), Maturidîlik (hikmet), Tasavvuf (sevgi, rahmet) Allah’ın bu niteliklerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Sünnîliğin yaygın tasavvurunu oluşturan Eş’ârîlik ise Allah’ı bu niteliklerini bastıran ve kayıtsızlaştıran kudret (güç) sıfatını ön plana çıkarmıştır. “Hikmetinden sual olunmaz” Allah imajı böylece oluşmuştur. Burada Allah’a boyun eğmenin meşruiyeti, O’nun denetimi elinde bulundurmasından ve mutlak egemenliğinden kaynaklanır. Buradaki otorite imajı “Böyle yapacaksın” şeklindedir. Bu Allah isterse “insanı it eder kuyruk takar”; ekmeği haram, içkiyi helal edebilir; insana gücünün yetmeyeceği şeyleri teklif edebilir; mü’minleri cehenneme kâfirleri ise cennete gönderebilir… Keyfema yeşa mülkünde istediği tasarrufta bulunabilir. Çünkü Eş’ârî’ye göre Allah için adalet “mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunması”dır.

Böylesi bir dinî hayatta Allah’ın buyruklarının meşruiyet gerekçesi, Allah’ın zâtında ve insanın tabiatında bulunan ahlâkî değerler ve bu değerleri gören ve duyan insanın entelektüel kabiliyeti değil; Tanrı’nın kudretidir. Emirlerde-nehiylerde ve ibadetlerde asıl olan “taabbudîlik” ve “tavakkuf”tur. Yani gerekçesizlik, emir,emir olduğu için yapılır. Dinî dildeki farz, vâcib, câiz, helal, haram, mubah kategorileri hükümlerini Allah’ın otoritesi (ahlâkî otoritesi) ile birlikte nesnelerin veya ilişkilerin kendi tabiatlarından almaz. Mutlak buyruktan alır. Hadi, buyruğun yorumsallığından doğan sorunları bir tarafa bırakalım; böyle bir Tanrının kullarında, akıl, özgürlük, cesaret kalabilir mi? Eylemlerinin sonuçlarıyla her türlü aklî, vicdanî, şuurî ilişkisi koparılmış insan bir otomat haline gelmez mi? Bu insanın Tanrı’yla ilişkisi güç ve korku (cennet-cehennem) temeline oturtulduğu için, kendi denetimi altında bulunanlara aynı ilişkiyi yansıtmayacak mıdır? Meşru olmayan dinsel şiddet nereden kaynaklanıyor? Dinsel fanatizm ve bağnazlığın kaynağı burası değil mi?

2. Sünnetullah’tan Kadere

Sünnetullah, Allah ile tek tek insanlar ve genel olarak insanlık ve toplumlarla arasındaki –insanın özgür olduğu- değişmez ahlâkî ilişkiyi ifade eder. Bu ilişkide Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlıdır: “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakar”, “İnsan bela görmez Allah yazmayınca; Allah bela yazmaz kul azmayınca”. Mutezile ve Maturidîlik bu ilişkiyi nispeten doğru yorumlamaya çalışmışlardır. Oysa Eş’ârîlik ve Tasavvuf Allah’ın fizikî tabiatla olan ontolojik ilişkisini (Kader) insanla olan ahlâkî ilişkisine transfer ederek insanın iradesini bütünüyle ortadan kaldırmışlardır. (Cebr) Tanrının Küllî iradesi karşısında hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan insanın cüz’î iradesi felç olmuş ve özgürlüğü ortadan kaldırmıştır. Böylece hayır ve şer bütünüyle Allah’a yüklenerek (hayrihî ve şerrihî minallahi taâlâ) insanın ahlâkî değerleri duyma, görme ve sorumluluğu yüklenme gücü elinden alınmıştır.

3. Salih Amelden Zühd ve İnzivaya

Kur’an insanı olumlu ahlâkî değerleri icraya, ihkâma, ifâya (salih amel), olumsuz davranışlardan da kaçınmaya, korunmaya (takva) çağırır. Her iki halde de özgür irade ve akıl devrededir. Oysa tasavvuf, dünyadan bir kaçış hareketi ve Allah ile birleşme (fena) egoizmi olarak insanları terk, zühd, iradesizlik, ağlama, açlık, tevekkül, fakr, hüzün vs. gibi değerleri ön plana çıkarmıştır. Ayrıca Vahdet-i Vücûd teolojisi (teorisi) iman ile küfür, ahlâk ile ahlâksızlık, insan iradesi ile Allah’ın iradesi arasındaki farkı ortadan kaldırmıştır. Allah’ın “teklifî” iradesi ile “tekvinî” iradesi arasındaki farkı ortadan kaldırmıştır. Allah’ın teklifî iradesi tekvinî iradesi içinde eritilerek “olan” olması gereken olarak sunulmuştur. İnsanın kendi iradesizliği veya haddi aşmaları tarafından oluşturulan zulüm ve haksızlıklar “Allah’ın kahrı” olarak yorumlanmıştır: “Lütfunda hoş, kahrında hoş!”

4. Mutlak Kudretten Mutlak Bilgiye

Kur’an’ın yirmi üç sene boyunca bir taraftan ortalama insanın düşünme melekesini geliştirerek (tefekkür, tefakkuh, taakkul, tedebbür, tezekkür vs.) tarih ve halihazır toplum (Cahiliyye) zindanlarından kurtarmaya çalıştığını; diğer taraftan da onun ahlâkî vicdanını değerlendirme kabiliyetini geliştirerek keskinleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.

Eşari’lik, Allah’ı yoğunlukla mutlak kudret ve mutlak irade olarak tasavvur edince, O’nun yaşamın değişmez ve değişebilir olguları üzerine gerçekleşen Kelâm’ı kendisi gibi “mutlak” ve “kadîm” olarak yorumlandı. Böylece Kur’an, yaşanan (610-632) bir toplumsal tarihin evrensel din (İslâm) ilkeleri açısından örnek bir yorumu (şeriat-ı Muhammedî) olarak, bir hutbeler (söylemler) toplamı olarak görüleceği yerde; tartışmayı daha sonra müslümanların yürüteceği bir açış konuşması olarak görüleceği yerde [zira “Her dönemin kendine has kitabı (hükmü) vardır” (13/38)]; son söz, son nihaî hakikat, bütün hakikatleri mücmel olarak içinde taşıyan bir kitap olarak yorumlandı. Sünnet de, ilâhî hakikatin evrensel-ebedî prototipi ve ilâhî kelâmının bıraktığı boşlukları dolduran ikinci dereceden kutsal bir kaynak olarak yorumlandı. Müslüman âlimlere düşen de bu iki evrensel-nihaî kaynakta insanlığa lutf edilmiş açık veya kapalı çözümleri kitlelere hazır hale getirmek (İctihad-Kıyas). ilmin vazifesi, ortaya çıkan herhangi bir sorunun çözümünün Kitaptaki (Kur’an-Sünnet) yerini bulmaktır. Zorlanırsa kitabına uydurmaktır. (Hile-i şer’iyye) Yükümlülüklerin meşruiyet kaynağı “Kitaba” indirgendiği için, sadece kitaplarda söz konusu edilenler yükümlülük olarak algılanır (farzlar, vâcipler, helaller, haramlar). İnsan aklı ve vicdanı artık durumdan vazife çıkaramaz olur; zira, rüşdünü kaybetmiştir. O sadece kendisine öğretilenlere uymak zorundadır. Bu durumda insan, aktif ve duyguları olan bir kişi olmak yerine; kendine yabancılaşmış ve güce (otoriteye) tapan bir kişiliğe bürünür.

Böylece yaşama ilişkin her türlü sorunun çözümü “fetva” yoluyla müftüler aracılığı ile kitapta aranmıştır. Hz.Muhammed’in “Sen yine de en son mercî olarak kalbine, vicdanına danış” öğüdü unutulmuştur. Kitabın, kitapların ve fetvaların her yeri mutlak tahakkümü altına aldığı yerde artık insan aklının ve vicdanının esamesi okunmayacağı ortadadır. Vicdan, akıl ve özgürlük, fetva ve kara kaplı kitaplara yenik düşmüştür. Ortalıkta en basit bir ahlâkî değeri veya değersizliği göremeyecek ve duyamayacak bir sürüleşme egemendir.

Sonuç olarak, Allah ve İslâm insanlığın en yüce, kutsal ve ölümsüz değerleridir. Ancak tarihî süreç içinde müslümanların oluşturduğu “Allah” ve “İslâm” tasavvurları aynı niteliklere sahip olmayabilir. Bir şeye ne kadar el değerse o kadar kirlenir. Kur’an ve sahih hadîs malzemesi mevsuk olarak önümüzde durduğu müddetçe, oluşturduğumuz teolojileri, teorileri her zaman irdeleme hakkına sahibiz. Eşarici Sünnîlik, bizzat İslâm değildir. İslâm’ın tarihî süreç içinde ortodoks iktidar yorumudur. Bir şeyin yaygınlığı onun doğruluğunun kriteri olamaz. Ayrıca, bir şey fazla yaygınlaşınca özünü gizler. Yanlışı bulmak zorlaşır. Zira olan olması gereken olarak görülür.

Şu anda bu sünnî ideolojinin egemen olduğu dünya iyi durumda değildir. “Ayînesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” İslam Dünyası içinde bulunduğu politik, ahlâkî krizden kurtulmak istiyorsa dönüp köklerini, usûllerini (usûli’d-dîn, usûlu’l-fıkh) sorgulamak zorundadır. Şeytanı ve gavuru suçlamakla sorunlar çözülmüyor.

 

YARIN Dergisi, Haziran,2004