5.6.2018
Son dönemlerde Türkiye’de değişik mahfillerde “Deizm”in giderek artmakta olduğu ileri sürüldü. Muhafazakâr siyasetçi ve bazı bürokratlar ise, bu iddiaya tepki gösterip toplumun dini yaşamında bir değişikliğin olmadığını iddia etti. Öncelikle, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Toplumda konuşulduğuna göre, böyle bir gerçeklik yadsınamaz. İkincisi, sosyal medyayı takip edenler, böyle bir tartışmayı görmezden gelemez.
Önce Türkiye’de yaşananın doğru teşhis edilmesi gerekir. Türkiye’de olan gelişmenin, kanaatimce iki farklı kesimde iki farklı saik ile olduğunu görmek gerekir;
1- Seküler kesimin azınlık bir bölümünde zayıf olan dini bağın giderek iyice kopması. Uzun süreden beri “Şeriat”ı zaten reddedip İslam’ın itikat-ibadet ve ahlak ilkelerine sözde bağlılığını sürdüren bazı insanlar, Fetö olayı ve son on beş senelik muhafazakâr iktidarın din adına veya din dolayımı ile yaptıkları uygulamalarından sonra, İslam ile kalan bu zayıf bağlarını da koparıp, dinden çıkarak kendilerince bir Allah-Ahlak ve bazen de Ahiret inancına sahip olmalarıdır.
2- Muhafazakâr kesimin yeni kuşakları, ebeveynleri tarafından veya imam-hatipler kanalı ile kendilerine öğretilen güncellenmemiş-arkaik dini bilgi ve kültürden bunalarak, internetten edindiği bilgiler ile kendilerine öğretilen İslam’dan kopmalarıdır. Onlar da kendilerince bir Allah-Ahiret ve Ahlak anlayışı geliştirmektedirler. İslam’ın pratik-tarihsel gövdesi olan “şeriat”, bir dönemler Türkiye’de “gericilik” olarak ağır bulunurken; şimdilerde “Sünnilik”, dinsel dogmalar ve pratikler olarak bazı toplumsal kesimler tarafından anakronik bulunmaktadır.
Bu gelişmeler, Avrupa’da Felsefi-Teolojik bir akım olan “Deizm” ile –asılsızca- irtibatlandırılmaya çalışıldı. Bazıları ise daha ileri giderek bu gelişmeyi selamlayıp, “Deizm” ile “Haniflik” arasında irtibatlar tesis etmeye çalıştı. Bu yazının amacı, “Haniflik” denen ve özünde Hz. İbrahim’in kişisel dini tecrübesini niteleyen özellikler ile Deizm arasında kurulmak istenen bu benzerliğin sathi ve asılsız olduğunu ortaya koymaktır.
Y. N. Öztürk’ün ömrünün sonuna doğru yazmış olduğu “Tanrıdan Başka İnsan Üstü Tanımayan İnanç: Deizm” (İst.2015) adlı kitabı, sap ile samanın birbirine karıştırılması olarak İslam tarihindeki akla vurgu yapan herkesi, aynı çuvala (Deizm) doldurma teşebbüsüdür. Kurumsal dinin(şeriat) çöküşünden doğan umutsuzluk, onu, İslam düşüncesindeki rasyonal teolojiyi mesnetsiz bir şekilde “Deizm” olarak nitelemeye sevk etmiştir.
Deizm, Ortaçağlarda Aristo felsefesini yedeğine alarak kendini rasyonalize eden Hristiyanlık ve Kilisenin skolastik öğretilerinin, Aydınlanma felsefesi ile 17. yüzyıldan sonra tekrar gözden geçirilmesi ve bir bölümünün reddedilmesi faaliyetidir. İtalya, Fransa ve İngiltere’de gelişen Deizm, Protestanlığın attığı adımların, Felsefi düşünme tarzı tarafından Protestanlığın devamı şeklinde daha ileri doğru atılmış bir adım olarak görülebilir.
Başlıca dört türlü Deist olduğu ileri sürülür.
1- Tanrının varlığını kabul edip, onun Dünya ile ilgilenmediğini kabul edenler.
2- Tanrının varlığını ve onun Dünyada yaşananlar ile ilişkisini kabul edip, ahlaki iyi ve kötü ile ilgilenmediğini yani vahiy/peygamber göndermediğini iddia edenler.
3- Tanrının varlığını ve onun Evren ile ilişkisini kabul edip, Ahireti inkâr edenler.
4- Tanrıyı ve ilahi vasıflarını kabul edip, ahlaki doğrunun vahiy ile değil, akıl ile belirlenmesi gerektiğini ileri sürenler.(1) Avrupa’da Deizmi doğuran temel husus, örgütlü dinin (Kilise) kitleler üzerinde yarattığı baskı ve öğretilerinin, gelişen felsefe ve bilimsel düşünce ile arz ettiği yoğun çelişkilerdir.
“Haniflik” içeriği ile Deizm arasında bir yakınlığın olduğu iddiası yerine, müşriklerin Tanrı ile evren arasında kurdukları evreni yaratma ve başka bir şeye karışmama tarzındaki ilişki (29/61-63), “Deizm”e daha yakın görünmektedir. Diğer taraftan, Arabistan’da Hz. İbrahim gibi, Hz. Muhammed’den önce toplumundaki müşrik yapıdan rahatsız olan tek tük insanların bulunması da mümkündür. Bunlardan kalkarak Arabistan’da İslam’dan önce sosyolojik anlamda “Haniflik” diye bir “din” veya dinsel topluluk olduğunu iddia etmek mümkün değildir.(2)
Yaygın olan kanaate göre “Haniflik” bir “din” ismidir.(3) Kur’an’da Hz. İbrahim’i niteleyen ahlaki-psikolojik bir sıfat olan “Hanif” kavramından hareketle, ondan bir din ismi türetilmiştir. Yine kanaate göre, Hz. Muhammed’den önce Arabistan’da da bu din mensuplarından bulunmaktaydı. Oysa Dinler Tarihinde “Haniflik” diye bir “Din” ve bu dinin müminleri (sosyolojik topluluk) yoktur. Bu kavram, özü itibari ile Hz. Nuh peygamberin (M.Ö: 3500) tutmayan Tevhit ve Ahlak davasını, M.Ö. 2000’lerde aynı coğrafyada kendiliğinden- düşünerek (düşünür olarak) başlatan İbrahim’in (37/83) müşrik toplumundan kopup-yüz çevirip tek Allah’a yönelişini ifade eder. Altı defa Mekki, altı defa Medeni surelerde geçen kavram, bunların sekizinde Hz. İbrahim’i nitelerken (2/135, 3/67, 3/95, 4/125, 6/161…); diğerlerinde aynı ruhun Hz. Muhammed’de ve İslam’da devamını ifade eder (6/79, 10/105, 22/31..).
Hz. İbrahim, Deistler gibi, Tanrının evren üzerindeki hakimiyetini (melekût) kavradığı gibi (6/75); o, ne bir müşrik, ne muharref Yahudi ve Hristiyan da değildi (3/67). Hz. İbrahim’in, kendinden sonra gelen peygamber-vahiy öğretisinin ana tezlerini ortaya koyan bir düşünür olduğunu söyleyebiliriz. Karakter olarak ince ruhlu (halim), yumuşak başlı ve merhametli (evvah), Tanrıya dönük (münib) olan biriydi (11/75). Bu niteliklerin toplamı olarak “Kalb-i selim” sahibi biri olan (37/84) İbrahim’in düşünme tarzı, insanın duyu, düşünce, duygu ve sezgi yetilerini birlikte kullanan bir tarzdır. Bu düşünme tarzını, beş duyu ve mantığa dayanan (nedensellik) Felsefi-Bilimsel (Yunan-Batı) düşünme ve onun bir ürünü olan “Deist” düşünme ile karıştırmamak gerekir.
Hz. İbrahim, ömrünün sonuna doğru “Peygamberlik” ile ödüllendirilmiştir (2/125). O, oğlu İsmail ile birlikte yine -Deistlerden farklı olarak- Tanrıya “ibadet” etmek istemiş ve yeryüzünün ilk tek Tanrıya adanan ibadet evini (Kabe) yapmıştır (2/124-127). Düşünür sıfatı ile kendine vahiy aracılığıyla bildirilen yeniden dirilme (Ahiret) fikrini sorgulamış ve Tanrıdan ekstra kanıt istemiştir (2/260). Hz. İbrahim ile Tanrının arasındaki özel yakın/dostluk (halil) ilişkisi(4/125), Tanrının, ondan en sevdiği oğlunu (İshak-İsmail) kurban etmesini isteme noktasına vardırmış ve İbrahim, bu ağır denenmeyi kazanmıştır (37/103-106).
Hz. İbrahim’in özel hayatına bu derece girebilen bir Tanrının, toplumsal hayatın ahlaki sorunlarına müdahale etmediğini düşünmek, mantıken çelişiktir. Dolayısıyla,” Hanif”ce tutum, insanın kendine yabancılaşma sonucu yaratmış olduğu putlar ve onlar aracılığı ile kurumsallaşmış dinden “Kalb-i selim” ile Tanrıya ve onun ile canlı ilişkiye tekrar dönüştür. Tarihsel Yahudilik ve Hristiyanlık/Kilise, İbrahim’den sonra, İbrahim’in mücadele ettiği dinsel yabancılaşmanın, onun mirasında da ortaya çıkmasıdır.
Geçen yüzyılda tartışılan kurumsal “şeriat-hilafet-tarikat” kavramları, İslam toplumlarında dinin özüne bu yabancılaşmayı ifade ediyordu. Günümüzde de “Sünnilik” kavramı, dogmatik/teolojik yabancılaşmayı ifade ettiği gerekçesi ile tartışılıyor. Hanifçe tutum, kafana göre(deizm), Tanrıdan kopuk bir yol tutmak değil; Tanrıdan başka sığınacağın bir yerin olmadığını bilip, lütfu gereği, insanlara yol göstermek için peygamberler gönderen bir Tanrının, peygamber göndermediği zamanlarda da: “gayret göstererek kendine yönelenlere, doğru yollarını ilhamla gösterdiğini” (29/69) bilmektir.
DİPNOTLAR:
1) Geniş bilgi için bkz. Kardaş, Meryem, “Deizmin İncilinde Tanrı ve Din Kavramı”, DEİZM (sempozyum metinleri) Van 2017, s. 15 vd.
2) Kaplan, Hasan, “Bir İnanç Aşaması olarak Haniflik”, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:10(2017), s. 7 vd.
3) Kuzgun, Şaban, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, Kayseri 1985.
1 Comment
Comments are closed.