Modern Ulus-Devlet’in, -M. Foucault’un vukufiyet ve derinlikle analiz ettiği gibi- bürokrasi, okul-üniversite (sosyal bilimler), adliye, parlamento, polis, ordu, hastahane, hapishane, çekirdek aile ve milliyetçilik ideolojisi ile “disipline” edici; “benlik teknolojileri” ile devlete bağlı yepyeni ve seküler bir birey/vatandaş (maneviyatın yitirilmesi- benliğin parçalanması ve esaslı bir narsisizm) ve toplum yaratmaya giriştiğini herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti de bu minval üzere kurulmuştur. Oysa Ulus Devlet öncesi (İmparatorluk) toplumlarında bireyin oluşumu, “sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik, ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir şekilde birbirine karışmasına izin vererek, bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar ve hatta bin yıllar boyunca sürmüştü.” (Hallaq, Wael. İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. s 174)
Türkiye Cumhuriyeti, çökmüş olan Osmanlı imparatorluğundan devraldığı kozmopolit “Ahali/Teba”yi tek-tip “Vatandaş” haline dönüştürmek için bahsi geçen ideolojik aygıtlar ile çalışırken; bin yıllık kadim kültür ve dini değerlerin taşıyıcıları olan ahalinin kahir ekseriyeti, buna (vatandaş olmaya) karşı bir direnç gösterdi. Kadim kültürün hukuki (Şeriat), bilimsel (Medrese), politik (Hilafet-Saltanat) ve dilsel (Alfabe-Osmanlıca)…maddi formları “devrimler” ile devre dışı bırakılırken; kimliğin ontolojik-manevi kurucu unsuru olan popüler Din (Tarikatlar), yeraltına çekilerek buna direnç gösterdi. Bir müddet sonra yeni formlar (Cemaatler) da ekleyerek varlığını sürdürdü. Yetmişli yıllardan sonra da politik (parti) ve kültürel (Vakıf, Dernek- İmam-Hatipler) formlar ekleyerek gelişmesine devam etti. Bu durumda yani Şeriatın (iman-ibadet ve ahlaka dayanan hukukun/fıkhın) ilga edildiği bir zeminde yeni biçimlenen Ulus Devlet ve oluşturulmak istenen “vatandaşlık/cemiyet”, muhafazakârların nezdinde epeyce bir oranda “gayri meşru” kaldı.
1950’ye kadar tek parti, 1960’tan sonra da askeri bürokrasi/vesayet rejimi ile Ulus Devlet bir yandan, bahsi geçen “ideolojik aygıtları” (L. Althusser) eliyle yeni vatandaşı yetiştirmeye çalışırken; öte yandan muhafazakâr direnişi hukuki yasak ve kültürel aşağılamalar ile (gerici-şeriatçı-ayağı çarıklı…) bastırmaya çalıştı. Muhafazakâr taban (Tarikat-Cemaat-Parti-Dernek, Vakıf…), aleni bir isyan girişimine teşebbüs etmeden önce, “Takiyye” ile devlete karşı bir duruş-karakter geliştirdi. 2000’lerin başlarında “idare-i maslahatçı” ılımlı merkez-sağın çökmesi ile de, 1970’lerde bulduğu dinsel/mistik “Mehdi” ve bir de çatal yürekli-karizmatik politik lider bularak devleti ele geçirdi. Daha sonra bu iki şahıs arasında politik-teolojik bir çatışma çıktı (15-Temmuz Darbe Girişimi). Politik lider (Halife/Sultan), halkın desteği ile dinsel Mehdiyi püskürttü ve iktidarını pekiştirdi.
Burada bir parantez açıp şu hususu belirtmek gerekir: İktidar, FETÖ darbesinin, ABD işbirliği ile Türk devletinin, Türk milletinin yıkılmasını ve parçalanmasını hedeflediği sonucunu sürekli dile getirirken; bu oluşumun ve teşebbüsün, iktidarla paylaştığı teolojik (Sünnilik-Sufizm) kökleri-sebepleri üzerinde durmaya ve bunu sorunsallaştırmaya asla yanaşmamaktadır.
Demokratik seçimler ile muhafazakâr tabanın (%50) desteğini alan karizmatik lider (Sayın Erdoğan) Türkiye’yi yaklaşık yirmi senedir idare ediyor. Son dönemlerde Ak Partinin bürokratik kadrosunun ve siyasi ekibinin ahlaki performansı üzerine toplumda ciddi tartışmalar yapılmaktadır. Aşağıda bu durumun teolojik ve politik sebepleri üzerinde duracağım.
A- Teolojik nedenler:
1- Antropolojik olarak, bir dinin kurucu tecrübesinin üzerinden uzun zaman geçince (İslam için 1400 sene) kendiliğinden bir iman ve ahlak kaybı yaşanır. Kur’an, kendinden önce “Kitap Ehlinin (Yahudi-Hristiyan)” bir gerçeği olarak bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur. (57/16).
2- Sünniliğin inanç/akide konusunda kurucu-öncü mezhebi olan “Mürcie”, yanlış bir yorum ile Kur’an’daki canlı “iman”ı, ölü itikat (tasdik) ile karıştırdığı gibi; İbn Teymiyye (Kitabu’l-İman, Kahire, tarihsiz, s. 63vd) ve T. İzutsu’nun vukufiyetle ortaya koydukları gibi, Kur’an’da iman ile ahlak arasında “kopmaz” bir bağ olduğu halde; Mürcie, bu bağı koparmıştır. (T. İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çev: S. Ayaz, İst, 1984, s. 268 vd). Fazlurrahman da bu konuyu Kur’an çerçevesinde ele alan müstakil bir makale yazmıştır (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi, Ankara, 1997, s. 1vd.) Bu hakikatin; Hariciliğin ahlaki ameli, imanın “parçası” sanarak yaratmış olduğu tekfir kampanyası ve katliam furyası ile hiçbir ilişkisi yoktur. Mutezile, imanı olduğunu söylediği halde, ahlakı olmayanlara “Mümin” sıfat vermemiş; onları “iki arada bir derede/isimsiz-sıfatsız (el-menziletu beyne’l-menzileteyn)” olarak nitelemiştir. Mürcie’ye göre: “Lailahe illallah” diyen, cennete gider. Bu yorum, Hariciliğin yaratmış olduğu terörü ortadan kaldırmış olsa da; bu light/beleş kimlik tanımının, Sünni dünyada hem imanın, hem de ahlakın zayi olmasına ciddi düzeyde sebebiyet verdiği, tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yüzden, tarih boyu doğru-yanlış ölü bir itikada sahip olan herkes, kendini mükemmel “mümin” sanıp, canlı ve doğru (dogmatik olmayan, gerekçeli) bir iman etme gayretine girmemektedir.
3- Sünnilikte “ahlak” sponsorluğunu Tasavvuf ve Tarikatlar üstlenmiştir. Tasavvuftaki “ahlak”ın, Kur’an’daki hali ile (Takva-Salih/Dürüst Amel) ilahi- kamusal bir sorumluluk değil; dünyadan bir kaçış (Züht), ahlaki koşulsuz bir hümanizm ve ilahi bir “aşk” problematiği olduğu bilinmektedir. Sabri Ülgener’in ortaya koyduğu gibi, -Selçukilerde olmasa da- Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar, toplumun dünyaya/hayata (politika-iktisat) karşı mesafe bilincini zayıflatarak-çürüterek onun çökmesine zemin hazırlamışlardır (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst, 1981, s. 52vd.)
4- Tarikat ve onun taklidi olan Cemaatlerdeki insan tipinin, karizmatik/dinsel bir lidere koşulsuz boyun eğen, toplumun tümüne (cemiyet) değil; grup üyelerine karşı aşırı (E. Fromm’un ifadesi ile “ensest” düzeyinde. Psilakaliz ve Din, çev. Ş. Alpagut. İst, 1990, s. 82) bir bağlılık yarattıkları bilinmektedir. Fetö olayı, bu gerçeğin yalın bir ifadesidir. Teolojik dogmatizmin (taklit), mistik narsisizm veya mazoşizm ile birleşmesi, bu sonucu doğurmuştur.
B- Politik nedenler
1- Ulus-Devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin rejim ve ideoloji (sekülerizm) değişimi, muhafazakârları, kendilerinin olduğuna inandıkları “devlet”in zorla ellerinden alındığı inancından hareketle, ona karşı bir mesafe koyup; “Takiyye” yaparak onu ele geçirmeye çalışırken; “Harp Hiledir” hadisini, bu Takiyye’yi meşrulaştırmanın mesnedi olarak okudular, yorumladılar.
2- Ulus-Devlet, bir Burjuva ideolojisi olarak, monarşiye karşı savaşıp “Hukuk”u, kendi haklarını garantiye almak ve çıkarlarını korumak için oluşturmuştu. Osmanlıda “Şeriat” –Kadıları her ne kadar siyasi erk atasa da- sivil ve ilahi bir otorite olarak toplumun haklarını koruyordu. Benim “Rahmani siyaset” dediğim, budur. Şeriat’ın ilgasından sonra muhafazakârlarda “Hukuk” veya “Kamu” alanı-kavramı oluşamadığı için, devleti “kendi”leri sanıp siyasi tahakküm peşinde koştular. Bu durumda Yasama ve Yargı (Hukuk) siyasi erkin (yürütmenin)/liderin uhdesinde (vicdanında) toplanmış oluyor. İslam toplumlarında “Hukuk (Şeriat) vurgusu, “Rahmaniyet (Ahlak-Adalet)” olarak İlahiliği/Allahlığı ifade ederken; salt siyaset vurgusu, “Kadir-i mutlak (Güç)” olarak İlahiliği/Allahlığı (Zillullahi fi’l-ard) ifade eder. Şeriat kategorisi, birincisine; “Ulus-Devlet” kategorisi, ikincisine delalet eder (Hz. Ömer ve A. Hitler). Devlette ve dünyada, hakem ve oyunun kuralları olmadan maçın nasıl geçebileceği tahayyülü ile Hukuk olmadan siyasetin nasıl geçtiği aynıdır.
3- Muhafazakâr tabanın yıllarca devlet imkânlarından uzak kalması, Türkiye’nin bilim ve teknoloji üretememesi yüzünden endüstri devrimine geç kalması ve sanayi sponsorluklarının seküler kesimlerce paylaşılmış olması, muhafazakâr tabanı, devletten sosyal yardım ve hizmet almaya; onların siyasi-bürokratik temsilcilerini de, “Rant-Emlak” ekonomisine sevk etti. Böylece ihalelerden (%lik) ve havadan/gökten (Emsal) para kazanmaya yöneldiler.
4- Ulus-Devlet’in, muhafazakârların bazı dinsel-sembolik değerlerini (Ezan, Kur’an öğrenimi, Başörtüsü) kamu kurumlarında yasaklaması, muhafazakâr tabanı temsilcilerinin kamusal ahlaki performansına bakmaksızın, onların “alınlarının secdeye varması”na fit olmaya sevk etmiştir. Hoş, 1960-1980 arası yaşanan yoğun iç göç esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, muhafazakâr halkın kendisinin, “Kamu hakkı”na ne kadar saygılı olduğunu da gösterir.
5- Batıda “Vakıflar”, zenginler tarafından kurulup kamuya, devlete, herkese hizmet (hayır/iyilik) vermektedirler. Muhafazakârların kurdukları vakıflar ise, siyasi iktidar tarafından devletten/kamu kaynaklarından finansa edilip, politik-ideolojik olarak belli bir kesime hizmet etmektedir. Bu durumda Vakıf, herkes için “hayır/iyilik” olmaktan çıkıp; “Bizim” için politik “güç” anlamına kaymış oluyor: “Medreseleri ve Tarikatları destekleyen büyük vakıfların kurucularının zengin yönetici elit olduğu, herkesçe bilinen müsellem bir gerçekti. …Onların motivasyon kaynağı, iktidarlarını halkın karşısında meşrulaştırmak; hizmet alanların motivasyonu ise, çaresiz ihtiyaçlarıydı.”(Hallaq Wael B. İslam Hukukuna Giriş. Çev: N. Kızılkaya.İst. 2018. S 90-91.)
Sonuç olarak, Cumhuriyet rejimi, hedeflerine tam ulaşamadığı gibi, bahsi geçen nedenlerden dolayı muhafazakâr ahali ve temsilcileri de sahip olduğunu iddia ettiği İslami değerlerden (iman-ahlak-hukuk) hayli uzak mesafelerde birbirleri ile kavga halindeler.