Cemaatte Muhafazakar Amerikan ve Mistik İslami Değerlerin Sentezinin Teolojik Zemini

İnsanda değerlerin hiyerarşisinin oluşumu ahlaki-psikolojik ve diyalektik bir süreçtir. Arzuların, korkuların, alışkanlıkların, menfaatin işin içine karıştığı karmaşık bir süreçtir. Söylenmiş sözleri, dışarıda var olan somut olay ve olguları, mantık kuralları, nedenselliği dikkate alma ile spirtual, psikolojik, rüya merkezli yorum, birbirinden farklı değerlerin oluşumuna vücut verir.

The Cemaatin- daha doğrusu başındaki kişi olan Fethullah Gülen’in- mistik ve rüya yorumuna dayanan tabiatını herkes biliyor. Bu cemaat, okul ve eğitim yolu ile İslam’a hizmet etmeyi amaçlayan bir hayır kurumu, uhrevi kurtuluşu amaçlayan dindar insanlar olarak biliniyordu. Oysa daha sonra seçimle iş başına gelmiş meşru hükümete karşı giriştikleri yargı operasyonu ve bunun arkasındaki teknik dinleme olayı, bu çevrenin esas amacının iç-politik olduğunu ortaya koydu. Nakşî tarikatların öteden beri politika ile içli-dışlı oldukları bilinmektedir. Nurculuk cemaati olarak kökleri Şerif Mardin’in gösterdiği gibi Nakşîliğe dayanan cemaatin kendine “politik” hedef koyması, yadırganacak bir şey değildir.

Cemaatin ünsiyeti

Cemaatin yurt dışına çıkışı, dünyaya açılışı, her ülkede İngilizce eğitim yapan okullar kurması, dünyanın patronu olan ABD den habersiz olamaz. Okulların dilinin İngilizce olması ile patronun dilinin İngilizce olması, cemaate ABD’ye karşı bir ünsiyet doğurmuştur. Esasında daha gerilere gidip tasavvufun Hıristiyanlık ile ra/u/hbaniyyet, zühd-çile (manastır-keşiş hayatı), maneviyat, ruhaniyyat, uhreviyyatta birleştiklerini bilmek gerekir. Uluhiyyetin ve uhreviyyatın muallimi Hz. İsa Mesih (a.s), Cemaatin önderi olan Fethullah Gülen’in psiko-fizyolojik olarak ilgi duyduğu ve hatta O’nu, Hz. Muhammed ile Hz. Meryem’in ruhaniyetlerinin evliliğinin “meyve”si olarak gördüğü bilinmektedir. Psikoloji ve seciye olarak Hz. İsa ve Gandi’yi kendine Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed’den daha yakın gördüğü aleykelbeyandır: Risk alma ve savaşma yerine, her şeyi Tanrıya havale etme, uzlaşma, barış tutumu. Cemaat, Mesih’in (Hz. İsa) dönüşünü haber verecek “Mehdi” veya Said Nursi tarafından revize edilen haliyle “Mehdiyet” edebiyatına/itikadatına inandığı yine herkesin malumudur. Cemaat, bazı Protestan mezheplerinde olduğu gibi, faaliyetleri ile dünyayı Mesih’in gelişine hazırlamakla yükümlü olduklarına inanmaktadır. Çünkü, inanca göre Hz. İsa, geri geldiğinde Hz. Muhammed’in şeriatını uygulayacaktır. Ayrıca Nurculuğun kurucusu Said Nursi’nin de Hz. İsa’ya ve onun üzerinden dinsiz-donsuz Avrupa yerine, dindar/muhafazakâr Amerika’ya sempati beslediği, hatta İslam’ın ikinci yükselişinin Batıdan/dindar Amerika’dan olabileceğine dair inanç beslediği “Risale-i Nur”da anlatılmaktadır. Diğer taraftan, Allah’ın istediği takdirde kafir kullarını Müslümanların başarısı için görevlendirebileceği inancı, Cemaatin Amerika ve İsrail ile ilişkilerinin teolojik saiklerinden birini oluşturmaktadır. Amerikan muhafazakârlığının Angilkan(protestan) mezhebinin pragmatizm olarak yorumundan ibaret olduğu bilinmektedir. Yani, Katolikliğin dogmatik, ritüel ve politik kılçıklarından (Roma-Vatikan) temizlenerek püriten/asketik, dünyevi bir “ahlak”ın zamanla bütün erekselliğinin/gayesinin dünya hayatına/menfaate/zevke/hazza çıkması/indirgenmesi.

Cemaat, merkezini ve beynini Pensilvanya’ya taşıyarak ABD ile simbiyoz bir yaşam başlamış oldu. Cemaatin teolojik din yorumunun radikal/fundamental/selefi/şeriatçı olmaktan ziyade, “pozitif” eğilimli-bardağın dolu tarafını görme/polyanacı, tedricilik, barış ve diyalogdan yana olması, kurucusunun mistik/İsevi-rü’yevî tabiatından kaynaklanmaktadır. Hz. İsa’nın mesajının, Anglikan/Protestan yorumu ile ABD de pragmatizm adı altında dünyevi bir “şeriat”a dönüşmesi, burayı cemaat için politik-ahlaki (muhafazakârlık) bir “üsve-i hasene” mertebesine çıkarmaktadır.

Cemaatin televizyonlarında sürekli “Serengate” vahşi hayvan belgesellerinin yayınlanması, “Muhammed ve beraberindekiler, birbirlerine karşı merhametli, kafirlere karşı şiddetlidirler (48/29)” ayeti gölgesinde, hayvanlar alemi  “örnek” alınarak cemaat üyelerinin birbirlerine karşı “dayanışması” ve öteki veya düşman olarak belirlediklerine karşı sistematik “acımasızlıkların” doğa kanunu gibi, Allah’ın bir sünnetullahı olarak yorumlamalarını gösterir. En iyi örneğini Amerika’nın oluşturduğu serbest piyasa ve kapitalizm sistemi de teorik olarak bu “doğa durumu”na dayanmaktadır. Cemaatin ekonomik, sosyal ve politik güvenlik kuşağı içindeki herkes, kendini “sahabi” pozisyonunda layüsel, günahsız, Allah’ın korumasında olarak görür. Politik ütopya, dünyanın İslamlaştırılmasıdır. Cemaat, bu bağlamda İslam’ın “tebliğcisi” değil; onun her türlü tecessümü olarak “temsilcisi”dir. Dünyadaki “okullar”, bu temsiliyetin makamlarıdır. Ütopyaların büyüklüğü oranında ütopistlerin akıl almaz fedakârlıklara katlanıldığı gibi, insan harcamalarına ve diktatörlüklere göz yumulduğu Haşhaşilerden, Faşizm (Hitler) ve Komünizm (Stalin) ütopyalarından, İran İslam Devriminden (Humeyni) hatırlanmaktadır.

“Fars Pers, bize ters”

“Kıratın yanında duran ya suyundan alır, ya da huyundan alır” sözü fehvasınca, cemaatin üst düzey elemanlarının uzun süre FBI, CAI, Yahudi-Anglikan sivil toplum örgütleri üyeleri ile içli-dışlı olarak bir yakınlık-ünsiyet oluşmuş durumda. AK Parti’nin Ortadoğu-İslam ülkeleri (İran dahil) ve İslami örgütler (İhvan-Hamas) ile “ümmet” kavramı çerçevesinde kardeşlik, yakınlık oluştuğu gibi, cemaat ile de ABD, İsrail ve AB ülkeleri arasında bir yakınlık-ünsiyet-dostluk oluşmuş durumda. ABD ve İsrail, yeryüzünün silahlı mutlak güçleri (tanrıları) olarak görülürken; bu ilahlara boyun eğmeyen Şia ve Selefiler de, bu ilahların gördüğü gibi adeta “şeytan”lar olarak görülmektedir. Bundan dolayı, Cemaat, AK Parti’yi Türkiye’de “Acem uşakları” ve “Siyasal/Fudamantalist İslamcı” olarak kendisinin adeta “düşman” ötekisi olarak görmektedir. Cemaat, AK Partiyi, İran siyasal İslamı ile akrabalığı bağlamında: “Fars/Pers, bize ters” eleştirirken; dünya sisteminin ABD güdümündeki hegomonik yapısına asla ses çıkarılmamaktadır. Son yıllara kadar AK Parti ile olan birliktelik, kendilerince tamamen “ittifak”(NATO gibi) çerçevesinde olan bir birliktelik olarak algılanmıştı. Referandumda AK Partiye oy vermenin “farz-ı ayn” olduğunu ileri sürenlerin, son seçimlerde AK Parti’ye oy vermenin adeta “günah” olduğunu söylemeleri, dinin siyasete “alet” edinilmesinin iyi bir örneğidir.

Hz. İsa, tasavvuf, rüyalar/ilhamlar ve Amerikan muhafazakârlığı, yan yana durunca Kur’an’ın bu gün içinde bulunduğumuz koşullar açısından yeniden yorumlanması, sorun olmaktan çıkar ve “Kur’an Müslümanlığı” sapıklık olarak görülür. Cemaatin başta lideri olmak üzere, bütün mensuplarının “Allah rızası” ve “ahiret saadeti” gayelerinden başka bir amaçlarının olduğunu söyleyenlere asla itibar etmem. Bundan dolayı da bunların Türkiye, Türk milleti ve Türk Devletine karşı “su-i kasd” ile ihanet içinde oldukları görüşü doğru değildir. AK Parti’ye ihanet ettikleri, kumpas kurdukları doğrudur. Gizli/illegal dinlemelerle elde ettikleri bilgileri, yabancı istihbarat elemanlarına -kendilerince “iyi” niyetle dahi olsa!- verdikleri mahkemelerce ispat edilmedikçe “ihanet”lerine hükmedilemez. Bunlar, eriştikleri güce (teknik takip, yargı-polis elemanı ve Medya-TUSKON) güvenerek askeri vesayeti darbe kumpasları ile hapislere tıkarak tasfiye ettikleri gibi, hükümeti de tasfiye edebileceklerini düşündüler. Bunun sebebi ise, başta Fethullah Gülen olmak üzere, Cemaatin üst düzey elemanlarının bilinçlerinin mistik tecrübesi/vizyonu (rü’yet-Rüya) dolayımı/gölgesinde, gerçekte ise Amerika’nın derin siyasi aklı tarafından etkileniyor/kullanılıyor olmasıdır. Daha doğrusu, ikisinin iç içe geçmesidir. Cemaatin bazı “normları” artık, fiilen orada belirleniyor. Bunu cemaatin yazar ve yorumcuların görüşlerinin ABD ve İsrail’in Türkiye politikaları ile örtüşmesinden de anlamak mümkün.

Samanyolu TV de sürekli yayınlanan Afrikadaki Serengate düzlüklerindeki aslanların, sırtlanların, vahşi köpeklerin… organizeli bufalo-antilop avlama belgeselleri, cemaatin organizeli, disiplinli, dayanışmalı “başarı” felsefesini yansıtırken; Sızıntı dergisinde periyodik olarak anlatılan karıncaların, termitlerin kraliçe karıncanın kontrolündeki “işçi” ve “asker” karıncaların disiplinli komün yaşamı, cemaatin hiyerarşik örgütlenme tarzını yansıtır. Askeri vesayetin kırılmasındaki tekno-bürokratik başarıları ve son olarak da Ak Partiye karşı giriştikleri saldırılar, bunun bir örneğidir.

Nietzsche der ki

Friedrich Nietzsche, ruhban aristokrasisinin ve mistik-çileci ahlakın halet-i ruhiyesini şöyle tahlil eder: “İşin içinde savaşın olması, yeteri kadar vahim onlar için! Rahipler, en kötü düşmanlardır; bilindiği gibi. Niye peki? Çünkü onlar en aciz olanlardır. Onlarda kin, aczden doğup, en muazzam ve en tüyler ürpertici, en tinsel ve en zehirli biçime ulaşır. Dünya tarihinin en büyük kincileri rahipler olmuştur her zaman, aynı zamanda en tinsel kincileri de: -rahip kininin ruhu yanında başka hiçbir ruhun sözü edilemez. İnsanlık tarihi, acizlerin ona kattığı  ruhsal akıl olmasaydı; fazla ahmakça bir şey olurdu… “Hınçlı insan, ne samimidir, ne saf, ne de kendisine karşı açık ve dürüst. Ruhu şaşı bakar; tini gizli delikleri, arka yolları, arka kapıları sever. Saklanmış her şey, onun dünyası, onun güvencesi, onun merhemi gibi gelir ona. İyi bilir susmayı, unutmamayı, beklemeyi, geçici olarak kendini küçültmeyi ve alçaltmayı. Böylesi hınçlı insanlardan oluşan bir topluluk, sonunda başka bir topluluğa oranla kaçınılmaz olarak daha kurnaz olur. Nitekim kurnazlığa büsbütün farklı bir paye verir. Birinci derecede bir var olma koşulu olarak görür onu. Oysa, asil insanlar için, kolaylıkla lükse ve incelmişliğe kaçan nahoş bir tat taşır kurnazlık”… “Burada intikam ve kuyruk acısı duygularının solucanları kaynar; gizli saklılıklar ve itiraf edilmez şeyler, havayı leş gibi kokutur. Burada en kötücül komplo, durmadan ağını örer, – acı çekenin, nasipli ve utkulu olana karşı kurduğu komplo; burada utkulu olanın görünüşünden nefret edilir. Üstelik, bu nefreti, nefret olarak itiraf etmemek için de ne yalanlar atmak! Büyük laflar, büyük edalar için ne zahmetlere girmek, nasıl da bir “dürüst” iftira sanatı! Bu nasipsizler: ne de asil bir belagat akar dudaklarından! Ne de çok şekerle kaplanmış, sahte, teslimiyetçi bir boyun eğme yüzer gözlerinde! Ne isterler ki bunlar aslında? Adaleti, sevgiyi, bilgeliği, üstünlüğü en azından temsil etmek -budur, bu “en alttakiler”in, bu hastaların ihtirası! Ve ne de merhametli kılar bu ihtiras! Erdemin damgasını, erdemin altın şırıngasını dahi taklit etmedeki kalpazanlık becerisine hayranlık duymamak elde değildir zira. Bunlar, erdemi iyiden iyiye sahiplendiler artık; bu zayıflar ve ümitsizce hastalıklılar, buna şüphe yok: “ yalnızca biziz iyi olanlar, adil olanlar” diyorlar, yalnızca biziz h o m i n e s  b o n e a  v o l u n t a t i s (iyi niyetli insanlar). Bize yöneltilmiş canlı ithamlar, ihtarlar olarak geziniyorlar aramızda, -sanki sağlık, nasiplilik, kuvvet, kıvanç, iktidar duygusu kendi başlarına utanılacak şeylermiş gibi, ileride kefareti ödenmesi, hem de acı bir şekilde ödenmesi gereken şeylermiş gibi. Ah! Kendileri nasıl da hazırdır ödetmeye aslında; nasıl da can atarlar c e l l a t olmaya! Yargıç kılığına bürünmüş, “adalet” sözcüğünü zehirli bir tükürük gibi sürekli ağızlarında taşıyan, ağızları, her keyfi yerinde görünen ve  hoşnutlukla kendi yolunda gidene tükürmeye hazır biçimde büzülmüş intikam düşkünleri, bolca bulunur onların aralarında….” (Nietzsche. Ahlakın Soykütüğü. ç: Z.Alangoya. 25,31,127-128)

http://www.star.com.tr