2.12.2015
Alman hukukçu düşünür Carl Schmitt, siyaseti Estetik(güzel-çirkin), Ahlak(iyi-kötü) ve Ekonomi(kâr-zarar) de olduğu gibi içerikten bağımsız, formel olarak “dost-düşman” kavramları ile tanımlar. Siyasal düşman, yabancı ve ötekidir.(1) Antropolojik olarak bu tanım doyurucu ve oldukça kapsayıcıdır. Tarihsel pratiğe baktığımızda “Dost-Düşman” formlarının içeriğinin: 1-Etnisite/kavim/kabile-ırk/dil, 2- Din-mezhep, inanç, ideoloji, 3- Çıkar, 4- Ahlak kriterlerinin biri veya bir kaçı tarafından doldurulduğunu görürüz.
Kur’an’a baktığımızda bu toplumsal yapıların oluşumları doğal olarak toplumsal düzlemde onaylansa da, siyasal bağlamda “dost-düşman” ayırımının meşruiyetinin “Ahlak”(adalet-zulüm) ile içeriklendirilerek baştan sona kadar korunduğunu görürüz. Kur’an’da din/iman da nihayetinde Allah’a karşı Ahlaki bir tutuma indirgenir. Şöyle ki, Allah’ın nimetlerine karşı şükran duygusu ile ona “iman” edenler onun “dostu(veliyullah)”; bu nimetlere karşı “nankörlük(küfür)” gösterenler ise, O’nun “düşmanlarıdırlar(aduvvullah)”. Kafirler, müminlere “düşman” olmadıkları müddetçe, uluslar-kavimler, kabileler arası hukuka(anlaşma/ahit-akit) göre barış içinde eşit ilişkiler kurulacak topluluklardır. Müslümanlara karşı zulmedenler(işkence, sürgün, öldürme, sömürme…), Müslümanların düşmanları; bunlara kalkışmayanlar ise, kendileri ile “Adalet(eşitlik, hakkaniyet)” ilkesine bağlı olarak aynı yurtta da hukuki sözleşmeli olarak birlikte(Biz olarak) yaşanacak gayri müslimlerdir. Aynı anda hem kafir hem de zalim olanlar, hem Allah’ın, hem de Müslümanların düşmanlarıdırlar; kafir olup, insanlara-Müslümanlara zulmetmeyenler, Müslümanların düşmanı değildirler; zulmedenler, Müslümanların düşmanıdırlar. Aynı inancı paylaşan müminler, dini anlamda bir “millet”tir; sözleşmeli/anayasal olarak birlikte(aynı yurtta/ülkede) olan müslim-gayri Müslimler ise, siyasi bağlamda maslahata dayalı bir “ümmet(dost-biz)”tir.
Bu bağlamda Hz. Muhammedin Medine’de(yurt/ülke) yaptığı “vatandaşlığı” kuran “Toplum Sözleşmesi” örnek bir uygulamadır. Emevilerden itibaren, gayri Müslimlere tanınan “Zımmilik” statüsü ise, gayri İslami bir uygulamadır. Gayri müslimler, savaşa alınmadıkları için ödedikleri “cizye” vergisi, hakkaniyete uygundur; oysa bu sözleşmede gayri Müslimlere -Müslümanlara zulmetmedikleri halde- adalete ters olarak “ikinci sınıf” insan muamelesi yapılmıştır. Halbuki, onların gayri müslimliği(küfür) Allah ile ilişkileri bağlamında özel bir sorundur; Müslümanları ilgilendirmez. Dinde zorlama yoktur(2/256). Sizin dininiz size; bizim ki de bize(109/6). Tarihsel pratikte ve bugün dini/İslami “ümmetçilik”, yanlış bir şekilde “iman kardeşliği” üzerine kurulmuştur. “Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek devlet” mottosundaki “Millet” kavramı, ister modern “ulus=nation” anlamında olsun; isterse Kur’an’daki anlamı ile “aynı dinin müntesipleri, müminler topluluğu/iman kardeşliği” olsun, siyasal bağlamda devlet-yurt/ülke kurmanın, siyaset yapmanın, birlikte yaşamanın kriteri olarak yanlıştır. Görüldüğü gibi, bu ideolojide “dost-düşman” ayrımı din-iman üzerinden kurulmaktadır. Seküler liberal-milliyetçilikte ise “dost-düşman” ayrımı etnisite(ırk/dil) veya çıkar üzerinden kurulmaktadır. Örneğin: Evrensel İslami Siyasal Ümmetçi bir perspektiften vatandaşlarının bir bölümü “Cami”yi, bir başka bölümü de “Cemevi”ni ibadet mekânı olarak kabul ediyorlar ise, devlet bunu tanır; ayrımcılık yapmaz. Devletin misyonu “Hidayet” değil, “Adalet”tir.
2/Bakara Suresi 191-194 ve 8/Enfal-39. ayetler, Müslümanlar ile müşrikler arasındaki “savaş durumu”nda Müslümanların misli ile mukabelede bulunmalarını ifade eder. Savaşın gerekçesi, müşriklerin zalimliğidir. 2/193 ve 8/39. ayetlerde: “ zulüm/baskı/işkence(fitne) kalmayıncaya ve din (seçimi) Allah(için) oluncaya kadar onlarla savaşın; onlar savaşmaya son verdiklerinde, siz de son verin. Düşmanlık, sadece zalimlere karşıdır.” denmektedir. 194. ayette ise, süresi boyunca savaşmanın yasak olduğu “Haram Aylar”ın karşılıklı olduğu; eğer müşrikler, bu aylarda müslümanlara saldırırsa, onların da karşılık vermelerini ifade ediyor.
Ebu Hanife ve takipçisi İmam Maturidi savaşın gerekçesini(dost-düşman) zulüm/işkence/saldırganlık(fitne) olarak görürken; Şafii-Arap müfessirler, ayetlerde geçen “fitne” kavramına Kur’an’da hiç kullanılmayan, ikincil ve mecaz anlamlar olan “şirk-küfür” anlamını vererek, savaşmanın gerekçesini(dost-düşman) “Küfür” olarak yorumlamışlardır. Yorumlarında bir de “Ben, insanlar: “Lailahe illallah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emr olundun” diye bir de Hadis zikretmektedirler.(2) Bu hadisin “Dinde zorlama yoktur”(2/256) ayeti ile çelişik olduğu, gayet açıktır. Fakihlerin, dış politikanın temeli olarak geliştirdikleri, “Sürekli Savaş Hali” anlamına gelen “Daru’l-Harp” kavramı, aynı mantık tarafından üretilmiştir. İslam tarihi boyunca ülke işgal etme anlamına gelen “Fetih ve Cihat” pratiği, meşruiyetini bu yorumdan almıştır.
Burjuva sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilen modern toplum projesi/ulus inşası, “tek ulus, tek ülke” ilkesine dayanıyordu. Amaç, Burjuva sınıfının hakimiyetinde bulunan diğer etnik farklılıkları ezerek, öğüterek, asimile ederek ortadan kaldırmaktı. “Bir devlet sınırı içerisinde geriye sadece tek bir dile, tek bir kültüre, tek bir tarihi hafızaya ve tek bir bağlılığa yer veren oda kalmıştır. Burjuva sınıfının dışındaki etnik-dini “topluluklar, yeni ulus-devletin sunduğu milliyetçilik ve liberalizm yüzleri arasında hiçbir temel farkın olmadığını gördü: Milliyetçilik ve liberalizm farklı stratejiler tercih etti; fakat, benzer sonuçlara yönelik gayretler gösterdi. Topluluklar için onların planları dışında ya da kendi kendini idare yaklaşımları sağlayacak bir boş alan yoktu. Tek uluslu milliyetçi bakış açısı ile özgür ve bağımsız vatandaşlardan oluşan liberal bir cumhuriyet modeli içerisinde de topluluklara yer yoktu. Ulus-devletin iki yüzünden(milliyetçi-liberal) hangisi geleceğe bakarsa baksın, gördükleri sadece ara güçlerin muhtemel düşüşüdür. Bu proje, etnik azınlıklara acımasız bir tercih bırakmıştır: asimile olmak veya yok olmak. Yani aslında kültürel kimlik farklılıklarından gönüllüce feragat etmek yahut zorla ellerinden alınmak. Her iki alternatif de aynı sonuca çıkıyor… Asimilasyon için yapılan baskıların amacı diğerlerini farklılıklarından mahrum bırakmak. Milletin geri kalanından farksız bırakmak için, ulusal kimliğin tekil yapısında onları sınıflandırmak, hazmetmek ve çözmek.”(3)
Görüldüğü gibi, Batıda gerçekleştirilen “Laiklik” ilkesi, Kilisenin despotizmine karşı dini topluluklara özgürlük temin etmiş olsa da; milliyetçilik ve liberalizm, etnik farklılıkları ortadan kaldırmıştır. İslam ise, metafiziği ve toplumsal sözleşme teorisi açısından hem dini, hem de etnik farklılıkları bir arada tutmaya elverişlidir. Ancak, son yüz yılda Mısır’da oluşan “İhvan-i Müslimin”, Pakistan’da oluşan “Cemaat-ı İslami” ve Türkiye’de oluşan “Milli Görüş” adlarındaki “İslamcı” hareketler, tarım toplumlarında oluşturulmuş “Şeriat” kategorisi ve imparatorluk zamanlarındaki “Zımmilik” statüsü yorumundan vazgeçemedikleri için, bu elverişliliği görememişlerdir. Bu hareketler, Demokrasiyi, “Şura” kavramı ile meşrulaştıramadıkları gibi; Laikliği de, Ayet ve Hadise(kaynaklara) aleni atıf yapmadan -çünkü aleni atıf dogmatizm, fanatizm, despotizm ve iç savaş potansiyeli taşır- ahlaki-akli ve “Dia-kritik”(diyalojik ve eleştirel) olarak yani gerekçeli olarak yasama yerine salt “dinsizlik” olarak algılamışlardır.
“Dillerin ve renklerin farklı olması, Allah’ın iradesi ile”(30/22) oluştuğuna göre, bir ülkede/yurtta/vatanda yaşayan/yaşamak zorunda olan/kalan farklı etnisite ve dinden insanların ortak, rızaya dayalı, eşit onura sahip “vatandaşlar” olarak yaşamaları gerekir. Ulus Devlet “sınır”larının neredeyse tamamının rıza ile değil, zorla-güç(boyun eğdirme-eğme) ile çizildiği bilinmektedir. Ümmetçi devlet yapılanmasında Hakkaniyet/Eşitlik ve Adaletten dolayı “Yönetim” sorunu olamayacağına göre, ülkede yaşayan halkların iletişim(maslahat) için çoğunluğun dilinin “Resmi Dil” olması, hakkaniyete uygundur. Makul çoğunlukta olan azınlıkların eğitim dilinin, ana dille olmasında bir sakınca yoktur ve azınlıkların hakkıdır. Böylece “öz/özerk-yönetim” veya bölünme gerekçesi, ahlaken ortadan kalkar. Böyle bir yapıda kimlikler, birbirlerini tehdit olarak değil; karşılıklı etkileşim içinde, eşit “yurttaş/vatandaş”lar olarak görürler. Birlikte biz/dost olmanın raconu, uzlaşma ile oluşturulmuş evrensel ahlaka dayalı hukuktur. Her “öteki”, yurttaş olmayan, “düşman” değildir; düşman öteki, zalimlerdir.
“Önermelerin(fikirlerin/ideolojilerin) çeşitli olması, bizi rahatsız etmemeli. Çünkü, çeşitliliğe katılan her yeni önerme, bir fırsatı gözden kaçırma tehlikesini yahut bir olasılığın gerçek belirtisini önemsiz görme durumunu azalttığı için hoş karşılanmalıdır. Bir önermenin değeri, onu kimin oluşturduğuna, yahut kimin deneyimine ait olduğuna bağlı olmamalı ve en iyi çözümlerin “bizim” tekelimizde olduğunu düşünmemeliyiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, yukarda söylenenlerden hareketle burada biz tüm önermeleri eşit değerde ve seçilmeye değer olarak kabul edeceğiz anlamına gelmiyor. Kaçınılmaz olarak, bazıları diğerlerinden daha iyi(doğru) olacaktır. Basitçe bu, mutlak kanaatleri kabul ve katı cümleler paylaşmak konusunda hazırlıksız olduğumuz anlamına gelir. Faydalı ve gerçekten değerli fikirlerin, ancak tüm farklı seslerin olduğu gibi kabul edildiği, bütün olası eleştirileri ve kabullerin iyi niyet ve itimat ile yapıldığı çoklu bir diyalog ortamında sağlanabileceğini, hepimiz kabul ederiz. Başka bir ifade ile, kültürel farklılığı kabul etmek, bir son değil; bir başlangıçtır.”(4)
1- Schmitt, K. Siyasal Kavramı. Çev: E.Göztepe.İst. 2006. 47
2- Bağavi, Mealimu’t-Tenzil. Beyrut.1995.I/162. İbnu’l Arabi. Ahkamu’l-Kur’an. Beyrut. 1988. I/155. Beyhaki, Ahkamu’l-Kur’an li’l-İmam eş-Şafii. Beyrut.1990. 393. Kurtubi, Cami’ul-Ahkam. Kahire. 1935. II/354. Maturidi, Tevilat’l-Kur’an. İst. 2005. I/377.
3- Bauman, Zygmunt. Akışkan Modern Toplumda Kültür. Çev: İ.Çapçıoğlu-F. Ömek. 2015. Ankara. 84 vd.
4- Bauman, a.g.e. 70.