Kurumsal Siyaset-Hukuk ve Kişi Kültü Siyaset

1- SİYASET

Siyaset, toplumsal hayatı kuran ve devam ettiren iradedir. Siyaset, toplumsal bağlamda “olay çıkarmak ” A. Bodio) veya çıkan olayları kontrol etmek, manipüle etmek ve çözmektir. Siyaset, öncelikle bir toplumun ontolojik olarak var kalmak/hayatta olmak ve –eğer Makyavelist ve Muaviyeci değilseniz- maruz kaldığınız olayları ve sorunları ahlaki ilkelere göre çözmek veya ahlak ilkelerine göre olay çıkarmaktır. Siyaset, Platoncu anlamda kapalı bir toplum yaratmak değil; Aristocu anlamda pratik etik olarak toplumsal haksızlıkları ve zulmü azaltmaktır. Ancak güç istenci, içgüdü, kurnazlık, tahakküm, kavga siyasetin doğasında var olan kaçınılmaz hususlardır. Kurum, ahlak, ortak kültür anlamında Kanon ve hukuka karşıt olarak “siyaset”, içgüdü ve güç istencini ifade eder. Bu nedenle toplumun aşırı siyasallaşması, hayra alamet değildir. Normal olan, sorunların kurumlar ve kurallar (ahlak-hukuk) yolu ile çözülmesidir.

1961 Askeri darbesinden sonra muhafazakâr kesimde siyasete atılmak, bir yandan “kefen giymek” gibi bir korkuyu ifade ederken; diğer yandan da peygamberimizin “Harp hiledir” hadisine dayanarak siyaseti “savaş/harp” olarak yorumlayıp her türlü hile, kurnazlık, yalan, kumpas, pusu, takiyye, desise… meşrulaştırılmış ve mubah olarak görülmüştür. Giderek de seküler ve muhafazakâr kesimlerde birlikte siyaset çıkar, menfaat, para, itibar, şöhret… kazanmanın en muteber yolu haline gelmiştir. Avrupa’da ise siyaset, “honourial duty=topluma karşı onursal görev” olarak algılanmıştır.

2- KURUMSAL SİYASET VE HUKUK

Kurumsal siyaset ve hukuk, siyasetin doğasındaki olumsuzlukları asgariye indirmek anlamında medeni bir tutumdur. Siyasal sorunları kurumlar oluşturarak çözmek iş bölümü yapmak, uzmanlaşmak, işleri ehliyet ve liyakat sahiplerine tevdi etmek, ortak aklı devreye sokmak, sistem kurmak, riskleri azaltmak, tuzaklara düşmemek, kurulan tuzakların kolayca farkına varmak, kandırmayı ve kandırılmayı önlemek, herkesi ilgilendiren doğrular ve faydalardır (maslahat).

Ortak rıza/oydaşma ve hakkaniyet yolu ile yaratılan hukuk ise ilkeler hâkimiyeti, denetim, adalet, düzen, istikrar, eşitlik, güven ve özgürlüklerin garantisidir. Zorla-zorbalıkla ve keyfi olarak bir kişinin veya grubun çıkardığı hakkaniyete ve kamu maslahatına değil; kişisel veya zümresel çıkarları temin etmeye dönük yasalara, “Hukuk” değil; “Kanun” denir. Yasamanın, toplumun tümünü temsil eden Meclise/Parlamentoya verilmesi; yürütmenin, iktidarda olması ve yargının, siyasal erkten bağımsız bir kurum olması; Avrupa’nın, kanlı tecrübelerden sonra geliştirdiği sonuçlardır.

3-KİŞİ KÜLTÜ SİYASETİ

Siyasette toplumsal katılım, temsil, şura yerine yetkilerin bir kişiye tevdi edilmesi, ilkel bir tutumdur. Kişi kültü, insanlık tarihinde oldukça uzun süre ve geniş coğrafyalarda var olmuştur. Günümüzde hâlâ ortadan kalkmış değildir. Kişi kültü, toplumların politik sorumluluk üstlenme cesareti göstermemeleri veya zayıf-cahil irade(sizlik) lerinden kaynaklanır. Kişi kültü/karizması, (peygamberler hariç) ya kendine Tanrısal bir yardım yapıldığı batıl inancı (Mehdi-İmam) veya çatal yürekli birinin ölümü ve yaralanmayı göze alarak ait olduğu toplum lehine ortaya koyduğu bir kahramanlık veya gücü-zorbalığı ile toplumu korkutması-sindirmesi ile oluşur. Totaliterlik, tiranlık, zorbalık, kibir-gurur, keyfilik, yanılma-yanıltma ve bilgelik tek adam yönetimlerinin nitelikleridir. Tek adam ile halkın arasında onun iradesini yansıttığını söyleyen “şefaatçi” siyasi ve bürokratik putların oluşması, bu yönetim tarzının bir başka olumsuzluğudur.

“Bilge Kral” özlemi, bir “Süreyya Yıldızı” olarak sönmüş gezegenler arasında uzakta parlayıp durur.
Kişi Kültü siyaseti Mezopotamya, Doğu Akdeniz ve Mısır’da kökleri bulunan “Çoban-Sürü İlişkisi” koduna dayanır. Yunan şehir devletlerinde yönetim işi “Gemi-Kaptan” ilişkisidir. Avrupa ve Amerika demokrasileri, bu kodun Aydınlanma, Rönesans, Reform ve Fransız Devrimi ile tekrar keşfidir. İslam öncesi Yemende kurulan Main ve Sebe devletlerinde “Şura” ya dayalı benzer bir yönetim şekli mevcuttu (27/32). İslam, bunu tavsiye etmiştir (3/159, 42/38). Ancak Araplar, İran ve Bizans’tan etkilenerek birinci koda dönmüşlerdir.


Türklerde han, hakan, bey, başbuğ ve kağan kavramlarında; İranlılarda şah-padişah; Araplarda ise, İslam döneminde “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak Allah (Tevhit) tasavvuru ve “masum” peygamber imgelerinden mülhem ve “ Zıllulah (Allah’ın gölgesi)” olarak tezahür eden “Halife” ve “Sultan” kavramları, siyasette “çoban-sürü” ilişkisine dayanan kişi kültünü ifade ederler. Bu konuda L.Gardet şöyle diyor: “Hrıstıyan geleneği: “Her otorite, Tanrı’dan gelir(Omnia potestas a Deo)”der. İslam da şüphesiz bu görüşü kendi adına benimser ve onu aşar. İslamda her otorite Tanrı’dan gelmekle kalmaz; kelimenin gerçek anlamında Tanrı’nın otoritesinden başka otorite yoktur. Tanrı’nın otoritesinin gerçek devri yoktur. Tanrı, erişilmez aşkınlığında sonsuz derecede yalnız olarak tek başına yönetir.”(Lois Gardet. Müslüman Site. Çev: A.Aslan.İst.2014.s 58). “ Her otoritenin Tanrı’nın otoritesi olduğu; Tanrı’nı ise, Kadir-iMutlak olduğu ve inssnların göremiyecekleri, anlamayacakları yollarla eylemde bulunduğu için, bir iktidarın meşruiyetinin ilk garantisi bizzat başarıya ulaşmış olma olayının kendisidir. Müslüman cemaati pozitif “adalet” kavramına o kadar bağlı olmasına rağmen; üstün gelen ve başarıya ulaşan güce hemen her zaman doğuştan bir saygı duymuştur.”(L.Garde. a.g.e. s60).

Bu yorum, Sünni ve Şii politik teorileri için doğru olabilir. Ancak, değindiğimiz gibi, yönetimde Kur’an “Şura” yolu ile otoriteyi halk ile paylaşır. İslam’ın erken döneminde Hz. Ebubekir’in politik bağlamda siyasal otoritesi“Halifet-i Resulullah” kavramı ile peygambere/dine/kutsiyete bağlanırken; Hz. Ömer, bu lakabı reddederek kendinin “Emre’l-Müminin “ olarak halka atfedilmesini istemiştir. Hz. Ömer, kendinden sonra yöneticinin “şura” yolu ile seçilmesini isterken doğru davranırken; altı kişilik şura üyelerinin tümünün “Kureyş” kabilesinden seçmesi, yanlıştı.

4-TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasından sonra verilen bir kurtuluş mücadelesi (Milli Mücadele) akabinde bu mücadelenin komutanlarından biri olan M. Kemal Atatürk önderliğinde bir “kültürel devrim” ile kurulmuş bir Ulus-Devlettir. M. Kemal’in kahramanlığı, -hakan/kağan, başbuğ… olarak- ona bir Tek-adam yönetimi bahşetmiştir. Yapılan kültür devrimi, politik bağlamda Bodio’cu anlamda büyük bir siyasal “Olay Çıkarma” dır. Bu “olay”, kültürel bağlamda toplumu seküler ve muhafazakâr/dindar olmak üzere ikiye bölmüştür. Avrupa’nın başardığı gibi toplumsal uzlaşma, tartışma ve kültürel kamusallıklar yani “Kanonlar” yaratarak toplumsal hayatı deruhte etmek, yönetim oluşturmak yerine; -tarihsel şartların zorlaması ile- “devrim”le başlamak, Türkiye toplumunu sonuna/gırtlağına kadar siyasallaştırdı. M. Kemal’in oluşturduğu tek adam yönetimi, vatandaşların kimliklerini değiştirmek için devletin ideolojik aygıtları ile ( okul, üniversite, hapishane, hastahane, kışla, çekirdek aile, adliye…) yeni “kimlik teknolojileri” geliştirdi: Çağdaşlık, Atatürkçülük/Kemalizm, Laiklik. Onun ölümünden sonra Batıdaki devlet kurumları ve kimlik politikaları taklit edilmeye çalışıldı. 1950 sonrasında tek adam yönetiminin “gölgesi” olarak askeri vesayete rağmen; Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal, Batılı anlamda kurumsal siyaset ve hukuk oluşturmaya çalıştılar.

Devrimin, toplumun kahir ekseriyetinde yarattığı kültürel travma, dini kimliğin rezistansı olarak cumhuriyet tarihi boyunca iki tane belirgin “”cemaat” karizması (Said Nursi-Fethullah Gülen); iki tane de politik kahraman (N. Erbakan ve Tayyip Erdoğan) yarattı. Birinciler, daha ziyade karizmatik “Mehdi” figürünün tezahürleri iken; ikinciler, “Halife-Sultan” figürünün modern tezahürleridir. Devrimin Kürtlerde yarattığı içerleme/uçuklama ise, Abdullah Öcalan’ı doğurdu. Abdullah Öcalan’ın mahkûmiyetinden sonra, Kürtler, siyasal temsili kahramanlık ve karizmadan “Eş Başkanlık” formuna evrildiler. Terör (PKK)den kopamamaları, Kürt siyasetinin önemli bir zaafı olarak devam ediyor.

Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi, etnik ve dini/mezhebi olarak “çoğul” bir toplumda kurumsal siyaset ve hukuk oluşturmak, toplumun doğru yönetilmesi için elzemdir. Kişi kültüne dayalı siyaset ise, siyasal figürün etnik, ideolojik ve dinsel/mezhebi aidiyetine istinaden toplumda tefrika, niza, kayırmacılık, kin, hınç ve nefret doğurur, doğuruyor.

SONUÇ

Kişi kültü, yani karizma veya kahraman siyaseti, kolayca farklı bir toplum kurma ütopyasına kapılır. Ancak, farklı bir toplum hayal etmek, daima daha iyi bir toplum hayal etmek anlamına gelmez. Bu nedenle, ütopya da ideoloji gibi hem olumsuz hem de olumlu boyutlara sahiptir. Ütopya, daha iyi bir gelecek umudu taşımasına rağmen, aynı zamanda karşı koyduğu tranik sistemden daha beter yapılara yol açma riskini taşır. Bu eksikliğin nedeni, Karl Mannheim’in ifadesi ile “ütopik bilinç” ten kaynaklanır. Ütopik yaklaşım, var olan gerçeklikten ve kurumlardan destek alma yolları üzerine somut ve siyasi bir istişare yürütme gayretini göstermez… Ütopyanın umut ettiği “başka yer”, her türlü çılgınlık ve şiddet imkânlarını beraberinde taşıyarak yeni bir hapishaneye kapanır.

Oysa bu yeni tasavvur, hayali olduğu için, daha tehlikelidir. Zira (tartışmaya dayanan) ideolojinin korumaya çalıştığı gerçeklikten tamamen kopuktur…” (S. Varlık, Paul Rıcour’de Temellьk ve Tahayyьl. İst 2021. S. 198-199). 15 Temmuz-2016 Darbe girişimi, kahraman M. Kemal Atatürk’ün 1924’de çıkarmış olduğu büyük siyasal “Olay (Devrim)” dan sonra, karizmatik (Mehdi) bir figürün örgütlediği, toplumumuzu temellük etmeye yönelik bir tahayyül/ütopya girişimi idi. 2016’dan sonra “Başkanlık Sistemi” adı altında geçtiğimiz tek kişilik hükümet sistemi, toplumsal sorunlarımızı Kurumsal siyaset ve Hukuk ile çözme medeni tavrından bizi uzaklaştırıyor.

Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-II.Bölüm

d) 2000 Sonrası (AK Parti Dönemi): “Biz”in Semantik-Politik-Ahlakî Dönüşümleri

AK Parti, “Milli Görüş” hareketinin dinî-ahlakî politik-ideolojik içeriğinden “gömlek değiştirerek”, yani yoğunlaşan dünyevî-iktisadî sâikler ile “mücahit” imgesi giderek “muhafazakâr”laşmış bir yapıdır. 2003’te iktidara gelen AK Parti, Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi/The Cemaat” ile birlikte, 2015 tarihine kadar “Muhafazakâr Demokrat” adı altında “Alnı Secde Görenler” ilkesi bağlamında politik-ideolojik bir “Biz” yaratmıştı. Bu süreçte Tek Parti dönemi ve Askeri vesayet rejiminin oluşturmuş olduğu seküler ideoloji/kimlik teknolojileri, -“Sessiz Devrim” kavramı ile ifade edildiği gibi-, hukukî reformlar, AB uyum yasaları ile birlikte Kürtlerin ve muhafazakârların üzerindeki milliyetçi-seküler/ideolojik kimlik baskısı kaldırıldı. The Cemaat ise, “kumpas”lar ile bu sürece destek verdi. 2010’lardan itibaren The Cemaat’ın –ABD (CIA) destekli- politik taleplerinin artması sonucu hükümetin karşı atraksiyona geçmesi, “15 Temmuz Darbe Girişimi” ile sonuçlandı ve Cemaat, “FETÖ” olarak kodlanarak tasfiye edildi. “Biz”in parçası olmaktan çıkarıldı.

AK Parti, başlangıçta “İhvan (Filistin-Mısır)” ile birlikte “Ümmetçi (Din Kardeşliği)” bir politika izlerken; “Rabia” işareti ile bu gönüldaşlık (“Gönül Coğrafyası”) vurgulanırken; içerde 15 Temmuz ve PKK’nın giriştiği “Çukur Eylemleri”; dışarda “Mavi Marmara”, “Sisi Darbesi” ve “Suriye Bataklığı”ndan sonra, “Rabia”nın semantik anlamı, bu kez “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ve Tek Vatan” olarak ulus devlet/milliyetçilik muhtevasına dönüştü. Emevî Camiinde Cuma namazı kılmaya niyetlenirken (Dimyata pirince giderken); evdeki bulgurdan (bütünlük) oluyorduk. Bu dönüşümde MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı”nın rolü küçümsenemez. Cumhur İttifakı, -makbul “Biz” olarak- “Türk”, “İslam” ve “Yerlilik” kavramlarının “Sembolik/Kültürel Kapital” değerlerine (P. Bourdieu) sonuna kadar başvurdu. Bu ittifaka karşı oluşan Millet İttifakı/Muhalefet ise “Zillet İttifakı”, Şer Ekseni”, “İşbirlikçi” yani “İç-Öteki” haline dönüştürüldü.

AK Parti’nin 2010’lardan itibaren tamamen Tayyip Erdoğan’ın karizmasının kontrolüne geçmesi ve 2016’dan itibaren “Başkanlık Sistemi” ile de devletin onun tarafından kontrolü ile birlikte, partinin yönetici kadrosunda ve bürokraside, Karadenizlilerin dışındakiler, pasifleştirilerek, ekonomiden (ihale ve emlak rant’ından) uzak tutularak değişik kademelerde -örneğin “sözcü” olarak- istihdam edilmiştir. Partinin yönetici kadrosu yani bakan, milletvekili, Belediye başkanı, Belediye meclis üyesi, il başkanı, ilçe başkanı ve bürokrasinin ağırlıklı bir bölümü, partiyi ve dolayısı ile devleti akrabaları-hemşehrileri ve örgütlü çevreleri (tarikat-cemaat) için bir “iş bulma kurumu” veya anonim “şirket” olarak görürken; Holdingler oluştururken, sıradan seçmen tabanı, partiyi dini/mukaddes bir “Sakarya/Dava” olarak görmektedir. “Partili Biz”in bu ikili semantik katmanına dikkat etmek gerekir. Partinin şefler kadrosunun bir bölümü, bu tabanı gerektiğinde “oy verecek” ve “ölecek (şehit olacak)”  bir “kitle” olarak görmektedir.

4-Sonuç

İmparatorluk dönemlerinde, sınırlar dâhilindeki (Dâru’l-İslam) “millet-ümmet-din kardeşliği” makbul “Biz” olarak görülüp gayrimüslimler, “zımmî” statüsünde makbul olmayan ahali olarak algılanırken; sınırların ötesindeki gayrimüslimler (müşrik-kâfir) “Dâru’l-Harp” kavramı ile ebedi “öteki” ve daimi “düşman” olarak algılandılar. Bundan dolayı da “Fütuhat” a çıkıldı. Oysa Kur’an’da: “savaşma izni, “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, yurtlarından haksız yere çıkarılan ve zulme uğrayan müminlere verilmiş”; ve gerekçesi de: “Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler, zorbalar tarafından yıkılmasın (veya zapt edenlerce başka bir mabede dönüştürülmesin- İG)” (23/39-40) diye açıklanmıştır. Müminlerin egemen, yönetici, iktidar, devlet (temekkün) olduğu toplumun misyonu da: “salatı (salih amel) ikame, zekâtı verme (gelir dağılımını düzeltme), toplumsal güvenliğin/düzenin sağlanması ve dinin başkalarına tebliğ edilmesi (emr-i bi’l-maruf ve nahyi ani’l-munker)” olarak tavsif edilmişti (22/41).

Milliyetçi bir Ulus Devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslimler, -büyük ölçüde- “tehcir” edilerek ve “mübadele” ile değiştirilerek dilleri farklı, fakat kahir ekseriyeti Müslüman olan imparatorluk bakiyesi halk, “Türk Vatandaşı” olarak “Biz”leştirildi. Devletin seküler yapısı ve ideolojisi, dindar halkta bir içerleme-uçuklama yaratırken; dilin tekleştirilmesi politikaları (“Vatandaş Türkçe konuş”), gayri Türk unsurlardan -özellikle Kürtlerde- içerleme-uçuklama yarattı. “Milliyetçilik” kültürel bağlamda bir aile/kavim/kimlik davası olması gerekirken; bu bağlamda meşru iken (hamiyet duygusu); politik düzlemde politik bir ideoloji olarak ulus devletin, farklı kabile/kavim, dil ve dinleri (kimlikleri), devletin “ideolojik aygıtları” (A. Gramsci) olan eğitim, okul, üniversite, hapishane, kışla, hastane, çekirdek aile… ile torna ve tesviyeden geçirerek “tekleştirme” ideolojisi (“Hayali Cemaat”) olmuştur.  Marxist anlamda gerçek yaşam sürecini (praksis) büken, tersyüz edebilen ideoloji, Ricoeur’un dediği gibi toplumsal yaşamı gizleme (dissumulation), gerekçelendirme (justification) ve bütünleştirme (integration) işlevlerine sahiptir (S.Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül.İst.2021. s 194).

Bir yönü ile mecburen/tarihî şartların zorlaması ile bir “Ulus Devlet” olarak kurulan “Türkiye”de resmî dilin “Türkçe” olması, burada meskûn herkesin maslahatı gereğidir. Bunun ötesinde “asimilasyon” çabalarının, İslamî açıdan gayr-i ahlakî olduğu (30/22), herkesçe müsellemdir.

Cumhuriyet döneminde CHP’nin seküler-sek milliyetçiliğine karşı MHP, mukaddesatçı-muhafazakâr bir milliyetçilik ideolojisi geliştirdi. Necmettin Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, nam-ı diğer “İslamcılık” ise, dindar Türkler ve bazı “Gayri-Türk” unsurlar tarafından seküler milliyetçiliğe karşı bir “muhalefet ideolojisi” olarak kristalleşti (Bkz. Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 158). İslamcılığın ekonomi-politiği ise, periferide bırakılmış ve ekonomik/sınıfsal olarak zayıf ve ağırlıklı olarak da Orta, Karadeniz, Doğu Anadolu’da yaşayanların, devlet merkezli ekonomik imkânlardan –İsmet Özel’in deyimi ile- “biraz da biz ölelim” beklentisidir.

Başkanlık sistemine geçildikten sonra oluşturulan “Cumhur İttifakı”, ülkenin karşı karşıya kaldığı iç ve dış tehlikeler karşısında (“Beka Davası”) İslam (AK Parti) ve Muhafazakâr Milliyetçilik (MHP)’in, “Yerlilik” ortak paydasında fenomenolojik olarak yenilenmiş “Rabia (Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Devlet)” kavramı ile istihdamıdır. Seküler milliyetçiler, Alevîler ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu ittifak ise, “Millet İttifakı”dır.

Hâsılı, ülke-toplum, sağlıklı bir “Biz” oluşturamamaktan dolayı, iki terör örgütü (FETÖ-PKK) ve çeşitli Organize Suç Örgütleri (OSÖ/mafya) oluşturmuş ve ciddi bir düzeyde “seküler-muhafazakâr” ve “Kürt-Türk” olarak bölünmüş (“Biz”leşmiş) durumdadır. Sistem-kurum, uzmanlık, ehliyet/liyakat üzerine bir yönetim/bürokrasi kurma yerine; ağırlıklı olarak sekülerlik-dindarlık, mezhepçilik, kabilecilik, hemşehricilik, tarikat, cemaat, akraba, mafyöz ilişkiler, tanıdık, yandaşlık, kayırma üzerine bir yönetim oluştu. Aidiyetin, hafızanın, geleneğin “sadakat” habitusuna eleştirinin, vicdanın/ahlakın hakikati yeterince eklemlenememiştir.

Başa dönersek, çözüm, İslamî değerler ve “Medine Vesikası (ümmet)” ışığında –kimsenin verili kimliğini inkâr etmeden-, hakkaniyete dayalı bir “Toplum Sözleşmesi” oluşturmaktan geçiyor. Ben, buna “Rahmani Siyaset” demiştim. Bu sözleşmenin, -bizim gibi çoğul toplumlarda- salt ırk/etnik köken-dil, din ve zümre çıkarı gibi kimlik kriterlerine değil; ahlaki bağlamda adalet-zulüm ayrımına/hukuka, ortak toplumsal hafızaya/tarihe ve ortak toplumsal sembollere dayanması gerekir. Eğer toplumsal ideoloji veya ütopya, mevcut toplumsal “gerçeklikten çok uzaklaşırsa, dönüştürmek istediği toplumdan gereğinden fazla koparsa, baskıya dönüşebilecek radikal bir kırılma riski ortaya çıkar. Bu nedenle Ricoeur, gerçekleşmesi için şartlar üretmeden statik bir gelecek yansıtan tehlikeli bir şizofrenik ütopya söylemine karşı uyarıda bulunur. Buradaki hata, yeni olasılıklar açan geleceğin, geçmişin imkânlarından tamamen kopabileceğini hayal etmektir. Bu nedenle H. Marcuse’nin hatırlattığı gibi ütopya, kolektif hafızaya bağlıdır. Çünkü bütün otantik ütopyalar, kolektif hafızanın ürünüdür. Fakat bununla birlikte, yenileşme bu şekilde başladığından dolayı, ütopyaların yeni başlangıç umutları, toplumlar için elzemdir” (S. Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül. s.202).

Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-I.Bölüm

1. İslamî Bağlamda “Biz” Olmanın Dinî-Politik Kriterleri

Kur’an’da, “Biz” olmanın başlıca iki kriteri öne çıkar. Birincisi, “Ezelî Misak” (7/172) ve peygamberlerden alınan “Misak” bağlamında (3/81,13/20, 4/21…) mümin/müslim olmak yani “iman kardeşliği”(49/10), Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu ahlakî değerlere inanan ve onları savunan insanlar topluluğu yani “Millet-i İbrahim” (3/130,6/161,22/78…)dir. İkincisi ise, sözleşme (ahit/akit) oluşturulan politik “Biz”dir. Bu biz, farklı inanç veya etnik kökenden oluşan insanların, ortak maslahatlar sâiki ile aynı yerde, toplumda veya komşu olarak adalet ilkesine bağlı ve hukukî bir çerçevede oluşur. Buna da Kur’an’da “Ümmet” denir (6/38). Ümmet, aynı zamanda “millet” anlamında da kullanılır. Bu ikinci oluşumun (söz-leşmenin) ahlakî-hukukî kriteri hakkında Kur’an şöyle der: “Anlaşma yaptığınızda, Allah’ı şahit tutarak verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. –Bir toplum, diğer toplumdan daha güçlü olsa da-, yaptığınız anlaşmayı hile ve fesat vesilesi yaparak, -ipliğini eğirip büktükten sonra onu tekrar çözen kadın gibi- bozmayın. Yaptığınız sözleşmeler ile denenmektesiniz. (Dini mevzularda) ayrılığa düştüğünüz konuları, Allah ahirette elbette size açıklayacaktır.” (16/91-92).

Toplumsal-politik bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” oluşturmanın kriteri, salt kabile/etnisite (ırk/kavim), dil, çıkar ve dini inanç olamaz. Esas alınan kriter adalet ve zulümdür: “Allah sizi din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda/dini aidiyet ve kimliğinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (60/8-9).

Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra orada meskûn Yahudi, Müşrik ve Müslümanlar ile yapmış olduğu sözleşme, bu cinsten bir ahittir. Bu sözleşmeye Hz. Muhammed ve müminler sonuna kadar sadık kalmışlardır.  Sözleşmeyi Yahudiler ve Müşrikler ihanet ederek bozmuşlardır. Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında diğer kabileler ile de birçok politik sözleşme yaptığı bilinmektedir.

2. Müslüman İmparatorluklarda “Biz” Olmanın Kriteri

İmparatorluk dönemlerinde “Medine Sözleşmesi”nin ruhuna pek sadık kalındığı söylenemez. Örneğin, Emevî İmparatorluğunda “Arapçılık” yapılarak Arap Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) ayrımı yapıldığı gibi; Tevbe suresinin beşinci ayetinde bir “savaş durumunda” müşriklere uygulanacak yaptırımlar (savaş tazminatı vs), Emevî yönetimince, yanlış olarak normal durumlarda gayrimüslimlerin tümüne daimî olarak uygulanan bir “Zımmilik” statüsü geliştirilerek, Müslüman olmayan ahali, onursal olarak ve bazı haklar bakımından “ikinci sınıf” konumunda tutulmuştur. Gayrimüslimlerin temel insan hakları yani mal/mülkiyet, can, namus, din-dil hürriyetleri korunmuştur; ancak onur/şeref/haysiyet bakımından aşağılanmışlardır. Oysa Kur’an, bir toplumun, başka bir toplumu onursal olarak aşağılamasını kategorik olarak yasaklamıştır (49/11). Abbasî İmparatorluğu, Emeviler’e oranla daha kozmopolittir. Gayrimüslimlere bürokraside görevler verilmiştir ve Arapçılık yapılmamıştır. Endülüs Emevileri, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Beyliklerde de gayrimüslimlerin temel insan hakları korunmuş, onlara bürokraside görevler tevdi edilmiş ve fakat “zımmîlik” statüleri devam ettirilmiştir. Bu bakımdan çağı ile mukayese edildiğinde, Müslüman imparatorlukların diğerlerinden –kendinden olmayanlara muamele bakımından- daha iyi/adil durumda olduğu söylenebilir.

Klasik ulemadan bazıları mevcut Dünya’yı (Beşerî Coğrafya) “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-İcâbe=İslam’a icabet edecekler veya Dâru’d-Da’ve=İslam’a davet edilecekler” olarak ayırmışken; çoğunluğu, mevcut Dünyayı “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harp” diye ayırarak; Kur’an’a ters olacak şekilde, gayrimüslimleri inançlarının farklılığından (müşrik-kâfir) dolayı “Daimî Düşman” ve onlar ile ilişkiyi de “Sürekli Savaş” olarak kodlamışlardır. Bu içtihat, fütuhatçı imparatorluk ekonomilerini bir yönü ile yağma/ganimet/gasp (çökme) durumlarına dönüştürmüştür. Bu tutumun savunması, genellikle -İslami değerler unutularak- “İmparatorluk”ların genetiğine (himayeye karşılık haraç) bağlanarak yapılır. Bence, halkların antropolojik-kültürel genetiği de diğeri kadar etkin bir nedendir. “Dâru’l-Harp” kavramı/teolojisi, çağdaş Müslümanların birçoğunda -ahlaki bir “karakter yapısı”na dönüşerek- halâ devam etmektedir. Vahiy alan veya ona inanan toplumların tarihsel, toplumsal, geleneksel, antropolojik, sosyal psikolojik habitusları, vahyin evrensel ahlaki mesajını/ufkunu çoğu zaman birçok noktadan -ihlal ederek- aşabilir-taşabilir. Kur’an, bunun örnek hikâyeleri (Kıssa) ile doludur: “Kurtuluş Tarih” aynı zamanda “Helâk Tarihi”dir de.

3. Türkiye’de “Biz” Olmanın Kriterleri

a) Osmanlı Dönemi

Osmanlı İmparatorluğunda ahali, Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve genel tesmiyesi “Osmanlı” olarak “Biz” idi. “İmparatorluk” raconu gereği, kurucu ve yönetici olmalarına rağmen Türklerin adı ve sanı çok da ön planda değildi, diğer halklar ile aynı durumda; hatta kimilerince aşağılanıyorlardı. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi M. Kemal’de ciddi bir içerleme yarattığı ve onun milliyetçiliğini motive ettiği söylenir. Devletin resmi dili, Türkçe ağırlıklı; Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerden oluşan “Osmanlıca” idi. Milliyetçilik hareketleri başlayınca, gayrimüslimlerden Yunanlılar, Bulgarlar; Müslümanlardan ise Araplar, müstakil devletler olarak koptular. Hâmilerinin teşviki ile Ermeniler de devlet olarak kopmaya çalıştı, kopamadı; tehcir edildiler. Birinci Dünya savaşı akabinde Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ahali Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki de, Anadolu’daki gayri müslimleri tehcire zorladı. Anadolu’da az sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi kaldı (Azınlıklar). Bazı Rumlar da Cumhuriyet döneminde “mübadele” yolu ile ülkeden çıkarıldı ve Balkanlarda kalan Türkler, Türkiye’ye getirildi.

b) Devrim ve Tek Parti dönemi

Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçen yüzyılın başında (1924) yeni kurdukları devlette “Milliyetçi” bir tez ile Türklere “seküler-Müslüman” bir kimlik oluşturmaya girişti. Etnik olarak Türk olmayan (Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap…) Müslüman ahaliye ve gayrimüslim-gayri “Türk” ahaliye (Ermeni/Hıristiyan-Yahudi) “Vatandaş” anlamında “Türk” dendi. Avrupa’da olduğu gibi fazla sek/sert olmayan, bir “Türkleştirme” politikası izlendi. Göçmenler, bu politikayı, iskân-ikâmet etme ve yurt-yuva bulma karşılığı kolayca kabullendi. Anadolu’da mukim Kürtler, kabullenmede zorlandı.

Türkiye Cumhuriyeti kültürel ve politik bir “Devrim” ile kurulmuş bir “Ulus-Devlet”tir. Kültürel hafızasının donması felaketine maruz kalan toplumumuz, yönetici elitler tarafından radikal bir reddin ve unutuşun krizine yuvarlanmıştır. Geçmişin koşulsuz-sürekli yüceltilmesi, radikal ve travmatik bir redde ve zorla bastırılmaya dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Biz” kriterleri ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin “Biz” kriterleri büyük ölçüde değişmiştir. Kültürel olarak dinsel “Kimlik Teknolojileri”nden (M. Foucault) yani Amentü-İslam’ın Beş Şartı, Şeriat, Hilafet, Tarikattan; milliyetçi-seküler (çağdaş) kimlik teknolojilerine geçiş yapılmıştır (Altı Ok, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı, Andımız). Şeriat, Hilafet ve Tarikatlar ilga edilerek, yerine Cumhuriyet rejimi ve seküler/milliyetçi bir kimlik politikası benimsenmiştir. Osmanlıdaki “Millet Sistemi”ne dayalı çok dinli ve çok dilli bir toplumdan -“Meşrutiyet” ve “İttihat ve Terakki”  deneyimi ile-  tek dinli (İslam-Hanefi) ve tek dilli (Türkçe), eşit- Anayasal vatandaşlığa dayalı, “Türk” isimli bir “Biz” oluşturulmuştur. Dillerinin-etnik kökenlerinin ve dinlerinin farklılığına bakılmaksızın herkese “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve “Türkçe” resmi dil olarak benimsenmiştir. Bu süreçte “İstiklal Marşı”, seküler kesim ile muhafazakârları/dindarları birleştiren tek “Kanon” niteliği kazanmıştır. Ancak bu kimlik politikası, dindar ve Kürt vatandaşların bir bölümünde bariz bir memnuniyetsizlik ve içerleme-uçuklama yaratmıştır. Cumhuriyet ve Demokrasi ise, bütün toplum kesimleri tarafından kolayca benimsenip içselleştirilmiştir.

c) 1950-2000 (Menderes-Özal) Dönemi

1950 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde, muhafazakâr halk yığınları kültürel/kimliksel rahatsızlıklarını DP, AP, MHP, MSP, ANAP aracılığı ile ifade etmişlerdir. Alevî vatandaşlar, mezhebi/kimlik mağduriyetlerini dernekler yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır. 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir bölümü, memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde illegal-terör (PKK) dominasyonu ile ifade etmişlerdir. 1950 sonrası politik yaşamı kontrol altına alan askerî bürokrasi (ordu/vesayet sistemi), kuruluş felsefesinden bu tarz ideolojik-politik “sapma”ları, Darbeler (1961, 1971, 1980, 28 Şubat/1997) ile “düzeltme”ye çalışmıştır. 1970-80 arasında yaşanan “Sol-Sağ” ve “Alevî-Sünnî” gerilimi, seksen darbesinden sonra ortadan kalkarken; Kürt sorunu, PKK olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Hâsılı, Tek Parti döneminde yaratılmaya çalışılan seküler-milliyetçi “Biz” kimlik teknolojileri, hukukî eşitlik söylemine rağmen, fiiliyatta halkın bir kesimi nezdinde pek tatmin edici olamamıştır.

Tanrı ile “Temsil-Takva” ve Devlet ile “Temellük-Hukuk” İlişkilerinin Farkı

Tanrı ile Temsil ve Takva İlişkileri

1. Temsil İlişkisi

Tanrı’nın mahiyeti, zâtiyeti, inniyeti varlıktan başka türlü/aşkın (Gayb) olduğu için; insan, duyu ve düşünce katları ile onu kavrayamaz. Bu durumu takdir edemeyen veya buna katlanamayan zayıf düşünceli insanlar, onu putlaştırmak sureti ile göz önüne getirmeye, mücessem hale sokmaya çalışmışlardır (Paganizm). Bu durum, Tanrı’nın mahiyeti mevzusunda böyle olduğu gibi; onun ahlaki karakteri konusunda da aynıdır.

Örneğin, Yunanlılar, kendilerinde bulunan bütün nitelikleri, Tanrılarına atfetmişler; ihtiyaçlarına ve korkularına göre ayrı ayrı tanrı tasavvurları ve putları oluşturmuşlardır. Tanrı’nın mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın-sonsuz) ve insanın eksik ve kötü niteliklerinin Tanrıda olamayacağını düşünememişlerdir.

Bu duruma bütün dünya halklarında rastlamak mümkündür. Latin halkları, bir “mucize” olsun diye babasız doğan Hz. İsa’yı, pagan kodları ile kolayca tanrılaştırmışlardır. Arap müşrikler, aşkın bir Tanrı (Allah) inancına haiz oldukları halde (43/87); onun ahlaki karakteri ile ilişkiye girmek için aracı (şüfeâ) putlar oluşturarak (10/18) “Allah’ı gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Tek ve aşkın Tanrı inancına haiz olan Yahudiler, “Yehova (Orduların Rabbi)”yı -ahlaki bağlamda- kendi ihtiyaçlarına, korkularına ve karakterlerine göre tasavvur etmişlerdir.

Hz. Nuh ile başlayıp Hz. Muhammed ile sonlanan vahiy/peygamber din(ler)inde, Tanrı, kendinin mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın) olduğunu söylemiş (42/11; 114/1-4) ve ahlaki karakterini insanlara tanıtmıştır (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah). Mü’minler, Tanrı ile ahlaki ilişkilerinde bu ahlaki tasavvuru koruyamamış; onun ideal tasavvurunu, kendi heva-heves, ihtiyaç, korku ve çıkarlarına göre tahrif etmişlerdir. Hatta bununla da yetinmeyerek, oluşturulan din adamları sınıfı ve Kilise gibi kurumlar ile onun kendini, karakterini, dinini-davasını yüzde yüz “temsil” ettikleri iddiasında bulunmuşlardır. Bu yolla da cahil mü’minleri sömürmüş (9/34), onlara zulüm ve işkence etmişlerdir (Hariciler).

Abbasiler döneminde bazı Halifelerin, kendilerini Allah’a nispet etmeleri (Zıllullah=Allah’ın gölgesi, Kaimbiemrillah=Allah’ın emri ile kaim, Mu’tesimbillah=Allah’a yapışmış, Adudullah=Allah’ın pazusu…) de bu kabildendir. Şiîlikteki dinsel-siyasal “İmamet” dogması/doktrini de aynı saiklerden doğmuştur. İmamların hepsi masum/n/dur. Sünni Tasavvuftaki –sırları kutsanmış (kuddise sırruhu)- Şeyh, Gavs, Kutup, Veli, Mehdi, Mesih… kavramları da, mükemmel birer “temsil” iddiasıdır.

Kur’an, bu temsil iddiasını şöyle reddeder: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri, senin hoşuna gider; bir de söylediklerine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.” (2/204). Özetle, Tanrıyı veya O’nun dinini mutlak olarak “temsil” iddiası, ister iyi niyetle ve cehaletle; isterse, art niyetle oluşturulmuş olsun, doğurabileceği muhtemel sonuçları açısından doğru değildir. Bu yolla, insanlar yaptıkları her türlü pisliği, günahı, zulmü kolayca meşrulaştırabilmektedirler.

2. Takva İlişkisi

Kur’an’da Allah ile insan arasında önerilen ideal ahlak ilişkisi, “Takva” kavramı ile ifade edilir. Takva, ahlaki, ilmi, etik ve epistemolojik bir kavramdır. Takva, Esmau’l-hüsna’yı ve Sünnetullah’ı (Allah’ın ahlaki karakteri) kavramış mü’minin, onunla ilişkisinde sürekli teyakkuzda, tetikte olması; “temsil” iddiasından kaçınması; şeytanın “Allah ile aldatması”na (35/5) karşı uyanık ve külyutmaz bir şuur halinde olmasıdır.

Fazlurrahman, bu konuda şöyle diyor: ”Takva kavramı ile ifade edilen “kendini eleştirme/öz-eleştiri (nefis muhasebesi)”, hiçbir zaman kendini her şeyden masun ( ve de masum-İG) görme anlamına gelmez. Tam aksine, takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman mutlak doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil, Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. s 14)

Bu takva durumunun pratik örneği Hz. Muhammed’in hayatında görülür. O, meşhur bir Hadisinde “Hud suresi benim saçlarımı ağarttı” demiştir. Hud suresinde Hz. Muhammed’e: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112) denmiştir. O da, verdiği kararlarında doğru olup olmadığı kaygısını taşımaktan ihtiyarlamıştır.

Devlet ile Temellük ve Hukuk İlişkileri

1. Devlet ile Temellük İlişkisi

Devlet, İslami bağlamda “Makasidu’ş-Şeria” olan bireylerin malının-mülkiyetinin, can güvenliğinin/emniyetin, onur, ırz ve şerefin, düşünce ve din özgürlüğünün yani temel insan haklarının korunması için oluşturulmuş hukuki kurumlardan oluşan örgütlü bir yapıdır. Bir şahs-ı manevidir (Tüzel Kişilik).  Devleti, devamlılığı olan bürokrasi, hukuki kurumlar (Adliye, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay…) ve siyasi erk/hükümet yönetir. Her üç kurumda faaliyet gösteren somut/canlı kişiler (memurlar, hâkimler-savcılar, milletvekilleri-bakanlar) yetki ve görevlerini –yazılı veya yazısız- Anayasadan alırlar. Devlette siyasi erk/iktidar, dinde Tanrı’ya benzer. Dinde oluşturulan teolojik Tanrı tasavvuru, “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak, kaprisli, karanlık bir güç odağı/yumağı olabileceği gibi; kendini “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” sıfatları ile kullarına tanıtmış yani hikmetinden sual olunur ve ne yapıp yapmayacağı anlaşılabilir meşru/saygın bir otorite olarak da tasavvur edilebilir. Siyasi erkin/iktidarın devlet yönetimi de, bu iki tanrı tasavvurundan birine benzer.

Devlet yönetiminde “temellük” ilişkisi, siyasi erkin yani parti, ordu, kabile, kişi (kral, padişah, lider, çoban, firavun, führer, başbuğ, hakan…) devlet kurumunu sahiplenerek yani kendini “Devlet” ile özdeşleştirerek, kendini “Devlet” yerine koyarak/sanarak keyfince, güç istenci ile istediği gibi yönetmesidir. Bu yönetme işi iki türlü olur:

Birincisi, siyasal erk, toplumun konsensüsü, maşeri vicdan veya hakkaniyetle oluşturulmuş hukuk kurumlarını askıya alarak, yasalara uymayarak, zorbalıkla yönetir. İkincisi ise irade, istek, arzu, içgüdü, çıkar ve güç istencini “kanun” kılıfında yani adil olmayan, hakkaniyetsiz yasalar çıkararak (“Kitabına uydurma” veya “Hile-i Şeriyye”) yapabilir. Bu ikincinin içeriğini teşhis edecek olan, halkın maşeri vicdanının keskinliğidir.  Tek kişilik yönetimin, ikinci Tanrı tasavvuruna benzeyen (Bilge Kral) bir versiyonu da –nadir de olsa- mümkündür.

2. Devlet ile Hukuk İlişkisi

Bu ilişki tarzında devleti yöneten bürokrasi, hukuk kurumları ve siyasal iktidar, yönetme işini, ikinci Tanrı tasavvurunda olduğu gibi (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) ahlaki ve hukuki bir çerçevede deruhte eder. Adaleti, liyakati, hakkaniyeti ve insafı esas alır. Yönetme süreci “Hikmet-i Hükümet” kavramı ile ifade edilen ve “Hikmetinden sual olunmayan” anlamına gelen keyfi, karanlık, denetimsiz, zümre çıkarı ve güç istencine dayanan bir süreç değildir.

Yöneticilerin tümünün görev ve yetkileri, Anayasa ve hukuki kurumlar ve ilkeler tarafından belirlenmiştir. Yönetme işinin şeffaf ve denetlenebilir, hesap sorulabilir, hesap verme şeklinde olması esastır. Hukukun Üstünlüğü, Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı, İnsan Haklarının yasal garanti altına alınması ve Anayasal Demokrasi, modern devletin üzerinde ittifak/icma edilmiş ve herkese maslahat temin eden evrensel kural ve kurumlarıdır. İslami metafizik (denenme) açısından böyle bir yönetim icraatı, Tanrı’nın insanlara yüklediği bir sorumluluk ve emanettir (4/58; 33/72).

Sonuç

Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de mü’minlerin Tanrı ile olan ilişkisi “Takva” ilişkisi olmaktan çok, “Temsil” iddiası; devlet ile olan ilişkileri de “”Hukuk” ilişkisi olmaktan çok “Temellük” ilişkisi olduğu aleykelbeyan ve izahtan varestedir.

Yasal Soygun Kılıfı Olarak ‘Kanun’ ve Adalet İdesi Olarak ‘Hukuk’

1- Tanrı Tasavvuru ile Devlet Teorisinin Paralelliği

“Hikmetinden sual olunmaz” totaliter bir Tanrı tasavvuru ile “Hikmet-i Hükümet” olarak kavramsallaştırılan totaliter devlet teorisi arasında bir paralellik mevcuttur. Her ikisi de otoriteyi kadir-i mutlak, mürid-i mutlak karanlık bir güç odağı-yumağı olarak algılarlar. Bu tasavvurları doğuran şey, aslında tasavvur ve teoriyi geliştiren insanların ahlaki psikolojileridir.

Yani teoloji ve ideolojiyi aslında bir “psikoloji” önceler. Kur’an’da Tanrı’nın –insan tekleri ile ilişkisinde- hikmetinden sual olunur, adil bir zatiyyet/hüvviyet/karakter olduğu “Sünnetullah” kavramında kendini ifade ederken; O’nun, ne yapacağı belli olmayan totaliter/zorba olduğu tasavvuru, teolojide “Kader-Cebir” kavramı ile dile getirilmiştir.

Birinci tasavvur tarihte Mu’tezile ve Matürîdîlik tarafından teorileştirilmiş iken; ikinci tasavvur, Eş’arilik ve Tasavvufta teorileştirilmiş ve dile getirilmiştir. Bu tasavvurlardan birincisi politik alanda yani devlet tasavvurunda “Şura” ve “İcma”yı yani tartışmayı, oydaşmayı/ortaklığı (şirki), ilkeleri, kurumları, hukuku ve ortak aklı esas kabul ederken; ikinci tasavvur kişi kültünü, lideri, çobanı, sultanı, padişahı, kralı, firavunluğu, führeri, başbuğu, hakanı… yegâne politik özne/irade olarak görür.

Tanrı ve Devlet, şehadet âleminde somut/fizikî varlıklar/zatiyetler olmadıkları; gayb ve ahlak-hukuk alanında oldukları için, insanlar tarafından daima doğru takdir edilememe sorunu vardır. Nitekim müşrikler, Tanrı’nın kozmik gücünü kavradıkları halde (23/85, 87,89); O’nun ahlaki karakterini doğru kavrayamamışlardır (6/21,91,93,144; 7/37, 10/17, 11/18, 18/15, 29/68, 61/7). Allah, “Esmau’l-Hüsna”sı ile kendi ahlaki karakterini insanlara tanıtmaya çalışmıştır (59/24) Benzer bir durum, “devlet” denen hükmi şahsiyetin hukuki sınırlarının belirlenmesinde de ortaya çıkmaktadır.

Tanrı’nın otoritesini “temsil” ettiğini ileri süren din adamları (Haham-Ahbar, Ruhban, papa(z) İmam, Mehdi, Şeyh…), Tanrının otoritesini istismar ettikleri gibi (9/34); devleti temsil ettiğini ileri süren siyaset esnafı ve bürokratlar da devletin otoritesini ya doğrudan zorbalıkla veya kanun-hukuk kılıfı ile kolayca istismar edebilmektedirler: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin, insanların mallarından bir kısmını bile bile -günaha girerek- yöneticilere rüşvet olarak vermeyin-rüşvet olarak yemeyin.” (2/188).

2- İman ve Ahlakın Kopmaz Uzantısı Olarak Hukuk/Adalet

Kur’an’da insanların birbirleri ile olan ahlaki ilişkilerini ifade eden tümel/külli ahlak kavramlarına/kurallarına atıf yapıldığı gibi (adalet-zulüm, hayır-şer, maruf-münker, cömertlik-cimrilik, tayyibat-habisat…); bireysel/özel pozitif (aile, miras, hırsızlık, öldürme, kölelik…) hukuka da yer verilmiştir (hududullah). Ortada henüz bir “Devlet” aygıtı olmadığı için, yönetim kamu otoritesini deruhte eden kişilerin (ulu’l-emr), halkla ilişkilerinde uymaları gereken umumi ahlaki ilkeler tavsiye edilmiştir (şura, adalet, ehliyet, emanet…).

İslam’da iman, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset ve iktisat arasında kopmaz bir bağ olduğu müsellemdir (şeriat). İslam tarihinde Fukaha, özel hukuku siyasal iradeden bağımsız/sivil olarak elinden geldiği kadar içtihat ve kaza ile icra etmeye çalışmıştır. Ancak Emevilerden itibaren “Devlet/İmparatorluk” yani siyaset esnafı ve emrindeki bürokrasi ile halk arasındaki siyasi-hukuki ilişki (Kamu Hukuku), birinci kadar ahlaki ve hukuki (adil) olmamıştır.

Özel mülkiyetin (mal), canın (hayat), onurun (ırz-izzet-şeref) ve özgürlüğün (akıl-din) korunması olarak “Makasidu’ş-Şeria” ile devletin meşru (hukuki-adil) otorite/erk/yetke/güç (Toplum Sözleşmesi) olarak belirmesi, aynı şeylerdir. Devlet veya hukuk, Tanrı tarafından bize doğuştan verilmiş bu haklarımızın başkaları tarafından ihlal edilmesini engelleyen kolektif organizasyondur.

3- “Hukuk”un Yozlaştırılması Veya Yasal Soygunun Kılıfı Olarak “Kanun”

Frederic Bastiat, “Hukuk” adlı kitabında bu konuyu ele alır. Bastiat’a göre hukukta yozlaşma birbirinden tamamen farklı olan iki nedenden dolayı ortaya çıkmıştır: 1- Ahmakça bir aç gözlülük ve 2- Sahte bir yardım severlik iddiası. İnsan, ya ihtiyaçlarını çalışarak, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik ederek emekle, üretimle, kazançla karşılar veya başkalarının emeklerinin ürünü olan mallara çökerek yaşar.

Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı ve yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki kanunlar, ya birilerinin buyrukları veya bir insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve yetkilendirilmiş meşru bir güç kullanımı olmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gücü temin etme ve kullanma görevi de kanunları yapan (siyasal-İG) iradeye bırakılacaktır.

İşte bu olgu, -insanoğlunun doğasında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğiliminden dolayı- hukukun bozulmasının temel nedenidir. Bazılarının şeytanlığı, bazılarının da idraksizliği sonucu olarak, her insan acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. (Bastiat, Hukuk, 18)

Hukukun doğal işlevi, adaletin korunmasıdır, O kadar ki, halkın kafasında âdeta “Hukuk” ve “Adalet” tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde “yasaya uygun (kanunî)” olan her şeyin, aynı zamanda “Hukukî/Adil” olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır. Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı (sözde-İG) “Hukukî” hale getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte; hatta kutsallaştırılmaktadır.

Kölelik, ticari kısıtlamalar ve tekelcilik taraftarının, -sadece bunlardan yararlananlar arasında değil-; aksine, mağdur olanların saflarından da çıkması, tesadüfi değildir. Buna benzer olarak ikinci bir yanlış ise, “hukukun amacının, adaletin hükümranlığını sağlamak” olduğu iddiasıdır. Bunun yerine “hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” olmalıdır. Zira kendiliğinden var olan adalet değil; adaletsizliktir. (Bastiat, Hukuk, 20, 35). Bastiat, bu “Negatif Hukuk” teorisi açısından müdahaleci, aşırı pozitif hukukçu (yasacı/kanunî), sosyal adaletçi, refah devleti, sosyalist teoriler yerine anti-tekelci ve “Minimal (Gece Bekçisi) Devlet” teorisini benimsemektedir.

Bu teorilerin tümü “Yasal Soyguncu” teorilerdir. Bastiat şunu da vurgulamaktadır: “Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak tek başlarına hukukun yasal soygunun kılıfı haline dönüştürülmesini (Kanunîleşmesini) engelleyememiştir.” (Bastiat, Hukuk, 18).

Ortaçağ Avrupa’sında toprak mülkiyetinin Feodal beylere ait oluşu ve Burjuva sınıfının yükselmesi ile gerçekleşen Fransız Devrimi ile Krallara ve Kiliseye ait olan toprak mülkiyetleri de büyük oranda özel mülkiyete geçmiştir.

Bundan sonra Cumhuriyet ve Demokrasi rejimleri ile bir Kamusal alan ve kamu hukuku geliştirilmesi kolay olmuştur. “Vergi Hakkı” ile devlet sınırlandırılmaya ve denetlenmeye başlamıştır. Çünkü özgürlük ve hukuk, büyük oranda özel mülkiyetin ve devletin sınırlandırılması etrafında döner. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ve kurumsal yapısı ile de devletin totaliterleşmesinin önüne geçilmiştir.

4- İslam Dünyasında Hukukun Soygun Kılıfına Dönüştürülmesi

Kur’an, Müslümanları yurtlarından zorla çıkaran ve onlarla sürekli düşmanlık ve savaş durumunda olan Mekkeli müşrikler ve onlarla işbirliği halinde olan Yahudilerden alınan ganimetlerin Müslümanlara dağıtılmasını hukuki/meşru (helal) görmüştür. Bu malların ve mülklerin belli ellerde toplanmasını/tekelleşmesini yani gazilerin “çiftlik ağası” olmasını yasaklamıştır (57/6-8).

Diğer taraftan “Fetih”, Kur’an’da İslam’ın yayılması için kapı açma anlamına gelen Hudeybiye barış antlaşması (48/1) ve Mekke’nin geri alınması olarak zafer anlamlarında (48/27) kullanılmaktadır. Hz. Ömer, ordu tanzim ederek Irak topraklarını ele geçirmesinden sonra, Müslümanların, başka ülkeleri ele geçirmesi bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu eylemin “Cihat” olduğu iddia edilmiştir.

Hz. Ömer, ele geçirilen Irak arazisini savaşa katılan gazilere dağıtması halinde, sahabelerin birer “çiftlik ağası” durumuna dönüşebileceğini göz önünde tutarak, bu toprakları devlet mülkiyetine geçirerek toprağı işleyenlerden haraç (vergi) almayı kanunileştirmiştir. Bu gelenek, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir.

Ne var ki, ele geçirilen toprak mülkiyetinin devlete tahsisinden sonra bu mülkün tasarrufu, Abbasilerle birlikte “Zıllullah” olarak görülen Halife, Sultan ve onun bürokratik yardımcıları olan “Vezirler” ve “Paşalar” tarafından yapılmıştır. Böylece mülk devletin (Miri Malı) dolayımı ile Allah’ın, Sultanın, herkesin ve hiç kimsenin malı olmuştur.

Toprak mülkiyetinin savaş yolu ile “ganimet” olarak “dışardan” gelmesi, yani üretim, ticaret, emek, miras veya hibe olarak “özel mülk” olmaması, siyasal-bürokratik tabakada ve halk nezdinde ona karşı bir kayıtsızlığı/hukuksuzluğu intaç etmiştir. Osmanlı şairlerinden Şeyh Galip’in büyük bir öz güvenle “Çaldımsa, miri malı çaldım” diyebilmesi, bu durumu gösterir. Yani sözde Devletin, Allah’ın ve herkesin olan mülk-toprak, pratikte “hiç kimsenin” olmuş ve herkes, onu kendine “mal” etmeye çalışmıştır.

Örneğin, bütün dünyada ve İslam’da da “Vakıf”, özel mülkün kamu maslahatı ve menfaati için tahsis edilmesi iken; Osmanlıda ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının siyasal iktidarlar tarafından kendilerini destekleyen gruplara-kesimlere (tarikat-cemaat) tahsis edilmesi olarak işlemektedir. Kamu arazilerinin ve imkânlarının siyasal iktidarlar ve taraftarlarınca kanun ve kararnameler ile kolayca emlak rantına dönüştürülmesi de, hukukun soygun kılıfına dönüştürülmesidir.

Keza, arazinin/yerin (emlak-arsa) bittiği yerde, “Emsal” kılıfı/kanunu ile herkese ait olan göğün, ufkun, güneşin, hava akımının/ruzgarın gasp edilmesi de aynıdır. Gecekondu gaspı, “kılıf”sız, doğrudan bir gasıptır. Siyasal iktidarlar, oy karşılığı buna kanuni kılıf hazırlamışlardır.

Türkiye’de hemen herkesin, çöpleri özel mülkünün dışına süpürmesi, yerlere çöp atmak konusundaki duyarsızlık, bahsetmiş olduğumuz kamuya/herkese ait yerlerin, “hiç kimseye” ait olmadığı ortak toplumsal bilinçdışından kaynaklanır.

Türkiye’de “ganimetçi/gaspçı” toplumsal bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı, devlete/kamuya/herkese ait ekonomik kaynakları/imkânları siyasal iktidar/parti/biz dolayımı ile –kılıfına uydurarak- kendine peşkeş çekerek, kamuyu/herkesi/muhalefeti “yok” hükmünde sayar: “Uzayan boynuz, bizden olsun” diye.

İki Tanrı Tasavvuru-İki Dindarlık Tarzı

İki Genetik

İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır. Böylece insan kendi özüne, potansiyel kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır. Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet, millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.

Kur’an, put edinmenin saiklerini güç (19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.

İşin garibi, varlıktan münezzeh olarak oluşturulan bir/tek Tanrı imgesi/kavramı da -imgenin/tasavvurun/kavramın içeriğine göre- bu putlar ile aynı işlevi görebilir; insanı kendi özüne, potansiyel ahlaki-yaratıcı yeteneklerine yabancılaştırabilir. Tek Tanrılı İbrahimî monoteist peygamberli-vahiyli din(ler)in müntesipleri (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) arasında da yoğun olarak bu tasavvurla karşılaşmak mümkündür.

Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.

Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi, teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye çalışacağız.

Totaliter Tasavvur ve Edilgen Dindarlık

Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak” yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma olduğu için iman) gibi isimler verilir. Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur. Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık, keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.

Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi, tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu, kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir. Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh (teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça. Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti (3/110).

Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar, hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz, hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.

Bu dindarlığın ajandası sabit ve mutlak, belirlenmiş olan ibadet ve bazı belirli emirlerin yerine getirilmesine, nehiylerden kaçınılmasına bağlıdır. Tekrar, taklit ve gelenek yeterlidir. Hakikatler, epistemolojik olarak bir kere ve bütün zamanlar için sabit ve değişmez olarak kaynaklarda (ilim/Kur’an-Hadis) verilmiştir: Şeriat, Amentü, İslam’ın beş şartı, 32 farz, 54 farz…

İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet” veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak anlamına gelir. “Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf, adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve yorumu olarak kabul etmektir.

Özgürlükçü Tasavvur ve Aktif Dindarlık

Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan “Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça farklıdır.  Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil (mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır. “Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi” (95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir. Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz, karanlık bir güç odağı/yumağı değildir. Hatta bazı Mu’tezîlilere göre insanlar için en iyi (aslah) olanı yaratmak zorundadır. Yani ahlaki zorunluluk, kudret/güç kadar Allah olmanın zorunlu gereği-doğasıdır. “Allah, kendine rahmeti zorunlu kılmıştır” (6/12) ifadesi, bu tezi doğrular mahiyettedir.

İnsanların Allah’a teslim olması, boyun eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç odağına/yumağına kapaklanması değildir. Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri halde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağrıdır. Allah’ın emirlerine boyun eğme ve itaat etme, bu emirlerin idrak edilmesinden doğan bir hayranlık ve huşunun sonucudur. Yoksa ne yapacağı belli olmayan karanlık/korkunç bir güç karşısında duyulan dehşetten dolayı değildir.

Allah, kendini Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna: En güzel isim-sıfatlar” ile insanlara tanıtmıştır.  Ontolojik/Varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zatiyyeti/ne-idüğü (ne olduğu) asla bilinemez: “Hiçbir şey ona denk değildir.” (112/4), “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/11). Ancak ahlaki karakteri, “teşbih” yolu ile (3/7) insana benzetilmiştir: “Subutî Sıfatlar”. Allah’ın “99 İsmi-sıfatı”, büyük ölçüde Kur’an’dan ve bazıları da hadislerden çıkarılmış ve onu insanlara tanıtan niteliklerdir: Merhamet ile yoğrulmuş adalet. Cennette verilecek nimetler, dünyada verilenlere benzer (müteşabih-2/25) olduğu gibi; Subuti sıfatlar (esmau’l-hüsna/99-isim) da insana benzerdir: “Antropomorfizm/İnsan biçimcilik”. Bu, yadsınacak bir husus değildir. Zira Allah, insanı –Tevrat’da dendiği gibi- kendi suretinde yaratmıştır. Sıfatlar, Allah’ta sonsuz; insanlarda sınırlı bir kapasitede yaratılmıştır: Her ikimiz de Âlim, Kadir, Mürit, Rezzak, Adil, Rahim… iz.  İnsana” Teşbih”le verilen anlam ile yetinmek asıldır. Onları, Yahudiler (Yehova) ve Hristiyanların (Teslis-Hz. İsa) yaptığı gibi mücessem olan varlıklar ile aynîleştirmek, tevil etmek doğru değildir (3/7).

Bu tip dindarlık yorumuna göre, ideal dindarlık yani muttakîlik; yan gelip yatmak, ezberleri, alışkanlıkları tekrar etmek, taklit etmek değil; sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaktır. Kur’an’da baştan sona kadar sürekli tekrar edildiği gibi düşünmenin (tefekkür, taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür, ibret, nazar…) canlı tutulması ve vicdanın dumura uğramasının, yani kalbin katılaşmasının, taşlaşmasının, kararmasının, paslanmasının, hastalanmasının önüne geçmek asıldır.

Bütün peygamberlerin vahiy yolu ile tekrar ettikleri iman, ibadet ve ahlak ilkelerini/tümelleri/yasayı/dini korumak-ayakta tutmak (42/13) kadar; bu ilkelerin pratikte (Praxis) tekil/biricik tekabuliyetlerini (hakikat) bulmak da eşit derecede ehemmiyetlidir. Muttakî yani ahlaki özne, olay/hadise anında ortaya çıkar. Sünnetçi olmak kadar, ibnu’l-vakt olmak da eşit derecede önemlidir. Hesabî/hain olmak, hakikatin dublörü olan taklit ve dogmatik zorbalık, eşit derecede berbat ve felakettir. Uyumak, öldürür; durmak çürütür.

İmanın düşünce ve bilgi ile desteklenmesi gereken bir istikamet sorunu vardır. Yahudilere yöneltilmiş: “Eğer iman ediyorsanız, imanınız siz ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93) eleştirisi, bu gerçeği ortaya koyar. Dinler tarihi hurafelerin, batıl itikatların, boş inançların tarihidir. İmanın kesin, katı, güçlü… olması, tek başına bir anlam ifade etmez. Nelere, nasıl inandığın da en az birinci kadar önemlidir. Kur’an, kendi uyarılarının, ancak vicdanı diri olan insanlar tarafından kabul edilebileceğini söyler (36/70).

İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir. Daima bir basiret, hikmet, ilim, tefekkür, huşu, haşyet, muhabbet, itminan tarafından öncelenir. –Hesabî değil-, hasbî ve muhasibi (eleştirel-critical) olmadan doğru iman teşekkül etmez. Hasbi ve muhasibi olanlara da Allah yardım eder, doğru yola/hidayete sevk eder (29/69). Kör teslimiyet, cahil sofuluk (“Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”), çatık kaşlı bağnazlık, kasvetli yobazlık, tembel ezbercilik ile geometriye/matematiğe benzeyen, kuru (cedele yaslanan) bir akılcılık ve ölü bir metafizik arasında düşünce-duygu ve davranış bütünlüğünden oluşan bir “selim kalp” (26/89) ve takva yani tetikte-teyakkuzda olma, kül yutmama, uykusuz olma, eşikte durma dindarlığı daima mümkündür.

“Rey Ehli (Düşünme/görme Ekolü)”, başlangıcında bu saydığımız niteliklere sahipti. Fakat tarihte fazla aktif olamadı. “Ehl-i Sünnet”, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren Mütevekkil’in ihtilalinden (854) sonra kültürel hegemonyayı ele geçirdi. Böylece Logos (Düşünce), Pathos (Duygu) ve Ethos (Davranış)’tan oluşan dini muhayyile, logosun sönümlenmesiyle, pathos ve mithosun hegemonyasında kaldı. Sünnî Ortodoksi, kendini yenileyemediği (tecdit) için, tekrar, taklit, ezber, dogmatizm içinde yönsüz ve yolsuz bir şekilde sürüklenmektedir.

Türkiye: Kabileler Panteonu

Kabile ve boy/klan, aynı dili konuşan ve akraba-sülalelerden oluşan, insanlığın birlikte yaşamasının ilk sosyolojik topluluklarıdır. Allah’ın bir takdiridir(49/13). Tekâmül ederek yerleşik hayata geçtikten ve şehirler kurmaya başladıktan sonra “Ümmet” denilen, maslahata dayalı çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli toplumlar oluşmuştur. “Millet” kavramı ise, dinsel-teolojik literatürde aynı dini paylaşan topluluğa verilen isimdir. “İbrahim milleti” gibi. Aynı dili konuşan birden çok kabile olduğu gibi; birden çok dili konuşan ümmet/toplumlar da oluşmuştur. İmparatorluklar, birden çok etnisite, dil ve dinden oluşmuş toplumlardı. Ulus Devletler, Milliyetçilik-Irkçılık ideolojisi ile İmparatorluk yapılarının yerini aldı. Burjuva sınıfının ait olduğu etnisitenin dili resmi dil olarak kabul edilerek, egemen olunan topraklardaki diğer etnisiteler ve diller asimile edilmeye çalışıldı. İmparatorlukların kimlik teknolojileri daha özgürlükçü iken; Ulus Devletinki çok daha tek tipçi, zorlayıcı/zorba, torna-tesviyeci olmuştur. “Nation” denen kavram, zorla oluşturulmuş bir “Hayali Cemaat”tır. İkinci Dünya savaşından sonra Batıda gelişen demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, Anayasal vatandaşlık ve kuvvetler ayrılığı gibi kurumlar ve kavramlar, durumu biraz düzeltmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan, tasfiye edildikten sonra bir Ulus Devlet olarak kuruldu. Kurucu unsuru Türklerdi, nüfusu ise, İmparatorluk bakiyesi olarak Anadolu’da bulunan, Balkanlardan ve Kafkaslardan muhacir olarak gelen Müslüman halklardan/ahaliden oluşuyordu. Gayri müslim nüfus, azınlıktaydı. Devletin resmi dili Türkçe; dini ise İslam’dı. Laiklik ilkesinin benimsenmesi ile İslam, resmi din olmaktan çıkarıldı. Yapılan devrimlerin katı seküler içeriği, muhafazakâr/dindar halk kesimlerinde bir içerleme ve uçuklama yarattı. 1924-1950 arası Tek Parti yönetimi idi. 1950’lerden sonra demokrasiye geçişle birlikte muhafazakâr partiler iktidara gelmeye başladı ve katı laiklik ilkesi, yavaşça gevşetildi. Bu sürede darbe ve muhtıralarla mevcut rejime ayarlar yapıldı. 2000’lerden sonra iktidara gelen AK Parti, bu ilkeyi iyice gevşetti. Böylece toplumda laik/seküler, Batıcı-çağdaş toplum kesimleri ile muhafazakâr/dindar kesim arasında kültürel/ideolojik-politik bir bölünme, biz-öteki, bizim mahalle (AKP) ve karşı mahalle (CHP) oluştu. Bugünkü Türkiye’nin en büyük siyasi, kültürel-ideolojik kabileleri bunlardır.

“Kabilecilik”, insanlığın tekâmülü, medenileşmesi, incelmesi, toleransı/hoşgörüsü için aşması gereken dar ufukluluk, dogmatiklik, küçük hesaplılık, zümresel çıkarcılık gibi hususiyetleri ifade eder. İbn Haldun’un bahsetmiş olduğu sebep/gerekçe asabiyeti(dayanışma, koruma, ihtimam) yerine; nesep(sıhriyet-akrabalık) asabiyetine dayanır. “Biz ve Öteki”, “Dost ve Düşman” oluşturmanın kriterleri olarak “Adalet/Hakkaniyet-Zulüm” yerine etnisite, dil, ırk, din, mezhep ve çıkarı koymaktır.

Türkiye’nin ikinci kabileleşmesi etnisite/dil üzerinden oluştu. Özellikle 1980 ihtilalinden sonra MHP (muhafazakâr) ve Vatan Partisi (Seküler) Türk Milliyetçiliğini savunurken; HDP ve illegal terör uzantısı PKK, Kürt Milliyetçiliğini savunmaktadır. Türkiye’nin ikinci kabilevî bölünmesi budur. Etnik köken/dil/ırk vurgusu yerine “Vatanperverlik/Vatanseverlik-Yurt severlik” vurgusu, Türkiye gibi coğrafyalarda daha medeni bir tutum olabilir.

Cemaatler ve Tarikatlar, Türkiye’de din/mezhep üzerinden bir kabilecilik yaratmaktadırlar. Fetö, İsmail Ağa, Erenköy Cemaati, Menzil, Süleymancılar, Işıkçılar, Nurcular… Ak Parti içinde ve bürokraside özel “biz”ler oluşturmaktadırlar. Din soslu/söylemli holdingler ve çıkar örgütlenmelerine dönüşmüş durumdalar. Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler, İslam’ın her bir fert için önerdiği aklını başına toplayıp, kendi ayakları üzerinde durabilen şahsiyetlerden oluşan bir cemiyet/toplum yaratma davasını(6/94, 19/80, 33/72) yok ederek; kabile-klan, sürü, taklit, dogma oluşturdular. Üçüncü kabilevî bölünme budur.

Türkiye’nin ekonomik koşullarının zayıflığı ve Pandemi’nin yaratmış olduğu ekonomik zorluklar, merkezi iktidarda olan Ak Partiyi ve Büyükşehir belediyelerinde iktidarda olan CHP’yi politik hizmet kurumu olmanın yanında hatta ötesinde birer “ekonomik çıkar ve dayanışma, iş ve işçi bulma kurumlarına” dönüştürmüş durumda. Kamuda (bürokrasi-memuriyet) görev almanın evrensel kriteri olan ehliyet ve liyakat, tamamen yok olmuş durumda. “Partili” veya Tarikat-Cemaat mensubu olmayan vatandaşlarımız, iş bulamamaktadırlar. Dördüncü kabilevi bölünme budur.

Yoğun göçle oluşan metropollerdeki “hemşehri” dayanışmaları, pek de masum olmayan mafyöz kabile yapılarına dönüşebilmektedir. Hemşehirlilik/Hemşerilik, metrepollerde akraba ilişkilerine benzer bir dayanışma, hamiyet ve paylaşma olarak sonderece insani bir husustur. Ancak kamudan/devletten haksız yere menfaat devşirmenin bir aracına dönüştürülüyorsa, bunun masumiyeti yoktur. Bu da beşinci kabileciliktir.

Ak Partiye katılmayan Saadet Partisi, Ak Partiden ayrılan Gelecek Partisi ve Deva partisi, MHP den ayrılan İyi Parti, politik söylem olarak bu kabileciliğe karşı Türkiye halkının birliğini ve bütünlüğünü savunma amacında olduklarını ifade etmektedirler.

Avrupa ve Amerika, uzun süren din savaşları, milliyetçilik savaşları, sınıf-çıkar savaşları sonrasında menfaatin altın kuralı olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, ötekine yapma” veya “Ayağıma basma; ayağına basmayayım” ilkesini keşfetti. Bunun üzerinden bir Kamu Hukuku ve kurumlar yaratarak kendi kabileciliğini sona erdirdi. Bugün bu ülkelerde görülen iç barışın ve toplumsal birliğin temelinde yatan Anayasal eşit vatandaşlık kavramıdır. Avrupa’da ve Amerika’da Hukuk, toplumsal güvenin ve düzenin kaynağıdır. Şeffaflık, denetim ve cezalandırma, eşit vatandaş oluşturmanın temel aparatlarıdır. Bu hukuki güvenin arkasında uzun süren bir de “Kültürel Kamusallık” yaratılmıştır. Rönesans, Reform, Aydınlanma süreçleri, bunu ifade eder. Politik barışın, hukuki güvenin-düzenin arkasında uzun sürede yaratılmış kültürel bir homojenlik yatmaktadır. Dış politikada ABD ve AB’nin ahlaktan-hukuktan kopuk Makyavelizmini ve pragmatizmini her sorunda görmek mümkündür. Pandemi günlerinde bunun değişik örneklerini defaatle gördük.

İster seküler “Vatandaşlık” kavramı alınsın, isterse Medine Vesikasındaki “Ümmet” kavramı alınsın, bugün mevcut Ulus Devlet/Ülke sınırları içinde medeni bir toplum oluşturmanın yolu, dinsel ve etnik kimlikleri bireysel-kültürel zeminde tutup, ortak menfaat-maslahat, güven, düzen, hakkaniyet, adalet ilkeleri ışığında bir toplum sözleşmesi oluşturmaktır. Emevi imparatorluğunun, Arap-“mevali(Arap olmayan)” ayrımını dışarda tutarsak; diğer İslam imparatorlukları, “maksidu’ş-Şeria(mal/mülkiyet, can, onur, din ve düşünce özgürlüğü)” yı korumayı başarmışlardır. Millet Sistemi”, medenilik açısından bugün yaşadığımız kabilecilikler açısından fersah fersah ileride idi. Kabilecilik mantığını sürdürmek ilkellik, nâdanlık ve kabalıktır. İçgüdülerin, taklidin, dogmanın, zümresel çıkarın peşinde koşmak “insanlık” değildir. Matah bir şey değildir.