‘İhanet’ ve ‘İşbirlikçilik’in Sebebi Olarak Aile İçi Şiddet
1- TEORİK ÇERÇEVE
Politik birer kavram olan “İhanet” ve “İşbirlikçilik”, kendi toplumu veya devleti aleyhine kişisel veya grupsal menfaati uğruna, yabancılarla işbirliğini veya içinde yaşadığı devletin-toplumun aleyhine, onların menfaatine olacak şekilde hareket etmeyi ifade eder. Bu tutumun arkasında çıkar güdüsü olabileceği gibi, ideolojik nedenler de olabilir. Vatanseverlik veya Milliyetçilik duyguları taşımayan, kişisel veya grupsal çıkarlarını, içinde yaşadığı devletin veya toplumun aleyhine olacak şekilde önceleyen insanların bu tutumları, normal olarak/ahlaksızlık olarak kınanır ve aşağılanır. Ajanlık, böyle bir şeydir. Her toplumda –azınlık- olarak böyle insanlara rastlanır. Bizim üzerinde duracağımız konu bu değil. Bizim üzerinde duracağımız konu, Kendi devleti veya bu devleti yöneten iktidara karşı toplumun hatırı sayılır bir kesiminin veya muhalefetin, iktidar aleyhine başka devletler ile işbirliğine yeltenmesinin arkasında iktidar ile bu toplum kesimleri arasındaki yukarıdan aşağıya doğru yaşanabilen baskı ve şiddet ilişkisidir. Tek yanlı, zora dayanan bu ilişkinin sebebi, grupsal (aile, kabile, mezhep, din, ordu, parti…) çıkar olabileceği gibi; ideolojik farklılık da olabilir. Bu tutuma genellikle Tek Parti, Askeri, Kabilevi, Totaliter yönetimlerin olduğu toplumlarda rastlanır.
Aile, akraba, kabile, millet, mezhep, din ve devlete bağlılık, insani yaşama formasyonlarıdır. Medeni toplum, bu bağlılıkların birbiri ile dengelendiği; birine bağlılığın, diğerinin aleyhine olmadığı, ona zarar vermediği toplumdur. Kur’an şöyle der: “Ey iman edenler, kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız olsa da Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. Muhataplarınız zengin veya fakir de olsalar, adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah, bu ikisine sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede hevanıza (başıboş arzular) uymayın. Eğer şahitlik yapmaktan çekinir veya sahtekârlık yaparsanız, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135).
Aile baskısından dolayı Anadolu’da erkek veya kız çocukların evden kaçtıkları bilinmektedir. Bazı kız çocuklarının da, sevmediği bir erkekle evlendirilmek istenmesi durumlarında sevdiği erkeğe kaçtığı da bir olgudur. Ensest ilişkilerin de, mağdurlar tarafından itiraf edilmesi zor olduğu için, gizli kalan bir olgu olarak yaşandığı ve zamanla psiko-patolojik olarak dışa vurduğu bilinmektedir. Demem o ki, politik düzlemde de iktidar ve muhalefet, demokratik olarak meşru kurumsal yapılara kavuşturulmamış ise; iktidar, diğer toplum kesimlerine baskı ve zulüm yapıyorsa; mağdurlar, yabancı-dış güçler ile kolayca ilişkiye/işbirliğine girebilmekte ve kendi devletlerine ve siyasal iktidara karşı “hainlik” yapabilmektedirler. Siyasal baskılardan dolayı “mülteci” durumuna düşmüş insanlarda da bu tutum oldukça yaygındır. Avrupa ve ABD, Demokrasiyi, Hukuk Devletini, Laikliği ve İnsan Haklarını kendi içinde yerleştirerek bundan kurtulmuştur. Ancak, dünyanın her yerinden hainlerle ve işbirlikçilerle iş tutmayı dış politika açısından yeğlemektedir.
Maiyyetinde bulunan kişilere şiddet uygulayan bir babanın veya politik bir liderin psikoanalizini Erich Fromm şöyle izah etmektedir: “Freud, içimizdeki gerçeklerden büyük bir kısmının bilinçli olmadığını; buna karşın, bilinçli olanların da gerçek olmadığını farketmiştir… Şiddete eğilimli olduğu için çocuklarını döven bir baba, genellikle çocuklarına erdemli olmayı öğretmenin ve onları kötülüklerden korumanın en iyi yolunun bu olduğuna inandığı için çocuklarını cezalandırdığını söyler. Aslında baba, sadist doyumunun farkında olmadığı gibi, çocuklarını eğitmenin tek doğru yolunun bu olduğunu ve bir baba olarak sadece görevini yaptığı inancındadır. Başka bir örnek olarak savaşçı bir lider üzerinde de durulabilir. Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına karşın gerçekte kendine onur sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir.” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük sorunları. Çev: Bozkurt Güvenç. İst. 1973. s 110-111)
Bu konuda G. Jung ise şöyle diyor:
“Hükumetin en yüksek konumunda bulunan kişiler, devlet politikası kisvesi altında devletin öğretilerini kendi iradeleri doğrultusunda manipüle ederek kendi bireyliklerini işe koşabilirler. Ama böylesi bireyler, topluma kendi değerlerini ve dolayısıyla devlet politikasının kendisini dikte eden “Üstinsan” benzeri kişiler, kendi kurgularının köleleri olmaya daha meyillidirler. Lider, neredeyse her zaman kendi şişkin ego-bilincinin kurbanı olur. Bu, tüm ulusun bir koyun sürüsü olduğu, kendilerini iyi eyleme yönlendirmesi için her zaman bir çobana ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. Bir süre sonra çobanın kadroları sert bir yönetime geçer ve çobanlar kurda dönüşür.” (Lucy Huskinson, Nietzsche ve Jung. çev: M. Çetin. İst. 2021, s. 192)
Benzer bir durumun grup üyeliklerinde de ortaya çıkabildiğini Fromm şöyle izah ediyor: “Bir kişinin içinde yer aldığı toplumu, grubu, cemaati, tarikatı eleştirel bir göz ile değerlendirebilmesi için, ensest türü bağlarını koparmış olması gerekir. İster ilkel kabilevi, ister ulusal, isterse dinsel yapılarda olsunlar toplulukların çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler. Üyelerini, grubun dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için üyelerinin yapısında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da üyelerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için, kişiyi kendi grubunun ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnendiğinde şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz duruma gelirler.” (E. Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. S. 82)
2- ORTADOĞU’DAN ÖRNEKLER
Bu duruma, örneğin Ortadoğu’nun totaliter rejimlerinde sıkça rastlanır. Bazı örnekler verelim. İran’da Şah rejimi, muhaliflere şiddetle muamele ettiği için, Ayetullah Humeyni Fransa’ya yerleşti. Fransa, onu korudu ve sonunda uçakla Tahran’a indirdi ve devrim gerçekleşti. Devrimden sonra muhalifler, dünyanın değişik ülkelerine giderek gittikleri ülkelerin istihbarat örgütleri ile işbirliğine girerek devrimi devirmek için faaliyetlere giriştiler. Irakta Saddam, muhaliflere zulmetti, muhalifler, başta ABD ve İsrail olmak üzere dış güçlerin istihbarat örgütleri ile ilişkiye girerek onun devrilmesi için çalıştılar. Afganistan’da Babrak Karmal, Rusya ile ideolojik işbirliğine girerek mevcut rejimi devirdi. Arkasından mücahitler, ABD ile işbirliğine girip onu devirdiler, Daha sonraları ABD, Afganistan’daki rejimi içerden bulduğu işbirlikçilerin (H. Karzai) de yardımı ile devirdi. Sonunda Taliban, Pakistan ile girdiği etnik-dinsel işbirliği ile ABD’nin desteklediği yönetimi devirdi. Libya’da Muammer Kaddafi’yi muhalifler, Fransa ve ABD’nin desteği ile devirdiler. Suriye’deki totaliter rejim, muhaliflerin başka ülkelerin desteği ile devrilmeye çalışıldı, başarılı olunamadı. Yemen’de benzer durum yaşandı; iç savaş, “işbirlikçilik” ve “ihanet”ler hala devam ediyor…
3- TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de tek parti yönetiminin yarattığı baskı, dinsel kesimde belli bir içerleme ve uçuklama yaratmıştır. Ancak muhalefet, daima meşru-demokratik yollardan mücadele etmeyi tercih etmiştir. 1961 askeri darbesinden sonra oluşturulan askeri vesayet rejimine karşı Ana muhalefet, yine demokratik yollardan mücadele etmeyi tercih ederken; “The Cemaat”, ABD ile işbirlikçiliğine girmiş, meşru yollardan seçilmiş ve kendisi gibi muhafazakâr olan iktidarı darbe ile devirmeye kalkışmıştır (FETÖ). Önceleri Kürtler üzerinde tek parti yönetimi ve askeri vesayet rejimi tarafından belli oranda bir baskı yaratılmış; ikibinlerden sonra muhafazakâr iktidar bu baskıyı azaltmaya başlamıştır. Ancak, 1980’lerde kurulan PKK, İsrail ve ABD ile işbirliğine girerek terör ve bölücülük politikası yürütmeye başlamıştır.
4- SONUÇ
Demokratik yollardan seçilen muhafazakâr iktidarın yirmi yıldır iktidarda olması, şimdilerde muhalefetin bazı unsurlarını FETÖ, PKK ve ABD ile işbirliğine yönlendirmektedir. Türkiye’de demokratik prosedürler yerleşmiş ve aktiftir. Muhalefete tavsiyem, bu yollara tevessül etmemeleridir. İçerde baskı hissediyorlarsa bunu, Türkiye halkına şikâyet etmeleridir. Halkımızın sağduyusu, bunu kavrayacak ve aşacak kapasitededir. İktidara tavsiyem de, kendilerine muhalif olan her çıkışı “ihanet” ve “işbirlikçilik” ile yaftalamamalarıdır. Muhalefeti, yabancıların kucağına itmek, marifet değildir. Marifet, muhalefeti “yerli” yerinde tutmaktır.
Prof. Dr. İlhami Güler ile Din ve Ahlak İlişkisi
Din ve Ahlak İlişkisi, Anadolu İlahiyat Akademisi, Ankara, 30.10.2021
Karar Gazetesi Röportaj: Hasan Hanefi’nin Ardından (1. Bölüm)
İslami sol hareketinin kurucusu, Mısırlı yenilikçi düşünür Prof. Dr. Hasan Hanefi 21 Ekim’de Kahire’de vefat etti. İslam düşünce dünyasında ilk kez 1940’larda, sosyalizmin yükselişte olduğu bir dönemde Suriyeli Mustafa Sibai tarafından gündeme getirilen ‘İslami sol’ yorumu Şiilikte de İranlı sosyolog Ali Şeriati ile anılıyor. Prof. Dr. Hanefi ise Sünnilikte bu yorumu yapan, İslami sol hareketinin kurucusu olarak ardında iz bırakan bir isim. Yaşamı boyunca 60’ya yakın eser ortaya koyduğu halde Türkçede ne yazık ki yalnız 6 kitabı bulunan Hanefi’yi, onu Türkiye’deki düşünce dünyasına tanıtan bir isim olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhami Güler ile konuştuk.
Saliha Sultan
Prof. Dr. Hasan Hanefi
İlhami hocam, öncelikle Hanefi’nin ‘İslami sol’ söyleminin arka planındaki düşüncesi neydi, anlatabilir misiniz?
Hanefi bu söylemi özellikle Filistin’in İsrail tarafından işgal edilmesine, İslam dünyasının Batı tarafından sömürge haline getirilmiş olmasına karşı, İslam’ın özünün haktan, hukuktan, emekten yana olduğunu öne çıkarmak için oluşturmuştu. Bu konular esas İslam’ın sorunudur demek istiyordu. Arap dünyasında biliyorsunuz iktisadi bir sınıfın hegemonyası söz konusu. Bu söylem, onların hegemonyasındaki kitlelerin haklarını savunma amaçlı bir söylemdi. Dogmatik bir düşünce yerine, aklı, tecrübeyi, tümevarımı esas alan bir düşüncenin İslam’ın özünde olduğunu vurgulayan bir görüştü. Yani çağın gerçekliğini takip etme, ondan kopmama anlamında… Ancak Hanefi Sovyetler Birliği’nin yani sosyalizmin çöküşünden sonra artık sol jargonunu artık kullanmamaya, ‘aydınlanmış İslam’ kavramını kullanmaya başladı.
Bizdeki İslami düşünce dünyasında geleneksel ekolü sürdüren isimler negatif olarak ele alır bu kavramı. Hanefi’nin bu ‘aydınlanmış İslam’ kavramı Arap dünyasında nasıl karşılandı?
‘Aydınlanma’ kavramı Arap dünyasında pozitiftir. Yeniliği ima eder. Kendi çağdaşları Muhammed Arkon, Muhammed Abid Cabiri, Taha Abdurrahman, Nasr Ebu Zeyd gibi isimler de bu yenilikçi ekoldeydi. Fakat Hanefi aynı zamanda politik bir yanı, ideolojisi de olan bir isim olarak diğerlerinden ayrılır. Hanefi’nin projesi genel anlamda İslam düşüncesini yenileme üzerineydi. Çünkü Ehl-i Hadis ekolü metni ve dogmayı merkez alır, Hanefi bu düşüncenin Orta Çağlarda o günün toplumsal koşullarına göre şekillendiğini savunur. Ama o dönemde rey ehli dediğimiz vicdanı, vakayı, düşünceyi, tümevarımı, olguyu da esas alan bir düşüncenin de ortaya çıktığını fakat aktif olamadığını belirterek, bugünkü İslam dünyasının bu düşünceye ihtiyacı olduğunu savunur. Yenilenmeyi bu ekol damarı üzerinden güncellemeye, aktif hale getirmeye çalışmıştır.
İNSANIN İHTİYACINI DİKKATE ALAN BİR DÜŞÜNCE ORTAYA KOYDU
Hanefi’nin bu projesinin üç ayaktan oluştuğunu biliyoruz. Özetle neydi üzerinde durduğu konular?
Evet üç ayaktan oluşuyor. İlki geleneksel kültür karşısında konumumuz ne olacak sorusu üzerinedir. İkincisi çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak, üçüncüsü ise İslam dünyasının ve Mısır’ın bugün içinde bulunduğu gerçeklik yani vaka karşısında takınacağı tutum ne olacak… Kitaplarının hepsinde bunları anlatıyor.
İlkinde, yani geleneksel kültür karşısındaki tutum konusunu ise dört maddede ele alıyor. Kelam, felsefe, fıkıh ve tasavvufun yenilenmesi üzerine düşüncelerini yazıyor.
Kelam hakkındaki ‘Akideden Devrime’ kitabında Eş’ariliği ve tasavvufu esas alan geleneksel Sünniliği kritik ediyor, yerine Mu’tezileliği, akılcılığı, gerçekliği esas alan bir teolojinin oluşturulması gerektiğini savunuyor.
Felsefe konusunda ise 9 cilt ‘Nakilden Yaratmaya’ adlı bir çalışması var. Bunda da klasik İslam felsefesinin içeriklerin arkaik kaldığını belirtiyor ve nasıl yeni bir felsefeyi inşa edebileceğimizi anlatıyor.
‘Nastan Vakaya’ adlı iki ciltlik fıkıh çalışmasında ise, geleneksel fıkıhın nastan hareketle hüküm verdiğini belirterek, bugün vakadan, yani bugünün gerçekliğinden yola çıkan bir fıkıh kurulması gerektiğini, yani metropolün sorunlarının bu yolla nasıl çözülebileceğini ele alıyor. Tasavvufla ilgili ise ‘Fenadan Bekaya’ adlı bir çalışması var. Tasavvufun dünyadan el etek çekme gibi negatif içeriklerin bugünün ihtiyacı olan ama aynı zamanda insanın sezgisel kapasitesini de göz önünde bulunduracak, toplumsal, iktisadi, siyasi sorunları derinden sezerek toplumların devam etmesini sağlayacak çözümler üretmesi gerektiğini savunuyor. Yani tanrıyı ve ahireti esas alan düşünce yerine, insan ihtiyaçlarını, gerçekliğini dikkate alan bir düşünce tarzı ortaya koyuyor.
Kur’anla ilgili de ‘Vahiy ve Vaka’ başlıklı bir makalesi var. Kur’an-ı Kerim döneminde ayetlerin bir toplumsal gerçekliği esas olarak oluştuğunu, yukarı ve aşağı arasında bir diyalektik yani diyalog olduğunu savunuyor. Tanrının kelamında insanların sözlerini iktibas ettiğini ve onları yorumladığını söyleyerek ‘Kur’an sadece gökten inmedi aynı zamanda yerden bitti’ diyor. Yani Kur’an dogmatik değil, aynı zamanda insani bir şey diyor. Mesela bir örnekte Allah’ın toplumdan soru aldığını hatırlatarak ‘Sana ayın hallerinden soruyorlar’ gibi ayetleri örnek göstererek, insanlara cevap verdiğini belirtiyor. Ve ‘Allah bugün konuşsaydı nasıl konuşurdu?’ sorusuna ‘Sana Filistin’den soruyorlar’ diyebilirdi ve Filistinli çocukları kastederek ‘Taş atmaya devam edin’ diye ayet inebilirdi diyor. Yani bugünkü vakalarda da Kur’an tarzında düşünmemiz gerektiğini söylüyor işin gerçeği.
“KUR’AN SADECE GÖKTEN İNMEDİ AYNI ZAMANDA YERDEN BİTTİ”
Kur’an-ı Kerim’e yönelik ‘yenilikçi’ bakış açısı neydi?
Kur’anla ilgili ‘Vahiy ve Vaka’ başlıklı bir makalesi var. Kur’an-ı Kerim döneminde ayetlerin bir toplumsal gerçekliği esas alarak oluştuğunu, yukarı ve aşağı arasında bir diyalektik yani diyalog olduğunu savunuyor. Tanrının kelamında insanların sözlerini iktibas ettiğini ve onları yorumladığını söyleyerek “Kur’an sadece gökten inmedi aynı zamanda yerden bitti” diyor. Yani Kur’an dogmatik değil, aynı zamanda insani bir şey diyor. Mesela bir örnekte Allah’ın toplumdan soru aldığını hatırlatarak ‘Sana ayın hallerinden soruyorlar’ gibi ayetleri örnek göstererek, ‘Allah bugün konuşsaydı nasıl konuşurdu?’ sorusuna “Sana Filistin’den soruyorlar diyebilirdi ve Filistinli çocukları kastederek ‘Taş atmaya devam edin’ diye ayet inebilirdi” diyor. Yani bugünkü vakalarda da Kur’an tarzında düşünmemiz gerektiğini söylüyor işin gerçeği.
‘BATI BİLİMİN NESNESİ HALİNE GETİRİLMELİ’ DEDİ
Projesinin ikinci ayağı günümüzün önemli meselelerinden biri hala. Çağdaş Batı karşısında düşüncemiz ne olacak? Ne öneriyordu?
Bu konuda 800 sayfalık ‘Oksitandalizme Giriş’ adlı bir eseri var. Oryantalizmin İslam dünyasını ve dünyanın her yerini kendine nesne yaptığını vurgulayarak “Onlar alim oldu biz öğrenci” diyor. Bugünkü Müslüman dünyasının entelektüellerin özgüvenle Batı’yı bilimin nesnesi haline getirmesi gerektiğini savunuyor ancak bir şart koşuyor burada, ‘Onlar sürekli tepeden bakarak yaptılar, biz daha hakkaniyetli, araya mesafe koyarak onların hatalarını da doğrularını da gören bir disiplin oluşturmalıyız” diyor. Batı biliyorsunuz kendini tarihin sonu olarak lanse ediyor. Hanefi, bunu ortadan kaldıracak, Batı’ya haddini bildiren, insanlığı bugün getirdikleri yerin hayırhah olmadığını anlatacak bir disiplin öneriyor.
(Prof. Dr. İlhami Güler ve Saliha Sultan)
Karar Gazetesi Röportaj: Hasan Hanefi’nin Ardından (2. Bölüm)

İslam dünyasındaki yönetimlerde bugün şahit olduğumuz adaletsizliklere ve acziyete dair görüşleri neydi peki?
Bu onun projesinin üçüncü ayağı. Vaka, yani gerçeklik karşısındaki konumumuz için 8 ciltlik ‘Mısır’da Din ve Devrim’ adlı bir çalışması var. Onunla anılan ‘İslami sol’ düşüncesi işte bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bugünkü İslam dünyasının içinde bulunduğu gerçekliği göz önünde tutuyor. Mısır’da biliyorsunuz fakirlik çok fazla, gelir dağlımı çok dengesiz, tabii bu tablo genel olarak bütün İslam dünyasında mevcut. İslam dünyasındaki yönetimler büyük ölçüde ya tek parti ya aile ya da askeri diktatörlüklerinden oluşuyor. Hanefi ise demokrasiyi benimseyen biri ve İslami solun siyasi ayağını oluşturarak, ezilen, söz hakkı olmayan kitlelerin demokrasi yolu ile yönetime nasıl katılabileceklerinin yolunu arıyor.
BATILI FİLOZOFLARDAN ETKİLENMİŞ AMA KLASİK SÖYLEMİ TERKETMEMİŞTİR
Hanefi’yi araştırırken ilginç bir şey öğrendim. Malezya’daki takipçileri kendisini ‘karpuz’ lakabıyla anıyormuş. Neden?
Malezyalılar, Hanefi için ‘İslami dilini kullanıyor ama içeriğine modernitenin bütün kazanımlarını giydiriyor’ düşüncesiyle şüpheyle bakmış. Benim bu konudaki kanaatim şu, Hanefi’nin Batı’daki dört filozoftan Spinoza, Feuerbach, Husserl ve Lessing’den büyük ölçüde etkilenmiş bir isim. Bir panteist olan ve tanrı ile alemin bir olduğunu savunan Spinoza’nın kitabını Arapça’ya tercüme etmiş Hanefi. 1970’lerde yazdığı bir makalesi de var ayrıca, ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adında. Sait Yazıcıoğlu bunu Türkçeye aktardı ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nin dergisinde yayımlandı. Ben de Hanefi’yi bu makaleyle tanıdım. Makalede antropolijiyi esas alıyor, teolojiyi antropolojiye göre yorumluyor. Bunu yapan da esasında Feuerbach’tı, o teolojik dilin insanın kendine yabancılaşarak oluşturduğu bir dil olduğu tezini savunur. Hanefi onu izleyerek din dilini daha insani bir dile çevirmeye çalışıyor ama bunu geleneksel dili kullanarak yapıyor. Buna da imkan veren Husserl’dir, çünkü Hanefi bütün projesini Husserl’in fenomenolojik yöntemini benimseyerek oluşturuyor. Fenomelojinin özü ise şudur, kavramların veya sistemlerin bütün tarihini parantez içine alır, siz o içeriği yeniden kendi iradenizle doldurabilirsiniz. Dolayısıyla Hanefi bu yöntemleri benimsemekle birlikte, Allah, ahiret gibi bütün klasik söylemleri de kullanıyor ama dünyevi bir içerikte veriyor. ‘Allah aştır’ diyor mesela, ‘İhtiyacın neyse tanrı da odur’ demek istiyor. Bu dört ismin felsefesini benimsemiş olması Malezya’da Hanefi hakkında ‘Bu adam Allah, peygamber, din diyor ama bize Batı’nın felsefesini aktarmaya çalışıyor’ minvalinde bir şüphe doğurmuş.
Bizde Malezyalılar gibi bakmıyor muyuz böyle yenilikçi düşünürlere? Şundan soruyorum, ciltler dolusu çalışması var Hanefi’nin ancak bizde çok az çevirisi var. Yani bizim düşünce dünyamızda da böyle bir şüphe mi var Hanefi’ye karşı?
Tabii bizde de yenilik yoktur. Bizim entelektüeller arasında da Malezya’dakiler gibi bir şüphe var. Daha doğrusu aslında başta bende de vardı o şüphe. Hanefi bir cümlesinde ‘Sekülerler ne diyeceklerini biliyorlar fakat nasıl diyeceklerini bilmiyorlar. İslamcılar da nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlar’ diyor. Burada sekülerizme, modern dünyaya prim veriyor gibi görünüyor. Ben bunu daha sonra şöyle yorumladım. Kendisi Mısırlı, eski Orta Çağdaki İslam uygarlığının ihtişamını göz önünde tutuyor ancak bugünkü İslam dünyasının eğitim, sağlık, bilim alanlarındaki korkunç pasifliğini görüyor. Müslümanların Allah’a ve ayete yüklediği enerjiyi yeryüzüne boşaltmak, insana döndürmek istiyor, ahireti ise İslam toplumlarının geleceği olarak yorumluyor. Yani yeryüzünde cenneti nasıl kurarız sorusunun cevabını arıyor.
Bu arada vefatına kadar Kahire’de Felsefe bölümünde görev yapıyormuş, oradan emekli olmuş hatta. Bu bana ilginç geldi, El Ehzer’le tanıdığımız Mısır’ı geleneksel İslam düşüncesinin önemli merkezlerinden olarak biliriz. Hanefi bu ‘yenilikçi’ söylemlerine rağmen nasıl aforoz edilmemiş?
Çok doğru. Mesela Hanefi’nin öğrencisi olan Nasr Ebu Zeyd, yazdığı bir kitaptan dolayı Ezher uleması tarafından dinden çıktığına hükmedilip, hakkında fetva verildi. Zeyd de Hollanda’ya gitmek zorunda kaldı. Hanefi ise bu konuda, ‘Ebu Zeyd İsa gibiydi, açık söyledi ve çarmıha gerdiler. Ben Muhammed gibiyim, ben sözümü stratejiyle, siyaset yaparak konuşuyorum’ demişti. Hanefi eleştirisini yapıyordu ama yasalara veya mevcut egemen ‘sünni ortodoksi’ye ters şekilde söylemediği için ülkesinde kalabildi. O neyi, nasıl söyleyeceğini bilen biriydi yani.
Vefatının ardından Türkçede artık daha fazla Hanefi çevirisi görür müyüz sizce?
Şu anda Türkiye’deki İslami düşüncenin entelektüel kapasitesi 2000’li yılların çok çok gerisinde. O yıllarda az çok İslam dünyasındaki Muhammed Arkon, Cabiri, Ebu Zeyd gibi isimler takip edilirdi. Çünkü muhafazakarlar o zaman muhalefetteydi, ve bu muhalefet hali ürettiriyordu. Ama 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş tedrici olarak İslami entelektüel düşünce kapasitesi dumura uğradı, yani iktidar her şeyi bozdu. Nietzsche ‘Tahakküm, güç tutkusu insanı aptallaştırır’ der, Türkiye’de de olan bu şu anda. Bu yüzden ben Hanefi’nin kitaplarının bu dönemde Türkçeye çevrileceğini düşünmüyorum.
TÜRKİYE’NİN LAİKLİK VE İSLAM SENTEZİNİ ÖNEMSİYORDU
Türkiye’de nasıl tanındı Hanefi? Şahsen tanıştığınız bir isim bildiğim kadarıyla, insan olarak nasıl biriydi?
Hanefi’yi Türkiye’ye tanıtan benim aslında. ‘Teoloji mi Antropoloji mi?’ adlı bir makalesi bende büyük etki bırakmıştı. Gittim Mısır’da kendisini buldum, 1992’de Kahire’de derslerine devam ettim. Kendisiyle bir röportaj da yaptım ve 1992’de İslami Araştırmalar dergisinde yayımladım. Gelirken kitaplarını da yanımda getirdim ve Türkiye’de tanınmaya başladı. Sonra birkaç kez de davet ettik Türkiye’ye, İstanbul, Ankara’ya beş on kez geldi gitti. Mustafa Kemal’in devrimlerinden sonra sekülerizmle yani laiklikle İslam arasındaki sentezinden dolayı Türkiye’yi çok önemsiyordu. Erbakan’la görüşmek istedi mesela bir geldiğinde, ayarladık, iki saat kadar görüştüler. Görüşmeden döndüğünde “Dehşete düştüm. Erbakan bana bir saat İslamiyet’i anlattı” dedi. Laikler ne dediklerini biliyorlar, ne söyleyeceklerini bilmiyorlar, İslamcılar nasıl söyleyeceklerini biliyorlar ne diyeceklerini bilmiyorlara döndü iş. Türkiye’ye çok önem veriyordu, takip ediyordu. Eşi de burada yaşamayı seviyordu, geldiklerinde epey kalıyorlardı.
Şahsi düşünceniz nedir kendisi hakkında, insan olarak nasıl biriydi?
Hanefi’nin ömrü Mısır’da ihvan dilinin arkaik oluşu, sekülerlerin de totaliter oluşu üzerine geçti. O dilleri ıslah etme çabası üzerine yaşadı. Çok iyi, dürüst bir akademisyendi, Sorbonne’da eğitim almış, İngilizce, Fransızca biliyor, Batı ve İslam düşüncesine de hakim bir isim. Sadece lafızları yenileme değil muhtevayı da yenileme, İslam düşüncesine yepyeni bir çehre kazandırma çabasındaydı. Ben samimi olduğuna inanıyorum. Hanefi Hindistan’dan Mağrip’e bütün İslam dünyasının derdiyle dertlenen, üzülen, sevinen biriydi. Dini hamiyeti vardı ve bütün dünyadaki ezilenlerden yanaydı.
Ahlaki Eylemin Üç Saiki Üzerine – 1.Bölüm
Ahlaki amelin/eylemin (fazilet-erdem) başlıca üç saiki, motivi yani etkeni-sürücüsü vardır: 1- Vicdan, 2- Tanrı Rızası, 3- Menfaat-Mutluluk. Bu yazıda bu üç saiki seküler ve Kur’an açısından analiz etmeye çalışacağız. Kadim değerleri, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” “Güç İstenci” veya “Übermansch=Üstinsan” kavramları ile reddedip, Egoizmi yani yukardaki saiklerin “iyilik” olarak kodladıklarını reddedip, “kötülük” olarak kodladığını savunan Nietzsche’nin teorisine değinmeyeceğiz. Kur’an’da bu teori “Tağutluk”, “Şeytanlık”, “Ğarurluk”, ”Firavunluk” ve “Karunluk” olarak reddedilir ve “Kötülük” olarak nitelenir.
1-Vicdan
Vicdan, insanın doğasında olan bir yeti olarak, ahlaki eylemi bir karşılık beklemeden, kendiliğinden, iyi olduğu için yapmaktır. Kant, ahlakı bu saike dayandırmıştır. Onun “Ödev” ve “Kategorik Buyruk” kavramları, bunu ifade eder. Bunların açılımları şöyledir: “Yapmalısın”, “Öyle hareket et ki, senin yerinde olan herkes, senin gibi hareket etsin.” “İlişkilerinde insanları “araç” olarak görme; onları, kendi başına birer “amaç” olarak gör”. Ahlaki davranışın ucunda kişisel bir çıkar, haz, mutluluk… varsa; o davranış ahlaki değildir. (İ. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1982. S 24 vd)
Kur’an’da bu saik ile eylemde bulunmak “İhsan” ve “merhamet” olarak kavramsallaştırılır. İnsanlara merhametle muamele edilmesi tavsiye edilir (90/17). İhsan, karşılık beklemeden, iptidaen iyilik yapmaktır. Bu davranış, karşı tarafta da kendiliğinden aynı tutumu doğurur: “İhsanın karşılığı, ihsandan başka bir şey değildir.” (55/60). Bir başka ayette “Allah rızası” ve vicdani saik ile eylemde bulunmak birlikte zikredilir: “Mallarını Allah rızasını kazanmak ve vicdanlarını tatmin etmek için başkalarına dağıtanların (infak) misali…” (2/265). Yaratılışta insana bahşedilen “Vicdan” veya “Fıtrat” kapasitesi (91/8; 30/30), Allah’ın Rahman, Rahim ve Rezzak sıfatlarının insandaki yansımalarıdır. “Rabbaniyyun” (3/79) ve “Ribbiyyun” (3/146) kavramları, “Allah’a râm olmuş” anlamında bunu ifade eder. Hz. Muhammed’e yapılan: “İyiliği, (burada) daha fazlasını bekleyerek yapma.” (74/6) tavsiyesi, yine vicdanı ima eder.
Vicdanın sesini duymak, ayrı ve büyük bir sorundur. İnsanlar, hazır buldukları toplumsal değerlerini, Freud’un kavramsallaştırması ile “üstben”lerini (toplum/kültür/gelenek) veya kişisel “Bilinçaltı (id-içgüdü)”nı kolayca vicdan sanabilirler. Yunanlı filozof Ksenophanes’in deyimi ile: “Kanı (zan-İG), herkesi gafil avlar.”. Z. Gökalp’ın uyarısı haklıdır: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.”
2-Allah Rızası/Hatırı
Allah Rızası, Kur’an’da bulunan bir ahlaki amel saikidir. Allah’ın insana lütuf, ihsan, rahmet ve cömertlik olarak bahşetmiş olduğu nimet, rızık ve ikramların karşılığı, insanın şükran, sorumluluk ve minnet duyguları yani O’nun “hatırı için” kendine ve insanlara karşı tavsiye etmiş olduğu emir ve yasakları yerine getirmektir. Kur’an’da sık sık tekrarlanan bir husustur (2/207, 265; 4/114; 5/2; 60/1)
Ahlaki eylem saiki olan “Allah Rızası”nın aşırıya götürülerek saptırılması, insanı hemcinsine karşı eylem, aksiyon ve fiilde bulunmaktan uzaklaştırarak eylemsizlik olarak “çileciliğe” ve “zühde” götürür (mistisizm). Yani “Ribbiyyun” ve “Rabbaniyyun” olmaktan, -insanlara emredilmemiş olan “Rahbaniyyet”e götürür (57/27). Ruhbanlık, dünyadan el-etek-ayak keserek/çekerek, Tanrıyı “Takıntı” haline getirmektir (aşk, vecd, istiğrak, fena…). Kur’an, insanların –normal olarak- Allah’ı unutabileceklerini varsayarak, O’nu sık sık hatırlamalarını tavsiye ederken (2/198; 33/41; 62/10…); mistikler, Tanrı’yı “unutmamayı” dindarlık olarak vazederler. Kur’an, insanlara yatay olarak, ileriye doğru, yeryüzünde, doğru yolda (sırat-ı müstakim, sebilullah, şeriat) yürümelerini emretmiş olduğu halde; mistikler, dikey olarak, Allah’a doğru yürümeyi (seyr-i süluk, miraç, tarikat) seçerler. Kur’an’da dindarlık olarak “Takva”, içgüdüleri onaylayıp düzenleyen “dünyada dindarlık” iken; zühd ve çilecilik, içgüdülere kök-söktüren (nefsi öldürme-fena) ve “dünyadan kaçan” bir dindarlıktır. Allah’a doğru “yükselen” doğru söz söylemek ve salih/sağlam iş yapmaktır (35/10).
Tanrı’ya doğru bu dikey yürüyüş, uzak doğu dinlerinde (Hinduizm-Budizm-Taoizm) ”Nirvana”, “Tao”, “Kutsal Hiçlik” ve “Çok Katlı Sonsuzluk” gibi Tanrısal imgelerde sona erir iken; İslam mistisizminde (Tasavvuf) Tanrı ile ittihat, vusul, hulul, vahdet ve onda yok olma (fena fillah) ile sonuçlanır. İslam Tasavvufunun hepsinin böyle olduğunu söylemek, haksızlık olur. “Ticaret ve alış veriş yapmanın, Allah’ı anmaktan alıkoymaması gerektiğini” (24/38) şiar edinmiş, “Dil (gönül-kalp) be yâr; dest, be kâr= Eli işte; kalbi, Allah’ı ile” ve “El-kâsibu, habibullah= Kazanç peşinde olan, Allah’ın sevgilisidir.” diyen Tarikatlar ve Esnaf Loncaları da mevcut olmuştur.
3-Mutluluk-Menfaat
a) Seküler Yaklaşım
Aristo, mutluluğun, insanları ahlaki eyleme sürükleyen bir saik olduğunu şöyle izah ediyor: “Hiçbir zaman bir başka şey için tercih edilmeyip, hep kendisi için tercih edilen ise, (ona) sadece kendisi amaçtır diyoruz. En çok, mutluluğun böyle bir amaç olduğu düşünülüyor. Çünkü onu, hiçbir zaman başka bir şey için değil; hep kendisi için tercih ediyoruz.” (Aristo, Nikhomakos’a Etik. Çev: İoanna Kuçuradi. Ank. 1988. S 13). Yani Aristo’ya göre, bizi ahlaki eyleme sevk eden saik, o eylem sonunda mutlu “olmak”tır.
Çağdaş etik düşüncede ve seküler bağlamda mutluluğu-menfaati temel saik olarak gören iki teori daha mevcuttur. Birincisi, J. S. Mill’in “Faydacılık (Utulitarizm)”ı; diğeri, W. James’in “Pragmatizm”idir. Bu üç teorinin ortak paydası, “Tanrı Rızası” ve Ahireti yani “te’cil edilmiş/veresiye menfaati” açıkça hesaba katmamalarıdır. Her iki teorinin, Aristo’nun mirasçıları olarak “Tek Dünyalı (seküler)” Kapitalist Ekonominin geliştiği İngiltere ve Amerika’dan çıkmış olmaları, manidardır. Bu teorilerin, Hz İsa’nın ve Hristiyanlığın Ruhbancılığı, Çileciliği/Zühdü (“Tanrı’nın Krallığı”) ile hiçbir alakaları yoktur. Protestanlığın, kuruluş aşamasında ortaya koyduğu püriten “dünya için dindarlık” teorisi, M. Weber’in teşhis etmiş olduğu gibi, sonunda bu iki teori ve bunların toplumsal hayata yansıması olan “Kapitalizm” ile sonuçlanmıştır.
Ahlaki bir sorumluluk olarak Tanrı’ya imanı ve onu memnun etmeyi (Tanrı Rızası) veya insanlara karşı vicdani ödevi/merhameti hesaba katmayan Mill, mutluluğu-faydayı yegane motivasyon olarak şöyle tanımlıyor: “Mutluluk, istenir ve amaç olarak biricik arzu edilecek şeydir; meğer ki o, amaca erişmeye bir araç (motiv-İG) ola… Bir şeyin istenir, arzuya değer olduğunu ispat için, onun “şimdiki zamanda” (burada/dünyada-İG) bütün insanlar tarafından arzu edildiğini söylemekten başka bir kanıtımız olmamasından korkarım… İspat etmeli ki, insanlar, yalnız mutluluğu istemekle kalmazlar; belki, mutluluktan başka bir şeyi asla arzu etmezler. Kendisine bağlı olan zevk (haz-menfaat) fikri ile ölçülmüş olmaksızın bir şeyi arzu etmek, fiziksel ve metafiziksel bir imkânsızlıktır. Arzunun, zevki (amaçlamaktan) ve ıstıraptan (kaçınmaktan) daha yüksek bir amacı olabileceği hakkında bir itiraz akla gelmez.” (J. S. Mill, Faydacılık. Çev: N. Coşkunlar. İst. 1986. S. 54-55,61).
W. James ise, ahlaki iyiyi şöyle tanımlıyor: “İyi, basitçe talebin karşılanmasıdır (satisfy). Talep, “Güneşin altındaki (burası/dünya)” her şeydir. Fiziki fenomenler için farz edilecek tek bir kanun olmayışı gibi, tüm taleplerimizin temelleneceği evrensel bir motivasyon da yoktur. Ahlaktaki temel belirleyici kuvvetler/motivler, fizikte olduğu gibi çoğul olabilir.” (W. James, The Will To Belive, Newyork, 1907, S. 201). Burada altı çizilmesi gereken nokta, bütün taleplerin “güneşin altında” yani “peşin” yani “Dünya” da karşılanmasıdır. Bu ahlak filozoflarının her ikisi de İngilizdir. F. Nietzsche, bir aforizmasında: “Çocuklar, kadınlar, inekler ve İngilizler, “mutluluk” peşinde koşar” der.
Ahlaki Eylemin Üç Saiki Üzerine – 2.Bölüm
b) Kur’anî Yaklaşım
Kur’an, Karl Marks’ın (Kapital) ve Kapitalizmin insanı “Homo Economicus” olarak tanımlamalarına katılır: “İnsan, menfaate çok düşkündür.” (99/6); “Kendini ebedileştirecekmiş gibi, malı istifler.” (104/2-3); “Çoklukla övünmek, sizi ölünceye kadar oyaladı.” (102/1-2). “İnsan, bir kazanç/kâr elde ettiğinde, cimrileşir.” (70/21). Bu tutumun, başıboş kalması sonucu olarak ortaya çıkan Tağutluk (Güç İstenci), Şeytanlık (İstiğna-İstikbar), Ğarurluk (ayartıcılık), Firavunluk (zulüm) ve Karunluk (İstif-israf) tipolojilerini de ahlaki bağlamda “kötülük odakları” olarak yadsıdığı ve lanetlediği açık bir gerçektir. Bu konuda Fazlurrahman şöyle diyor: “İnsan, önemsiz şeylere dalıp giden bir zihin(petty mınd), dargörüş ve çileden çıkarıcı bir bencillile haraket eder. Bu, siyasi,, toplumsal, ekonomik ve dahası dini bütün insani davranış alanlarında böyledir. İnsan çok zayıf/akılsız ve kıt düşüncelidir(17/100,4/28).”İnsan doğası kararsızdır; başına bir fenalık gelince feryadı basar; bir menfaata ulaşınca da, onun başkalarına ulaşmasını engeller.”(70/19-21)”( Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları” Çev. A.Çiftçi. Allah’ı Elçisi ve Mesajı Ank.1997 içinde. S 17)
Yaşamı bir “Denenme” olarak vazeden Kur’an evrenin (semavat), Güneş sisteminin, ekosistemin/dünyanın ve insanın düzenli ve bir gayeli olarak Tanrı tarafından yaratıldığını ve insanın kendisinin de Tanrı’ya karşı İman-ibadet ve insanlara karşı da adalet ve merhamet etmek sorumluluğu ile denendiğini (din) anlaması gerektiğini tavsiye eder. Böyle bir ahlaki kapasite de insanın derininde mevcuttur: “Fıtrat” (30/30).
Kur’an, denenmenin özü/kendisi olan ahlaki eylemin vicdan ve Tanrı Rızası saiklerinin ötesinde bir de menfaat saiki koyar. Ahlaki eylemin insani boyutu olan, hemcinsine karşı adil davranmanın saiki, dünyevi menfaattir. Bu, “Adalet” kavramı ile ifade edilir. Adil olan ahlaki ilişkide menfaatler dengelenir. Bir tarafın “lehine”, diğer tarafın “aleyhine” olmaz. Adaletin temeli, menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya tersinden: “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran”dır. Yani dünyevi menfaat gözetme saiki ile de ahlaki eylem yapılır. Bu ilkeyi çiğneyerek başkalarına zarar vermek, acı çektirmek, haddi aşmak, hakkaniyetsizlik yapmak zulüm, fesat, fücur, tuğyan… dır. Dünya nimetleri, insanlar için hazırlanmıştır. Onların, salih/sağlam (Sabiğat-34/11) bir şekilde üretim yolu ile çoğaltılması, adil bir şekilde (mizan) bölüşülmesi (83/2-3) ve israf edilmeden tüketilmesi (6/141; 7/31) helal/meşrudur ve ahlakidir.
Allah-Kur’an, insanın menfaatperestliğini göz önünde tutarak, yukarıda saydığımız “kötülük odakları” haline gelmemesi ve hemcinsine karşı katil, gasıp, zalim ve hoyrat olmayıp; adil ve merhametli olması için, dini anlamda “denenme”yi kazanabilmesi için, ona bir de “Ahiret Menfaati” vadetmiştir. Bunu ifade eden odak kavram “Hayr”dır. Yukarıda belirttiğimiz gibi “İhsan” kavramı, karşılıksız vicdani iyiliği imlerken; “Hayr” kavramı, “karşılıklı iyiliği” imler. Bu dünyada Tanrı’ya İman ve kullarına iyilik yapmanın, onun dinini korumanın ve tebliğ etmenin karşılığı olarak “Ahiret”, peşin/âcil (kapitalizm) ekonomi yerine; veresiye/tecil edilmiş (17/18; 75/20; 76/27) bir ekonomidir; kesintiye uğramayan bir ticarettir (35/29), bir tür alış-veriş (bey’)tir (9/111); Allah’a verilmiş bir borçtur (64/16-17). Aynı zamanda hukuki bir hakketmektir. “Bu menfaat, daha çok ve daha uzun sürelidir” (87/17).
Malını, “Allah yolunda” yani cihat veya fakirlere yardım etmek için harcayanlar/dağıtanlar, yardım edenler (infak), yani “hayr” yapanlar, Ahirette kat be kat fazlasını alacaklardır: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak verip her başakta da yüz tane bulunan tohum gibidir. Allah, dilediğine kat be kat verir, O, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (2/261). İnfak, yoksullara her türlü nakdi yardımı içerdiği gibi; günümüzde saile (dilenci) sadaka vermek değil; işsizlere istihdam yaratmaktır. Kur’anda ahlaki bir saik olarak “Ahiret”in yeri hakkında Fazlurrahman şöyle diyor: “Herşeyden evvel Ahiret olmaksızın insan, anlık yaşama haline düşer ve sadece “dar görüşlü” olmakla kalmayıp, aynı zamanda hayvanlar gibi olur. İnsana geniş görüşlülüğü veren ve “takva”yı harekete geçiren “Ahiret”tir. “Bu dünya” peşinde koşmak, hali hazıra(here and now) dalıp gitmenin diğer bir tezahürüdür. Böyle bir hayat görüşüne/tutumuna sahip insanlar,”hayvanlar gibidirler, hatta daha da kötüdürler; çünkü onlar, düşüncesizdirler.”(7/179). Kur’an’ın “takva”yı telkin etmedeki bütün çabası, insanı bu gelip geçici(hour to hour) hayatın üstüne çıkarmaya, böylece de onun davranışlarını uzun vadeli hedefleri ve “amellerin Sonu(the End of affairs)nu gözeten sağlam bir temele oturtmasına yöneliktir.”(Fazlurrahman, Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları, a.g. e, s15)
4-Sonuç
Kur’an’ın benimsemiş olduğu üçlü yani vicdan, Allah rızası ve menfaat saikleri, “Takva” kavramında toplandığı gibi, “Dünyada Dindarlık”tır. Bu üç motivin kendi içinde “Yücelik” sıralaması: 1- Allah Rızası, 2- Vicdan ve 3- Menfaattir. Tek motivli ahlak teorilerinden daha geniş ve gerçekçidir. Kant’ın “Ödev” teorisinde olduğu gibi “gazoz ağacı (zor)” değildir. Aristo’nun, Mill’in ve James’in teorilerinde olduğu gibi, Allah’ı ve Ahireti unutan seküler ve tekçi saikli değildir. Allah rızasını aşırıya götüren mistik teorilerde olduğu gibi yeryüzünü, bedeni, içgüdüleri (insanı) ihmal edip; onları düşman belleyen, dikey olarak Tanrı’ya veya O’nun ile birleşmeye, Sonsuzluğa, Hiçliğe giden bir yol da değildir. Dünyaya saplanmadığı gibi; dünyadan da kaçmaz. Gerçekçidir
İmansız ve ahlaksız itikat ve ibadet Müslümanlığı
1- İmanın İtikada Dönüşmesi
Tarihte ve günümüzde İslam dünyasının ve yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye halkının temel dini problemlerinden biri budur. İmanda “istikamet” yani doğru bir imana veya akaide sahip olmak ayrı bir problemdir. Konumuz o değil. Konumuz, Allah ve Ahiret ile her bir bireyde diri, artıp eksilebilen, canlı ve dinamik olması gereken imanın edilememesi/edinilememesi veya ateş-yanma halinde olması gereken imanın ocağının sönmesi ve küle dönüşmesi; kinetik enerji üreten kaynar su gibi olması gereken imanın, donması ve buza dönüşmesi; canlı insana benzeyen imanın ölmesi ve cenazeye dönüşmesi yani “Akaid (Amentü)” leşmesidir.
İman, kalbin fiili; amel, organların fiilidir. İman ve amel, iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine bağlı şeylerdir. Yani aralarında sebep-sonuç/nedensellik ilişkisi vardır. İman olmayınca, amel de olmaz. “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.” veya “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.” deyimlerinde olduğu gibi. Bu izah, dindeki durumu tasvir eder; imansız, salt vicdan ve mutluluk saiki ile kimi ahlaki amellerin/fiillerin yapılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kant’ın “Ödev Ahlakı”, J. S. Mill’in “Faydacılık”ı ve W. James’in “Pragmatizm”i böyle teorilerdir.
İslam’ın erken döneminde “İman-Amel İlişkisi” , yani “Müslüman-Mü’min” kimliğin mahiyeti, teolojik bir problem olarak belirmiş ve başlıca üç tarzda teorileştirilmiştir. Hariciler, ameli yani yapılması veya kaçınılması gereken helal ve haramları, emir ve yasakları, imanın parçası olarak görmüş ve ameli ihmal edenleri tekfir etmiştir. Buna karşılık, Ebu Hanife ve Mürciîlik, bu görüşün tam zıddı olarak iman ve ameli birbirinden ayırmış yani koparmış; imanı da kalp fiilleri olarak değil; zihinsel kesin tasdik olarak “Akaid” e indirgemiştir. Yani hiç ameli olmasa da, itikadı/tasdiki olan kişi mü’min ve Müslümandır. “Müslüman” olmak için “amel” zorunlu değildir; olsa, daha iyi olur. Bu görüş, -Hariciliğin yaratmış olduğu şiddet/terör ve iç savaştan sonra- Sünniliğin resmi görüşü olmuştur. İslam’ın geniş kitlelere yayılmasını ve iç barışın sağlanmasını temin etmiştir. Mu’tezile ise, tasdiki olduğu halde, ameli olmayan kişiyi: “El-menziletü beyne’l menzileteyn= İman ile küfür arasında bir yerde” olarak nitelemiştir. Yani böyle birisi, Mü’min-Müslüman kimliğini hak etmediği gibi; böyle birine “Kâfir” de denemez. Çünkü tasdiki başarmıştır. Bu konumu Türkçeye “Araftakiler”, “İki arada bir derede” veya “Sıfatsız”, “Adam değil”, “İnsan değil”, meyvesiz “ot-ağaç” olarak çevirebiliriz. Hariciler ve Mu’tezile, böylesi kişilerin, -tövbe etmedikleri takdirde- Ahirette kesin olarak azap göreceğini ileri sürerken; Ebu Hanife ve Mürciîlik, bunların Ahiretteki durumunu, Allah’a havale etmiştir (İrca).
Bu görüşleri, Kur’an açısından yeniden gözden geçirdiğimizde, Dünyadaki durumu izah bakımından Mu’tezile’nin görüşü, daha tutarlı iken; Ahiretteki durumu izah açısından, Sünniliğinki daha tutarlıdır. Şöyle ki Ebu Hanife (Mürciîlik) yani Sünnilik, imanın canlı doğasını yani yoğunluğu artıp eksilebilen kalp fiilleri olan Allah’a karşı saygı/huşu, korku/haşyet, şükran hissi, sevgi, tazim, hayâ ve güveni; Ahirete karşı korku ve umudu (havf ve reca), artıp eksilmesi olmayan salt zihinsel “tasdik”e indirgemesi yanlıştır. Kur’an şöyle der: “Müminler, ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürperir; onun ayetleri kendilerine okunduğunda, bu, onların imanını artırır; onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler.” (8/2). “Onlar, görmedikleri halde Rablerinden ve kıyamet gününden korkarlar” (21/49).
Mü’min ve Müslim/Müslüman kavramları Kur’an’da çoğunlukla müradif olarak kullanılır(3/52, 10/84, 43/69, 28/52-53). Ancak “teslimiyet yani tasdik”, imandan ayrılır: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: iman etmediniz; fakat “Boyun eğdik/teslim olduk/tasdik ettik (eslemna)” deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi…” (49/14). Bir sonraki ayette “müminler” şöyle tanımlanıyor: “Allah’a ve peygambere iman ederler, şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. İşte bunlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). Başka bir yerde Kur’an şöyle der: “İnsanlar, “inandık” diyerek, (amel ile) denenmeden başıboş bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).
Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) ın tarihi süreç içinde başına gelen imanın zayi olması yani ölü itikada dönüşmesi ve istikametten çıkmasını Kur’an, muhataplarına şöyle tasvir ederek onları uyarır: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar/mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onlardan birçoğu fâsıktır.” (57/16).
Aradan 1400 sene geçince mü’minlerin başına gelen şey de aynısıdır. Yani canlı imanın kaybolması, kalplerin katılaşması, iman’ın itikat’a dönüşerek amel doğurmaz hale gelmesi ve birçoğunun fâsık/günahkâr olması.
2- Allah’a Karşı İbadetin,İnsanlığa Karşı Ahlaki Amele Yeğlenmesi
Spinoza: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” der. Bu söz, doğrudur. Avam/ahali/halk/sokak insanı, kendince ritüelleri/ibadet-i mersumeyi “yükte hafif, pahada ağır” bir tasavvurla Tanrı’nın gözüne girmenin, işi “baştan bağlamanın” bir yolu olarak görür. Böylece ibadetleri, örneğin, ucunda ölüm ve yaralanma, malından bağışta bulunma olan ve zorluk, çile, sabır, zarar içeren cihat etmek ile eşitler. İnsanlara karşı adil ve merhametli olma amellerini ıskalamaya çalışır. Kur’an, bu konuda şöyle der: “ Siz hacılara su dağıtmayı ve mescid-i haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihat eden kimselerin amelleri ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim toplumu hidayete erdirmez. “(9/19). Bir örnek de biz verelim. Genellikle din adına siyaset yapanlar, ibadetler(Namaz-Oruç-Hac) ile Tanrıyı kandırmaya çalışarak(“Alnı secde görme”), siyaseti, kendileri gibi/partili olmayanlara karşı tahakküm/güç istenci aracı ve çıkar maksimizasyonu olarak icra etmektedirler.
İman ve Ahlakın kaybedilerek itikat ve ibadetin “din” haline getirilmesi konusunda rahmetli Nurettin Topçu, yıllar öncesinde “İslam ve İnsan” (İst. 1970) adlı kitabında büyük bir vukufiyetle ortaya koymuştur. Biraz uzun da olsa, ehemmiyetine binaen ondan bazı iktibaslar yapacağım:
“Asırlar arasında İslam’ın ruhu katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasimin gurur ve tahakkümleriyle eritildi. Dinî müesseseler, dinin ruhundan tamamen sıyrıldı. Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelerle bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri halini aldı. Bunların etrafında istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül etti. Bu adamlar, içyapısını yüz yılların yıprattığı devlet ile el ele vererek ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler. (a.g.e, s. 8-9).
“Her sene milyonlarca ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi, ne de aslında ilmi ve fikridir. Bu halin sebebi, İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür… Asırların artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek, onu itham yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar. Hakikatte ise onlar, dini hayatı maddi şekil ve hareketlere bürünmüş maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler; ruhlarını kaybetmişlerdir.” (a.g.e, önsöz).
“Dinin bütün dünyası ruh dünyasıdır. İslam’ın bütün hareketlerimizi ve bütün dünya işlerimizi düzenlemiş olması, dünyaya ait emellerimizde bize daha iyi “başarı” sağlamak için değildir. Ticarette daha iyi tüccar, siyasette daha mahir diplomat olmamız için değildir. Belki dünya işlerimizi ruhun selametini hiç engellemeyecek tarzda düzenlemek içindir. Ticaret ve siyasette kazanç ve muvaffakiyet hırslarımıza gem vurmak içindir. Dinin konusu ruhtur… ; din, bedene saadet ve bolluk getirmek davasında değildir; bilakis, ruhu bedene hâkim kılmak davasıdır. İnsan bedeni ile birlikte yaşadığı için, bu bedenin ruhun yüksek gayesine uygun hareketler yapması için “şeriat” bildirilmiş ve onda bedenin hareketleri, ruha zarar vermeyecek ve onu besleyecek tarzlarda tertiplenmiştir.” (a.g.e, s. 31).
“Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hale getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları sayıldı. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd ve takva” adını verenler, bu vehimlerinin kaskatı gururu içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (a.g.e, s.33)
“Asırlardır milyonlarca Müslümanın, yurtlarında aç ve sahipsiz inleyen mü’min kardeşlerini çiğneye çiğneye ziyarete koştukları Kâbe’den dönüşte, onlar hakkında olsun biraz merhamet, hatta insanlar hakkında olsa da bir parça aşk ve muhabbet getirdikleri görülmüş müdür? Hâlâ İslam âlemi birbirine düşmandır ve Kâbe’nin bekçileri de, Müslüman kardeşlerini soymakla görevlidirler. Siz, Allah’a iftira ediyorsunuz! Allah, böyle bir ibadet istememiştir! Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekân değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Haccın İslam Kongresi olan gerçek ahlaki ve içtimai gayesinin yanın da büyük manevi (mistik) değerini gerçekleştirecek olanlar, dini aşk ile kalbin ebediliğe götüren yolu olduğunu bilen ve yaşayan gönüllerdir. Bedenlerini putlar gibi şekiller ve kütleler halinde kımıldatmakla Allaha yaklaştıklarını vehmeden ölü ruhlar değil.” (a.g.e, s. 35).
3- Sonuç
1- Kurucu tecrübenin üzerinden uzun zaman geçmesi ile (1400 sene) Müslümanlar da –Kitap Ehli gibi- canlı iman ve ahlaklarını büyük ölçüde kaybedip ölü itikad (Amentü) ve ibadetler (İslam’ın Beş Şartı) ile yetinmektedirler.
2- Sünnilik, Kur’an’da varit olan canlı ve artıp eksilen imanı, artıp eksilmeyen ölü itikada/inanca dönüştürmüştür.
3- Kur’an’da varit olduğu hali ile iman ve amel iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine zorunlu olarak bağlı şeylerdir.
4- Canlı İmanı olmayanın, yaratıcı ahlaki ameli (takva) olmaz. Dogmatik taklit ile oluşturulan “Amel Ajandası” büyük ölçüde ibadetlerden oluşmaktadır.
5- Alışkanlık, ezber ve borç ödeme gerekçesinden dolayı yerine getirilen ibadetler, Allah’a saygı ifadesi ve kullarına karşı ahlak (adalet-merhamet) üretme yerine; cenneti garantilemenin ticarî “alış-veriş”ine dönüşmüştür.
6- Sünniliğin “Mü’min/Müslüman” tanımı, çoğunlukla toplumdan taklit/miras yolu ile elde edilen; amel/ahlak içermek zorunda olmayan “beleş/bedava” bir kimliktir. Yüzde biri eksik olan –döviz cinsinden- bir kâğıt parayı “geçersiz” sayan Sünni halkımız; dini kimliğindeki yüzde 90lık eksikliği “tam” saymaktadır. Kur’an’daki mü’min ve Müslüman kimlik tanımı, ameli-ahlakı içermektedir. Tasdiki olan kişiye politik olarak “Müslüman” kimliği verilebilse de; teolojik olarak ameli/ahlakı olmayan kimseye “mü’min” kimliği verilemez. O, sıfatsız veya iki arada bir derededir. Böyleleri tekfir de edilemez.
Siyaset ve Kanun Yapmanın İki Genetiği
Siyaset ve Kanun (Hukuk) Yapmanın Rahmani Genetiği
İslam, özünde ahlaktır. Allah’a karşı ahlaki sorumluluk, iman ve ibadettir; İnsanlara karşı ahlaki sorumluluk ise, adalet ve merhamettir. Bu bağlamda hayatın bütün alanları dini/ahlakidir. Bunların başında da siyaset, iktisat ve hukuk gelir. Çünkü büyük faturalı adalet veya zulmün gerçekleşebileceği toplumsal alanlar buralardır. Bu alanlar, büyük sevapların veya büyük günahların işlendiği alanlardır. Siyaset yani yeni bir toplum oluşturmak ve devlet kurmak ve onu yönetmek, İslam’ın beş temel maksadı olan malın/mülkiyetin, canın/güvenliğin, ırzın/onurun, aklın/düşünce özgürlüğünün, dinin/inanç özgürlüğünün korunması ile aynı süreçlerdir. Kur’an’ı rastgele açıp karıştıran birisi, onun her sayfasında bu kaygıların güdüldüğünü rahatça görebilir.
Bunu gerçekleştirmenin iki yolu vardır: 1- Kur’an’ı okuyup doğru anlayarak Tanrı’nın buyruklarına samimiyetle inanmak; 2- Vicdanını diri tutup takva ile yani sürekli tetikte ve teyakkuzda olarak, Kur’an’ın ışığında hayatta olup bitenleri, olayları-olguları, durumları, ilişkileri doğru değerlendirmeye çalışmak. Tümel birer gaye olan maslahat ve adalet idelerini ufukta/yukarıda, kalpte/kafada tutarak tekil durumlarda taklide düşmeden bunları icra ve ifa etmek, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” Z. Gökalp.
Bu konuda Kur’an’da varit olan yüzlerce ayetten birini hukuki bağlamda, diğerini siyasi bağlamda iktibas etmek yeterlidir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız dahi olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsa, adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede hevanıza/arzularınıza uymayın. Eğer gerçeği çarpıtırsanız veya adaleti yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Yahudi kralı Hz. Davut’a şöyle hitap ediliyor: “Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak (adalet) ile hüküm ver. Hevana/başıboş arzularına uyma; arzuların seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününde –adaleti unutmaları hasebi ile- şiddetli bir azap vardır.” (38/26).
Uçağı en iyi pilotun kullanması, ameliyatı en iyi doktorun yapması gerektiği gibi; hukuk ve siyaseti de vicdan kapasitesi keskin en adil ve ahlaklı kimselerin yapması asıldır.
Her iki bağlamda da “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” ayrımı yapmanın kriteri akraba, kabile/etnisite-ırk/dil, din/inanç, parti, cemaat, tarikat… aidiyeti değil; adalet ve zulümdür.
Bu bağlamda siyaset kamu maslahatının yani güvenlik ve adaletin temin edilmesi; hukuk ise, bireylerin meşru haklarının kolektif organizasyonudur. “Hukuk, doğal bir meşru hakkın müdafaası organizasyonudur. O, ortak bir gücü yani üzerinde oydaşılmış kuralları veya kurumları yani devleti/kamu otoritesini bireysel gücün yerine geçirme organizasyonudur. Söz konusu ortak gücün amacı, sadece bireysel güçlerin doğal ve meşru olarak yapmaya hakkı olduğu şeyleri yapmakla sınırlandırılmıştır: Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamak.” (F. Bastiat. Hukuk. Çev: Y. Arslan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 15).
İslami bağlamda siyaset yapmayı ise Louis Gardet şöyle tasvir ediyor: “İslam toplumunda yönetici (halife), -teorik/teolojik olarak, İG- her dünyevi gerçekleşmenin aynı zamanda ruhi/manevi (ahlaki) bir karaktere sahip olduğu; ama Tanrı’nın ve Kur’an’ın otoritesinden başka hiçbir manevi otoritenin var olmadığı bir toplumda yürütme ve zor kullanma ile görevli dünyevi başkan, -Th. W. Arnold’un deyimi ile- “siyasi memur”dur. Namaz, oruç, hac gibi dinsel görevler, nasıl birer” Tanrısal yasa” özelliğini taşıyorsa; öşür veya zekâtın toplanması, tefeciliğin yasaklanması, yetimlerin korunması, veraset-miras işleri, yolcuların, özellikle hacıların güvenliği, ülkenin savunma ve saldırı savaşlarına hazırlanması, savaşın idaresi… yani Kur’an tarafından vazedilmiş bütün bu şeyler de birer tanrısal yasa karakterine sahiptir.” (Louis Gardet, Müslüman Site. Çev: A. Arslan. İst. 2014. S. 195)
Siyaset ve Kanun Yapmanın Şeytani Genetiği
1. Tağutluk
Siyaset ve kanun yapma, ahlaki saikle değil de güç istenci/tahakküm kurmak veya kişisel ve zümresel çıkar elde etmek saikleri ile de yapılabilir. Bu, zulüm ve zorbalıktır. Kur’an’da bireylerin ve toplumların tavrı olarak “Tuğyan” kavramı ile ifade edilir. Anlamı ahlaki sınırları/haddi aşmak, zorbalık, zulüm, ahlaksızlık ve haksızlıktır. İsim-sıfat hali ise “Tağut” olarak sekiz defa geçer. Türkçeye “Şeytani güçler” olarak çevirmek mümkündür.
Kur’an’da müminlere bu dini-siyasi güçlere iman ve itaat etmekten çekinmeleri tavsiye edilir. (2/256-257; 4/51, 60, 76; 5/60; 16/36; 39/17). Siyasette Firavun, iktisatta Karun, bu karakterin tipik örnekleridir. Firavun, tekebbür ve istiğnada öyle büyük bir noktaya varmıştır ki, Hz. Musa’yı kendince halkının doğru dinini değiştirmek ve ülkesinde fesat çıkarmakla suçlayabilmiştir. (40/26).
Tanrı ve Ahiret inancı olmayıp, yaşamın biricik/bu dünya olduğuna inanan insanları politika, hukuk ve iktisat alanlarında kötülük yapmaya iten temel saikler yaşamını koruma, onu dolu dolu yaşama ve bu yaşamı temin edecek kaynaklara tahakküm etmektir. Nitekim A. J. Bucher, bu konuda şöyle diyor: “Kendi aşağılık duygusuna karşı tepki olarak kendini aşırı övme, mitolojik zamanlardan beri, kötülük ile ilişki içine sokulmuştur. Başarısızlığa uğramaktan duyulan korku, aşağılık duygusunun etkili telafi biçimlerine götürür. Rekabet karşısında güçlü olduğunu saldırgan bir biçimde iddia etmek ve bunu bile bile, isteyerek karar vermek, kendi yaşamını sürdürmek ve kazanmak için başkasının yaşamını yok etmeyi –en azından yaşamını aza indirmeyi- kapsar. Bu, nedensiz olmayan bir korkudan kaynaklanan ve anlaşılır olan bir varoluş kararı değil midir?
Akıl, yaşamın sürekli ve kesin bir tehdit altında olduğunu bildiğinde, akıllı bir varlık olan insana, durmadan yaşamı yok eden, yani kötülüğe yönelten yani saldırgan bir dinamiklik uygun düşer. Güçsüz sonluluk içinde olmaya katlanmayı istememek ve savaşarak buna karşı çıkmak, işte kötülüğün hedefi budur. Bunun görülebilir trajik yanı, eylem içindeki kötülüğün, sonluluğun en sefil yanını tamamen etkin kılmasıdır. Kötülüğün köleleştirici yanıltmacası, kötülük yapanın kendi saldırgan, bencil tutumuyla, tamamen bunun tersine ulaşabileceğine inanması, en azından kendi yaşamına kazanç sağladığına inanmasıdır; onun mantığı böyle işler. Hem, buna ulaşmıyor mu? Bu, araçsal aklın –yani aklı, onu kısıtlayarak anlama biçiminin-, ancak başkalarının yaşamını tehlikeye sokarak yaşamını kazandığını sanan yanlış mantığıdır. Günümüz kuşağı gibi bir kuşak, bu “ya sen, ya ben” mantığının sonuçlarının, yaşam – mutlu ve boşuna olmayan bir yaşam- söz konusu olduğunda, ne kadar kısırlaştırıcı olduğunu acı bir şekilde kavramış olmalıydı.” (Alexıus J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine” Çev: İoanna Kuçuradi. Yüz Yılımızda İnsan Felsefesi. Ank. 1997. S 217).
Hukuk alanında “Kanun” yolu ile yasal soygun/kötülük yapmanın mantığını da F. Bastiat şöyle izah ediyor: “Başlangıçta, kanun yapıcılar arasına girme hakkı sınırlı sayıda insana verildiği için, sadece az sayıda insan, çok sayıda insan üzerinde yasal soygun uygulayabilmiştir. Daha sonra, kanun yapıcılığına soyunan insan sayısındaki artış, evrensel bir eğilim haline gelmiştir. Zamanla insanlar, birbirleri ile çatışan menfaatlerini, soygunu genelleştirerek dengelemeye çalışmışlardır. Toplumda rastlanan adaletsizlikler, kökünden kazınmak bir yana, daha da yaygınlaştırılmıştır. Soyulmuş sınıflar da toplumda güç kazanır kazanmaz, diğer sınıflar üzerinde soyguna başlamışlar ve son tahlilde kendi çıkarları aleyhine sonuçlanacak olan yasal soygunu genişletmede günahkâr seleflerini hiç aratmamışlardır. Yasallaştırılmış yağmanın, eninde sonunda yağmacıların da aleyhine döneceğini bilmek, bir bilinçlenme sorunudur. Yasal yağmanın yok edilmemesinin nedeni, işte bu bilinç eksikliğidir.” (F. Bastiat, Hukuk, s. 19).
2. Dindarlık Kisveli Tahakküm
İnsanlar, Allah’a ve Ahiret’e inanmayarak yaşamın biricik/bu dünya olduğu zannı veya Allah ve Ahireti unutarak siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında zulüm ve kötülük işledikleri gibi; sözde “dindar” olduklarını söyleyen kişiler de Allah ve din üzerinden -dipte çıkar ve tahakküm/güç istenci içgüdüleri olduğu halde- şeytan, şeytansı bir insan, yanlış bir kavram veya kuruntu (ğarur) tarafından ayartılarak işleyebilirler (31/33; 35/5; 57/14).
Din, epistemolojik bağlamda büyük öteki ve otorite olarak Tanrı’yı dinlemeyi; küçük öteki olarak da diğer insanları ve kendi vicdanının sesini –kendini kandırmadan- dinlemeyi gerektirirken; ahlaki bağlamda da daima –Tanrı’nın tavsiye ettiği gibi- kişi olarak ötekini, toplumu ve insanlığı gözetmektir. Hayatın “denenme” ve her şeyin “emanet” olması, bunu gerektirir. Kutsal kitapların şehadeti, dindarların çoğunun, hevalarına/nefislerine uyarak bu espriyi kaçırdıklarını ifade etmektedir.
Çağımızın önemli Müslüman düşünürlerinden Faslı Taha Abdurrahman Dinin Ruhu adlı bin sayfalık kitabının yarısında seküler ve din kisveli siyaset ve hukuk yapmanın doğurduğu zulüm ve kötülükleri analiz eder. Diğer yarısında da Rahmani genetikte siyaset ve hukuk yapmanın epistemolojik ve etik temellerini vazeder. Burada “Din Kisveli” siyaset ve hukuk yapmanın doğasına ilişkin söylediklerinden bir alıntı yapmak istiyorum: “Dini pratiği siyaset pratiğinin bir parçası kabul eden bu tasavvur, kendi yönetim anlayışına dini bir meşruiyet kazandırmak isteyen devletin benimsediği bir yönetim anlayışıdır. Burada siyasi pratikle kastettiğimiz, kamusal alanın yönetimi ile ilgili bir pratiktir. Biz bu şekildeki bir siyasi anlayışı benimsemiş devlet yapısını metafiziğe öykünmeci devlet olarak adlandırabiliriz. Öyle ki bu devlet şimdi açıklanacağı üzere bir tür dini, siyasallaştırma pratiğini gerçekleştirmektedir. O, bunu yaparken modernitenin seküler icapları ile imanın gerekliliklerini sentezlemektedir.
Biz bu şekilde dini, siyasallaştırma metodunu benimseyenleri siyasallaştırıcılar adıyla anmak istiyoruz. Artık tamamen dini, siyasallaştırmaya matuf bu siyasal İslamî tasavvurun, bizim metafiziğe öykünmeci egemenliğe dayalı yönetim şekli adını verdiğimiz duruma nasıl yol açtığını açıklayabiliriz. Kendisini maneviyatçı olarak ifade eden metafiziğe öykünmeci devlet, bütünüyle dini pratikleri kuşatma gayreti içerisindedir. Böylece o, dini pratiklerin kendi sorumluluk ve uzmanlık alanına giren kamusal bir alan olduğunu düşünmektedir. Bu durum, dini pratikleri sivil özgürlüklerle ilgili meşru tasarruf kapsamında ve bireye ait bir alan olarak değerlendiren seküler devlet anlayışından büsbütün farklıdır. Bundan dolayı metafiziğe öykünmeci devlet, vatandaşlara ait dini irade için gözünü kırpmadan belirli hedefler koyabileceği gibi bunlarla ilgili kurallar da belirleyebilir. Hatta daha da ileriye giderek dini hayata dair irade için belirli kalıplarda davranış biçimleri çizebilir.
Maneviyatçı olduğu iddiasındaki metafiziğe öykünmeci devlet, bu hedeflerin gerçekleştirilmesi, kuralların ortaya konulması ve özel davranış kalıplarının geliştirilmesi noktasında karmaşık adlar ve etkileyici başlıklar altında planlar, programlar ve yöntemlere uygun olarak çeşitli politikaları ve vasıtaları araç olarak kullanabilir. Bu plan, program ve yöntemler asla vatandaşların dini ve taabbudî iradesini koruma, dahası onlara daha fazla takva olgusunu kazandıracak söz konusu iradeyi destekleme amacına matuf değildir. Bu durum, tam tersine temelde dindarların vaaz, dini propaganda ve dini eğitim gibi bazı dini görevlerini yerine getirmelerinden mahrum edilmelerine yol açacak bile olsa onların hayatlarının çeşitli alanlarında devletin otoritesini daha fazla genişletme amacına matuftur.” (Taha Abdurrahman, Dinin Ruhu-Sekülarizmin Sığlığından İlahi Sözleşme ve Emanet Paradigmasının Enginliğine, Pınar Yay, İstanbul, 2021, S. 528-529)
Sonuç
Hasılı, yönetim/devlet katında siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında otorite olmak, ahlaki bağlamda “ateşten gömlek giymek” gibi zor, dikkatli ve ciddi olunması gereken bir makamdır. Alternatifi istiğna, istikbar, zulüm, tahakküm, tağutluk, şeytanlık ve firavunluktur.