Yasal Soygun Kılıfı Olarak ‘Kanun’ ve Adalet İdesi Olarak ‘Hukuk’

1- Tanrı Tasavvuru ile Devlet Teorisinin Paralelliği

“Hikmetinden sual olunmaz” totaliter bir Tanrı tasavvuru ile “Hikmet-i Hükümet” olarak kavramsallaştırılan totaliter devlet teorisi arasında bir paralellik mevcuttur. Her ikisi de otoriteyi kadir-i mutlak, mürid-i mutlak karanlık bir güç odağı-yumağı olarak algılarlar. Bu tasavvurları doğuran şey, aslında tasavvur ve teoriyi geliştiren insanların ahlaki psikolojileridir.

Yani teoloji ve ideolojiyi aslında bir “psikoloji” önceler. Kur’an’da Tanrı’nın –insan tekleri ile ilişkisinde- hikmetinden sual olunur, adil bir zatiyyet/hüvviyet/karakter olduğu “Sünnetullah” kavramında kendini ifade ederken; O’nun, ne yapacağı belli olmayan totaliter/zorba olduğu tasavvuru, teolojide “Kader-Cebir” kavramı ile dile getirilmiştir.

Birinci tasavvur tarihte Mu’tezile ve Matürîdîlik tarafından teorileştirilmiş iken; ikinci tasavvur, Eş’arilik ve Tasavvufta teorileştirilmiş ve dile getirilmiştir. Bu tasavvurlardan birincisi politik alanda yani devlet tasavvurunda “Şura” ve “İcma”yı yani tartışmayı, oydaşmayı/ortaklığı (şirki), ilkeleri, kurumları, hukuku ve ortak aklı esas kabul ederken; ikinci tasavvur kişi kültünü, lideri, çobanı, sultanı, padişahı, kralı, firavunluğu, führeri, başbuğu, hakanı… yegâne politik özne/irade olarak görür.

Tanrı ve Devlet, şehadet âleminde somut/fizikî varlıklar/zatiyetler olmadıkları; gayb ve ahlak-hukuk alanında oldukları için, insanlar tarafından daima doğru takdir edilememe sorunu vardır. Nitekim müşrikler, Tanrı’nın kozmik gücünü kavradıkları halde (23/85, 87,89); O’nun ahlaki karakterini doğru kavrayamamışlardır (6/21,91,93,144; 7/37, 10/17, 11/18, 18/15, 29/68, 61/7). Allah, “Esmau’l-Hüsna”sı ile kendi ahlaki karakterini insanlara tanıtmaya çalışmıştır (59/24) Benzer bir durum, “devlet” denen hükmi şahsiyetin hukuki sınırlarının belirlenmesinde de ortaya çıkmaktadır.

Tanrı’nın otoritesini “temsil” ettiğini ileri süren din adamları (Haham-Ahbar, Ruhban, papa(z) İmam, Mehdi, Şeyh…), Tanrının otoritesini istismar ettikleri gibi (9/34); devleti temsil ettiğini ileri süren siyaset esnafı ve bürokratlar da devletin otoritesini ya doğrudan zorbalıkla veya kanun-hukuk kılıfı ile kolayca istismar edebilmektedirler: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin, insanların mallarından bir kısmını bile bile -günaha girerek- yöneticilere rüşvet olarak vermeyin-rüşvet olarak yemeyin.” (2/188).

2- İman ve Ahlakın Kopmaz Uzantısı Olarak Hukuk/Adalet

Kur’an’da insanların birbirleri ile olan ahlaki ilişkilerini ifade eden tümel/külli ahlak kavramlarına/kurallarına atıf yapıldığı gibi (adalet-zulüm, hayır-şer, maruf-münker, cömertlik-cimrilik, tayyibat-habisat…); bireysel/özel pozitif (aile, miras, hırsızlık, öldürme, kölelik…) hukuka da yer verilmiştir (hududullah). Ortada henüz bir “Devlet” aygıtı olmadığı için, yönetim kamu otoritesini deruhte eden kişilerin (ulu’l-emr), halkla ilişkilerinde uymaları gereken umumi ahlaki ilkeler tavsiye edilmiştir (şura, adalet, ehliyet, emanet…).

İslam’da iman, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset ve iktisat arasında kopmaz bir bağ olduğu müsellemdir (şeriat). İslam tarihinde Fukaha, özel hukuku siyasal iradeden bağımsız/sivil olarak elinden geldiği kadar içtihat ve kaza ile icra etmeye çalışmıştır. Ancak Emevilerden itibaren “Devlet/İmparatorluk” yani siyaset esnafı ve emrindeki bürokrasi ile halk arasındaki siyasi-hukuki ilişki (Kamu Hukuku), birinci kadar ahlaki ve hukuki (adil) olmamıştır.

Özel mülkiyetin (mal), canın (hayat), onurun (ırz-izzet-şeref) ve özgürlüğün (akıl-din) korunması olarak “Makasidu’ş-Şeria” ile devletin meşru (hukuki-adil) otorite/erk/yetke/güç (Toplum Sözleşmesi) olarak belirmesi, aynı şeylerdir. Devlet veya hukuk, Tanrı tarafından bize doğuştan verilmiş bu haklarımızın başkaları tarafından ihlal edilmesini engelleyen kolektif organizasyondur.

3- “Hukuk”un Yozlaştırılması Veya Yasal Soygunun Kılıfı Olarak “Kanun”

Frederic Bastiat, “Hukuk” adlı kitabında bu konuyu ele alır. Bastiat’a göre hukukta yozlaşma birbirinden tamamen farklı olan iki nedenden dolayı ortaya çıkmıştır: 1- Ahmakça bir aç gözlülük ve 2- Sahte bir yardım severlik iddiası. İnsan, ya ihtiyaçlarını çalışarak, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik ederek emekle, üretimle, kazançla karşılar veya başkalarının emeklerinin ürünü olan mallara çökerek yaşar.

Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı ve yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki kanunlar, ya birilerinin buyrukları veya bir insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve yetkilendirilmiş meşru bir güç kullanımı olmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gücü temin etme ve kullanma görevi de kanunları yapan (siyasal-İG) iradeye bırakılacaktır.

İşte bu olgu, -insanoğlunun doğasında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğiliminden dolayı- hukukun bozulmasının temel nedenidir. Bazılarının şeytanlığı, bazılarının da idraksizliği sonucu olarak, her insan acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. (Bastiat, Hukuk, 18)

Hukukun doğal işlevi, adaletin korunmasıdır, O kadar ki, halkın kafasında âdeta “Hukuk” ve “Adalet” tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde “yasaya uygun (kanunî)” olan her şeyin, aynı zamanda “Hukukî/Adil” olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır. Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı (sözde-İG) “Hukukî” hale getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte; hatta kutsallaştırılmaktadır.

Kölelik, ticari kısıtlamalar ve tekelcilik taraftarının, -sadece bunlardan yararlananlar arasında değil-; aksine, mağdur olanların saflarından da çıkması, tesadüfi değildir. Buna benzer olarak ikinci bir yanlış ise, “hukukun amacının, adaletin hükümranlığını sağlamak” olduğu iddiasıdır. Bunun yerine “hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” olmalıdır. Zira kendiliğinden var olan adalet değil; adaletsizliktir. (Bastiat, Hukuk, 20, 35). Bastiat, bu “Negatif Hukuk” teorisi açısından müdahaleci, aşırı pozitif hukukçu (yasacı/kanunî), sosyal adaletçi, refah devleti, sosyalist teoriler yerine anti-tekelci ve “Minimal (Gece Bekçisi) Devlet” teorisini benimsemektedir.

Bu teorilerin tümü “Yasal Soyguncu” teorilerdir. Bastiat şunu da vurgulamaktadır: “Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak tek başlarına hukukun yasal soygunun kılıfı haline dönüştürülmesini (Kanunîleşmesini) engelleyememiştir.” (Bastiat, Hukuk, 18).

Ortaçağ Avrupa’sında toprak mülkiyetinin Feodal beylere ait oluşu ve Burjuva sınıfının yükselmesi ile gerçekleşen Fransız Devrimi ile Krallara ve Kiliseye ait olan toprak mülkiyetleri de büyük oranda özel mülkiyete geçmiştir.

Bundan sonra Cumhuriyet ve Demokrasi rejimleri ile bir Kamusal alan ve kamu hukuku geliştirilmesi kolay olmuştur. “Vergi Hakkı” ile devlet sınırlandırılmaya ve denetlenmeye başlamıştır. Çünkü özgürlük ve hukuk, büyük oranda özel mülkiyetin ve devletin sınırlandırılması etrafında döner. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ve kurumsal yapısı ile de devletin totaliterleşmesinin önüne geçilmiştir.

4- İslam Dünyasında Hukukun Soygun Kılıfına Dönüştürülmesi

Kur’an, Müslümanları yurtlarından zorla çıkaran ve onlarla sürekli düşmanlık ve savaş durumunda olan Mekkeli müşrikler ve onlarla işbirliği halinde olan Yahudilerden alınan ganimetlerin Müslümanlara dağıtılmasını hukuki/meşru (helal) görmüştür. Bu malların ve mülklerin belli ellerde toplanmasını/tekelleşmesini yani gazilerin “çiftlik ağası” olmasını yasaklamıştır (57/6-8).

Diğer taraftan “Fetih”, Kur’an’da İslam’ın yayılması için kapı açma anlamına gelen Hudeybiye barış antlaşması (48/1) ve Mekke’nin geri alınması olarak zafer anlamlarında (48/27) kullanılmaktadır. Hz. Ömer, ordu tanzim ederek Irak topraklarını ele geçirmesinden sonra, Müslümanların, başka ülkeleri ele geçirmesi bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu eylemin “Cihat” olduğu iddia edilmiştir.

Hz. Ömer, ele geçirilen Irak arazisini savaşa katılan gazilere dağıtması halinde, sahabelerin birer “çiftlik ağası” durumuna dönüşebileceğini göz önünde tutarak, bu toprakları devlet mülkiyetine geçirerek toprağı işleyenlerden haraç (vergi) almayı kanunileştirmiştir. Bu gelenek, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir.

Ne var ki, ele geçirilen toprak mülkiyetinin devlete tahsisinden sonra bu mülkün tasarrufu, Abbasilerle birlikte “Zıllullah” olarak görülen Halife, Sultan ve onun bürokratik yardımcıları olan “Vezirler” ve “Paşalar” tarafından yapılmıştır. Böylece mülk devletin (Miri Malı) dolayımı ile Allah’ın, Sultanın, herkesin ve hiç kimsenin malı olmuştur.

Toprak mülkiyetinin savaş yolu ile “ganimet” olarak “dışardan” gelmesi, yani üretim, ticaret, emek, miras veya hibe olarak “özel mülk” olmaması, siyasal-bürokratik tabakada ve halk nezdinde ona karşı bir kayıtsızlığı/hukuksuzluğu intaç etmiştir. Osmanlı şairlerinden Şeyh Galip’in büyük bir öz güvenle “Çaldımsa, miri malı çaldım” diyebilmesi, bu durumu gösterir. Yani sözde Devletin, Allah’ın ve herkesin olan mülk-toprak, pratikte “hiç kimsenin” olmuş ve herkes, onu kendine “mal” etmeye çalışmıştır.

Örneğin, bütün dünyada ve İslam’da da “Vakıf”, özel mülkün kamu maslahatı ve menfaati için tahsis edilmesi iken; Osmanlıda ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının siyasal iktidarlar tarafından kendilerini destekleyen gruplara-kesimlere (tarikat-cemaat) tahsis edilmesi olarak işlemektedir. Kamu arazilerinin ve imkânlarının siyasal iktidarlar ve taraftarlarınca kanun ve kararnameler ile kolayca emlak rantına dönüştürülmesi de, hukukun soygun kılıfına dönüştürülmesidir.

Keza, arazinin/yerin (emlak-arsa) bittiği yerde, “Emsal” kılıfı/kanunu ile herkese ait olan göğün, ufkun, güneşin, hava akımının/ruzgarın gasp edilmesi de aynıdır. Gecekondu gaspı, “kılıf”sız, doğrudan bir gasıptır. Siyasal iktidarlar, oy karşılığı buna kanuni kılıf hazırlamışlardır.

Türkiye’de hemen herkesin, çöpleri özel mülkünün dışına süpürmesi, yerlere çöp atmak konusundaki duyarsızlık, bahsetmiş olduğumuz kamuya/herkese ait yerlerin, “hiç kimseye” ait olmadığı ortak toplumsal bilinçdışından kaynaklanır.

Türkiye’de “ganimetçi/gaspçı” toplumsal bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı, devlete/kamuya/herkese ait ekonomik kaynakları/imkânları siyasal iktidar/parti/biz dolayımı ile –kılıfına uydurarak- kendine peşkeş çekerek, kamuyu/herkesi/muhalefeti “yok” hükmünde sayar: “Uzayan boynuz, bizden olsun” diye.

İki Tanrı Tasavvuru-İki Dindarlık Tarzı

İki Genetik

İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır. Böylece insan kendi özüne, potansiyel kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır. Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet, millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.

Kur’an, put edinmenin saiklerini güç (19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.

İşin garibi, varlıktan münezzeh olarak oluşturulan bir/tek Tanrı imgesi/kavramı da -imgenin/tasavvurun/kavramın içeriğine göre- bu putlar ile aynı işlevi görebilir; insanı kendi özüne, potansiyel ahlaki-yaratıcı yeteneklerine yabancılaştırabilir. Tek Tanrılı İbrahimî monoteist peygamberli-vahiyli din(ler)in müntesipleri (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) arasında da yoğun olarak bu tasavvurla karşılaşmak mümkündür.

Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.

Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi, teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye çalışacağız.

Totaliter Tasavvur ve Edilgen Dindarlık

Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak” yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma olduğu için iman) gibi isimler verilir. Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur. Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık, keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.

Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi, tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu, kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir. Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh (teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça. Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti (3/110).

Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar, hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz, hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.

Bu dindarlığın ajandası sabit ve mutlak, belirlenmiş olan ibadet ve bazı belirli emirlerin yerine getirilmesine, nehiylerden kaçınılmasına bağlıdır. Tekrar, taklit ve gelenek yeterlidir. Hakikatler, epistemolojik olarak bir kere ve bütün zamanlar için sabit ve değişmez olarak kaynaklarda (ilim/Kur’an-Hadis) verilmiştir: Şeriat, Amentü, İslam’ın beş şartı, 32 farz, 54 farz…

İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet” veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak anlamına gelir. “Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf, adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve yorumu olarak kabul etmektir.

Özgürlükçü Tasavvur ve Aktif Dindarlık

Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan “Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça farklıdır.  Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil (mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır. “Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi” (95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir. Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz, karanlık bir güç odağı/yumağı değildir. Hatta bazı Mu’tezîlilere göre insanlar için en iyi (aslah) olanı yaratmak zorundadır. Yani ahlaki zorunluluk, kudret/güç kadar Allah olmanın zorunlu gereği-doğasıdır. “Allah, kendine rahmeti zorunlu kılmıştır” (6/12) ifadesi, bu tezi doğrular mahiyettedir.

İnsanların Allah’a teslim olması, boyun eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç odağına/yumağına kapaklanması değildir. Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri halde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağrıdır. Allah’ın emirlerine boyun eğme ve itaat etme, bu emirlerin idrak edilmesinden doğan bir hayranlık ve huşunun sonucudur. Yoksa ne yapacağı belli olmayan karanlık/korkunç bir güç karşısında duyulan dehşetten dolayı değildir.

Allah, kendini Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna: En güzel isim-sıfatlar” ile insanlara tanıtmıştır.  Ontolojik/Varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zatiyyeti/ne-idüğü (ne olduğu) asla bilinemez: “Hiçbir şey ona denk değildir.” (112/4), “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/11). Ancak ahlaki karakteri, “teşbih” yolu ile (3/7) insana benzetilmiştir: “Subutî Sıfatlar”. Allah’ın “99 İsmi-sıfatı”, büyük ölçüde Kur’an’dan ve bazıları da hadislerden çıkarılmış ve onu insanlara tanıtan niteliklerdir: Merhamet ile yoğrulmuş adalet. Cennette verilecek nimetler, dünyada verilenlere benzer (müteşabih-2/25) olduğu gibi; Subuti sıfatlar (esmau’l-hüsna/99-isim) da insana benzerdir: “Antropomorfizm/İnsan biçimcilik”. Bu, yadsınacak bir husus değildir. Zira Allah, insanı –Tevrat’da dendiği gibi- kendi suretinde yaratmıştır. Sıfatlar, Allah’ta sonsuz; insanlarda sınırlı bir kapasitede yaratılmıştır: Her ikimiz de Âlim, Kadir, Mürit, Rezzak, Adil, Rahim… iz.  İnsana” Teşbih”le verilen anlam ile yetinmek asıldır. Onları, Yahudiler (Yehova) ve Hristiyanların (Teslis-Hz. İsa) yaptığı gibi mücessem olan varlıklar ile aynîleştirmek, tevil etmek doğru değildir (3/7).

Bu tip dindarlık yorumuna göre, ideal dindarlık yani muttakîlik; yan gelip yatmak, ezberleri, alışkanlıkları tekrar etmek, taklit etmek değil; sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaktır. Kur’an’da baştan sona kadar sürekli tekrar edildiği gibi düşünmenin (tefekkür, taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür, ibret, nazar…) canlı tutulması ve vicdanın dumura uğramasının, yani kalbin katılaşmasının, taşlaşmasının, kararmasının, paslanmasının, hastalanmasının önüne geçmek asıldır.

Bütün peygamberlerin vahiy yolu ile tekrar ettikleri iman, ibadet ve ahlak ilkelerini/tümelleri/yasayı/dini korumak-ayakta tutmak (42/13) kadar; bu ilkelerin pratikte (Praxis) tekil/biricik tekabuliyetlerini (hakikat) bulmak da eşit derecede ehemmiyetlidir. Muttakî yani ahlaki özne, olay/hadise anında ortaya çıkar. Sünnetçi olmak kadar, ibnu’l-vakt olmak da eşit derecede önemlidir. Hesabî/hain olmak, hakikatin dublörü olan taklit ve dogmatik zorbalık, eşit derecede berbat ve felakettir. Uyumak, öldürür; durmak çürütür.

İmanın düşünce ve bilgi ile desteklenmesi gereken bir istikamet sorunu vardır. Yahudilere yöneltilmiş: “Eğer iman ediyorsanız, imanınız siz ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93) eleştirisi, bu gerçeği ortaya koyar. Dinler tarihi hurafelerin, batıl itikatların, boş inançların tarihidir. İmanın kesin, katı, güçlü… olması, tek başına bir anlam ifade etmez. Nelere, nasıl inandığın da en az birinci kadar önemlidir. Kur’an, kendi uyarılarının, ancak vicdanı diri olan insanlar tarafından kabul edilebileceğini söyler (36/70).

İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir. Daima bir basiret, hikmet, ilim, tefekkür, huşu, haşyet, muhabbet, itminan tarafından öncelenir. –Hesabî değil-, hasbî ve muhasibi (eleştirel-critical) olmadan doğru iman teşekkül etmez. Hasbi ve muhasibi olanlara da Allah yardım eder, doğru yola/hidayete sevk eder (29/69). Kör teslimiyet, cahil sofuluk (“Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”), çatık kaşlı bağnazlık, kasvetli yobazlık, tembel ezbercilik ile geometriye/matematiğe benzeyen, kuru (cedele yaslanan) bir akılcılık ve ölü bir metafizik arasında düşünce-duygu ve davranış bütünlüğünden oluşan bir “selim kalp” (26/89) ve takva yani tetikte-teyakkuzda olma, kül yutmama, uykusuz olma, eşikte durma dindarlığı daima mümkündür.

“Rey Ehli (Düşünme/görme Ekolü)”, başlangıcında bu saydığımız niteliklere sahipti. Fakat tarihte fazla aktif olamadı. “Ehl-i Sünnet”, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren Mütevekkil’in ihtilalinden (854) sonra kültürel hegemonyayı ele geçirdi. Böylece Logos (Düşünce), Pathos (Duygu) ve Ethos (Davranış)’tan oluşan dini muhayyile, logosun sönümlenmesiyle, pathos ve mithosun hegemonyasında kaldı. Sünnî Ortodoksi, kendini yenileyemediği (tecdit) için, tekrar, taklit, ezber, dogmatizm içinde yönsüz ve yolsuz bir şekilde sürüklenmektedir.

Türkiye: Kabileler Panteonu

Kabile ve boy/klan, aynı dili konuşan ve akraba-sülalelerden oluşan, insanlığın birlikte yaşamasının ilk sosyolojik topluluklarıdır. Allah’ın bir takdiridir(49/13). Tekâmül ederek yerleşik hayata geçtikten ve şehirler kurmaya başladıktan sonra “Ümmet” denilen, maslahata dayalı çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli toplumlar oluşmuştur. “Millet” kavramı ise, dinsel-teolojik literatürde aynı dini paylaşan topluluğa verilen isimdir. “İbrahim milleti” gibi. Aynı dili konuşan birden çok kabile olduğu gibi; birden çok dili konuşan ümmet/toplumlar da oluşmuştur. İmparatorluklar, birden çok etnisite, dil ve dinden oluşmuş toplumlardı. Ulus Devletler, Milliyetçilik-Irkçılık ideolojisi ile İmparatorluk yapılarının yerini aldı. Burjuva sınıfının ait olduğu etnisitenin dili resmi dil olarak kabul edilerek, egemen olunan topraklardaki diğer etnisiteler ve diller asimile edilmeye çalışıldı. İmparatorlukların kimlik teknolojileri daha özgürlükçü iken; Ulus Devletinki çok daha tek tipçi, zorlayıcı/zorba, torna-tesviyeci olmuştur. “Nation” denen kavram, zorla oluşturulmuş bir “Hayali Cemaat”tır. İkinci Dünya savaşından sonra Batıda gelişen demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, Anayasal vatandaşlık ve kuvvetler ayrılığı gibi kurumlar ve kavramlar, durumu biraz düzeltmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan, tasfiye edildikten sonra bir Ulus Devlet olarak kuruldu. Kurucu unsuru Türklerdi, nüfusu ise, İmparatorluk bakiyesi olarak Anadolu’da bulunan, Balkanlardan ve Kafkaslardan muhacir olarak gelen Müslüman halklardan/ahaliden oluşuyordu. Gayri müslim nüfus, azınlıktaydı. Devletin resmi dili Türkçe; dini ise İslam’dı. Laiklik ilkesinin benimsenmesi ile İslam, resmi din olmaktan çıkarıldı. Yapılan devrimlerin katı seküler içeriği, muhafazakâr/dindar halk kesimlerinde bir içerleme ve uçuklama yarattı. 1924-1950 arası Tek Parti yönetimi idi. 1950’lerden sonra demokrasiye geçişle birlikte muhafazakâr partiler iktidara gelmeye başladı ve katı laiklik ilkesi, yavaşça gevşetildi. Bu sürede darbe ve muhtıralarla mevcut rejime ayarlar yapıldı. 2000’lerden sonra iktidara gelen AK Parti, bu ilkeyi iyice gevşetti. Böylece toplumda laik/seküler, Batıcı-çağdaş toplum kesimleri ile muhafazakâr/dindar kesim arasında kültürel/ideolojik-politik bir bölünme, biz-öteki, bizim mahalle (AKP) ve karşı mahalle (CHP) oluştu. Bugünkü Türkiye’nin en büyük siyasi, kültürel-ideolojik kabileleri bunlardır.

“Kabilecilik”, insanlığın tekâmülü, medenileşmesi, incelmesi, toleransı/hoşgörüsü için aşması gereken dar ufukluluk, dogmatiklik, küçük hesaplılık, zümresel çıkarcılık gibi hususiyetleri ifade eder. İbn Haldun’un bahsetmiş olduğu sebep/gerekçe asabiyeti(dayanışma, koruma, ihtimam) yerine; nesep(sıhriyet-akrabalık) asabiyetine dayanır. “Biz ve Öteki”, “Dost ve Düşman” oluşturmanın kriterleri olarak “Adalet/Hakkaniyet-Zulüm” yerine etnisite, dil, ırk, din, mezhep ve çıkarı koymaktır.

Türkiye’nin ikinci kabileleşmesi etnisite/dil üzerinden oluştu. Özellikle 1980 ihtilalinden sonra MHP (muhafazakâr) ve Vatan Partisi (Seküler) Türk Milliyetçiliğini savunurken; HDP ve illegal terör uzantısı PKK, Kürt Milliyetçiliğini savunmaktadır. Türkiye’nin ikinci kabilevî bölünmesi budur. Etnik köken/dil/ırk vurgusu yerine “Vatanperverlik/Vatanseverlik-Yurt severlik” vurgusu, Türkiye gibi coğrafyalarda daha medeni bir tutum olabilir.

Cemaatler ve Tarikatlar, Türkiye’de din/mezhep üzerinden bir kabilecilik yaratmaktadırlar. Fetö, İsmail Ağa, Erenköy Cemaati, Menzil, Süleymancılar, Işıkçılar, Nurcular… Ak Parti içinde ve bürokraside özel “biz”ler oluşturmaktadırlar. Din soslu/söylemli holdingler ve çıkar örgütlenmelerine dönüşmüş durumdalar. Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler, İslam’ın her bir fert için önerdiği aklını başına toplayıp, kendi ayakları üzerinde durabilen şahsiyetlerden oluşan bir cemiyet/toplum yaratma davasını(6/94, 19/80, 33/72) yok ederek; kabile-klan, sürü, taklit, dogma oluşturdular. Üçüncü kabilevî bölünme budur.

Türkiye’nin ekonomik koşullarının zayıflığı ve Pandemi’nin yaratmış olduğu ekonomik zorluklar, merkezi iktidarda olan Ak Partiyi ve Büyükşehir belediyelerinde iktidarda olan CHP’yi politik hizmet kurumu olmanın yanında hatta ötesinde birer “ekonomik çıkar ve dayanışma, iş ve işçi bulma kurumlarına” dönüştürmüş durumda. Kamuda (bürokrasi-memuriyet) görev almanın evrensel kriteri olan ehliyet ve liyakat, tamamen yok olmuş durumda. “Partili” veya Tarikat-Cemaat mensubu olmayan vatandaşlarımız, iş bulamamaktadırlar. Dördüncü kabilevi bölünme budur.

Yoğun göçle oluşan metropollerdeki “hemşehri” dayanışmaları, pek de masum olmayan mafyöz kabile yapılarına dönüşebilmektedir. Hemşehirlilik/Hemşerilik, metrepollerde akraba ilişkilerine benzer bir dayanışma, hamiyet ve paylaşma olarak sonderece insani bir husustur. Ancak kamudan/devletten haksız yere menfaat devşirmenin bir aracına dönüştürülüyorsa, bunun masumiyeti yoktur. Bu da beşinci kabileciliktir.

Ak Partiye katılmayan Saadet Partisi, Ak Partiden ayrılan Gelecek Partisi ve Deva partisi, MHP den ayrılan İyi Parti, politik söylem olarak bu kabileciliğe karşı Türkiye halkının birliğini ve bütünlüğünü savunma amacında olduklarını ifade etmektedirler.

Avrupa ve Amerika, uzun süren din savaşları, milliyetçilik savaşları, sınıf-çıkar savaşları sonrasında menfaatin altın kuralı olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, ötekine yapma” veya “Ayağıma basma; ayağına basmayayım” ilkesini keşfetti. Bunun üzerinden bir Kamu Hukuku ve kurumlar yaratarak kendi kabileciliğini sona erdirdi. Bugün bu ülkelerde görülen iç barışın ve toplumsal birliğin temelinde yatan Anayasal eşit vatandaşlık kavramıdır. Avrupa’da ve Amerika’da Hukuk, toplumsal güvenin ve düzenin kaynağıdır. Şeffaflık, denetim ve cezalandırma, eşit vatandaş oluşturmanın temel aparatlarıdır. Bu hukuki güvenin arkasında uzun süren bir de “Kültürel Kamusallık” yaratılmıştır. Rönesans, Reform, Aydınlanma süreçleri, bunu ifade eder. Politik barışın, hukuki güvenin-düzenin arkasında uzun sürede yaratılmış kültürel bir homojenlik yatmaktadır. Dış politikada ABD ve AB’nin ahlaktan-hukuktan kopuk Makyavelizmini ve pragmatizmini her sorunda görmek mümkündür. Pandemi günlerinde bunun değişik örneklerini defaatle gördük.

İster seküler “Vatandaşlık” kavramı alınsın, isterse Medine Vesikasındaki “Ümmet” kavramı alınsın, bugün mevcut Ulus Devlet/Ülke sınırları içinde medeni bir toplum oluşturmanın yolu, dinsel ve etnik kimlikleri bireysel-kültürel zeminde tutup, ortak menfaat-maslahat, güven, düzen, hakkaniyet, adalet ilkeleri ışığında bir toplum sözleşmesi oluşturmaktır. Emevi imparatorluğunun, Arap-“mevali(Arap olmayan)” ayrımını dışarda tutarsak; diğer İslam imparatorlukları, “maksidu’ş-Şeria(mal/mülkiyet, can, onur, din ve düşünce özgürlüğü)” yı korumayı başarmışlardır. Millet Sistemi”, medenilik açısından bugün yaşadığımız kabilecilikler açısından fersah fersah ileride idi. Kabilecilik mantığını sürdürmek ilkellik, nâdanlık ve kabalıktır. İçgüdülerin, taklidin, dogmanın, zümresel çıkarın peşinde koşmak “insanlık” değildir. Matah bir şey değildir.

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – IV. Bölüm

“Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini çok farklı”

– Sizin ‘Allah’ın Ahlakiliği Sorunu’ isimli kitabınızda bu tür halk sözleri veya dolmuş sözleri çok var…(Gülüşmeler)

Tamam işte, halkımızın bu zihniyeti anladığını göstermesi açısından bu sözlere dikkat çekerim zaman zaman. Kaderciliğe inat, iki ayağımızı bir pabuca sokmasına rağmen aslında toplumun bir kesimi Allah ile insan arasındaki ilişkisinde ilk adımı atanın insan olduğunu aslında biliyor.  

Cüzi irade mi külli iradeye bağlı yoksa külli irade mi cüzi iradeye bağlı sorunsalına Sünniliğin verdiği cevap, cüzi irade külli iradeye bağlıdır. Yani kadercilik. Oysa Kur’an’da külli irade, cüzi iradeye bağlı. Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlı yani.

Çünkü ilk adımı insan atıyor. Bu yüzden Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini farklı derken bunu kastediyorum. Mesela Kur’an ne diyor? “Eğer siz dönerseniz, biz de döneriz.”

Ya da diyor ki Kur’an: “Kim muttaki olursa biz ona bir kapı açarız.” Kur’an’daki bütün ilişki biçimi ilk adımı insanın attığı Allah’ın da ona uygun olarak adım attığı bir ilişki biçimidir. Yani özgür bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki hakkaniyet ve adalete yaslanır. Dolayısıyla birey-toplum ilişkisi Kur’an’da bu şekildedir. 

Doğa ile olan ilişkisine gelince, Kur’an’da bu kader ile ifade edilmiştir. Kadere, mukaddere, takdir…  Yani doğa yasaları dediğimiz şey. Doğa yasaları biliyorsunuz sabit ve bilim adamları keşfediyor bize. Allah-Devlet ilişkisini ise, ben Makāsıdü’ş-şerîa olduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi İslam hukuk felsefesinin bir terimidir bu. Anlamı şeriatın maksatları demektir.  Şeriatın toplum bağlamındaki maksatları beş tanedir. Malın, dinin, aklın, canın ve neslin korunması. Bugünkü terminolojiyle söylenecek olursa, mal mülkiyetin, akıl düşünce özgürlüğünün, din inanç özgürlüğünün, can güvenliğimizin, nesil ise toplumun korunmasını ifade eder.

Dolayısıyla devlet dediğimiz aygıtta aslında bu beş şeyi korur. Dolayısıyla her üç ilişkiye dikkat edilirse doğayla ilişki tamamen kader dediğim nedensellik üzerine kurulu. Allah’ın devlet, birey ve toplum ile olan ilişkisi bütünüyle ahlaki bir zemin üzerine kurulu. Dolayısıyla nedenselliğe, gerekçeye dayalı bir ilişkilidir.  

Burada teokrasi çıkarmak İslam’a ihanettir. Teokrasi-temsil dikkat edilirse, Hristiyanlığın tarihi süreç içerisinde yaptığı bir şeydir. Teokrasi ve temsil, Hristiyanlıkta Kilise ve Papa, İslam’ın Şiilik yorumunda İmamet, Sünnilik yorumunda ise evliya, şeyh, gavs, kutup dediğimiz yapı aracılığıyla oluştu.

Oysa İslam’ın kendisinde böyle bir temsil ilişkisi yoktur. Bu İslam’ın tarihteki yürüyüşünün anlayışıdır, Kur’an’ın anlayışı bu değildir kanımca. 

Devam edecek…

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – III. Bölüm

– Allah’a, Resule ve Ülü’l Emre itaat ediniz şeklindeki ayetin politik dışında teolojik boyutu yok mu diyorsunuz yani.

Hz. Peygamber’e ve Allah’a itaat orada politik anlamdadır. Teolojik anlamda temsil doğmaz. Burada politik bir şey sözkonusu. Hz. Muhammed Tanrının asla temsilcisi değildir. Ona açık bir otorite verilmiştir ve bu şeffaftır. Hz. İsa veya Papanın kiliseyi temsil iddiası gibi değildir.

İslam’da böyle bir şey yok. Sadece ulema var. O da açık otoritedir. İtiraz edilebilir, karşı çıkılabilir. Onunla İcma ile yürünür, İcma da sonra tekrar bozulabilir. Onun içinde Hanefilerin şöyle bir ilkesi vardır: “Allah’ın hükmü, âlimlerin zannı üzeredir.” Yani âlimin içtihadı üzerinedir.

Bundan dolayı her zaman itiraz edilme durumu vardır İslam’da. Selçuklular da özellikle din adamları dediğimiz şeyh, veli, evliya, kutup, gavs ile Şiilikteki imamlar, Ayetullahlar, mehdi gibi statüler dikkat edilirse, Yahudi ve Hristiyanlıktaki gibi temsil iddiasında olan şeyler. Abbasilere baktığınız zaman bunlar, tamamen teokratik bir pozisyonda bulunuyorlar.

Zillallah, adedulllah gibi on-onbeş tane tabirler var ki maşallah tüm bunlarla kendilerini Allah’a izafe ediyorlardı. İşte buraya teokrasi denilebilir. Türk sultanlarına geldiğimiz zaman ise, Türk töresini devam ettirdikleri için siyasette çok da temsil iddiasında bulunmuyorlar.

İslamiyet’i koruma anlamında kendilerine bir misyon biçiyorlar Türkler. Haçlı seferlerine karşı Müslüman Türk beylerinin, Türk padişahlarının İslam’ı koruma gibi bir misyonları var. Teolojik bir şey değil bu. Türklerin hegemonyasına geldiğimiz zaman iki şey söylenebilir.

Selçuklulardan itibaren başlayan Sünni Ortodoksi damar, katılaşarak Osmanlılarda devam etmiştir. Düşünce olmadan, biraz teolo-sofi, biraz metafizik denilebilir. Selçuklular ve Osmanlılarda ise, Abbasilerde olduğu gibi ya da Endülüs Emeviler de olduğu gibi doğa olaylarını meraktan doğan felsefe ve bilimsel keşifler fazla yoktu.

Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim belli oranda güçlüydü. Bu anlamda orada ileri bir adım var. Ama Türklerin hegemonyasıyla birlikte teolojik adımdan mitik adıma geri dönüş var.

Özellikle tasavvufla birlikte. Bu bağlamda tasavvuf ve tarikatların pozisyonunu gözönünde bulundurduğumuzda Osmanlının bir “derviş devleti” olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlılarda daha çok teolojik düşünce, skolastik olarak medreselerde devam ediyor. Halk İslam’ı ise daha ziyade mitolojidir, o da tasavvuf ve tarikatlarla inşa edildi. 

“Logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum; üçü Kur’an’da birlikte vurgulanır”

– Demin konuşmanızda İslam sokak insanını düşünür yaptı dediniz. Düşünmeye, akla. Logosa oldukça vurgu yapan bir tarafınız var. Bir söyleşinizde tarihte egemen olanın logos değil mitos olduğunu ve Kur’an 23 sene boyunca mitosa karşı logosu dirilttiğini söylüyorsunuz. Logos yanında pathos ve ethosa vurgunuz yok denecek kadar az. Neden acaba? Düşünceyi mitos-logos dikotomi üzerinde okumak eksiklik değil mi?

Doğru diyorsunuz. Ben aslında logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum. Düşünce, davranış ve duygu bütünlüğünden yanayım. Duyguya pathos diyelim. Düşünceye logos, davranışa da ethos diyelim. Üçü birlikte Kur’an’da vurgulanır.

Dikkat edilirse Kur’an’da; kalp, fuad, ruh ve nur insanın bu yetileri aslında bu üçlüyü birarada taşır. Yani kalp dediğim zaman kalbin katılaşması, hastalanması. Kalp ve fuad kavramı benim anlayabildiğim kadarıyla logos, pathos ve ethosun yani üçünün birlikteliğidir. Kur’an’da bu üçü birlikte ise tarihte yürüyen İslam’da ne peki? Fıkhın ethosa vurgu yaptığını söyleyebiliriz.


– Tasavvufunda pathosa vurgu yapmasını söyleyebiliriz bu durumda.

Ama bu vurgular parçalı değil. Bu parçalama matah bir şey değil. Üçü birlikte olduğu zaman anlamlı olur. Kur’an’da olan da budur. 

“Batıdaki aydınlanmayı, Kur’an’da geçen nur kavramı ile ifade ediyorum; ama genetik olarak ikisi farklı şeyler”

– Madem bu denli logosa vurgu yapıyorsunuz, aydınlanmanın logosunu konuşalım isterim. Aydınlanmanın mottosu “kendi aklını kullanma cesaretini göster” idi. Siz Tanrı ve Kur’an’a yabancılaşma karşısında logosu/aklı ve vicdanı çözüm olarak söylerken, İslam aydınlanmasına da yol açmış olmuyor musunuz? Yoksa fazla iddialı mı oldu bu İslam aydınlanması tabiri? 

Hayır çıkaramayız. Şöyle bir şey, batıdaki aydınlanma biraz mantık, nedensellik ve ontoloji ağırlıklıdır. Felsefenin ve bilimin tekrar dirilmesi bize bunu gösteriyor. Doğayı esas alan bir sistem bu. Oysa Kur’an’ın aydınlanması benim anladığım kadarıyla biraz ahlaki bir olay.

Onun için aydınlanma kavramı değil, ben Kur’an’da geçen Nur kavramı ile bunu ifade ediyorum. Nurun aydınlanması ile güneşin aydınlanması aynı mıdır derseniz, biraz sanki genetik fark var gibi geliyor bana. Kur’an’ın aydınlanması yabancılaşmanın önüne geçmektir. İnsan iki tür yabancılaşır.

Hevası ve içgüdüleriyle yabancılaşır veya şeytanlaşır. Ya da aklını tümüyle terk ederek, bunu başkalarına kiraya vererek, sürüleşerek yani hayvanlaşarak yabancılaşabilir. Kur’an’a göre yabancılaşmanın iki yolu vardı.

Şeytanlaşarak yabancılaşma, hayvanlaşarak yabancılaşma. Şeytanlaşarak ve hayvanlaşarak yabancılaşmanın önüne geçmenin yolu, insandaki kalp, basiret, fuad, nur ve ruh dediğimiz yet(k)iyi diriltmesiyle mümkündür. Kur’an’ın, sokak insanını düşünür yapma, aklını başına alma ve söz söyleme cesareti kılması, söz söyleme yetisi olan bir insan yaratma çabası, hakketen dinler tarihinde çok önemli bir çabadır.

Düşünsenize diğer kutsal kitapların söylemi, vaaz ve irşad söylemi iken Kur’an’ın indiği dönemin söylemi, tartışma ve düşünmeye dayalı olmasıdır. Kur’an argümana geçiyor, burhana ve delile (Bu isimle anılan Beyyine Süresi var bilindiği gibi) geçiyor, monolog değil diyaloğa geçiyor.

Yani karşılıklılık söz konusu. Kur’an’ın aydınlanması derken basit bir şey söylemediğime dikkat ediniz lütfen. Bu bir dönüm noktasıdır, dinler tarihi açısından. Peki, Müslüman bu aydınlanmayı takdir edebilmişler midir? Maalesef hayır. Sünnilik bence bu olayı takdir edememenin adıdır.

Kur’an insanların vicdanlarını, basiretlerini, reylerini, işitmelerini aktif hale getiriyor. Dinleme ve işitme Kur’an’ın iki ana eylemidir aynı zamanda. Bunu düşünme ve dinleme olarak formülize edebiliriz. Kur’an’da geçen şöyle bir sahne vardır.

Ahirette cehennemlikler diyor ki, “Eğer biz dinleseydik ve akletseydik burada olmayacaktık” şeklinde. Yani buraya düşmelerinin sebebi, yabancılaşmadır. Ya şeytanlaşarak yabancılaşmışlar ya da Allah’ın onlara verdiği dinleme, işitme ve aklı ihmal etmeleriyle hayvanlaşarak yabancılaşmışlar.

Eğer Kur’an’ın bir aydınlanmasından bahsedeceksek şayet, ben bunu Nur metaforuyla ifade ediyorum. Batıdaki aydınlanma ile Kur’an’daki aydınlanmayı genetik olarak da birbirinden ayırıyorum. 


– Evet, genetik olarak ayrı, ama ikisinde de aklı ön plana çıkaran bir damar olduğunu söylemek mümkün değil mi?

Eyvallah. Kur’an’daki akıl kavramı fiziksel veya doğadaki nedensellikten ziyade, bunları da içerecek şekilde dörtlü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu Carl Gustav Jung’un ifadesiyle söyleyecek olursam, ruhun dört yordamı vardır. Duyu verileri, düşünme, ahlaki duygulanım ve sezgi. Bunlar ruhun dört yordamıdır.

Bana sorarsanız kalp, fuad, akıl, tefekkür, teakkul, tedebbür, tezekkür… bunların tümü bu dört dediğimiz yetiyi birlikte içeren bir düşünme tarzı. Oysa adına felsefe ve bilim dediğimiz düşünce tarzı ise, biraz ontolojiye biraz nedenselliğe yaslanan, fiziki nesnelerinin aralarındaki ilişkiyi özdeşleştiren, nedensellik ilkesini esas alan bir düşünme tarzıdır.

İslam’ın açmaya çalıştığı düşünmeyi ben bir kitabımın başlığı olarak “Şükreden Düşünme” olarak ifade ettim. Şükreden düşünme, daha ahlaki daha sezgisel ama mantığı ve nedenselliği de içeren bir kavramsallaştırmadır.
 

KİTABLARI-3.jpg


“Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini işler”

– Dolayısıyla Kur’an’daki akıl, Batıdaki akıl ve aydınlanmadan daha şümullü, daha kapsayıcıdır diyorsunuz. Sadece nedensellik üzerine kurulu değil aynı zamanda sezgiyi, duyuyu da içeren bir akıl. 

Kur’an’da mantık sonuna kadar işliyor. Nedensellik Kur’an’da reddedilmiş değil. Burada ilk defa bir şey söyleyecem. Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini ortaya atmıştır. Bu dinler tarihinde veya insanlık tarihinde bir ilktir.

Ama bizim Ehl-Sünnet, Kur’an’ın bu ayrıksı yönünü yanlış anlamıştır ve maalesef bugüne kadar da tarihte egemen olan bu anlayış olmuştur. Kur’an ile birlikte ayet, mucize kavramı değişmiştir. Kur’an’a gelinceye kadar mucize kavramı, doğaüstü ya da olağanüstü olarak kodlanmışken, Kur’an’da mucize bizzat doğanın kendisidir.

Yasaların kendisidir. Ayetler doğaüstü değil, doğaldır. Bu yaklaşım, tarihte İslam’ın yürüyüşü olsaydı belki birçok düzelmeyle karşılaşacaktır. Kur’an’ın mantıkiliğini, nedenselliğini de buradan ölçebiliriz. Gücünü buradan alabiliriz.


– Allah tasavvuru üzerine epeyce kafa yorduğunuzu, akademik ve günlük metinlerinizde görüyorum. Allah-doğa ilişkisi, Allah-İnsan ilişkisi, Allah-Toplum ve Allah-Devlet ilişkisi nasıl bir teolojik zemine oturmalı sizce? Gelenek ne diyor bu mevzuda Kur’an ne diyor şeklinde bir projeksiyon tutmanızı istesek ne dersiniz?

Kur’an’da; Allah ile insan, Allah ile toplum arasındaki ilişki, Sünnetullah kavramı ile ifade edilmektedir. Bu ilişki ahlaki bir ilişkidir. Allah’ın her bir insan tekiyle ve insan topluluğuyla olan ilişkisi tamamen ahlaki kurallara bağlı. Bu kuralların da işletmecisi insandır. Kuralları koyan Allah’tır. Fakat kuralları işleten ilk adımı atan ise insandır.

Meseleyi şu söz üzerinden anlatayım: “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah’da köre öyle bakar.” Burada ilk adımı atan kimdir? İnsandır. Bir de bir dolmuş sözü söyleyeyim size: “Kula bela gelmez Allah yazmayınca, Allah bela yazmaz kul azmayınca.”

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – II. Bölüm

“Kur’an’daki şiddet ve savaş rölatiftir; koru(n)maya dönüktür”

Bir başka hususu ise şöyle izah etmeye çalışayım. Kur’an kardeşliği bize önerir. Maalesef ilk fitne ile birlikte bizler kardeşliği değil, kabile kavgasını gördük. Daha ilk asırda İslam toplumu kabile kavgasına kurban gitti. Kur’an bize güzel öğütle, güzel mücadele ile barış içerisinde tebliğ etmeyi vazediyordu.

Oysa biz tarihte neyi görüyoruz? Tebliğin yerini fütuhatın aldığını görüyoruz. Fütuhat Arapların şiddete teşne, çapulcu tabiatlarının bir tezahürüdür. Tebliğin tersidir. Allah Müslümanlığın tebliğ edilmesini isterken, Araplar tarihe fütuhatla başlamış oldular.

Barış dini ki Kur’an-ı Kerim baştan sona kadar bize barışı esas almayı salık verir. Çünkü Kur’an’daki şiddet, savaş rölatiftir. Koru(n)maya dönüktür. Müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların  Müslümanlara yarattığı düşmanlık durumuna binaen savaş ve şiddete mecburen başvurulmuştur.

Allah’ın esas davası insanlara Darüsselam’ı tanıtmak, yani barıştır. Özü itibariıyla da adıyla da barıştır İslam. Tarihte gördüğümüz ise, İslam dini bir savaş dinidir. Hz. Ömer’den itibaren Darüsselam-Darülharp kavramı geliştirilerek gayri Müslimlerin ve müşriklerin düşman olduğu bir doktrin ortaya atıldı.

Oysa bunun alternatifleri vardı. Bazı Maliki ve Hanefi âlimler, dünyanın ikiye ayrılmasını şu iki kavramla formülize ettiler: Birincisi Darülİslam, ikincisi Darülicabe/Darüldave olarak. Yani Müslümanların dışındaki insanlar Darülicabe yani icabet edilecek insanlar veya Darüldave davet edilecek insanlardır.

Oysa Hanbeli ve Şafi âlimleri dünyayı ikiye böldüler: Darülİslam ve Darülharp şeklinde. Darülharp kim? Gayrimüslim ve müşrik olan herkes. Bunlarda sürekli düşman olarak kodlandığı için, onlarla sürekli savaşılır şeklinde bir anlayış geliştirdiler.

Bu damar, İslam düşüncesinin ve İslam dünyasının ana çizgisi oldu maalesef. İnanç farklılığı düşmanlık olarak kodlandı. Oysa Kur’an’da böyle bir şey yok. Mümtehine süresinin 7-8.ayeti düşmanı açık bir şekilde tanımlamıştır. Burada düşman kimdir?

Dininizden dolayı size savaş açan, sizi düşman belleyen ve sizi yurdunuzdan çıkaranlar düşmandır diyor. Allah sizin bunlarla asla dost edinmenizi istemez. Fitne kavramının da Kur’an’da ve tarihteki İslam’ın yürüyüşünden çok farklı olduğunu söyleyebilirim.

Fitne kalmayıncaya kadar cihad edin ayetini de Hanefiler genel olarak da Ehl-i Sünnet yanlış kodladı. Fakihler ve muhaddisler düşmanı şirk ve küfür olarak bunun da Gayrimüslimler olarak anladılar. Öyle olunca da sürekli savaş hali içinde olundu bunlarla. Fitne kalmayıncaya kadar bunlarla cihad edin ayeti bu şekilde anlaşıldığı için, tarihte de bugünde gördüğümüz bu anlayışın devamı maalesef.  

“İmparatorluklar tarihi, bir bakıma devletlerin mülkiyet tarihidir”

Bir başka husus ise, Kur’an’ın özel mülkiyete dair yaklaşımı. Kur’an özel mülkiyetin, ticaret ve emek yoluyla elde edilmesini vazeder. Peki, tarihte olan böyle miydi? Tarihte olan bir ganimet ekonomisi idi. Yani başkasından mal edinme. Toprak mülkiyeti gasp ile elde ediliyordu.

Mülkiyetin kaynağının ganimet ve gasp olması, bunun da zorunlu olarak lüks tüketim şeklinde kişilere dağıtılması sonucunda, çok haksızlıklar meydana geldi. Bunu gören Hz. Ömer, toprak mülkiyetini devlete tahsis etti. Bu tahsis ediş, özel mülkiyetin gelişmesini engelledi.

Bu yüzden özel mülkiyet İslam toplumlarında çok zayıftır. İmparatorluklar tarihi bir bakıma, devletlerin mülkiyet tarihidir. Mülkiyet devlet mülkiyeti haline gelince, sahibi de üç varlık olmuş oluyor.

Birincisi devlet, ikincisi sultan, üçüncüsü de Allah. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Herkesin malı, eşittir hiç kimsenin malına dönüşüyor. Bundan dolayı, İslam toplumlarının özel mülkiyet sorunu olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. 

“İslam tarihi kavramı yanlış, doğru olan Müslüman halkların tarihi”

Şu ana kadar uzun olsa bile anlatmaya çalıştığım, Allah tasavvuru ve insan iradesindeki yanlış kodlama, özel mülkiyet meselesi ve son olarak kardeşlik-fütuhat gerilimi İslam düşüncesi ve İslam dünyasındaki krizin arka planına dair teolojik ve metodolojik yanlışlardı.

Bir de kabilecilik meselesini de eklemek lazım. Bilindiği gibi Emeviler ile Haşimiler arasında süren uzun bir kavga vardı. Bu İslamiyet döneminde yeraltına çekildi. Hz. Muhammedin karizması ve Allah’ın otoritesi bu kavgayı yeraltına itti. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki kavgada olduğu gibi, Emevi-Haşimi çatışması tekrar geri geldi.

Bütün bir İslam tarihini de ciddi bir şekilde etkiledi. Onun için şu genel ifadeyi kullanacam, İslam tarihi kavramı yanlıştır bence. Müslüman halkların tarihi vardır diyorum ben. Müslüman halkların da İslami olan tarihleri vardır ve gayri İslami olan tarihleri vardır.

Hatta şöyle de denilebilir, Arapların tarihi, Türklerin tarihi, İranlıların tarihi vs vardır. Müslüman halkların tarihi demek daha doğru bir kavram. Tarihteki gayri İslami hususları görebilmemiz için tarihi, İslam tarihi diye kutsayan bir isim koyarak onun altında gizleme yerine, Arapların tarihi dememiz daha doğru.

Onun için Emevi imparatorluğu, bir Arap imparatorluğudur. Emevi imparatorluğu aynı zamanda bir Arap kabileciliği veya Arap ırkçılığıdır da. Yani Hz. Muhammed döneminde yeraltına çekilen kabilecilik sonraları maalesef devam etti. Tekeli de sonradan Kureyş aldı. Dört halifenin dördünün de Kureyşten olduğunu görüyoruz.

Bu noktada değerli hocam Said Hatipoğlu’nun Hilafetin Kureyşliliği eserine bakılabilir. Hz. Ali ile Muaviye’nin kavgasının arkasında yatan da budur. Biraz uzun oldu ama şunu demeye çalışıyorum, İslam düşüncesinin krizi, doğuşuyla başlıyor. Doğuştaki problemleri görmeden yola koyulmamak lazım.

Bu problemleri üçe ayırdım. Birincisi metodolojik kırılma. Fıkıh usulü ile ilgili. Yani İmam Şafi ile birlikte Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünnetin ortaya çıkması. Kurucu metinlerin dogmalaştırılması, dondurulması, mutlaklaştırılması olayı. İkincisi teolojik kırılma.

Hanefilik, Maturidilik ve Mutezile özgür iradeyi esas alan bir Tanrı-İnsan ilişkisi kurmaya çalışırken, Eşarilik tek yanlı, totaliter bir kader anlayışı ile Tanrı-İnsan ilişkisini inşa etti. Üçüncüsü politik kırılmadır. Bu da İslam’ın maalesef, büyük fitneyle tarihe başlanmasıdır.

Kur’an’ın ortaya koyduğu doktrin ile tarihte yürüyen İslam’ın ortaya çıktığı şekil başka türlü tezahür etti. Dolayısıyla İslam’ın başına gelen bu hususları dürüstçe kabullenmeden anlamanın ve bu krizden de çıkmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. 
 

KİTABLARI-6.jpg
“Din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür”

– Bu anlattığınız teolojik serüvenin, Selçuklular ve Osmanlılar dönemindeki yansımaları da benzer mi oldu yoksa bir kırılma/değişim yaşanıyor mu 20.yy başlarına kadar?

Selçuklular döneminde kurulan Nizamiye medreseleri, Eşari ve Şafi ya da Sünni Ortodoksi üzerine kuruldu. Bu doktrine, Türkler ile birlikte tasavvuf ve tarikat da eklendi. Tasavvuf ve tarikat çok sonradan oluşan bir şey. Kelamın kuru akılcılık, fıkhın da kuru şekilcilik olarak doğması, yani kelam ve fıkhın sakat doğumu İslam’ın ruhu boyutunu boşta bıraktı.

İslam’ın düşünce boyutunu kelam, davranış boyutunu da fıkıh alınca duygu boyutu boşta kalmıştı. Oysa din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür. Duygu boyutunu, iç ve dış saiklerle birlikte ikinci yüzyılın sonundan itibaren adına tasavvuf denilen öğreti doldurdu. Yani Mistisizm.

Evet, mistisizm evrensel bir kategori. İslam dünyasında da kökleri var. Platoncu kökleri olduğu kadar, Uzakdoğu ve İran’dan gelen kökleri mevcut. Bu kökler ile birlikte Tasavvuf, giderek kristalleşti. İslam toplumunun içinden çıkan, Emevi dünyevi yönetimi ile büyük fitneyi hazmedemeyen insanların, içe kapanmaları yani duygusal içerlenme ile birlikte adına Zühd denilen, dünyadan el etek çekilen bir hareket ortaya çıkardı.

Çıkan bu anlayış, Abbasiler döneminde tarikatlar olarak örgütlülüğe dönüştü. Dolayısıyla Sünnilik, Selçuklu ve Osmanlıda büyük ölçüde Ehl-i sünnetin dogmatik, Ortodoksi otoritesini pekiştirmekle kalmadı, bir de Gazali’nin Selçuklu medreselerinin dekanı olması ile Tasavvufu meşrulaştırıp, Sünniliğin içine zerketmesiyle de Selçuklular ve Osmanlılardaki düşüncenin, teolojik düşünceden mitik düşünceye evrilmesine yol açtı.

Felsefeye karşı Tasavvuf eksene alındı, İçtihad kapısı da kapatılınca… Selçuklulara kadar İslam düşüncesi iyi-kötü teolojik düşünce aşamasına gelmişti. Teolojik düşünce bilindiği gibi; fıkıh, hadis kelam, tefsir ile düşünmeyi mimliyor.

Bu da rasyonel bir çabaydı. Ehl-i Rey’de vicdan, eleştiri, düşünce vardı. Oysa Ehl-i Hadis’te bu azdı. Selçuklulardan itibaren ise bu teolojik düşünme faaliyeti giderek donuklaştı. Sünni doktrin adeta kendini dondurdu. Selçuklular ve Osmanlılar ile birlikte şeyhler ve şahların kontrolüne girdi.  

Şahlar ile saltanatı ve sultanları kastediyorum. Bu şeyhler ve şahlar temsil iddiasında bulunuyorlardı. İslamiyet’i kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyorlardı.

Oysa İslam’da temsil yoktur. İslamiyet; kilise, Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak her bir bireyin kendinin temessül ettiği oranda, ulemanın da ancak içtihadla ve ilmi otoritesi ile kendi varlığını koruyan bir dindi. Hülasa, din adamı yoktu İslamiyet’te. İslam’da temsil iddiasında olan Papaz, haham, Kilise gibi bir otorite yoktu.

“Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim de belli oranda güçlüydü”

– Kur’an’daki Ülü’l-emr (Müminlerin Emiri yani Devlet Başkanı anlamında) ifadesi bu temsili karşılamıyor mu hocam.

Ülü’l-emr tamamıyla politik bir ibare, benim anladığım. Dini bir temsil yoktur burada. Ülü’l-emr dediğimiz kavramda yer alan emir, politik iş demektir…

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – I. Bölüm

İslam düşüncesi ve İslam dünyasının uzunca bir süredir bir kriz içinde olduğu söylenir. Buna dair aydın, akademisyen, ulema, entelektüel ve siyasetçilerin farklı bakış açıları ve çözüm çabaları söz konusu.

Bu krizin teolojik, felsefik ve bilimsel nedenleri ve çözüm önerileri üzerine otuza yakın kitabı ve yüzlerce makalesi olan, Ankara Üniversite İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhami Güler ile uzun bir söyleşi gerçekleştirerek analiz etmeye çalıştık.

Sadece bununla kalmadık; aydınlanma, rönesans ve reform ile birlikte Batı düşüncesinin de teolojik kodlarını, modernizmi, Osmanlı’daki teolojik ve fikri serüveni, Kur’an ile tarihte şekil alan İslami uygulamaları, Kur’an’ın mahiyeti ve yorumunu, din dilini, mezhepleri, Atatürk’ün kurduğu yeni Cumhuriyeti, FETÖ’yü, Türkiye İslamcılığını, milliyetçiliği, İslami sol tartışmalarını, ulus devlet ve emperyalizmi, kurucusu olduğu HAS Parti’yi ve son olarak kendi fikri ve politik duruşunu konuşmayı da ihmal etmedik.


– İslam düşüncesi ve İslam dünyasının bir kriz içinde olduğunu uzunca bir süredir yazıp çiziyorsunuz. Bir ilahiyatçı olarak bu krizin tarihsel başlangıcını nerede görüyorsunuz? Krizin teolojik arka planına ve çözüm önerilerinize dair neler var? sorusuyla başlayalım.  

Soru esaslı olduğu için biraz uzun tutabilirim. Düşünce krizinin arkaplanında Kur’an’ın indiği Arap toplumunun antropolojik yönlerinin çok büyük bir etkisi var. Kur’an Arap yarımadasında Araplara nazil oldu. İlahi hikmetin Arapları seçmesinin şüphesiz önemli sebepleri vardır.

Yani rastgele bir seçim değildir. Muhtemelen Arapların karakter yapıları, Arap dilinin önemi, coğrafyanın önemi gibi hususlar ilahi hikmetin mesajını Arap diliyle indirmesinde hikmeti olan unsurlardır denilebilir. Kur’an nazil olduğunda Arapların antropolojik olarak üç yönleri veya üç genetikleri vardı. İslam’ın tarihi süreç içerisindeki krizini anlamak için Arapların bu antropolojik niteliklerini bilmek gerekiyor.

Bu antropolojik veya genetik yapının ilki, kabilecilik. Arap toplumu kabileci bir yapıya sahipti. İkincisi, çölün doğurduğu ekonomik koşularından dolayı çapulcu bir yöne sahiptiler. Yani ganimet ekonomisine dayanan iktisadi bir yapıları vardı.

Her ne kadar Yemen ile Şam arasında ticaret yapan bir tüccar yapısına sahip olsalar dahi. Üçüncüsü Arapların şiddete teşne bir toplum olmaları. Demem o ki, kabilecilik, çapulculuk, şiddete teşne olma yapıları, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra adına büyük fitne dediğimiz hadisenin veya travmanın ortaya çıkmasını doğurdu.

İkincisi İslam toplumu daha doğarken maalesef karpuz gibi üçe bölündü. Allah’ın asla murat etmediği bir bölünmedir bu. Çünkü Kur’an “Dinlerini paramparça ettiler, her bir grup kendinde olandan memnun oldu” diye içine düşülen durumu eleştirdiği halde, İslam’ın daha ilk döneminde bu bölünme meydana geldi.

Nedir bu bölünme? Haricilik, Şiilik ve Sünnilik. Bütün İslam tarihi de bu üç Ortodoksinin, bu üç mezhebin tarihidir adeta. Bunun, Tanrının istediği bir şey olduğunu söyleyemeyiz. İslam’ın bu üç mezhep ile tarihe doğmuş olması, birtakım sorunları ortaya çıkardı. 


“İslam düşüncesinin krizi, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an doktrini arasındaki çelişkiyle başlar”

İslam’ın krizinden bahsedeceksek, daha doğuş anında Kur’an ile tarih arasında, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an’ın doktrini arasındaki bu çelişkiyi görmemiz gerekir. Bu çelişki görülmeden İslam düşüncesi üzerine konuşmak biraz zor geliyor bana.

Birincisi şu, Kur’an’a baktığımız zaman Kur’an, baştan sona kadar düşünmeyi, insanın vicdanını harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Kur’an baştan sona kadar, sokak insanını düşünür yapmaya çalıştı. Kur’an, iki temel hedef güttü.

Birincisi, insanları düşünür yapmak. Tabiat, ontoloji, felsefe konusunda değil, kendi davası konusunda sokak insanını düşünür yapmak. Kur’an’ın tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul gibi kavramlarla yüzlerce defa düşünmeye çağırmasının sebebi, aktif düşünür kılmak içindi.

İkincisi, muhataplarının vicdanını canlı ve diri tutmak. Yasin süresini hatırlayın: “Sen ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin.” Dikkat edilirse Kur’an, insan vicdanının diri olmasını ve aklının başında olmasını özetle sürekli düşünür olmaya çağıran bu hedefini görüyoruz.
 

KİTABLARI-5.jpg


Hicri ikinci yüzyıla doğru gelirken, Kur’an’ın bu anlayışı, dinamik insanı sürekli vicdanıyla birlikte diri tutmaya çalışan bu damarı, adına Rey ehli dediğimiz Mutezile ve Hanefilik, Kur’an’ın bu yönünü devam ettirdi. Mutezile ve Hanefilik; işin içine insanın katılması gerektiğini, düşüncenin aktif olmasını, vicdanın diri tutulması gerektiğini anlamıştı ve bu çizgiyi de devam ettirdiler.

Sonra ne oldu? Sonra maalesef bunun arkası gelmedi. Arapların içinde çıkan İmam Şafi ve erken dönemde hadisi ön plana çıkaran Süfyân es-Sevrî, İbn Şihab Zuhrî gibi kimi hadis toplamayı ve hadisi önemseyen şahsiyetlerin ortaya çıkması ki bunlara da Ehl-i hadis diyoruz, demin belirttiğim çizginin tersi bir doktrinini savunur olmaya başladılar.

Bu çizgide özellikle Ahmed b. Hanbel ile İmam Şafi’yi merkeze alabiliriz. Mutezile ve Hanefilik, yani Ehl-i rey, İslam’ı evrensel bir dile kavuşturma çabası içindeydi. Ehl-i Hadis dediğimiz İmam Şafi, Ahmet b. Hanbel, İmam Malik gibilerinin etrafında oluşan yapı ise İslam’ı evrensel bir karaktere büründürmekten ziyade, bir Arap davası, bir gelenek, bir sünne davası kıldılar. Bunlara da Ehl-i Sünne ya da Ehl-i Sünnet diyoruz. Sünnet demek tarih demektir, geçmiş demektir.

Ehl-i Sünne, Arapların katı, gelenekçi, atalarını buldukları yol olan tarihi ve geleneği kriter olarak baz alıyorlardı. Kur’an-ı Kerim ise bunları reddetti. Kur’an adeta “Senin atan, geleneğin, geçmişin kriter olamaz” diyordu. “İnsanların vicdanı, akılları ve düşünceleri kriter olacak” diyordu Kur’an.

Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünne tarafından bu mantığın yani gelenek ve tarihin aynen Mekkelilerin atalarına ve geleneklerine bağlı kalması gibi tekrar geri getirildiğini görüyoruz. Dikkat edilirse ajanda bu sefer değişim geçirerek gelmiş oldu. İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in yaptığı Kur’an ve Hadisi mutlaklaştırmaktı. Ahmet b. Hanbel, bu mutlaklığa teolojik bir arka plan verdi.

Dolayısıyla Cahiliye ajandası gitti, yerini mutlaklaştırılan Hadis ve Kur’an’a bıraktı. Yani Kur’an’ın kadim olduğu tezini ileri sürdüler. Mutezile veya Rey ehli ki Ebu Hanife’yi de buraya dâhil ederek söyleyecek olursam, Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve bunun Allah’ın bir fiili olduğunu iddia ettiler. Oysa Ehl-i Sünne dediğimiz anlayış, Kur’an ezelde kadimdir, Allah’ın ilim, irade ve kelam sıfatlarına racidir şeklinde bir teori attılar.

İmam Şafi; Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas diye dört delili ortaya koyduğu zaman yaptığı şey, tümüyle aklı ve vicdanı ortadan kaldırarak yani Kur’an ve sünnetin ışığında, hadisin ışığında insan aklını ve vicdanının aktif olması yaklaşımını bir bakıma kenara itti.

İmam Şafi, İçtihad ve İstihsanı reddederek, sadece Kitab ve Sünneti mutlak kaynak olarak gördü, onları dondurdu ve bir keresinde tüm zamanlar için geçerli olduğunu iddia etti. İcmayı da bunun üzerine koydu. İcma da biliyorsunuz, Hz. Peygamberin ve sahabelerin fiilleri üzerine olan icmasıdır.

Kıyasa geldiğimiz zaman İmam Şafi, kıyası da ayetlerin altında olan mananın dışarıya çıkarılması, İstinbaz, İstiğraç olarak içtihadı da Kur’an’a indirgedi. Bu yaklaşımlarıyla, Müslüman insanı Kur’an ve Hz. Muhammed’in hadislerinin ışığında kendi aklını aktif tutmaya çalışan insanı (ki Hz. Ömer ve değişik sahabelerde gördüğümüz aktif olmayı) tümüyle yok sayarak, Kur’an ve Sünneti mutlaklaştıran tarzda, aklı ve vicdanı tümüyle ortadan kaldıran bir yapıya dönüştürdü. Krizin başlangıcı buradan başlıyor. Yani metodolojik düzlem.


“Allah ile insan arasındaki ilişki, canlı ve diyalektik bir ilişki olup, insanın özgürlüğüne dayalıdır”

Teolojik kriz ise daha berbat. O da şu. Mutezile, Maturidilik, Ebu Hanife vs İnsan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, bir dostluk ilişkisine benzettiler. Buradan da insan iradesinin özgür olduğunu hatta insanın denenmesi için iradenin özgür olması gerektiği tezini ileri sürdüler.

Tevhit ve adalet ilkesiyle de bunu vazettiler. Fakat erken dönemde ortaya çıkan Cebriye, ondan sonra gelişen Eşarilik ise, insanın özgür iradesini tümüyle ortadan kaldırarak, ilahi iradeyi mutlak ve de genelleştirerek, denenme zemini olan insanın iradesini tümüyle ortadan kaldırdı. Yani Müslüman insan doğmadan ölü olarak doğdu.

İradesi kadük, mefruç olarak doğdu. Burada kader kelimesini seçmeleri tesadüf değildi. Dikkat edilirse Kur’an’da kader, Allah’ın doğa ile olan zorunlu ve tek yönlü ilişkisini ifade eder. Oysa Sünnetullah kavramı, Allah ile insan arasındaki ilişkidir. İlk başlatıcının insan olduğunu bize söyler.

Sünnetullah ilişkisi insanın baştan sona kadar sorumlu olduğu, ilk adımı insanın attığı, Allah’ın da ona paralel olarak karşılık veya misliyle/misilleme de bulunduğu ilişkiyi ifade eder. Dolayısıyla Allah ile insan arasında, canlı ve diyalektik bir ilişki söz konusudur.

İnsanın özgürlüğüne dayalı bir ilişki. İmam Şafi’nin kurduğu ilişki ise tek yönlü bir ilişkiydi. Hikmetinde sual olunmaz onun temel mottosudur. Oysa Ehl-i Rey, Allah’ı eylemlerinde hikmetli ve adil bir varlık olarak tanımlamaya çalışıyordu.

Yani Kur’an’ın Rahman, Rahim olan ve adaletle merhametle yoğrulmuş dediği Allah’ın eylemlerinin insan tarafından anlaşılabileceğini söylerken, Eşarilik maalesef hikmetinden sual olunmaz anlayışı ile Tanrıyı adeta karanlık bir güç odağına dönüştürdü.

Dikkat edin Kur’an değil, İslam’ın tarihteki yürüyüşünün oluşturduğu Tanrı imgesi ile insan arasındaki bu ilişki, İslam düşüncesinin dolayısıyla İslam dünyasının krizinin temeli olarak gördüğümü söyleyebilirim…