İmansız ve ahlaksız itikat ve ibadet Müslümanlığı

1- İmanın İtikada Dönüşmesi

Tarihte ve günümüzde İslam dünyasının ve yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye halkının temel dini problemlerinden biri budur. İmanda “istikamet” yani doğru bir imana veya akaide sahip olmak ayrı bir problemdir. Konumuz o değil. Konumuz, Allah ve Ahiret ile her bir bireyde diri, artıp eksilebilen, canlı ve dinamik olması gereken imanın edilememesi/edinilememesi veya ateş-yanma halinde olması gereken imanın ocağının sönmesi ve küle dönüşmesi; kinetik enerji üreten kaynar su gibi olması gereken imanın, donması ve buza dönüşmesi; canlı insana benzeyen imanın ölmesi ve cenazeye dönüşmesi yani “Akaid (Amentü)” leşmesidir.

İman, kalbin fiili; amel, organların fiilidir. İman ve amel, iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine bağlı şeylerdir. Yani aralarında sebep-sonuç/nedensellik ilişkisi vardır. İman olmayınca, amel de olmaz. “Ateş olmayan yerden, duman çıkmaz.” veya “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar.” deyimlerinde olduğu gibi. Bu izah, dindeki durumu tasvir eder; imansız, salt vicdan ve mutluluk saiki ile kimi ahlaki amellerin/fiillerin yapılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kant’ın “Ödev Ahlakı”, J. S. Mill’in “Faydacılık”ı ve W. James’in “Pragmatizm”i böyle teorilerdir.

İslam’ın erken döneminde “İman-Amel İlişkisi” , yani “Müslüman-Mü’min” kimliğin mahiyeti, teolojik bir problem olarak belirmiş ve başlıca üç tarzda teorileştirilmiştir. Hariciler, ameli yani yapılması veya kaçınılması gereken helal ve haramları, emir ve yasakları, imanın parçası olarak görmüş ve ameli ihmal edenleri tekfir etmiştir. Buna karşılık, Ebu Hanife ve Mürciîlik, bu görüşün tam zıddı olarak iman ve ameli birbirinden ayırmış yani koparmış; imanı da kalp fiilleri olarak değil; zihinsel kesin tasdik olarak “Akaid” e indirgemiştir. Yani hiç ameli olmasa da, itikadı/tasdiki olan kişi mü’min ve Müslümandır. “Müslüman” olmak için “amel” zorunlu değildir; olsa, daha iyi olur. Bu görüş, -Hariciliğin yaratmış olduğu şiddet/terör ve iç savaştan sonra- Sünniliğin resmi görüşü olmuştur. İslam’ın geniş kitlelere yayılmasını ve iç barışın sağlanmasını temin etmiştir. Mu’tezile ise, tasdiki olduğu halde, ameli olmayan kişiyi: “El-menziletü beyne’l menzileteyn= İman ile küfür arasında bir yerde” olarak nitelemiştir. Yani böyle birisi, Mü’min-Müslüman kimliğini hak etmediği gibi; böyle birine “Kâfir” de denemez. Çünkü tasdiki başarmıştır. Bu konumu Türkçeye “Araftakiler”, “İki arada bir derede” veya “Sıfatsız”, “Adam değil”, “İnsan değil”, meyvesiz “ot-ağaç” olarak çevirebiliriz. Hariciler ve Mu’tezile, böylesi kişilerin, -tövbe etmedikleri takdirde- Ahirette kesin olarak azap göreceğini ileri sürerken; Ebu Hanife ve Mürciîlik, bunların Ahiretteki durumunu, Allah’a havale etmiştir (İrca).

Bu görüşleri, Kur’an açısından yeniden gözden geçirdiğimizde, Dünyadaki durumu izah bakımından Mu’tezile’nin görüşü, daha tutarlı iken; Ahiretteki durumu izah açısından, Sünniliğinki daha tutarlıdır. Şöyle ki Ebu Hanife (Mürciîlik) yani Sünnilik, imanın canlı doğasını yani yoğunluğu artıp eksilebilen kalp fiilleri olan Allah’a karşı saygı/huşu, korku/haşyet, şükran hissi, sevgi, tazim, hayâ ve güveni; Ahirete karşı korku ve umudu (havf ve reca), artıp eksilmesi olmayan salt zihinsel “tasdik”e indirgemesi yanlıştır. Kur’an şöyle der: “Müminler, ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürperir; onun ayetleri kendilerine okunduğunda, bu, onların imanını artırır; onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler.” (8/2). “Onlar, görmedikleri halde Rablerinden ve kıyamet gününden korkarlar” (21/49).

Mü’min ve Müslim/Müslüman kavramları Kur’an’da çoğunlukla müradif olarak kullanılır(3/52, 10/84, 43/69, 28/52-53). Ancak “teslimiyet yani tasdik”, imandan ayrılır: “Bedeviler, “iman ettik” dediler. De ki: iman etmediniz; fakat “Boyun eğdik/teslim olduk/tasdik ettik (eslemna)” deyin. Çünkü henüz iman kalplerinize girmedi…” (49/14). Bir sonraki ayette “müminler” şöyle tanımlanıyor: “Allah’a ve peygambere iman ederler, şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ederler. İşte bunlar, imanlarını doğrulayanlardır.” (49/15). Başka bir yerde Kur’an şöyle der: “İnsanlar, “inandık” diyerek, (amel ile) denenmeden başıboş bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” (29/2).

Ehl-i Kitap (Yahudiler ve Hristiyanlar) ın tarihi süreç içinde başına gelen imanın zayi olması yani ölü itikada dönüşmesi ve istikametten çıkmasını Kur’an, muhataplarına şöyle tasvir ederek onları uyarır: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine indirilen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar/mü’minler, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onlardan birçoğu fâsıktır.” (57/16).

Aradan 1400 sene geçince mü’minlerin başına gelen şey de aynısıdır. Yani canlı imanın kaybolması, kalplerin katılaşması, iman’ın itikat’a dönüşerek amel doğurmaz hale gelmesi ve birçoğunun fâsık/günahkâr olması.

2- Allah’a Karşı İbadetin,İnsanlığa Karşı Ahlaki Amele Yeğlenmesi

Spinoza: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” der. Bu söz, doğrudur. Avam/ahali/halk/sokak insanı, kendince ritüelleri/ibadet-i mersumeyi “yükte hafif, pahada ağır” bir tasavvurla Tanrı’nın gözüne girmenin, işi “baştan bağlamanın” bir yolu olarak görür. Böylece ibadetleri, örneğin, ucunda ölüm ve yaralanma, malından bağışta bulunma olan ve zorluk, çile, sabır, zarar içeren cihat etmek ile eşitler. İnsanlara karşı adil ve merhametli olma amellerini ıskalamaya çalışır. Kur’an, bu konuda şöyle der: “ Siz hacılara su dağıtmayı ve mescid-i haramın bakım ve onarımını, Allah’a ve Ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihat eden kimselerin amelleri ile eşit mi tutuyorsunuz? Bunlar, Allah katında eşit değildirler; Allah, zalim toplumu hidayete erdirmez. “(9/19). Bir örnek de biz verelim. Genellikle din adına siyaset yapanlar, ibadetler(Namaz-Oruç-Hac) ile Tanrıyı kandırmaya çalışarak(“Alnı secde görme”), siyaseti, kendileri gibi/partili olmayanlara karşı tahakküm/güç istenci aracı ve çıkar maksimizasyonu olarak icra etmektedirler.

İman ve Ahlakın kaybedilerek itikat ve ibadetin “din” haline getirilmesi konusunda rahmetli Nurettin Topçu, yıllar öncesinde “İslam ve İnsan” (İst. 1970) adlı kitabında büyük bir vukufiyetle ortaya koymuştur. Biraz uzun da olsa, ehemmiyetine binaen ondan bazı iktibaslar yapacağım:

“Asırlar arasında İslam’ın ruhu katı kaidecilikle, taassubun tehditleriyle, saltanat ve merasimin gurur ve tahakkümleriyle eritildi. Dinî müesseseler, dinin ruhundan tamamen sıyrıldı. Din elbisesine bürünmüş, dini kaidelerle bezenmiş devlet ve dünya müesseseleri halini aldı. Bunların etrafında istismarcı bir din adamları sınıfı teşekkül etti. Bu adamlar, içyapısını yüz yılların yıprattığı devlet ile el ele vererek ve onun manevi kudreti halinde sömürme sahalarını mütemadiyen genişlettiler. (a.g.e, s. 8-9).

“Her sene milyonlarca ziyaretçi ile dolan Kâbe’nin etrafında ruh birliği ve beraberliği meydana gelemiyor. Bunun sebebi ne siyasi, ne iktisadi, ne de aslında ilmi ve fikridir. Bu halin sebebi, İslam’ın temeli ve Kur’an’ın özü olan ahlakın kaybedilmiş olmasıdır. Bugünkü Müslümanlar, birtakım geleneksel hareketleri dikkat ve titizlikle yapmaktan başka endişesi olmayan ilkçağın ve ilkel devrin sihirbazlarını andırıyorlar. Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür… Asırların artığı sözde din adamlarımız, devrimizin maddeci yıkımını göstererek, onu itham yoluyla kendilerinin Allah yolcusu oldukları vehmini halka sunuyorlar. Hakikatte ise onlar, dini hayatı maddi şekil ve hareketlere bürünmüş maddecilerdir; din ve ahiret maddecileridirler; ruhlarını kaybetmişlerdir.” (a.g.e, önsöz).

“Dinin bütün dünyası ruh dünyasıdır. İslam’ın bütün hareketlerimizi ve bütün dünya işlerimizi düzenlemiş olması, dünyaya ait emellerimizde bize daha iyi “başarı” sağlamak için değildir. Ticarette daha iyi tüccar, siyasette daha mahir diplomat olmamız için değildir. Belki dünya işlerimizi ruhun selametini hiç engellemeyecek tarzda düzenlemek içindir. Ticaret ve siyasette kazanç ve muvaffakiyet hırslarımıza gem vurmak içindir. Dinin konusu ruhtur… ; din, bedene saadet ve bolluk getirmek davasında değildir; bilakis, ruhu bedene hâkim kılmak davasıdır. İnsan bedeni ile birlikte yaşadığı için, bu bedenin ruhun yüksek gayesine uygun hareketler yapması için “şeriat” bildirilmiş ve onda bedenin hareketleri, ruha zarar vermeyecek ve onu besleyecek tarzlarda tertiplenmiştir.” (a.g.e, s. 31).

“Zamanla yıprana yıprana birer otomatik hale getirilen ve bu şekilde emrolunduğu anlatılan ibadetler ise, iyi hesaplayan ve dikkatle kaydeden meleklerin takip ettiği bedende bir takım şekil değişmeleri haline getirildi. El, ayak, baş, beden hareketlerinde maharet, dindarlığın şartı oldu; bunlar, dinin esasları sayıldı. Bütün ruh ve manasından sıyrılan dini hayatın bu şekilperestliğine “zühd ve takva” adını verenler, bu vehimlerinin kaskatı gururu içinde gömülüp kaldılar ve bu yolda yürürken Allah’a götüren ahlak yolunun izlerine bile rastlamadılar.” (a.g.e, s.33)

“Asırlardır milyonlarca Müslümanın, yurtlarında aç ve sahipsiz inleyen mü’min kardeşlerini çiğneye çiğneye ziyarete koştukları Kâbe’den dönüşte, onlar hakkında olsun biraz merhamet, hatta insanlar hakkında olsa da bir parça aşk ve muhabbet getirdikleri görülmüş müdür? Hâlâ İslam âlemi birbirine düşmandır ve Kâbe’nin bekçileri de, Müslüman kardeşlerini soymakla görevlidirler. Siz, Allah’a iftira ediyorsunuz! Allah, böyle bir ibadet istememiştir! Haccın manası, ruhsuz bedenlerin sırf mekân değiştirme şeklinde muayyen bir beldeye gitmiş olmaları değildir. Haccın İslam Kongresi olan gerçek ahlaki ve içtimai gayesinin yanın da büyük manevi (mistik) değerini gerçekleştirecek olanlar, dini aşk ile kalbin ebediliğe götüren yolu olduğunu bilen ve yaşayan gönüllerdir. Bedenlerini putlar gibi şekiller ve kütleler halinde kımıldatmakla Allaha yaklaştıklarını vehmeden ölü ruhlar değil.” (a.g.e, s. 35).

3- Sonuç

1- Kurucu tecrübenin üzerinden uzun zaman geçmesi ile (1400 sene) Müslümanlar da –Kitap Ehli gibi- canlı iman ve ahlaklarını büyük ölçüde kaybedip ölü itikad (Amentü) ve ibadetler (İslam’ın Beş Şartı) ile yetinmektedirler.

2- Sünnilik, Kur’an’da varit olan canlı ve artıp eksilen imanı, artıp eksilmeyen ölü itikada/inanca dönüştürmüştür.

3- Kur’an’da varit olduğu hali ile iman ve amel iki ayrı şey; fakat ikisi birbirine zorunlu olarak bağlı şeylerdir.

4- Canlı İmanı olmayanın, yaratıcı ahlaki ameli (takva) olmaz. Dogmatik taklit ile oluşturulan “Amel Ajandası” büyük ölçüde ibadetlerden oluşmaktadır.

5- Alışkanlık, ezber ve borç ödeme gerekçesinden dolayı yerine getirilen ibadetler, Allah’a saygı ifadesi ve kullarına karşı ahlak (adalet-merhamet) üretme yerine; cenneti garantilemenin ticarî “alış-veriş”ine dönüşmüştür.

6- Sünniliğin “Mü’min/Müslüman” tanımı, çoğunlukla toplumdan taklit/miras yolu ile elde edilen; amel/ahlak içermek zorunda olmayan “beleş/bedava” bir kimliktir. Yüzde biri eksik olan –döviz cinsinden- bir kâğıt parayı “geçersiz” sayan Sünni halkımız; dini kimliğindeki yüzde 90lık eksikliği “tam” saymaktadır. Kur’an’daki mü’min ve Müslüman kimlik tanımı, ameli-ahlakı içermektedir. Tasdiki olan kişiye politik olarak “Müslüman” kimliği verilebilse de; teolojik olarak ameli/ahlakı olmayan kimseye “mü’min” kimliği verilemez. O, sıfatsız veya iki arada bir derededir. Böyleleri tekfir de edilemez.

Siyaset ve Kanun Yapmanın İki Genetiği

Siyaset ve Kanun (Hukuk) Yapmanın Rahmani Genetiği

İslam, özünde ahlaktır. Allah’a karşı ahlaki sorumluluk, iman ve ibadettir; İnsanlara karşı ahlaki sorumluluk ise, adalet ve merhamettir. Bu bağlamda hayatın bütün alanları dini/ahlakidir. Bunların başında da siyaset, iktisat ve hukuk gelir. Çünkü büyük faturalı adalet veya zulmün gerçekleşebileceği toplumsal alanlar buralardır. Bu alanlar, büyük sevapların veya büyük günahların işlendiği alanlardır. Siyaset yani yeni bir toplum oluşturmak ve devlet kurmak ve onu yönetmek, İslam’ın beş temel maksadı olan malın/mülkiyetin, canın/güvenliğin, ırzın/onurun, aklın/düşünce özgürlüğünün, dinin/inanç özgürlüğünün korunması ile aynı süreçlerdir. Kur’an’ı rastgele açıp karıştıran birisi, onun her sayfasında bu kaygıların güdüldüğünü rahatça görebilir.

Bunu gerçekleştirmenin iki yolu vardır: 1- Kur’an’ı okuyup doğru anlayarak Tanrı’nın buyruklarına samimiyetle inanmak; 2- Vicdanını diri tutup takva ile yani sürekli tetikte ve teyakkuzda olarak, Kur’an’ın ışığında hayatta olup bitenleri, olayları-olguları, durumları, ilişkileri doğru değerlendirmeye çalışmak. Tümel birer gaye olan maslahat ve adalet idelerini ufukta/yukarıda, kalpte/kafada tutarak tekil durumlarda taklide düşmeden bunları icra ve ifa etmek, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” Z. Gökalp.

Bu konuda Kur’an’da varit olan yüzlerce ayetten birini hukuki bağlamda, diğerini siyasi bağlamda iktibas etmek yeterlidir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız dahi olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutan kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin veya fakir de olsa, adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede hevanıza/arzularınıza uymayın. Eğer gerçeği çarpıtırsanız veya adaleti yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Yahudi kralı Hz. Davut’a şöyle hitap ediliyor: “Ey Davut! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak (adalet) ile hüküm ver. Hevana/başıboş arzularına uyma; arzuların seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününde –adaleti unutmaları hasebi ile- şiddetli bir azap vardır.” (38/26).

Uçağı en iyi pilotun kullanması, ameliyatı en iyi doktorun yapması gerektiği gibi; hukuk ve siyaseti de vicdan kapasitesi keskin en adil ve ahlaklı kimselerin yapması asıldır.

Her iki bağlamda da “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” ayrımı yapmanın kriteri akraba, kabile/etnisite-ırk/dil, din/inanç, parti, cemaat, tarikat… aidiyeti değil; adalet ve zulümdür.

Bu bağlamda siyaset kamu maslahatının yani güvenlik ve adaletin temin edilmesi; hukuk ise, bireylerin meşru haklarının kolektif organizasyonudur. “Hukuk, doğal bir meşru hakkın müdafaası organizasyonudur. O, ortak bir gücü yani üzerinde oydaşılmış kuralları veya kurumları yani devleti/kamu otoritesini bireysel gücün yerine geçirme organizasyonudur. Söz konusu ortak gücün amacı, sadece bireysel güçlerin doğal ve meşru olarak yapmaya hakkı olduğu şeyleri yapmakla sınırlandırılmıştır: Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamak.” (F. Bastiat. Hukuk. Çev: Y. Arslan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 15).

İslami bağlamda siyaset yapmayı ise Louis Gardet şöyle tasvir ediyor: “İslam toplumunda yönetici (halife), -teorik/teolojik olarak, İG- her dünyevi gerçekleşmenin aynı zamanda ruhi/manevi (ahlaki) bir karaktere sahip olduğu; ama Tanrı’nın ve Kur’an’ın otoritesinden başka hiçbir manevi otoritenin var olmadığı bir toplumda yürütme ve zor kullanma ile görevli dünyevi başkan, -Th. W. Arnold’un deyimi ile- “siyasi memur”dur. Namaz, oruç, hac gibi dinsel görevler, nasıl birer” Tanrısal yasa” özelliğini taşıyorsa; öşür veya zekâtın toplanması, tefeciliğin yasaklanması, yetimlerin korunması, veraset-miras işleri, yolcuların, özellikle hacıların güvenliği, ülkenin savunma ve saldırı savaşlarına hazırlanması, savaşın idaresi… yani Kur’an tarafından vazedilmiş bütün bu şeyler de birer tanrısal yasa karakterine sahiptir.” (Louis Gardet, Müslüman Site. Çev: A. Arslan. İst. 2014. S. 195)

Siyaset ve Kanun Yapmanın Şeytani Genetiği

1. Tağutluk

Siyaset ve kanun yapma, ahlaki saikle değil de güç istenci/tahakküm kurmak veya kişisel ve zümresel çıkar elde etmek saikleri ile de yapılabilir. Bu, zulüm ve zorbalıktır. Kur’an’da bireylerin ve toplumların tavrı olarak “Tuğyan” kavramı ile ifade edilir. Anlamı ahlaki sınırları/haddi aşmak, zorbalık, zulüm, ahlaksızlık ve haksızlıktır. İsim-sıfat hali ise “Tağut” olarak sekiz defa geçer. Türkçeye “Şeytani güçler” olarak çevirmek mümkündür.

Kur’an’da müminlere bu dini-siyasi güçlere iman ve itaat etmekten çekinmeleri tavsiye edilir. (2/256-257; 4/51, 60, 76; 5/60; 16/36; 39/17). Siyasette Firavun, iktisatta Karun, bu karakterin tipik örnekleridir. Firavun, tekebbür ve istiğnada öyle büyük bir noktaya varmıştır ki, Hz. Musa’yı kendince halkının doğru dinini değiştirmek ve ülkesinde fesat çıkarmakla suçlayabilmiştir. (40/26).

Tanrı ve Ahiret inancı olmayıp, yaşamın biricik/bu dünya olduğuna inanan insanları politika, hukuk ve iktisat alanlarında kötülük yapmaya iten temel saikler yaşamını koruma, onu dolu dolu yaşama ve bu yaşamı temin edecek kaynaklara tahakküm etmektir. Nitekim A. J. Bucher, bu konuda şöyle diyor: “Kendi aşağılık duygusuna karşı tepki olarak kendini aşırı övme, mitolojik zamanlardan beri, kötülük ile ilişki içine sokulmuştur. Başarısızlığa uğramaktan duyulan korku, aşağılık duygusunun etkili telafi biçimlerine götürür. Rekabet karşısında güçlü olduğunu saldırgan bir biçimde iddia etmek ve bunu bile bile, isteyerek karar vermek, kendi yaşamını sürdürmek ve kazanmak için başkasının yaşamını yok etmeyi –en azından yaşamını aza indirmeyi- kapsar. Bu, nedensiz olmayan bir korkudan kaynaklanan ve anlaşılır olan bir varoluş kararı değil midir?

Akıl, yaşamın sürekli ve kesin bir tehdit altında olduğunu bildiğinde, akıllı bir varlık olan insana, durmadan yaşamı yok eden, yani kötülüğe yönelten yani saldırgan bir dinamiklik uygun düşer. Güçsüz sonluluk içinde olmaya katlanmayı istememek ve savaşarak buna karşı çıkmak, işte kötülüğün hedefi budur. Bunun görülebilir trajik yanı, eylem içindeki kötülüğün, sonluluğun en sefil yanını tamamen etkin kılmasıdır. Kötülüğün köleleştirici yanıltmacası, kötülük yapanın kendi saldırgan, bencil tutumuyla, tamamen bunun tersine ulaşabileceğine inanması, en azından kendi yaşamına kazanç sağladığına inanmasıdır; onun mantığı böyle işler. Hem, buna ulaşmıyor mu? Bu, araçsal aklın –yani aklı, onu kısıtlayarak anlama biçiminin-, ancak başkalarının yaşamını tehlikeye sokarak yaşamını kazandığını sanan yanlış mantığıdır. Günümüz kuşağı gibi bir kuşak, bu “ya sen, ya ben” mantığının sonuçlarının, yaşam – mutlu ve boşuna olmayan bir yaşam- söz konusu olduğunda, ne kadar kısırlaştırıcı olduğunu acı bir şekilde kavramış olmalıydı.” (Alexıus J. Bucher, “Yitirdiğimiz Suçsuzluğumuz Ya da Özgürlüğün Saldırgan Gücü Üzerine” Çev: İoanna Kuçuradi.  Yüz Yılımızda İnsan Felsefesi. Ank. 1997. S 217).

Hukuk alanında “Kanun” yolu ile yasal soygun/kötülük yapmanın mantığını da F. Bastiat şöyle izah ediyor: “Başlangıçta, kanun yapıcılar arasına girme hakkı sınırlı sayıda insana verildiği için, sadece az sayıda insan, çok sayıda insan üzerinde yasal soygun uygulayabilmiştir. Daha sonra, kanun yapıcılığına soyunan insan sayısındaki artış, evrensel bir eğilim haline gelmiştir. Zamanla insanlar, birbirleri ile çatışan menfaatlerini, soygunu genelleştirerek dengelemeye çalışmışlardır. Toplumda rastlanan adaletsizlikler, kökünden kazınmak bir yana, daha da yaygınlaştırılmıştır. Soyulmuş sınıflar da toplumda güç kazanır kazanmaz, diğer sınıflar üzerinde soyguna başlamışlar ve son tahlilde kendi çıkarları aleyhine sonuçlanacak olan yasal soygunu genişletmede günahkâr seleflerini hiç aratmamışlardır. Yasallaştırılmış yağmanın, eninde sonunda yağmacıların da aleyhine döneceğini bilmek, bir bilinçlenme sorunudur. Yasal yağmanın yok edilmemesinin nedeni, işte bu bilinç eksikliğidir.” (F. Bastiat, Hukuk, s. 19).

2. Dindarlık Kisveli Tahakküm

İnsanlar, Allah’a ve Ahiret’e inanmayarak yaşamın biricik/bu dünya olduğu zannı veya Allah ve Ahireti unutarak siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında zulüm ve kötülük işledikleri gibi; sözde “dindar” olduklarını söyleyen kişiler de Allah ve din üzerinden -dipte çıkar ve tahakküm/güç istenci içgüdüleri olduğu halde- şeytan, şeytansı bir insan, yanlış bir kavram veya kuruntu (ğarur) tarafından ayartılarak işleyebilirler (31/33; 35/5; 57/14).

Din, epistemolojik bağlamda büyük öteki ve otorite olarak Tanrı’yı dinlemeyi; küçük öteki olarak da diğer insanları ve kendi vicdanının sesini –kendini kandırmadan- dinlemeyi gerektirirken; ahlaki bağlamda da daima –Tanrı’nın tavsiye ettiği gibi- kişi olarak ötekini, toplumu ve insanlığı gözetmektir. Hayatın “denenme” ve her şeyin “emanet” olması, bunu gerektirir. Kutsal kitapların şehadeti, dindarların çoğunun, hevalarına/nefislerine uyarak bu espriyi kaçırdıklarını ifade etmektedir.

Çağımızın önemli Müslüman düşünürlerinden Faslı Taha Abdurrahman Dinin Ruhu adlı bin sayfalık kitabının yarısında seküler ve din kisveli siyaset ve hukuk yapmanın doğurduğu zulüm ve kötülükleri analiz eder. Diğer yarısında da Rahmani genetikte siyaset ve hukuk yapmanın epistemolojik ve etik temellerini vazeder. Burada “Din Kisveli” siyaset ve hukuk yapmanın doğasına ilişkin söylediklerinden bir alıntı yapmak istiyorum: “Dini pratiği siyaset pratiğinin bir parçası kabul eden bu tasavvur, kendi yönetim anlayışına dini bir meşruiyet kazandırmak isteyen devletin benimsediği bir yönetim anlayışıdır. Burada siyasi pratikle kastettiğimiz, kamusal alanın yönetimi ile ilgili bir pratiktir. Biz bu şekildeki bir siyasi anlayışı benimsemiş devlet yapısını metafiziğe öykünmeci devlet olarak adlandırabiliriz. Öyle ki bu devlet şimdi açıklanacağı üzere bir tür dini, siyasallaştırma pratiğini gerçekleştirmektedir. O, bunu yaparken modernitenin seküler icapları ile imanın gerekliliklerini sentezlemektedir.

Biz bu şekilde dini, siyasallaştırma metodunu benimseyenleri siyasallaştırıcılar adıyla anmak istiyoruz. Artık tamamen dini, siyasallaştırmaya matuf bu siyasal İslamî tasavvurun, bizim metafiziğe öykünmeci egemenliğe dayalı yönetim şekli adını verdiğimiz duruma nasıl yol açtığını açıklayabiliriz. Kendisini maneviyatçı olarak ifade eden metafiziğe öykünmeci devlet, bütünüyle dini pratikleri kuşatma gayreti içerisindedir. Böylece o, dini pratiklerin kendi sorumluluk ve uzmanlık alanına giren kamusal bir alan olduğunu düşünmektedir. Bu durum, dini pratikleri sivil özgürlüklerle ilgili meşru tasarruf kapsamında ve bireye ait bir alan olarak değerlendiren seküler devlet anlayışından büsbütün farklıdır. Bundan dolayı metafiziğe öykünmeci devlet, vatandaşlara ait dini irade için gözünü kırpmadan belirli hedefler koyabileceği gibi bunlarla ilgili kurallar da belirleyebilir. Hatta daha da ileriye giderek dini hayata dair irade için belirli kalıplarda davranış biçimleri çizebilir.

Maneviyatçı olduğu iddiasındaki metafiziğe öykünmeci devlet, bu hedeflerin gerçekleştirilmesi, kuralların ortaya konulması ve özel davranış kalıplarının geliştirilmesi noktasında karmaşık adlar ve etkileyici başlıklar altında planlar, programlar ve yöntemlere uygun olarak çeşitli politikaları ve vasıtaları araç olarak kullanabilir. Bu plan, program ve yöntemler asla vatandaşların dini ve taabbudî iradesini koruma, dahası onlara daha fazla takva olgusunu kazandıracak söz konusu iradeyi destekleme amacına matuf değildir. Bu durum, tam tersine temelde dindarların vaaz, dini propaganda ve dini eğitim gibi bazı dini görevlerini yerine getirmelerinden mahrum edilmelerine yol açacak bile olsa onların hayatlarının çeşitli alanlarında devletin otoritesini daha fazla genişletme amacına matuftur.” (Taha Abdurrahman, Dinin Ruhu-Sekülarizmin Sığlığından İlahi Sözleşme ve Emanet Paradigmasının Enginliğine, Pınar Yay, İstanbul, 2021, S. 528-529)

Sonuç

Hasılı, yönetim/devlet katında siyaset, hukuk ve iktisat alanlarında otorite olmak, ahlaki bağlamda “ateşten gömlek giymek” gibi zor, dikkatli ve ciddi olunması gereken bir makamdır. Alternatifi istiğna, istikbar, zulüm, tahakküm, tağutluk, şeytanlık ve firavunluktur.

Dine Karşı Din: Vicdanî Düşünme Dini ve Dogmatik Örgütlü Din

1-Vicdanî Düşünme Dini

İnsanın başıboş hayvansı yaşam tarzına, heva, haz, zevk, tüketim/israf ve istifçilik tutumlarına (Ekonomi-Karun); güç istenci, iktidar tutkusu, istiğna, istikbar, hegemonya kurma, tağutluk arzularına (Siyaset-Fravun) karşı Kur’an, yaşamın nihaî amacının Tanrı’ya karşı sorumluluk (İman) ve hemcinsine karşı adalet ve merhamet gösterme (salih amel) olarak “imtihan” olduğunu savunur. “Din” denen bu “denenme” olgusu, Allah’ın yaratılışta insana vermiş olduğu vicdan kapasitesine dayanır (91/7-10). Bu kapasitenin isimlerinden biri Kur’an’da “Fıtrat”dır. “Allah, insanı bu metanetli kapasite ile yaratmıştır.” (30/30). Vicdanın diğer isimleri “lübb”, “Basiret”,”Fuad/Kalb-i selim” ,“Ruh” ve “Nüha”dır.

Vahiy/peygamber olgusu, birinci derecede insanın bu kapasitesini ayakta tutmaya, diriltmeye çalışırken; ikinci derecede ona neler yapması gerektiği konusunda tekliflerde ve tavsiyelerde bulunur: “On Emir” (Tevrat), “Dağdaki Vaaz” (İncil), “Şeriat (Kur’an). Vahiy, Allah’ın insan vicdanı, insan aracılığı (peygamber) ve insan dili ile insana hitabıdır. Vahiy, ancak vicdanı diri olanı uyarabilir (36/70). Vicdan kapasitesinin diri/canlı, işler, sızlar, ışıldar, aktif… olması için, insanın varlıklar yani kevnî ayetler, toplumsal olgular ve Kur’an ayetleri üzerinde tedebbür, tefekkür, tezekkür, tafakkuh, taakkul etmesi; olup-biteni görmesi (nazar-rey) ve konuşulanları can kulağı ile (üzünün vaiyeh-69/12) dinlemesi gerekir.

Düşünme, dinleme ve görme, “insan” olmanın en ayırt edici nitelikleridir. Allah’ın insana üflediği “Ruh” (15/39, 38/72) da İnsanın özü anlamında vicdandır. Sorumlu tutulması da buna dayanır: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine (körü körüne) takılma. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” (17/36). Bunları terk ettiğinde o, özüne yabancılaşarak hayvana yaklaşır. “Hasbi (muhlis)” ve “muhasibi (düşüngen/mütefekkir)” olmak, denenmeyi kazanmanın ön iki şartıdır. Meraktan doğan “bilimsel” düşünme, dinin konusu değildir. İnsanlara tuzak kurmak ve kötülük yapmak için kurnazlık yaparak düşünmek kötüdür, suçtur. Ahlaki düşünme terk edilerek taklit, alışkanlık, tembellik, vurdumduymazlık baş gösterdiğinde; toplum –özgür iradesi olmayan- arı kovanı, karınca yuvası ve koyun sürüsüne (hayvana) dönüşür; böcekleşir; solucanlaşır. Düşünmek, herkes için farz-ı ayndır.

İman, Allah ile insan arasında insanın şükran, korku, sevgi, saygı, güven, tazim, hayâ duyguları ile yaşanan canlı bir ilişkidir. Bu iman, artar ve eksilir. İman ölünce, bitince “itikad”a dönüşür. İtikat, kesin kanaat olarak kişide bulunur; ancak, amel-ahlak doğurmaz olur. İmanda “İstikamet” yani doğru; delile, burhana, gerekçeye dayalı olması esastır. Aksi, bâtıl itikat veya kör-inanç olur.

Bunun tersine Kur’an, özgür-öz güven sahibi bireylerden oluşan ve birbirleri ile dayanışma halinde (61/4) bir toplumun (cemaat/cemiyet) oluşmasını hedefler. Cami/mescid, Cemaat, Cuma, bu toplumu ifade eder. Peygamber dışında karizmatik kişi kültü dışlanmıştır. Din adamlarının (Ahbar, Ruhban, Papaz…) çoğu, sömürücü parazitlerdir (9/34). Benzer tipler, maalesef müslümanlar arasında da oluşmuştur (mehdi, imam, gavs, kutup, veli, şeyh, baba, dede…).

Bireylerde esas olan, kendi “fetva”sını kendi vicdanından almaktır. Bununla birlikte toplumda din konularında ve kutsal kitabın yorumlanmasında bir “Âlimler” grubunun da oluşması gerekir. Bunlar da “İçtihat” ile düşünme kapasitesini ihmal etmiş müminlere anlaşılması zor konularda “fetva” verirler, düşünme davranış yolu gösterirler. Ebu Hanife, Taberi, İbn Teymiye, Serahsi… örneklerinde olduğu gibi, Ulemaya yakışan, siyasal iktidara mesafeli olmalarıdır. Âlimlerin başı, göğe değmelidir; sarayların kapılarına ve siyasetçilerin eteklerine değil.

Âlimlerin yorumları, zamanla “”Ekol” veya “Mezhep”leri oluşturur. Bu, kaçınılmazdır; önemli olan, yorumların dinamik olarak yenilenmesidir; yeni ekollerin veya mezheplerin oluşturulmasıdır. Ehli Kitapta (Yahudi-Hristiyan) “Ulema-u beni İsrail” (26/197), “Rasihuna fi’l-ilm” (3/7) kavramları, bu kişilere tekabül ettiği gibi; Kur’an’da da böyle bir grubun (fakih) oluşması tavsiye edilmiştir (9/122). Hem sıradan mü’minlerin, hem de âlimlerin sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaları (takva) esastır. Cehalet, gaflet, gurur, kibir suçtur; kötüdür. Tanrı’ya iman ve ibadet etmek kadar (Namaz-Oruç-Hac), kullarına infak/yardım, adalet ve merhamet de eşit değerdedir. Salt itikat (Amentü) ve ibadetler ile Tanrı’nın gözüne girmeye çalışırken; kullarına karşı duyarsız; hatta zalim, gasıp ve katil olmak abestir.

Denenme, gün boyu ve her alanda (iktisat-siyaset-hukuk) olduğu için; yaşam “gayeli (Dâva)” olduğu için ve gaye de Allah’ın rızası ve Ahireti kazanmak olduğu için; insanların, kendilerini ve başkalarını ıslah etmesi yani “Emr-i bi’l maruf ve nehye ani’l munker=iyiliğin desteklenmesi ve kötülüğün kösteklenmesi”, yeryüzünün imar edilmesi, her mü’minin vazifesidir. Sekülerizm yani dinin dünyadan, dünyanın ahiretten, maddi olanın manevi olandan (is-ought), ruhun bedenden ayrılması, kutsal-profan ayrımı “bâtıl/boş”tur. Bunlar, tahrif edilmiş Hristiyanlığın ve Batı toplumlarının icadıdır. “Doğru her söz ve salih her amel, Allah’a yükselir.” (35/10). Tanrıya ve insanlara yönelmiş “her kalıcı-salih amel/eylem, Rabbinin nezdinde karşılık (sevap) ve beklenti (emel) olarak daha hayırlıdır.” (18/46; 19/76).

Tanrı ile insan arasındaki denenme ilişkisi “Ezeli Misak (7/172)” veya “Ahit” kavramı ile bir “sözleşme”dir. Taraflardan biri Allah, diğeri akıllı ve özgür iradeli insandır. Akıl ve özgür irade insana “Emanet” (33/72) olarak verilmiştir. İnsanlar da kamusal işleri “emanet” olarak ehline tevdi etmeleri gerekir (4/58). Müminler, kamusal sorumlulukları (siyaset-iktisat-hukuk) “İçtihat”, “Şura” ve “İcma” ile kurumsal yapılara kavuşturarak ortakça çözerler. Gayri müslimler ile -ev/ülke içi veya komşuluk- her tür ilişki, “an(t)laşma (ahit/akit)” yolu ile (2/177, 9/4, 16/91…) adalet ve iyilik ilkeleri ile çözülür (60/7-9). Zalimlerden/zorbalardan başkasına düşmanlık yoktur (2/193).

2- Dogmatik Örgütlü Din

a- Dogmatiklik

Taklide dayanan dogmatik din, yukarda saydığımız koşulların tümünün yok olduğu; ezbere, alışkanlığa, tembelliğe, korkuya ve çıkara dayanan din anlayışıdır. Tanrı, bazı emir ve tavsiyelerini tarihi süreç içinde “Nesh” (2/106), “Tebdil” (16/101) ve “İmha” (13/39) tutumu ile yenilediği (tecdit-update) halde; dogmatik dini yorumunun ilk özelliği, her hükmü mutlak sanarak dondurmasıdır.

Vicdanın asli özelliği olan “Takva” yani tetikte ve teyakkuzda olma durumu terk edilince; “Taklit” yani dogmatizm başlar. Taklit, Tanrı tarafından verilmiş hükümlerin, yapılmış tavsiyelerin ve tekliflerin gerekçelerinin, maksatlarının, anlamlarının, menatlarının terk edilmesi ve bunların cehaletle, kör-inanç ile veya samimiyetle tekrar edilmesinde ısrar ve inat etmektir. Bu halet-i ruhiyeyi, Kur’an şöyle tanımlar: “Amel açısından en çok zarara uğrayanlar, dünyada iyilik yaptıklarını sandıkları halde; yaptıkları boşa giden kimselerdir.” (18/104).

Taklitçi dogmatikleri tasvir eden başka bir ayet şöyledir: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiğinde, şöyle cevap verirler: “Ne münasebet, biz ıslah edicileriz.” Dikkat edin! Onlar, bozguncudurlar; fakat farkında değiller.” (2/11-12) Özetle maksatsız, gerekçesiz, anlamsız, “yani”siz amel, “amel” değildir. Yüzde yüz “samimi” olsa bile. Ameller, sadece “niyet”lere göre değil; aynı zamanda “sonuç”lara göredir (Buhari Hadisi). Samimiyetle çok büyük günahlar işlenebilmektedir. Dinler tarihi, bunun şahididir. İstikamet de, samimiyet kadar önemlidir.

b- Örgütsellik/Sponsorluk/Temsilcilik

İkinci özelliği ise, dini, Tanrı adına söz söyleyen, hüküm veren din adamlarından oluşan “Kilise” veya “İmamet” gibi kurumlara dönüştürmesi veya Tarikat, Cemaat, Diyanet, Meşihat, Şeyhu’l-İslamlık, Parti ve Devlet gibi örgütlü yapılara dönüştürmesidir. Bu yapılarda bireyler kendilerini dinin “Sponsoru/Temsilcisi” olduklarını sanırlar. Mutlak hakikatler ajandasına sahip olduklarını sanırlar. İnançlarının, kanaatlerinin, yaptıklarının, dinin mutlak aynısı/kendisi/özü olduğunu sanırlar. Ötekini dinleme, öteki ile diyalog ve tolerans azalır ve hatta yok olur. Bundan dolayı da, kendi kanaatlerini başkalarına zorla/şiddetle uygulama hakkı görürler ve bunda samimi (Allah rızası-Cennet umudu) olabilirler. Bu grup üyelerinin, aleni olarak din diline başvurması, muhtemel olarak din istismarı, totalitarizm ve şiddet üretebilir; üretmektedir.

İslam tarihinde “Haricilik”, “Sünnilik” ve “Şiilik”, siyaset alanında iki yüz yıla yaklaşan bir iç-savaş sürecinde İslam’ın birer sponsoru/temsilcisi olarak doğmuşlardır. Bugün de İslam coğrafyasında “İhvan-ı Müslimin”, “Hizbullah”, “Cemaat-i İslami” “el-Kaide”, “İŞİD”, “Taliban”… siyasal alanda birer temsilci/sponsor konumundadırlar. Türkiye’de “Fetö Olayı” bunun dogmatik kapalı, örgütlü (“Paralel Yapı”) başka bir örneğidir. Şu anda faaliyette olan diğer Tarikat, Cemaat örgütleri ve hatta bazı partili/partizan dindar vatandaşlarda da bununla aynı eğilimleri, tutumları, davranışları görüyoruz. Bu yapılar, devleti ve bürokrasiyi kendi (mutlak) dini anlayışlarını gerçekleştirmenin aracı olarak görmektedirler. Farklı dini yorumların/mezheplerin, dinsiz ve seküler vatandaşların olduğu çoğul bir toplumda bu tutum, -Allah korusun- iç savaşa sebebiyet verebilir. Dini karakteri samimi/hasbî/muhlis vatandaşlar, siyasi alandaki icraatlarını aklî-ahlakî-gerekçeli bir vicdan dili ifade ve icra edebilirler; böyle yapmakla da, nihaî gayeleri olan Allah rızasını ve Ahiret yurduna alnı ak bir şekilde kavuşmayı umabilirler. Siyasal alanda kullandıkları Allah, Peygamber, Kur’an, İslam, Hz. Muhammed, Şeriat… kavramlarının hakikati, kendi zanlarını, kanaatlerini, yorumlarını ifade etmeyebilir; hatta art niyetli insanlarda din istismarını da ifade edebilir.

Türkiye’de N. Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, Tunus’ta R. Gannuşi önderliğindeki “En-Nahda” partisi, “nispî” olarak din diline/sponsorluğa/temsile başvurmadan siyaset yapan oluşumlardı.

3-Sonuç

Dinin toplumdaki yeri sabır, tevazu ve tevekkülü temsil eden “Esnaf”lığa benzer bir konumda olmalıdır;  ihtirası, istifçiliği, kurnazlığı, reklamı, sömürüyü… içerebilen kapitalist “Şirket” ve “Tüccar” lık rolünde değil. Aleni din diline dayanan “Dogmatik Örgütlü Din”, daima ekonomik çıkar maksimizasyonu ve siyasal güç istenci motivasyonlarının kolayca ayartıcı aracı ve aparatı durumuna dönüşebiliyor;  dinin özü olan iman, ibadet, ahlak (barış, merhamet, adalet, affetme, yardımlaşma, tevazu, hayâ…) üretme yerine.

Tarihselcilik ve Taliban-IŞİD Zihniyeti

Bu yazının konusu, Taliban’ın veya İŞİD’in imanlarına dayanan anti-emperyalist motivasyonları veya onların kuruluşunda, desteklenmesinde ve manipülasyonlarında emperyalist devletlerin ve istihbarat örgütlerinin rolünün olup olmadığı; olduysa, ne kadar olduğu değildir. Bunlarla ilgili çok şey yazılıp söylenmektedir. Mevzumuz, her iki örgütün de “İslam” veya “Şeriat” adına ortaya koydukları performanslar/uygulamalar veya onların teolojik/dogmatik zihin yapıları ve bunun Tarihselcilik açısından eleştirisidir.


1- TALİBAN VE İŞİD’İN “İSLAM-ŞERİAT” AJANDASI

Mezhepsel dogmatik düşüncenin tipik özelliği, kendi yorumunu dinin özü sanmasıdır. Şu ayet, bu gerçeği ifade eder: “İnsanlar, dinlerini paramparça ederler; her mezhep de, kendi yorumunun (dinin özü olduğundan) son derece emindir (23/53). Kur’an, Müslümanları bu duruma karşı uyarır: “ Dinlerini parçalayıp mezhepleşenler ile senin/sizin bir ilişkiniz olmasın. Onların işi, Allah’a kalmıştır. Allah, hakikati, Ahirette onlara gösterecektir.” (6/159)

İmam Şafii’nin kurmuş olduğu “Fıkıh Usülü” ilmi, İslam’ın kaynaklarını Kitap, Sünnet/Hadis, İcma ve Kıyas olmak üzere dört olarak belirlemiştir. İmam Şafii’ye göre İlk üç kaynak mutlaktır, değişmez. Dördüncüsü olan içtihat/kıyas, yeni çıkan sorunların çözümlerini bu üç kaynaktan yani nasların altından “İstinbat/istihraç/İstismar” eder. Hanbelîlik hariç, diğer üç fıkhi mezhep, bu usulü benimsemiştir. Ebu Hanife’nin geliştirmiş olduğu kaynakların toplamından alınan ilham ve vicdan (Rey) ile sorun çözme yöntemi olan “İstihsan” –kendi ardılları da dâhil olmak üzere-, dört mezhebin tümü tarafından reddedilmiştir. İŞİD, Hanbelîliğin devamı olan “Selefi-Vahhabi” usule yani kaynak olarak Kur’an ve Hadis/Sünnet dışında başka kaynak kabul etmemeye bağlıdır. Taliban ise, İstihsan’ı reddeden Şafii’nin Fıkıh Usulüne bağlıdır. Ayrıca Taliban’ın, erken dönemlerde “El-Kaide” adlı Selefi örgütten ciddi düzeyde etkilendiği de müsellemdir.

Her iki örgütün kılık-kıyafet/kisve (peçe/burka-çarşaf, sakal-sarık, cübbe-şalvar…) yorumu, Arapların yedinci yüzyılda Arap coğrafyasında-ikliminde Antropolojik olarak oluşturdukları kılık-kıyafet ve kisveyi “Sünnet” olarak dinselleştirmektir.

Her iki örgütün de ajandası, Sünni fıkıh/mezhep kitaplarında “Şeriat” olarak yorumlanmış, değiştirilmesi teklif dahi edilmeyen ve ebedî doğru olarak kabul edilmiş: “mürted”in/siyasi muhalifin öldürülmesi, zımmilik statüsü, hırsızın elinin kesilmesi, köle ve cariyeliğin meşruiyeti, dört kadınla evliliğin meşruiyeti, kadının dövülmesi, mirasın iki hisse erkek, bir hisse kadın olmak üzere bölüşülmesi, iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılması, ataerkil aile geleneği, zina edenlerin recm edilmesi veya sopalanması, çocuk yaşta evlilik… gibi hükümlerden oluşmaktadır.

Ebu Hanife, “el-Alim ve’l-müteallim” adlı eserinde: “Bir ayetin sübutunu/nüzulünü kabul eden kişi, bu ayetin yorumunda yaptığı yanlıştan dolayı tekfir edilemez” demesi ve “Ehli kıble tekfir olunmaz” ilkelerinin muazzamlığı karşısında, Taliban ve İŞİD’in kendine muhalif olanları “Tekfir kılıcı” ile kolayca biçmeleri korkunçtur.

Siyasal olarak her iki örgüt de, -“Şura” ve “İcma” ilkeleri politik alanda kurumsallaştırılamadığı için-, İslam tarihini baştan sona kesen “Çoban-Sürü İlişkisi” yani “kişi kültü” kodunun egemen olduğu, özgürlüğe/oydaşmaya/seçime/sözleşmeye değil; zora-atamaya-itaata (biat) dayanan İran ve Bizans’tan etkilenen “Saltanat İdeolojisi” veya Abbasilerde gelişen “Hilafet Teokrasisi”ne dayanır.

Sonuç olarak,islam dünyasında modern dönemlerde bu hüküm ve uygulamaların büyük bir bölümü, görmezlikten geliniyordu ve uygulanmıyordu. IŞİD ve Taliban, -samimi oldukları için- bunların bazılarını uygulamaya koyunca, dünya ile birlikte diğer müslümanlar da şok olmaya başladılar.
Sünnîliğin tarihini baştan sona kesen bu yorum, Tanrı’nın emirlerine boyun eğme, teslimiyet ve itaat duygusundan kaynaklanabileceği gibi; mutlak doğrulara sarılmak/taklit ve dogmatizmin arkasında korkaklık, zayıflık, pragmatizm, konformizm, tembellik ve bağnazlık da mevcuttur.

2- TARİHSELCİLİĞİN ÇÖZÜM ÖNERİSİ: SABİT DİN DİNAMİK ŞERİAT

Tarihsel olayları-olguları, belli bir oranda içinde oluştukları toplumsal koşulları -nedensel olarak- dikkate alarak yorumlama anlamında bilimsel bir yöntem olan “Tarihselcilik”, Pakistanlı âlim-düşünür Fazlurrahman tarafından Kur’an’ın oluşum sürecine de uygulanmıştır. Kur’an’ı yorumlama yöntemi olarak Tarihselcilik, Fazlurrahman’a göre, Allah vahiy indirirken bazı hukuki hükümlerini, yedinci yüz yılın Arap toplumunun sosyolojik ve ahlaki hazır-bulunuş koşullarına göre ayarlamıştır. Fazlurrahman ve onun Türkiye’deki muakkiplerine göre, Kur’an ayetleri lafız ve mana olarak Allah’a aittir. İndikleri koşullarda “olması gerekeni” ifade eder. Ancak, insanlığın ahlaki tekâmülü ile bazı hükümlerin değiştirilmesi icap edebilir. Şeriatların nesh edilmesinin hikmeti de buna dayanır. “Hükmü, sadece Allah değiştirir” demek, dogmatik bir tutumdur. Zira kendi koyduğu hükümleri, toplumsal değişmeye paralel olarak Allah da değiştirmekte ise; o zaman hüküm değiştirmenin saiki ve nedeni, keyfilik-irade veya kudret değil; ahlaki şartların değişmesi ve kimi durumlarda olgunlaşabilmesi ihtimalidir.

Kur’an’ın yazılmasında ve toplanmasında meydana gelen kıraat ihtilafları, ulema tarafından yazılan eserlerde tartışılmıştır. Bu sorundan bağımsız olarak modern zamanlarda dillendirilen Kur’an’ın, mana olarak toptan Allah’tan geldiği ve fakat onu, duruma göre cümlelere dökenin Hz. Muhammed olduğu teolojik iddiasının/inancının “Tarihselcilik” ile herhangi bir ilişkisi yoktur.

Tarihselciliğin anlaşılması için, Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, doksanlı yıllara kadar kapalı yerlerde ve ulaşım araçlarında sigara içmek, “normal” görülüyordu. Ahlaki olgunlaşma sonucu yasaklanmasının üzerinden bir “müddet/zaman/tarih” geçince, yeni kuşaklar tarafından bu eski durum, anlaşılması zor/anormal olarak görülüyor. Kur’an nazil olurken, içki içmeye, “önce” ses çıkarılmaması; “sonra” da yasaklanmasında buna benzer bir ahlaki olgunlaşma yaşanmıştır. Hukuk kurallarının ve Anayasaların birçok toplumda değişmesinin arkasında yatan neden, toplumların ahlaki durumlarının dinamik ve değişken olmasıdır.

Bu yorum, aslında Kur’an tarafından “Nesh-Tebdil ve İmha” olarak ifade edilen (3/106, 13/39, 16/101) şeriatların evrimini ifade eden ve bir Fıkıh Usulü kaidesi haline getirilen “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz= Zamanın değişmesi ile hukuki hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” ilkesine dayanır. Teolojik olarak da, Mu’tezile’nin benimsediği “Kur’an’ın mahlûk olduğu” ilkesine dayanır. Klasik ulema da, “Peygamberlerin dini bir; şeriatları farklıdır.” görüşünde icma etmiştir. Sünnilik, bir başka kaide olarak ifade edilen “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur= Hakkında kesin nas olan konularda yeni içtihat yapılamaz.” ilkesine ve Hanbelîliğin benimsemiş olduğu “Kelam-ı Kadim=Ezeli Kur’an” teorisine/teolojisine bağlı kalmıştır. Tarihselci yaklaşım, tarihte, Kur’an konusunda sahabelerden Hz. Ömer, tabiinden Ata bin Ebi Rebah ve klasik dönem âlimlerinden Necmeddin Tufi; Hadisler konusunda da, Ebu Hanife gibi az sayda şahsiyet tarafından savunulurken; mutlakçı/evrenselci görüş ise, cumhur ulemanın görüşü olmuştur. Maturidi, bu azınlık görüşü “İçtihadi Nesh” olarak kavramsallaştırmıştır. Ulemanın, bu konuda neredeyse “icma” etmelerinin sebebi, Tarihsel-toplumsal koşulların, uzun bir süre boyunca son derece yavaş değişmiş olması dolaysıyla, değişimin hissedilememiş olmasıdır. Ancak değişim, Osmanlının sonuna doğru görülmüş ve “Mecelle”de fıkıh usulü kaidesi haline dönüştürülmüştür. Ulemanın, -değişim konusunda-Kur’an ve Hadise dokunamaması, büyük ölçüde Şafii’nin koyduğu usulden ve Hanbelîliğin koyduğu “Kadim Kur’an” teorisinden/teolojisinden kaynaklanmıştır.

Arap dünyasında modern zamanlarda bu fikri çeşitli metodolojiler ile savunan düşünürler de mevcuttur. Mısır’da Nasr Hamit Ebu Zeyd ve Hasan Hanefi; Tunus’ta Mahmut Taha ve Abdullah Naim; Cezayirli Muhammed Arkoun; Faslı M. Abid El-Cabiri ve Taha Abdurrahman, Güney Afrikalı Ferid İshak bunlardan bazılarıdır.

Bu görüş, dinin evrensel ilkeleri olan iman (Tevhit-Mead/Ahiret-Nübüvvet), ibadet (Namaz-Oruç-Hac-Zekât) ve ahlakın evrensel; şeriatların ise tecdite-update açık ve dinamik olduğunu savunur. Bu evrensel ilkeler, Kur’an’da olduğu gibi; sahih veya gayri sahih hadislerde ve ulemanın içtihatlarında da mevcut olabilir. Tarihsel olup, yenilenebilir/değiştirilmesi gereken hukuki hükümler de, Kur’an’da olabileceği gibi; hadislerde de olabilir. Bunların neler olduğuna Ulema, içtihat ile “Hasbî” ve “Muhasibî=Eleştirel-Critical)” olmak koşulları ile karar verir. Bu koşullar ile yaptıkları içtihatlarda cumhur ulemaya göre isabet ederlerse, iki sevap; yanılırlarsa, bir sevap alırlar. Çünkü Kur’an: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine gitme; zira kulak, göz ve kalp, bu hususta hesaba çekilecektir” (17/36) demektedir.

İslam dünyasında ve Türkiye’de bulunan ve “Kur’aniyyun”, “Mealciler” veya “Only Kur’an” cılar ise, Hadisleri ve içtihatları kategorik olarak reddedip Kur’an’daki hükümlerin bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş, değiştirilemez hükümler olduğuna inanıp işlerine gelmeyen hükümleri kelime oyunları, ibarelere takla attırmak ve temelsiz teviller ile “Hile-i şeriyye” veya “Kitabına uydurma” yapmaktadırlar.

Tarihselci yorumlama metodolojisinin faillerine bakacak olursak, bunların Kur’an’ın mesajını sekülerizme-humanizme indirgeme ithamı, birçoğu için bir iftira niteliğinde kalmaktadır. Çoğunluğu, -Fazlurrahman başta olmak üzere- sekülerizmin-kapitalizmin doğurduğu ekolojik, teknolojik, politik, iktisadi sorunların çözümünü Kur’an’ın metafiziğinde (Allah ve Ahiret) ve ahlakında görmektedirler. İslam’ın aktüel değerini ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. Tıpkı Allah’ın ve Peygamberlerinin konuşurken, Allah’ın yaratılışta insana bahşetmiş olduğu (91/7-10, 30/30) vicdan (lübb, fuad, basiret, ruh..) kapasitesine hitap ettiği gibi; bu kapasiteyi mezheplerin/dogmatik teolojilerin, taklidin, tekrarın, -Cahiliyyede olduğu gibi- katı gelenekçiliğin/muhafazakârlığın karşıtı olarak diriltmeye çalışıyorlar; Kur’an’ın ve Sünnet’in evrensel mesajının gölgesinde. Korkak, kasvetli, bağnaz, tembel/teslimiyetçi bir karakter yerine; cesur, özgüven ve sorumluluk sahibi, hasbî ve muhasibi olma, tetikte/teyakkuzda olma, risk alma, saikleri ile yaşamı zenginleştirme ve yüceltme.

Taliban-IŞİD ve FETÖ: Sünniliğin Krizi

Şii “İmamet” doktrini/teolojisi, -Şah İsmail’in yenilgisinden sonra- yirminci yüzyılda politik düzlemde Ayetullah Humeyni ve “İran Devrim”i olarak yeniden aktüelleşti. Sonuçları ortada. Sünni siyaset doktrini olan “Hilafet-Saltanat” ise, On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı imparatorluğunun çökmesi ile sona erdi.

Yirminci yüzyılın başlarında İslam dünyasında orduya, tek partiye, kabile ve dine dayalı (Pakistan) Ulus Devletler kuruldu. Bu yönetimlerin çürümesi ve kokuşması ile İslam yeniden umut ve alternatif arayışı olarak tezahür etmeye başladı. Mısır’da kurulan “İhvan-ı Müslimîn” hareketi İslam dünyasını etkiledi. Pakistan’daki “Cemaat-i İslami”, Tunus’taki “Nahda”, Cezayir’deki “FİS” Filistin’deki “Hamas”, Türkiye’deki “Milli Görüş”, Endonezya’daki “Nahdatu’l-Ulema”…, demokratik seçimlerle iktidar arayışındaki İslami hareketlerdi. Bu hareketlerin ortak paydası, seçimi-sandığı araç/aparat olarak benimseyen; özünde ise, otokratik-totaliter oluşlarıdır. Sünni teolojinin tecdit edilmemiş olması durumu, politik bağlamda tarihsel bagajı (otoriterlik- kişi kültü) sırtlarında taşımayı doğurdu. Süper güçlerin İslam dünyası üzerindeki baskıları altında bu hareketlerin başarı ve başarısızlık durumları ortadadır.

Yirminci yüz yılın ikinci yarısından itibaren gelişen üç politik hareket, Sünniliğin teolojik çıkmazlarını bünyesinde taşımanın yanında; doğdukları toplumların antropolojik ve sosyolojik bagajlarını da birlikte taşıyorlar. Bunlar Hanefi-Sünni-Afgan/Peştun “Taliban”, Selefi-Arap “IŞİD” ve Türk-Tasavvuf “The Cemaat/Hizmet Hareketi-Fetö” hareketleridir.

Taliban ve IŞİD’in dini-politik radikalliğini doğuran temel husus, ABD ve Rusya gibi süper güçlerin ülkelerinde yarattıkları hegemonya, işgal, baskı ve sömürüdür. Bu hareketler ile Hz. Muhammed’in Mekke’deki oligarşi ile karşı karşıya kaldığı politik durum arasında bir analoji yapmak mümkündür. Allah, Hz. Muhammed’e bu durum karşısında şöyle bir tavsiyede bulunmuştur:

Vahyi yalanlayanlara boyun eğme. İstiyorlar ki sen onlara yağcılık yapasın; onlar da sana. Yemin edip duran, daima kusur arayıp aşağılayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha gömülmüş, küstah, soysuz ve güçlü-zengin… olanlara sakın boyun eğme. (68/8-15).

Türkiye’deki “Cemaat/Hizmet Hareketi-Fetö” ise, radikal olmayıp; tam tersine mevcut yönetime karşı ılımlı/moderate, töleranslı, takiyyeci, yağcı, mehdici, menkıbeci, rüyacı, yeraltıcı/paralel bir yapı kurarak mevcut rejime-sisteme, hegemonyaya karşı çıkmaya çalıştı. Türkiye’nin yerli-milli, seçilmiş hükümetine karşı ABD/CİA ile işbirliğine girişip onu zorla devirmeye kalkıştı (15 Temmuz Darbe Girişimi). Bu hareketin liderinin (Fetullah Gülen) mistik karakteri/aklı-düşüncesi, harekete böyle bir absürd strateji oluşturdu. Şimdi bu üç hareketin Sünni ortak ve yerli/milli-antropolojik genetikleri üzerinde duralım.

Teolojik Genetik

İslam, cami cemaati ile cemiyeti özgür bireylerden oluşan ve birbirleri ile dayanışan, dostluk kuran kardeşler olarak; gayrimüslimler ile de hakkaniyete/adalete dayanan sözleşme (ahit/akit) ile birlikte yaşayan bir toplum oluşturmayı hedeflemişken; bunu da “şura” ve  “emanet” ilkeleri ile tesis etmeyi tavsiye etmiş iken; Sünnilik, politik bağlamda Emeviler döneminde zorla boyun eğdirme (saltanat) üzerine kurulmuştur 

Her üç hareketin mevcut otokratik ve totaliter yapıları buradan gelmektedir. Nesh, içtihat ve icma ile başlayan İslam’ın, Sünni Ortodoksi oluştuktan sonra bunları terk ederek taklit, tekrar ve dogmatizme yuvarlandığı bilinmektedir.

Mevcut hareketlerdeki “anakronizm” de yine Sünnilikten kaynaklanmaktadır. “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur= Nassın olduğu yerde içtihat yapılmaz” dogmatik ilkesini geliştirerek, Kur’an’da mevcut olan (2/106, 13/39, 16/101) “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz =Zamanın değişmesi ile hukuki hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz” ilkesini âtıl bırakan yine Sünniliktir: Kur’an’da ve Sünnette varit olan hukuki ahkâmın bir kere/mutlak olarak, bütün insanlık ve tüm zamanlar için geçerli olduğu inancı.

Dinde ve dindarlıkta bireysel düşünme ve vicdan, Kur’an tarafından sürekli tavsiye edildiği halde; bunu terk ederek taklidi, dogmayı tekrarı ve geleneği –cahiliye Araplarındaki katı gelenekçi mantıkta olduğu gibi-  “sünnet” kavramı ile gelenekleştiren yine Sünniliktir. Bu hareketlerin her üçünün de katı-muhafazakâr ve gelenekçi oldukları müsellemdir. Örneğin, Taliban’ın ve İŞİD’in, kadın mevzusundaki -dünyayı şok eden-  uygulamaları, klasik Fıkıh Usulü’nün, kaynakların (Kur’an ve Sünnet) mutlaklığına ilişkin teolojik kabulün dürüstçe uygulamalarıdır. Diğer ülkelerde kadın mevzusunda atılan adımlar, ya Sünniliğe rağmendir veya Sünnilerin –usule dokunmadan-  yaptıkları “Hile-i Şeriyye”ler veya “Kitabına uydurma”lardır.

Antropolojik-Sosyolojik Genetik

1. IŞİD

IŞİD, Arap antropolojisinden ciddi genetikler taşımaktadır. Arapların ta cahiliyeden beri çölde yaşamanın doğurduğu şiddete teşne olma, çapulculuk, kabilecilik ve katı gelenekçilik (selefilik), bu harekette yoğun olarak bulunmaktadır. Kurdukları Halifelik devletinde “şeriat” adına yaptıkları uygulamalar, herkesin hafızasındadır.

2. Taliban

Çoğunluğu Peştunlardan oluşan (diğerleri: Şii Hazaralar, Tacikler ve Özbekler) bu hareketin katı muhafazakârlığını, Afganistan’ın dağlık coğrafyası, ulaşım zorluğu, ekonomik yoksulluğu ve eğitim düzeyinin düşüklüğünün belirlediğini söyleyebiliriz.  Sertlikleri, coğrafya ve etnik kökenden kaynaklanıyor olabileceği gibi; “El-Kaide” selefiliğinin, bölgeye olan nüfuzundan da kaynaklanıyor olabilir.

3. FETÖ

Bu hareket, kuruluşu itibari ile bir “Derviş Devlet” olan Osmanlıdan gelen “Tarikat” ve Cumhuriyet devrimlerinin, erken dönemde yarattığı dinsel muhalefetin, içerlemenin-uçuklamanın örgütlenmesi olan “Cemaat” olgularının birlikte bir sentezidir. Nakşiliğin Halidi kolundan gelen Kürt kökenli Said Nursi’nin, “devir, ‘tarikat’ devri değil; ‘cemaat’ devridir” diyerek yaratmış olduğu “Nurculuk” cemaatinin bir uzantısıdır. Nurculuğun cemaat demografisi, genellikle “Türk” kökenli iken; bazı tarikatların şeyhleri Kürt;  mürit demografisi, yine/genellikle Türk kökenlidir. Cemaatin sivil “görünümlü politikliği”, hem Türklerin “Asker Millet” oluşu ile hem de Tarikatların ta başından beri devlet ile iç içe (iş birliği) ve ona isyan etme geleneği (Babailer, Celaliler, Şeyh Bedreddin, Hurufiler…) ile uyumludur. Cemaatin/Hizmet Hareketinin, “Paralel Yapı” olarak isimlendirilmesi, Tarikatların, Osmanlı devleti içindeki örgütlenmesi (örneğin, birçok padişahın bir şeyhe bağlı olması ve Yeniçeriler) ile de paraleldir. Ayrıca “takiyye” de, salt Şiiliğe ait bir marifet değildir.

Bu hareket, kılık-kıyafet ve eğitim düzeyi itibari ile diğerlerinden ayrılır. Taliban ve IŞİD, salt geleneksel (Medrese) eğitim aldıkları halde; Fetö, meslek eğitimini modern okullarda; özel dini eğitimini de “Işık evleri”nde vermekte idi. Cemaatin bağlıları, grand tuvalet giyinirler: Bukalemun taktiği.

Sonuç

Bu hareketlerin ortaya koydukları performansta görülenler şunlardır: 1- İstikametinden (doğruluğundan) bağımsız olarak iman gücünün, fiziki güç karşısındaki başarısı. 2- Taliban ve IŞİD, 1400 yıl öncesinin toplum tarzını “İslam” diye tekrar etmektedirler. 3- ABD ve Rusya gibi süper güçlerin İslam dünyasındaki emperyalist emelleri,  İslam’ı “Şiddet (Cihat)” boyutu ile özdeşleştirmektedir. 4- Sünni ortodoksi’nin tecdit edilmemiş dogmatik yapısı, olduğu gibi tezahür edebilmektedir.  Bunlar da: a) Eş’ariliğin “Hikmetinden sual olunmayan” Tanrı tasavvuru. b) Eş’ariliğin “İnsan, görünürde hür; aslında fiiline zorlanmıştır” ifadesine dayanan “Kaderci” insan tasavvuru. c) Yaratılmamış, “Kadim” Kur’an teorisi. d) Kur’an ve Sünnet’in bütün hükümlerinin, mutlak yani bir kere –herkese- bütün zamanlar için vazedildiği inancı. e) Emevilerin zorla yarattıkları, “Şura” yerine kişi kültüne ve kabileciliğe dayanan “Saltanat ideolojisi”. f) Abbasilerin, “Zıllullah” kavramı ile yarattıkları “Hilafet Teokrasisi”.

Kurumsal Siyaset-Hukuk ve Kişi Kültü Siyaset

1- SİYASET

Siyaset, toplumsal hayatı kuran ve devam ettiren iradedir. Siyaset, toplumsal bağlamda “olay çıkarmak ” A. Bodio) veya çıkan olayları kontrol etmek, manipüle etmek ve çözmektir. Siyaset, öncelikle bir toplumun ontolojik olarak var kalmak/hayatta olmak ve –eğer Makyavelist ve Muaviyeci değilseniz- maruz kaldığınız olayları ve sorunları ahlaki ilkelere göre çözmek veya ahlak ilkelerine göre olay çıkarmaktır. Siyaset, Platoncu anlamda kapalı bir toplum yaratmak değil; Aristocu anlamda pratik etik olarak toplumsal haksızlıkları ve zulmü azaltmaktır. Ancak güç istenci, içgüdü, kurnazlık, tahakküm, kavga siyasetin doğasında var olan kaçınılmaz hususlardır. Kurum, ahlak, ortak kültür anlamında Kanon ve hukuka karşıt olarak “siyaset”, içgüdü ve güç istencini ifade eder. Bu nedenle toplumun aşırı siyasallaşması, hayra alamet değildir. Normal olan, sorunların kurumlar ve kurallar (ahlak-hukuk) yolu ile çözülmesidir.

1961 Askeri darbesinden sonra muhafazakâr kesimde siyasete atılmak, bir yandan “kefen giymek” gibi bir korkuyu ifade ederken; diğer yandan da peygamberimizin “Harp hiledir” hadisine dayanarak siyaseti “savaş/harp” olarak yorumlayıp her türlü hile, kurnazlık, yalan, kumpas, pusu, takiyye, desise… meşrulaştırılmış ve mubah olarak görülmüştür. Giderek de seküler ve muhafazakâr kesimlerde birlikte siyaset çıkar, menfaat, para, itibar, şöhret… kazanmanın en muteber yolu haline gelmiştir. Avrupa’da ise siyaset, “honourial duty=topluma karşı onursal görev” olarak algılanmıştır.

2- KURUMSAL SİYASET VE HUKUK

Kurumsal siyaset ve hukuk, siyasetin doğasındaki olumsuzlukları asgariye indirmek anlamında medeni bir tutumdur. Siyasal sorunları kurumlar oluşturarak çözmek iş bölümü yapmak, uzmanlaşmak, işleri ehliyet ve liyakat sahiplerine tevdi etmek, ortak aklı devreye sokmak, sistem kurmak, riskleri azaltmak, tuzaklara düşmemek, kurulan tuzakların kolayca farkına varmak, kandırmayı ve kandırılmayı önlemek, herkesi ilgilendiren doğrular ve faydalardır (maslahat).

Ortak rıza/oydaşma ve hakkaniyet yolu ile yaratılan hukuk ise ilkeler hâkimiyeti, denetim, adalet, düzen, istikrar, eşitlik, güven ve özgürlüklerin garantisidir. Zorla-zorbalıkla ve keyfi olarak bir kişinin veya grubun çıkardığı hakkaniyete ve kamu maslahatına değil; kişisel veya zümresel çıkarları temin etmeye dönük yasalara, “Hukuk” değil; “Kanun” denir. Yasamanın, toplumun tümünü temsil eden Meclise/Parlamentoya verilmesi; yürütmenin, iktidarda olması ve yargının, siyasal erkten bağımsız bir kurum olması; Avrupa’nın, kanlı tecrübelerden sonra geliştirdiği sonuçlardır.

3-KİŞİ KÜLTÜ SİYASETİ

Siyasette toplumsal katılım, temsil, şura yerine yetkilerin bir kişiye tevdi edilmesi, ilkel bir tutumdur. Kişi kültü, insanlık tarihinde oldukça uzun süre ve geniş coğrafyalarda var olmuştur. Günümüzde hâlâ ortadan kalkmış değildir. Kişi kültü, toplumların politik sorumluluk üstlenme cesareti göstermemeleri veya zayıf-cahil irade(sizlik) lerinden kaynaklanır. Kişi kültü/karizması, (peygamberler hariç) ya kendine Tanrısal bir yardım yapıldığı batıl inancı (Mehdi-İmam) veya çatal yürekli birinin ölümü ve yaralanmayı göze alarak ait olduğu toplum lehine ortaya koyduğu bir kahramanlık veya gücü-zorbalığı ile toplumu korkutması-sindirmesi ile oluşur. Totaliterlik, tiranlık, zorbalık, kibir-gurur, keyfilik, yanılma-yanıltma ve bilgelik tek adam yönetimlerinin nitelikleridir. Tek adam ile halkın arasında onun iradesini yansıttığını söyleyen “şefaatçi” siyasi ve bürokratik putların oluşması, bu yönetim tarzının bir başka olumsuzluğudur.

“Bilge Kral” özlemi, bir “Süreyya Yıldızı” olarak sönmüş gezegenler arasında uzakta parlayıp durur.
Kişi Kültü siyaseti Mezopotamya, Doğu Akdeniz ve Mısır’da kökleri bulunan “Çoban-Sürü İlişkisi” koduna dayanır. Yunan şehir devletlerinde yönetim işi “Gemi-Kaptan” ilişkisidir. Avrupa ve Amerika demokrasileri, bu kodun Aydınlanma, Rönesans, Reform ve Fransız Devrimi ile tekrar keşfidir. İslam öncesi Yemende kurulan Main ve Sebe devletlerinde “Şura” ya dayalı benzer bir yönetim şekli mevcuttu (27/32). İslam, bunu tavsiye etmiştir (3/159, 42/38). Ancak Araplar, İran ve Bizans’tan etkilenerek birinci koda dönmüşlerdir.


Türklerde han, hakan, bey, başbuğ ve kağan kavramlarında; İranlılarda şah-padişah; Araplarda ise, İslam döneminde “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak Allah (Tevhit) tasavvuru ve “masum” peygamber imgelerinden mülhem ve “ Zıllulah (Allah’ın gölgesi)” olarak tezahür eden “Halife” ve “Sultan” kavramları, siyasette “çoban-sürü” ilişkisine dayanan kişi kültünü ifade ederler. Bu konuda L.Gardet şöyle diyor: “Hrıstıyan geleneği: “Her otorite, Tanrı’dan gelir(Omnia potestas a Deo)”der. İslam da şüphesiz bu görüşü kendi adına benimser ve onu aşar. İslamda her otorite Tanrı’dan gelmekle kalmaz; kelimenin gerçek anlamında Tanrı’nın otoritesinden başka otorite yoktur. Tanrı’nın otoritesinin gerçek devri yoktur. Tanrı, erişilmez aşkınlığında sonsuz derecede yalnız olarak tek başına yönetir.”(Lois Gardet. Müslüman Site. Çev: A.Aslan.İst.2014.s 58). “ Her otoritenin Tanrı’nın otoritesi olduğu; Tanrı’nı ise, Kadir-iMutlak olduğu ve inssnların göremiyecekleri, anlamayacakları yollarla eylemde bulunduğu için, bir iktidarın meşruiyetinin ilk garantisi bizzat başarıya ulaşmış olma olayının kendisidir. Müslüman cemaati pozitif “adalet” kavramına o kadar bağlı olmasına rağmen; üstün gelen ve başarıya ulaşan güce hemen her zaman doğuştan bir saygı duymuştur.”(L.Garde. a.g.e. s60).

Bu yorum, Sünni ve Şii politik teorileri için doğru olabilir. Ancak, değindiğimiz gibi, yönetimde Kur’an “Şura” yolu ile otoriteyi halk ile paylaşır. İslam’ın erken döneminde Hz. Ebubekir’in politik bağlamda siyasal otoritesi“Halifet-i Resulullah” kavramı ile peygambere/dine/kutsiyete bağlanırken; Hz. Ömer, bu lakabı reddederek kendinin “Emre’l-Müminin “ olarak halka atfedilmesini istemiştir. Hz. Ömer, kendinden sonra yöneticinin “şura” yolu ile seçilmesini isterken doğru davranırken; altı kişilik şura üyelerinin tümünün “Kureyş” kabilesinden seçmesi, yanlıştı.

4-TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasından sonra verilen bir kurtuluş mücadelesi (Milli Mücadele) akabinde bu mücadelenin komutanlarından biri olan M. Kemal Atatürk önderliğinde bir “kültürel devrim” ile kurulmuş bir Ulus-Devlettir. M. Kemal’in kahramanlığı, -hakan/kağan, başbuğ… olarak- ona bir Tek-adam yönetimi bahşetmiştir. Yapılan kültür devrimi, politik bağlamda Bodio’cu anlamda büyük bir siyasal “Olay Çıkarma” dır. Bu “olay”, kültürel bağlamda toplumu seküler ve muhafazakâr/dindar olmak üzere ikiye bölmüştür. Avrupa’nın başardığı gibi toplumsal uzlaşma, tartışma ve kültürel kamusallıklar yani “Kanonlar” yaratarak toplumsal hayatı deruhte etmek, yönetim oluşturmak yerine; -tarihsel şartların zorlaması ile- “devrim”le başlamak, Türkiye toplumunu sonuna/gırtlağına kadar siyasallaştırdı. M. Kemal’in oluşturduğu tek adam yönetimi, vatandaşların kimliklerini değiştirmek için devletin ideolojik aygıtları ile ( okul, üniversite, hapishane, hastahane, kışla, çekirdek aile, adliye…) yeni “kimlik teknolojileri” geliştirdi: Çağdaşlık, Atatürkçülük/Kemalizm, Laiklik. Onun ölümünden sonra Batıdaki devlet kurumları ve kimlik politikaları taklit edilmeye çalışıldı. 1950 sonrasında tek adam yönetiminin “gölgesi” olarak askeri vesayete rağmen; Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal, Batılı anlamda kurumsal siyaset ve hukuk oluşturmaya çalıştılar.

Devrimin, toplumun kahir ekseriyetinde yarattığı kültürel travma, dini kimliğin rezistansı olarak cumhuriyet tarihi boyunca iki tane belirgin “”cemaat” karizması (Said Nursi-Fethullah Gülen); iki tane de politik kahraman (N. Erbakan ve Tayyip Erdoğan) yarattı. Birinciler, daha ziyade karizmatik “Mehdi” figürünün tezahürleri iken; ikinciler, “Halife-Sultan” figürünün modern tezahürleridir. Devrimin Kürtlerde yarattığı içerleme/uçuklama ise, Abdullah Öcalan’ı doğurdu. Abdullah Öcalan’ın mahkûmiyetinden sonra, Kürtler, siyasal temsili kahramanlık ve karizmadan “Eş Başkanlık” formuna evrildiler. Terör (PKK)den kopamamaları, Kürt siyasetinin önemli bir zaafı olarak devam ediyor.

Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi, etnik ve dini/mezhebi olarak “çoğul” bir toplumda kurumsal siyaset ve hukuk oluşturmak, toplumun doğru yönetilmesi için elzemdir. Kişi kültüne dayalı siyaset ise, siyasal figürün etnik, ideolojik ve dinsel/mezhebi aidiyetine istinaden toplumda tefrika, niza, kayırmacılık, kin, hınç ve nefret doğurur, doğuruyor.

SONUÇ

Kişi kültü, yani karizma veya kahraman siyaseti, kolayca farklı bir toplum kurma ütopyasına kapılır. Ancak, farklı bir toplum hayal etmek, daima daha iyi bir toplum hayal etmek anlamına gelmez. Bu nedenle, ütopya da ideoloji gibi hem olumsuz hem de olumlu boyutlara sahiptir. Ütopya, daha iyi bir gelecek umudu taşımasına rağmen, aynı zamanda karşı koyduğu tranik sistemden daha beter yapılara yol açma riskini taşır. Bu eksikliğin nedeni, Karl Mannheim’in ifadesi ile “ütopik bilinç” ten kaynaklanır. Ütopik yaklaşım, var olan gerçeklikten ve kurumlardan destek alma yolları üzerine somut ve siyasi bir istişare yürütme gayretini göstermez… Ütopyanın umut ettiği “başka yer”, her türlü çılgınlık ve şiddet imkânlarını beraberinde taşıyarak yeni bir hapishaneye kapanır.

Oysa bu yeni tasavvur, hayali olduğu için, daha tehlikelidir. Zira (tartışmaya dayanan) ideolojinin korumaya çalıştığı gerçeklikten tamamen kopuktur…” (S. Varlık, Paul Rıcour’de Temellьk ve Tahayyьl. İst 2021. S. 198-199). 15 Temmuz-2016 Darbe girişimi, kahraman M. Kemal Atatürk’ün 1924’de çıkarmış olduğu büyük siyasal “Olay (Devrim)” dan sonra, karizmatik (Mehdi) bir figürün örgütlediği, toplumumuzu temellük etmeye yönelik bir tahayyül/ütopya girişimi idi. 2016’dan sonra “Başkanlık Sistemi” adı altında geçtiğimiz tek kişilik hükümet sistemi, toplumsal sorunlarımızı Kurumsal siyaset ve Hukuk ile çözme medeni tavrından bizi uzaklaştırıyor.

Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-II.Bölüm

d) 2000 Sonrası (AK Parti Dönemi): “Biz”in Semantik-Politik-Ahlakî Dönüşümleri

AK Parti, “Milli Görüş” hareketinin dinî-ahlakî politik-ideolojik içeriğinden “gömlek değiştirerek”, yani yoğunlaşan dünyevî-iktisadî sâikler ile “mücahit” imgesi giderek “muhafazakâr”laşmış bir yapıdır. 2003’te iktidara gelen AK Parti, Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi/The Cemaat” ile birlikte, 2015 tarihine kadar “Muhafazakâr Demokrat” adı altında “Alnı Secde Görenler” ilkesi bağlamında politik-ideolojik bir “Biz” yaratmıştı. Bu süreçte Tek Parti dönemi ve Askeri vesayet rejiminin oluşturmuş olduğu seküler ideoloji/kimlik teknolojileri, -“Sessiz Devrim” kavramı ile ifade edildiği gibi-, hukukî reformlar, AB uyum yasaları ile birlikte Kürtlerin ve muhafazakârların üzerindeki milliyetçi-seküler/ideolojik kimlik baskısı kaldırıldı. The Cemaat ise, “kumpas”lar ile bu sürece destek verdi. 2010’lardan itibaren The Cemaat’ın –ABD (CIA) destekli- politik taleplerinin artması sonucu hükümetin karşı atraksiyona geçmesi, “15 Temmuz Darbe Girişimi” ile sonuçlandı ve Cemaat, “FETÖ” olarak kodlanarak tasfiye edildi. “Biz”in parçası olmaktan çıkarıldı.

AK Parti, başlangıçta “İhvan (Filistin-Mısır)” ile birlikte “Ümmetçi (Din Kardeşliği)” bir politika izlerken; “Rabia” işareti ile bu gönüldaşlık (“Gönül Coğrafyası”) vurgulanırken; içerde 15 Temmuz ve PKK’nın giriştiği “Çukur Eylemleri”; dışarda “Mavi Marmara”, “Sisi Darbesi” ve “Suriye Bataklığı”ndan sonra, “Rabia”nın semantik anlamı, bu kez “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ve Tek Vatan” olarak ulus devlet/milliyetçilik muhtevasına dönüştü. Emevî Camiinde Cuma namazı kılmaya niyetlenirken (Dimyata pirince giderken); evdeki bulgurdan (bütünlük) oluyorduk. Bu dönüşümde MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı”nın rolü küçümsenemez. Cumhur İttifakı, -makbul “Biz” olarak- “Türk”, “İslam” ve “Yerlilik” kavramlarının “Sembolik/Kültürel Kapital” değerlerine (P. Bourdieu) sonuna kadar başvurdu. Bu ittifaka karşı oluşan Millet İttifakı/Muhalefet ise “Zillet İttifakı”, Şer Ekseni”, “İşbirlikçi” yani “İç-Öteki” haline dönüştürüldü.

AK Parti’nin 2010’lardan itibaren tamamen Tayyip Erdoğan’ın karizmasının kontrolüne geçmesi ve 2016’dan itibaren “Başkanlık Sistemi” ile de devletin onun tarafından kontrolü ile birlikte, partinin yönetici kadrosunda ve bürokraside, Karadenizlilerin dışındakiler, pasifleştirilerek, ekonomiden (ihale ve emlak rant’ından) uzak tutularak değişik kademelerde -örneğin “sözcü” olarak- istihdam edilmiştir. Partinin yönetici kadrosu yani bakan, milletvekili, Belediye başkanı, Belediye meclis üyesi, il başkanı, ilçe başkanı ve bürokrasinin ağırlıklı bir bölümü, partiyi ve dolayısı ile devleti akrabaları-hemşehrileri ve örgütlü çevreleri (tarikat-cemaat) için bir “iş bulma kurumu” veya anonim “şirket” olarak görürken; Holdingler oluştururken, sıradan seçmen tabanı, partiyi dini/mukaddes bir “Sakarya/Dava” olarak görmektedir. “Partili Biz”in bu ikili semantik katmanına dikkat etmek gerekir. Partinin şefler kadrosunun bir bölümü, bu tabanı gerektiğinde “oy verecek” ve “ölecek (şehit olacak)”  bir “kitle” olarak görmektedir.

4-Sonuç

İmparatorluk dönemlerinde, sınırlar dâhilindeki (Dâru’l-İslam) “millet-ümmet-din kardeşliği” makbul “Biz” olarak görülüp gayrimüslimler, “zımmî” statüsünde makbul olmayan ahali olarak algılanırken; sınırların ötesindeki gayrimüslimler (müşrik-kâfir) “Dâru’l-Harp” kavramı ile ebedi “öteki” ve daimi “düşman” olarak algılandılar. Bundan dolayı da “Fütuhat” a çıkıldı. Oysa Kur’an’da: “savaşma izni, “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, yurtlarından haksız yere çıkarılan ve zulme uğrayan müminlere verilmiş”; ve gerekçesi de: “Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler, zorbalar tarafından yıkılmasın (veya zapt edenlerce başka bir mabede dönüştürülmesin- İG)” (23/39-40) diye açıklanmıştır. Müminlerin egemen, yönetici, iktidar, devlet (temekkün) olduğu toplumun misyonu da: “salatı (salih amel) ikame, zekâtı verme (gelir dağılımını düzeltme), toplumsal güvenliğin/düzenin sağlanması ve dinin başkalarına tebliğ edilmesi (emr-i bi’l-maruf ve nahyi ani’l-munker)” olarak tavsif edilmişti (22/41).

Milliyetçi bir Ulus Devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslimler, -büyük ölçüde- “tehcir” edilerek ve “mübadele” ile değiştirilerek dilleri farklı, fakat kahir ekseriyeti Müslüman olan imparatorluk bakiyesi halk, “Türk Vatandaşı” olarak “Biz”leştirildi. Devletin seküler yapısı ve ideolojisi, dindar halkta bir içerleme-uçuklama yaratırken; dilin tekleştirilmesi politikaları (“Vatandaş Türkçe konuş”), gayri Türk unsurlardan -özellikle Kürtlerde- içerleme-uçuklama yarattı. “Milliyetçilik” kültürel bağlamda bir aile/kavim/kimlik davası olması gerekirken; bu bağlamda meşru iken (hamiyet duygusu); politik düzlemde politik bir ideoloji olarak ulus devletin, farklı kabile/kavim, dil ve dinleri (kimlikleri), devletin “ideolojik aygıtları” (A. Gramsci) olan eğitim, okul, üniversite, hapishane, kışla, hastane, çekirdek aile… ile torna ve tesviyeden geçirerek “tekleştirme” ideolojisi (“Hayali Cemaat”) olmuştur.  Marxist anlamda gerçek yaşam sürecini (praksis) büken, tersyüz edebilen ideoloji, Ricoeur’un dediği gibi toplumsal yaşamı gizleme (dissumulation), gerekçelendirme (justification) ve bütünleştirme (integration) işlevlerine sahiptir (S.Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül.İst.2021. s 194).

Bir yönü ile mecburen/tarihî şartların zorlaması ile bir “Ulus Devlet” olarak kurulan “Türkiye”de resmî dilin “Türkçe” olması, burada meskûn herkesin maslahatı gereğidir. Bunun ötesinde “asimilasyon” çabalarının, İslamî açıdan gayr-i ahlakî olduğu (30/22), herkesçe müsellemdir.

Cumhuriyet döneminde CHP’nin seküler-sek milliyetçiliğine karşı MHP, mukaddesatçı-muhafazakâr bir milliyetçilik ideolojisi geliştirdi. Necmettin Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, nam-ı diğer “İslamcılık” ise, dindar Türkler ve bazı “Gayri-Türk” unsurlar tarafından seküler milliyetçiliğe karşı bir “muhalefet ideolojisi” olarak kristalleşti (Bkz. Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 158). İslamcılığın ekonomi-politiği ise, periferide bırakılmış ve ekonomik/sınıfsal olarak zayıf ve ağırlıklı olarak da Orta, Karadeniz, Doğu Anadolu’da yaşayanların, devlet merkezli ekonomik imkânlardan –İsmet Özel’in deyimi ile- “biraz da biz ölelim” beklentisidir.

Başkanlık sistemine geçildikten sonra oluşturulan “Cumhur İttifakı”, ülkenin karşı karşıya kaldığı iç ve dış tehlikeler karşısında (“Beka Davası”) İslam (AK Parti) ve Muhafazakâr Milliyetçilik (MHP)’in, “Yerlilik” ortak paydasında fenomenolojik olarak yenilenmiş “Rabia (Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Devlet)” kavramı ile istihdamıdır. Seküler milliyetçiler, Alevîler ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu ittifak ise, “Millet İttifakı”dır.

Hâsılı, ülke-toplum, sağlıklı bir “Biz” oluşturamamaktan dolayı, iki terör örgütü (FETÖ-PKK) ve çeşitli Organize Suç Örgütleri (OSÖ/mafya) oluşturmuş ve ciddi bir düzeyde “seküler-muhafazakâr” ve “Kürt-Türk” olarak bölünmüş (“Biz”leşmiş) durumdadır. Sistem-kurum, uzmanlık, ehliyet/liyakat üzerine bir yönetim/bürokrasi kurma yerine; ağırlıklı olarak sekülerlik-dindarlık, mezhepçilik, kabilecilik, hemşehricilik, tarikat, cemaat, akraba, mafyöz ilişkiler, tanıdık, yandaşlık, kayırma üzerine bir yönetim oluştu. Aidiyetin, hafızanın, geleneğin “sadakat” habitusuna eleştirinin, vicdanın/ahlakın hakikati yeterince eklemlenememiştir.

Başa dönersek, çözüm, İslamî değerler ve “Medine Vesikası (ümmet)” ışığında –kimsenin verili kimliğini inkâr etmeden-, hakkaniyete dayalı bir “Toplum Sözleşmesi” oluşturmaktan geçiyor. Ben, buna “Rahmani Siyaset” demiştim. Bu sözleşmenin, -bizim gibi çoğul toplumlarda- salt ırk/etnik köken-dil, din ve zümre çıkarı gibi kimlik kriterlerine değil; ahlaki bağlamda adalet-zulüm ayrımına/hukuka, ortak toplumsal hafızaya/tarihe ve ortak toplumsal sembollere dayanması gerekir. Eğer toplumsal ideoloji veya ütopya, mevcut toplumsal “gerçeklikten çok uzaklaşırsa, dönüştürmek istediği toplumdan gereğinden fazla koparsa, baskıya dönüşebilecek radikal bir kırılma riski ortaya çıkar. Bu nedenle Ricoeur, gerçekleşmesi için şartlar üretmeden statik bir gelecek yansıtan tehlikeli bir şizofrenik ütopya söylemine karşı uyarıda bulunur. Buradaki hata, yeni olasılıklar açan geleceğin, geçmişin imkânlarından tamamen kopabileceğini hayal etmektir. Bu nedenle H. Marcuse’nin hatırlattığı gibi ütopya, kolektif hafızaya bağlıdır. Çünkü bütün otantik ütopyalar, kolektif hafızanın ürünüdür. Fakat bununla birlikte, yenileşme bu şekilde başladığından dolayı, ütopyaların yeni başlangıç umutları, toplumlar için elzemdir” (S. Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül. s.202).

Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-I.Bölüm

1. İslamî Bağlamda “Biz” Olmanın Dinî-Politik Kriterleri

Kur’an’da, “Biz” olmanın başlıca iki kriteri öne çıkar. Birincisi, “Ezelî Misak” (7/172) ve peygamberlerden alınan “Misak” bağlamında (3/81,13/20, 4/21…) mümin/müslim olmak yani “iman kardeşliği”(49/10), Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu ahlakî değerlere inanan ve onları savunan insanlar topluluğu yani “Millet-i İbrahim” (3/130,6/161,22/78…)dir. İkincisi ise, sözleşme (ahit/akit) oluşturulan politik “Biz”dir. Bu biz, farklı inanç veya etnik kökenden oluşan insanların, ortak maslahatlar sâiki ile aynı yerde, toplumda veya komşu olarak adalet ilkesine bağlı ve hukukî bir çerçevede oluşur. Buna da Kur’an’da “Ümmet” denir (6/38). Ümmet, aynı zamanda “millet” anlamında da kullanılır. Bu ikinci oluşumun (söz-leşmenin) ahlakî-hukukî kriteri hakkında Kur’an şöyle der: “Anlaşma yaptığınızda, Allah’ı şahit tutarak verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. –Bir toplum, diğer toplumdan daha güçlü olsa da-, yaptığınız anlaşmayı hile ve fesat vesilesi yaparak, -ipliğini eğirip büktükten sonra onu tekrar çözen kadın gibi- bozmayın. Yaptığınız sözleşmeler ile denenmektesiniz. (Dini mevzularda) ayrılığa düştüğünüz konuları, Allah ahirette elbette size açıklayacaktır.” (16/91-92).

Toplumsal-politik bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” oluşturmanın kriteri, salt kabile/etnisite (ırk/kavim), dil, çıkar ve dini inanç olamaz. Esas alınan kriter adalet ve zulümdür: “Allah sizi din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda/dini aidiyet ve kimliğinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (60/8-9).

Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra orada meskûn Yahudi, Müşrik ve Müslümanlar ile yapmış olduğu sözleşme, bu cinsten bir ahittir. Bu sözleşmeye Hz. Muhammed ve müminler sonuna kadar sadık kalmışlardır.  Sözleşmeyi Yahudiler ve Müşrikler ihanet ederek bozmuşlardır. Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında diğer kabileler ile de birçok politik sözleşme yaptığı bilinmektedir.

2. Müslüman İmparatorluklarda “Biz” Olmanın Kriteri

İmparatorluk dönemlerinde “Medine Sözleşmesi”nin ruhuna pek sadık kalındığı söylenemez. Örneğin, Emevî İmparatorluğunda “Arapçılık” yapılarak Arap Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) ayrımı yapıldığı gibi; Tevbe suresinin beşinci ayetinde bir “savaş durumunda” müşriklere uygulanacak yaptırımlar (savaş tazminatı vs), Emevî yönetimince, yanlış olarak normal durumlarda gayrimüslimlerin tümüne daimî olarak uygulanan bir “Zımmilik” statüsü geliştirilerek, Müslüman olmayan ahali, onursal olarak ve bazı haklar bakımından “ikinci sınıf” konumunda tutulmuştur. Gayrimüslimlerin temel insan hakları yani mal/mülkiyet, can, namus, din-dil hürriyetleri korunmuştur; ancak onur/şeref/haysiyet bakımından aşağılanmışlardır. Oysa Kur’an, bir toplumun, başka bir toplumu onursal olarak aşağılamasını kategorik olarak yasaklamıştır (49/11). Abbasî İmparatorluğu, Emeviler’e oranla daha kozmopolittir. Gayrimüslimlere bürokraside görevler verilmiştir ve Arapçılık yapılmamıştır. Endülüs Emevileri, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Beyliklerde de gayrimüslimlerin temel insan hakları korunmuş, onlara bürokraside görevler tevdi edilmiş ve fakat “zımmîlik” statüleri devam ettirilmiştir. Bu bakımdan çağı ile mukayese edildiğinde, Müslüman imparatorlukların diğerlerinden –kendinden olmayanlara muamele bakımından- daha iyi/adil durumda olduğu söylenebilir.

Klasik ulemadan bazıları mevcut Dünya’yı (Beşerî Coğrafya) “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-İcâbe=İslam’a icabet edecekler veya Dâru’d-Da’ve=İslam’a davet edilecekler” olarak ayırmışken; çoğunluğu, mevcut Dünyayı “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harp” diye ayırarak; Kur’an’a ters olacak şekilde, gayrimüslimleri inançlarının farklılığından (müşrik-kâfir) dolayı “Daimî Düşman” ve onlar ile ilişkiyi de “Sürekli Savaş” olarak kodlamışlardır. Bu içtihat, fütuhatçı imparatorluk ekonomilerini bir yönü ile yağma/ganimet/gasp (çökme) durumlarına dönüştürmüştür. Bu tutumun savunması, genellikle -İslami değerler unutularak- “İmparatorluk”ların genetiğine (himayeye karşılık haraç) bağlanarak yapılır. Bence, halkların antropolojik-kültürel genetiği de diğeri kadar etkin bir nedendir. “Dâru’l-Harp” kavramı/teolojisi, çağdaş Müslümanların birçoğunda -ahlaki bir “karakter yapısı”na dönüşerek- halâ devam etmektedir. Vahiy alan veya ona inanan toplumların tarihsel, toplumsal, geleneksel, antropolojik, sosyal psikolojik habitusları, vahyin evrensel ahlaki mesajını/ufkunu çoğu zaman birçok noktadan -ihlal ederek- aşabilir-taşabilir. Kur’an, bunun örnek hikâyeleri (Kıssa) ile doludur: “Kurtuluş Tarih” aynı zamanda “Helâk Tarihi”dir de.

3. Türkiye’de “Biz” Olmanın Kriterleri

a) Osmanlı Dönemi

Osmanlı İmparatorluğunda ahali, Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve genel tesmiyesi “Osmanlı” olarak “Biz” idi. “İmparatorluk” raconu gereği, kurucu ve yönetici olmalarına rağmen Türklerin adı ve sanı çok da ön planda değildi, diğer halklar ile aynı durumda; hatta kimilerince aşağılanıyorlardı. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi M. Kemal’de ciddi bir içerleme yarattığı ve onun milliyetçiliğini motive ettiği söylenir. Devletin resmi dili, Türkçe ağırlıklı; Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerden oluşan “Osmanlıca” idi. Milliyetçilik hareketleri başlayınca, gayrimüslimlerden Yunanlılar, Bulgarlar; Müslümanlardan ise Araplar, müstakil devletler olarak koptular. Hâmilerinin teşviki ile Ermeniler de devlet olarak kopmaya çalıştı, kopamadı; tehcir edildiler. Birinci Dünya savaşı akabinde Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ahali Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki de, Anadolu’daki gayri müslimleri tehcire zorladı. Anadolu’da az sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi kaldı (Azınlıklar). Bazı Rumlar da Cumhuriyet döneminde “mübadele” yolu ile ülkeden çıkarıldı ve Balkanlarda kalan Türkler, Türkiye’ye getirildi.

b) Devrim ve Tek Parti dönemi

Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçen yüzyılın başında (1924) yeni kurdukları devlette “Milliyetçi” bir tez ile Türklere “seküler-Müslüman” bir kimlik oluşturmaya girişti. Etnik olarak Türk olmayan (Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap…) Müslüman ahaliye ve gayrimüslim-gayri “Türk” ahaliye (Ermeni/Hıristiyan-Yahudi) “Vatandaş” anlamında “Türk” dendi. Avrupa’da olduğu gibi fazla sek/sert olmayan, bir “Türkleştirme” politikası izlendi. Göçmenler, bu politikayı, iskân-ikâmet etme ve yurt-yuva bulma karşılığı kolayca kabullendi. Anadolu’da mukim Kürtler, kabullenmede zorlandı.

Türkiye Cumhuriyeti kültürel ve politik bir “Devrim” ile kurulmuş bir “Ulus-Devlet”tir. Kültürel hafızasının donması felaketine maruz kalan toplumumuz, yönetici elitler tarafından radikal bir reddin ve unutuşun krizine yuvarlanmıştır. Geçmişin koşulsuz-sürekli yüceltilmesi, radikal ve travmatik bir redde ve zorla bastırılmaya dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Biz” kriterleri ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin “Biz” kriterleri büyük ölçüde değişmiştir. Kültürel olarak dinsel “Kimlik Teknolojileri”nden (M. Foucault) yani Amentü-İslam’ın Beş Şartı, Şeriat, Hilafet, Tarikattan; milliyetçi-seküler (çağdaş) kimlik teknolojilerine geçiş yapılmıştır (Altı Ok, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı, Andımız). Şeriat, Hilafet ve Tarikatlar ilga edilerek, yerine Cumhuriyet rejimi ve seküler/milliyetçi bir kimlik politikası benimsenmiştir. Osmanlıdaki “Millet Sistemi”ne dayalı çok dinli ve çok dilli bir toplumdan -“Meşrutiyet” ve “İttihat ve Terakki”  deneyimi ile-  tek dinli (İslam-Hanefi) ve tek dilli (Türkçe), eşit- Anayasal vatandaşlığa dayalı, “Türk” isimli bir “Biz” oluşturulmuştur. Dillerinin-etnik kökenlerinin ve dinlerinin farklılığına bakılmaksızın herkese “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve “Türkçe” resmi dil olarak benimsenmiştir. Bu süreçte “İstiklal Marşı”, seküler kesim ile muhafazakârları/dindarları birleştiren tek “Kanon” niteliği kazanmıştır. Ancak bu kimlik politikası, dindar ve Kürt vatandaşların bir bölümünde bariz bir memnuniyetsizlik ve içerleme-uçuklama yaratmıştır. Cumhuriyet ve Demokrasi ise, bütün toplum kesimleri tarafından kolayca benimsenip içselleştirilmiştir.

c) 1950-2000 (Menderes-Özal) Dönemi

1950 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde, muhafazakâr halk yığınları kültürel/kimliksel rahatsızlıklarını DP, AP, MHP, MSP, ANAP aracılığı ile ifade etmişlerdir. Alevî vatandaşlar, mezhebi/kimlik mağduriyetlerini dernekler yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır. 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir bölümü, memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde illegal-terör (PKK) dominasyonu ile ifade etmişlerdir. 1950 sonrası politik yaşamı kontrol altına alan askerî bürokrasi (ordu/vesayet sistemi), kuruluş felsefesinden bu tarz ideolojik-politik “sapma”ları, Darbeler (1961, 1971, 1980, 28 Şubat/1997) ile “düzeltme”ye çalışmıştır. 1970-80 arasında yaşanan “Sol-Sağ” ve “Alevî-Sünnî” gerilimi, seksen darbesinden sonra ortadan kalkarken; Kürt sorunu, PKK olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Hâsılı, Tek Parti döneminde yaratılmaya çalışılan seküler-milliyetçi “Biz” kimlik teknolojileri, hukukî eşitlik söylemine rağmen, fiiliyatta halkın bir kesimi nezdinde pek tatmin edici olamamıştır.

Tanrı ile “Temsil-Takva” ve Devlet ile “Temellük-Hukuk” İlişkilerinin Farkı

Tanrı ile Temsil ve Takva İlişkileri

1. Temsil İlişkisi

Tanrı’nın mahiyeti, zâtiyeti, inniyeti varlıktan başka türlü/aşkın (Gayb) olduğu için; insan, duyu ve düşünce katları ile onu kavrayamaz. Bu durumu takdir edemeyen veya buna katlanamayan zayıf düşünceli insanlar, onu putlaştırmak sureti ile göz önüne getirmeye, mücessem hale sokmaya çalışmışlardır (Paganizm). Bu durum, Tanrı’nın mahiyeti mevzusunda böyle olduğu gibi; onun ahlaki karakteri konusunda da aynıdır.

Örneğin, Yunanlılar, kendilerinde bulunan bütün nitelikleri, Tanrılarına atfetmişler; ihtiyaçlarına ve korkularına göre ayrı ayrı tanrı tasavvurları ve putları oluşturmuşlardır. Tanrı’nın mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın-sonsuz) ve insanın eksik ve kötü niteliklerinin Tanrıda olamayacağını düşünememişlerdir.

Bu duruma bütün dünya halklarında rastlamak mümkündür. Latin halkları, bir “mucize” olsun diye babasız doğan Hz. İsa’yı, pagan kodları ile kolayca tanrılaştırmışlardır. Arap müşrikler, aşkın bir Tanrı (Allah) inancına haiz oldukları halde (43/87); onun ahlaki karakteri ile ilişkiye girmek için aracı (şüfeâ) putlar oluşturarak (10/18) “Allah’ı gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Tek ve aşkın Tanrı inancına haiz olan Yahudiler, “Yehova (Orduların Rabbi)”yı -ahlaki bağlamda- kendi ihtiyaçlarına, korkularına ve karakterlerine göre tasavvur etmişlerdir.

Hz. Nuh ile başlayıp Hz. Muhammed ile sonlanan vahiy/peygamber din(ler)inde, Tanrı, kendinin mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın) olduğunu söylemiş (42/11; 114/1-4) ve ahlaki karakterini insanlara tanıtmıştır (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah). Mü’minler, Tanrı ile ahlaki ilişkilerinde bu ahlaki tasavvuru koruyamamış; onun ideal tasavvurunu, kendi heva-heves, ihtiyaç, korku ve çıkarlarına göre tahrif etmişlerdir. Hatta bununla da yetinmeyerek, oluşturulan din adamları sınıfı ve Kilise gibi kurumlar ile onun kendini, karakterini, dinini-davasını yüzde yüz “temsil” ettikleri iddiasında bulunmuşlardır. Bu yolla da cahil mü’minleri sömürmüş (9/34), onlara zulüm ve işkence etmişlerdir (Hariciler).

Abbasiler döneminde bazı Halifelerin, kendilerini Allah’a nispet etmeleri (Zıllullah=Allah’ın gölgesi, Kaimbiemrillah=Allah’ın emri ile kaim, Mu’tesimbillah=Allah’a yapışmış, Adudullah=Allah’ın pazusu…) de bu kabildendir. Şiîlikteki dinsel-siyasal “İmamet” dogması/doktrini de aynı saiklerden doğmuştur. İmamların hepsi masum/n/dur. Sünni Tasavvuftaki –sırları kutsanmış (kuddise sırruhu)- Şeyh, Gavs, Kutup, Veli, Mehdi, Mesih… kavramları da, mükemmel birer “temsil” iddiasıdır.

Kur’an, bu temsil iddiasını şöyle reddeder: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri, senin hoşuna gider; bir de söylediklerine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.” (2/204). Özetle, Tanrıyı veya O’nun dinini mutlak olarak “temsil” iddiası, ister iyi niyetle ve cehaletle; isterse, art niyetle oluşturulmuş olsun, doğurabileceği muhtemel sonuçları açısından doğru değildir. Bu yolla, insanlar yaptıkları her türlü pisliği, günahı, zulmü kolayca meşrulaştırabilmektedirler.

2. Takva İlişkisi

Kur’an’da Allah ile insan arasında önerilen ideal ahlak ilişkisi, “Takva” kavramı ile ifade edilir. Takva, ahlaki, ilmi, etik ve epistemolojik bir kavramdır. Takva, Esmau’l-hüsna’yı ve Sünnetullah’ı (Allah’ın ahlaki karakteri) kavramış mü’minin, onunla ilişkisinde sürekli teyakkuzda, tetikte olması; “temsil” iddiasından kaçınması; şeytanın “Allah ile aldatması”na (35/5) karşı uyanık ve külyutmaz bir şuur halinde olmasıdır.

Fazlurrahman, bu konuda şöyle diyor: ”Takva kavramı ile ifade edilen “kendini eleştirme/öz-eleştiri (nefis muhasebesi)”, hiçbir zaman kendini her şeyden masun ( ve de masum-İG) görme anlamına gelmez. Tam aksine, takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman mutlak doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil, Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. s 14)

Bu takva durumunun pratik örneği Hz. Muhammed’in hayatında görülür. O, meşhur bir Hadisinde “Hud suresi benim saçlarımı ağarttı” demiştir. Hud suresinde Hz. Muhammed’e: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112) denmiştir. O da, verdiği kararlarında doğru olup olmadığı kaygısını taşımaktan ihtiyarlamıştır.

Devlet ile Temellük ve Hukuk İlişkileri

1. Devlet ile Temellük İlişkisi

Devlet, İslami bağlamda “Makasidu’ş-Şeria” olan bireylerin malının-mülkiyetinin, can güvenliğinin/emniyetin, onur, ırz ve şerefin, düşünce ve din özgürlüğünün yani temel insan haklarının korunması için oluşturulmuş hukuki kurumlardan oluşan örgütlü bir yapıdır. Bir şahs-ı manevidir (Tüzel Kişilik).  Devleti, devamlılığı olan bürokrasi, hukuki kurumlar (Adliye, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay…) ve siyasi erk/hükümet yönetir. Her üç kurumda faaliyet gösteren somut/canlı kişiler (memurlar, hâkimler-savcılar, milletvekilleri-bakanlar) yetki ve görevlerini –yazılı veya yazısız- Anayasadan alırlar. Devlette siyasi erk/iktidar, dinde Tanrı’ya benzer. Dinde oluşturulan teolojik Tanrı tasavvuru, “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak, kaprisli, karanlık bir güç odağı/yumağı olabileceği gibi; kendini “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” sıfatları ile kullarına tanıtmış yani hikmetinden sual olunur ve ne yapıp yapmayacağı anlaşılabilir meşru/saygın bir otorite olarak da tasavvur edilebilir. Siyasi erkin/iktidarın devlet yönetimi de, bu iki tanrı tasavvurundan birine benzer.

Devlet yönetiminde “temellük” ilişkisi, siyasi erkin yani parti, ordu, kabile, kişi (kral, padişah, lider, çoban, firavun, führer, başbuğ, hakan…) devlet kurumunu sahiplenerek yani kendini “Devlet” ile özdeşleştirerek, kendini “Devlet” yerine koyarak/sanarak keyfince, güç istenci ile istediği gibi yönetmesidir. Bu yönetme işi iki türlü olur:

Birincisi, siyasal erk, toplumun konsensüsü, maşeri vicdan veya hakkaniyetle oluşturulmuş hukuk kurumlarını askıya alarak, yasalara uymayarak, zorbalıkla yönetir. İkincisi ise irade, istek, arzu, içgüdü, çıkar ve güç istencini “kanun” kılıfında yani adil olmayan, hakkaniyetsiz yasalar çıkararak (“Kitabına uydurma” veya “Hile-i Şeriyye”) yapabilir. Bu ikincinin içeriğini teşhis edecek olan, halkın maşeri vicdanının keskinliğidir.  Tek kişilik yönetimin, ikinci Tanrı tasavvuruna benzeyen (Bilge Kral) bir versiyonu da –nadir de olsa- mümkündür.

2. Devlet ile Hukuk İlişkisi

Bu ilişki tarzında devleti yöneten bürokrasi, hukuk kurumları ve siyasal iktidar, yönetme işini, ikinci Tanrı tasavvurunda olduğu gibi (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) ahlaki ve hukuki bir çerçevede deruhte eder. Adaleti, liyakati, hakkaniyeti ve insafı esas alır. Yönetme süreci “Hikmet-i Hükümet” kavramı ile ifade edilen ve “Hikmetinden sual olunmayan” anlamına gelen keyfi, karanlık, denetimsiz, zümre çıkarı ve güç istencine dayanan bir süreç değildir.

Yöneticilerin tümünün görev ve yetkileri, Anayasa ve hukuki kurumlar ve ilkeler tarafından belirlenmiştir. Yönetme işinin şeffaf ve denetlenebilir, hesap sorulabilir, hesap verme şeklinde olması esastır. Hukukun Üstünlüğü, Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı, İnsan Haklarının yasal garanti altına alınması ve Anayasal Demokrasi, modern devletin üzerinde ittifak/icma edilmiş ve herkese maslahat temin eden evrensel kural ve kurumlarıdır. İslami metafizik (denenme) açısından böyle bir yönetim icraatı, Tanrı’nın insanlara yüklediği bir sorumluluk ve emanettir (4/58; 33/72).

Sonuç

Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de mü’minlerin Tanrı ile olan ilişkisi “Takva” ilişkisi olmaktan çok, “Temsil” iddiası; devlet ile olan ilişkileri de “”Hukuk” ilişkisi olmaktan çok “Temellük” ilişkisi olduğu aleykelbeyan ve izahtan varestedir.