Tanrı ile Temsil ve Takva İlişkileri
1. Temsil İlişkisi
Tanrı’nın mahiyeti, zâtiyeti, inniyeti varlıktan başka türlü/aşkın (Gayb) olduğu için; insan, duyu ve düşünce katları ile onu kavrayamaz. Bu durumu takdir edemeyen veya buna katlanamayan zayıf düşünceli insanlar, onu putlaştırmak sureti ile göz önüne getirmeye, mücessem hale sokmaya çalışmışlardır (Paganizm). Bu durum, Tanrı’nın mahiyeti mevzusunda böyle olduğu gibi; onun ahlaki karakteri konusunda da aynıdır.
Örneğin, Yunanlılar, kendilerinde bulunan bütün nitelikleri, Tanrılarına atfetmişler; ihtiyaçlarına ve korkularına göre ayrı ayrı tanrı tasavvurları ve putları oluşturmuşlardır. Tanrı’nın mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın-sonsuz) ve insanın eksik ve kötü niteliklerinin Tanrıda olamayacağını düşünememişlerdir.
Bu duruma bütün dünya halklarında rastlamak mümkündür. Latin halkları, bir “mucize” olsun diye babasız doğan Hz. İsa’yı, pagan kodları ile kolayca tanrılaştırmışlardır. Arap müşrikler, aşkın bir Tanrı (Allah) inancına haiz oldukları halde (43/87); onun ahlaki karakteri ile ilişkiye girmek için aracı (şüfeâ) putlar oluşturarak (10/18) “Allah’ı gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Tek ve aşkın Tanrı inancına haiz olan Yahudiler, “Yehova (Orduların Rabbi)”yı -ahlaki bağlamda- kendi ihtiyaçlarına, korkularına ve karakterlerine göre tasavvur etmişlerdir.
Hz. Nuh ile başlayıp Hz. Muhammed ile sonlanan vahiy/peygamber din(ler)inde, Tanrı, kendinin mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın) olduğunu söylemiş (42/11; 114/1-4) ve ahlaki karakterini insanlara tanıtmıştır (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah). Mü’minler, Tanrı ile ahlaki ilişkilerinde bu ahlaki tasavvuru koruyamamış; onun ideal tasavvurunu, kendi heva-heves, ihtiyaç, korku ve çıkarlarına göre tahrif etmişlerdir. Hatta bununla da yetinmeyerek, oluşturulan din adamları sınıfı ve Kilise gibi kurumlar ile onun kendini, karakterini, dinini-davasını yüzde yüz “temsil” ettikleri iddiasında bulunmuşlardır. Bu yolla da cahil mü’minleri sömürmüş (9/34), onlara zulüm ve işkence etmişlerdir (Hariciler).
Abbasiler döneminde bazı Halifelerin, kendilerini Allah’a nispet etmeleri (Zıllullah=Allah’ın gölgesi, Kaimbiemrillah=Allah’ın emri ile kaim, Mu’tesimbillah=Allah’a yapışmış, Adudullah=Allah’ın pazusu…) de bu kabildendir. Şiîlikteki dinsel-siyasal “İmamet” dogması/doktrini de aynı saiklerden doğmuştur. İmamların hepsi masum/n/dur. Sünni Tasavvuftaki –sırları kutsanmış (kuddise sırruhu)- Şeyh, Gavs, Kutup, Veli, Mehdi, Mesih… kavramları da, mükemmel birer “temsil” iddiasıdır.
Kur’an, bu temsil iddiasını şöyle reddeder: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri, senin hoşuna gider; bir de söylediklerine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.” (2/204). Özetle, Tanrıyı veya O’nun dinini mutlak olarak “temsil” iddiası, ister iyi niyetle ve cehaletle; isterse, art niyetle oluşturulmuş olsun, doğurabileceği muhtemel sonuçları açısından doğru değildir. Bu yolla, insanlar yaptıkları her türlü pisliği, günahı, zulmü kolayca meşrulaştırabilmektedirler.
2. Takva İlişkisi
Kur’an’da Allah ile insan arasında önerilen ideal ahlak ilişkisi, “Takva” kavramı ile ifade edilir. Takva, ahlaki, ilmi, etik ve epistemolojik bir kavramdır. Takva, Esmau’l-hüsna’yı ve Sünnetullah’ı (Allah’ın ahlaki karakteri) kavramış mü’minin, onunla ilişkisinde sürekli teyakkuzda, tetikte olması; “temsil” iddiasından kaçınması; şeytanın “Allah ile aldatması”na (35/5) karşı uyanık ve külyutmaz bir şuur halinde olmasıdır.
Fazlurrahman, bu konuda şöyle diyor: ”Takva kavramı ile ifade edilen “kendini eleştirme/öz-eleştiri (nefis muhasebesi)”, hiçbir zaman kendini her şeyden masun ( ve de masum-İG) görme anlamına gelmez. Tam aksine, takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman mutlak doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil, Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. s 14)
Bu takva durumunun pratik örneği Hz. Muhammed’in hayatında görülür. O, meşhur bir Hadisinde “Hud suresi benim saçlarımı ağarttı” demiştir. Hud suresinde Hz. Muhammed’e: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112) denmiştir. O da, verdiği kararlarında doğru olup olmadığı kaygısını taşımaktan ihtiyarlamıştır.
Devlet ile Temellük ve Hukuk İlişkileri
1. Devlet ile Temellük İlişkisi
Devlet, İslami bağlamda “Makasidu’ş-Şeria” olan bireylerin malının-mülkiyetinin, can güvenliğinin/emniyetin, onur, ırz ve şerefin, düşünce ve din özgürlüğünün yani temel insan haklarının korunması için oluşturulmuş hukuki kurumlardan oluşan örgütlü bir yapıdır. Bir şahs-ı manevidir (Tüzel Kişilik). Devleti, devamlılığı olan bürokrasi, hukuki kurumlar (Adliye, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay…) ve siyasi erk/hükümet yönetir. Her üç kurumda faaliyet gösteren somut/canlı kişiler (memurlar, hâkimler-savcılar, milletvekilleri-bakanlar) yetki ve görevlerini –yazılı veya yazısız- Anayasadan alırlar. Devlette siyasi erk/iktidar, dinde Tanrı’ya benzer. Dinde oluşturulan teolojik Tanrı tasavvuru, “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak, kaprisli, karanlık bir güç odağı/yumağı olabileceği gibi; kendini “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” sıfatları ile kullarına tanıtmış yani hikmetinden sual olunur ve ne yapıp yapmayacağı anlaşılabilir meşru/saygın bir otorite olarak da tasavvur edilebilir. Siyasi erkin/iktidarın devlet yönetimi de, bu iki tanrı tasavvurundan birine benzer.
Devlet yönetiminde “temellük” ilişkisi, siyasi erkin yani parti, ordu, kabile, kişi (kral, padişah, lider, çoban, firavun, führer, başbuğ, hakan…) devlet kurumunu sahiplenerek yani kendini “Devlet” ile özdeşleştirerek, kendini “Devlet” yerine koyarak/sanarak keyfince, güç istenci ile istediği gibi yönetmesidir. Bu yönetme işi iki türlü olur:
Birincisi, siyasal erk, toplumun konsensüsü, maşeri vicdan veya hakkaniyetle oluşturulmuş hukuk kurumlarını askıya alarak, yasalara uymayarak, zorbalıkla yönetir. İkincisi ise irade, istek, arzu, içgüdü, çıkar ve güç istencini “kanun” kılıfında yani adil olmayan, hakkaniyetsiz yasalar çıkararak (“Kitabına uydurma” veya “Hile-i Şeriyye”) yapabilir. Bu ikincinin içeriğini teşhis edecek olan, halkın maşeri vicdanının keskinliğidir. Tek kişilik yönetimin, ikinci Tanrı tasavvuruna benzeyen (Bilge Kral) bir versiyonu da –nadir de olsa- mümkündür.
2. Devlet ile Hukuk İlişkisi
Bu ilişki tarzında devleti yöneten bürokrasi, hukuk kurumları ve siyasal iktidar, yönetme işini, ikinci Tanrı tasavvurunda olduğu gibi (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) ahlaki ve hukuki bir çerçevede deruhte eder. Adaleti, liyakati, hakkaniyeti ve insafı esas alır. Yönetme süreci “Hikmet-i Hükümet” kavramı ile ifade edilen ve “Hikmetinden sual olunmayan” anlamına gelen keyfi, karanlık, denetimsiz, zümre çıkarı ve güç istencine dayanan bir süreç değildir.
Yöneticilerin tümünün görev ve yetkileri, Anayasa ve hukuki kurumlar ve ilkeler tarafından belirlenmiştir. Yönetme işinin şeffaf ve denetlenebilir, hesap sorulabilir, hesap verme şeklinde olması esastır. Hukukun Üstünlüğü, Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı, İnsan Haklarının yasal garanti altına alınması ve Anayasal Demokrasi, modern devletin üzerinde ittifak/icma edilmiş ve herkese maslahat temin eden evrensel kural ve kurumlarıdır. İslami metafizik (denenme) açısından böyle bir yönetim icraatı, Tanrı’nın insanlara yüklediği bir sorumluluk ve emanettir (4/58; 33/72).
Sonuç
Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de mü’minlerin Tanrı ile olan ilişkisi “Takva” ilişkisi olmaktan çok, “Temsil” iddiası; devlet ile olan ilişkileri de “”Hukuk” ilişkisi olmaktan çok “Temellük” ilişkisi olduğu aleykelbeyan ve izahtan varestedir.