Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-II.Bölüm

d) 2000 Sonrası (AK Parti Dönemi): “Biz”in Semantik-Politik-Ahlakî Dönüşümleri

AK Parti, “Milli Görüş” hareketinin dinî-ahlakî politik-ideolojik içeriğinden “gömlek değiştirerek”, yani yoğunlaşan dünyevî-iktisadî sâikler ile “mücahit” imgesi giderek “muhafazakâr”laşmış bir yapıdır. 2003’te iktidara gelen AK Parti, Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi/The Cemaat” ile birlikte, 2015 tarihine kadar “Muhafazakâr Demokrat” adı altında “Alnı Secde Görenler” ilkesi bağlamında politik-ideolojik bir “Biz” yaratmıştı. Bu süreçte Tek Parti dönemi ve Askeri vesayet rejiminin oluşturmuş olduğu seküler ideoloji/kimlik teknolojileri, -“Sessiz Devrim” kavramı ile ifade edildiği gibi-, hukukî reformlar, AB uyum yasaları ile birlikte Kürtlerin ve muhafazakârların üzerindeki milliyetçi-seküler/ideolojik kimlik baskısı kaldırıldı. The Cemaat ise, “kumpas”lar ile bu sürece destek verdi. 2010’lardan itibaren The Cemaat’ın –ABD (CIA) destekli- politik taleplerinin artması sonucu hükümetin karşı atraksiyona geçmesi, “15 Temmuz Darbe Girişimi” ile sonuçlandı ve Cemaat, “FETÖ” olarak kodlanarak tasfiye edildi. “Biz”in parçası olmaktan çıkarıldı.

AK Parti, başlangıçta “İhvan (Filistin-Mısır)” ile birlikte “Ümmetçi (Din Kardeşliği)” bir politika izlerken; “Rabia” işareti ile bu gönüldaşlık (“Gönül Coğrafyası”) vurgulanırken; içerde 15 Temmuz ve PKK’nın giriştiği “Çukur Eylemleri”; dışarda “Mavi Marmara”, “Sisi Darbesi” ve “Suriye Bataklığı”ndan sonra, “Rabia”nın semantik anlamı, bu kez “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ve Tek Vatan” olarak ulus devlet/milliyetçilik muhtevasına dönüştü. Emevî Camiinde Cuma namazı kılmaya niyetlenirken (Dimyata pirince giderken); evdeki bulgurdan (bütünlük) oluyorduk. Bu dönüşümde MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı”nın rolü küçümsenemez. Cumhur İttifakı, -makbul “Biz” olarak- “Türk”, “İslam” ve “Yerlilik” kavramlarının “Sembolik/Kültürel Kapital” değerlerine (P. Bourdieu) sonuna kadar başvurdu. Bu ittifaka karşı oluşan Millet İttifakı/Muhalefet ise “Zillet İttifakı”, Şer Ekseni”, “İşbirlikçi” yani “İç-Öteki” haline dönüştürüldü.

AK Parti’nin 2010’lardan itibaren tamamen Tayyip Erdoğan’ın karizmasının kontrolüne geçmesi ve 2016’dan itibaren “Başkanlık Sistemi” ile de devletin onun tarafından kontrolü ile birlikte, partinin yönetici kadrosunda ve bürokraside, Karadenizlilerin dışındakiler, pasifleştirilerek, ekonomiden (ihale ve emlak rant’ından) uzak tutularak değişik kademelerde -örneğin “sözcü” olarak- istihdam edilmiştir. Partinin yönetici kadrosu yani bakan, milletvekili, Belediye başkanı, Belediye meclis üyesi, il başkanı, ilçe başkanı ve bürokrasinin ağırlıklı bir bölümü, partiyi ve dolayısı ile devleti akrabaları-hemşehrileri ve örgütlü çevreleri (tarikat-cemaat) için bir “iş bulma kurumu” veya anonim “şirket” olarak görürken; Holdingler oluştururken, sıradan seçmen tabanı, partiyi dini/mukaddes bir “Sakarya/Dava” olarak görmektedir. “Partili Biz”in bu ikili semantik katmanına dikkat etmek gerekir. Partinin şefler kadrosunun bir bölümü, bu tabanı gerektiğinde “oy verecek” ve “ölecek (şehit olacak)”  bir “kitle” olarak görmektedir.

4-Sonuç

İmparatorluk dönemlerinde, sınırlar dâhilindeki (Dâru’l-İslam) “millet-ümmet-din kardeşliği” makbul “Biz” olarak görülüp gayrimüslimler, “zımmî” statüsünde makbul olmayan ahali olarak algılanırken; sınırların ötesindeki gayrimüslimler (müşrik-kâfir) “Dâru’l-Harp” kavramı ile ebedi “öteki” ve daimi “düşman” olarak algılandılar. Bundan dolayı da “Fütuhat” a çıkıldı. Oysa Kur’an’da: “savaşma izni, “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, yurtlarından haksız yere çıkarılan ve zulme uğrayan müminlere verilmiş”; ve gerekçesi de: “Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler, zorbalar tarafından yıkılmasın (veya zapt edenlerce başka bir mabede dönüştürülmesin- İG)” (23/39-40) diye açıklanmıştır. Müminlerin egemen, yönetici, iktidar, devlet (temekkün) olduğu toplumun misyonu da: “salatı (salih amel) ikame, zekâtı verme (gelir dağılımını düzeltme), toplumsal güvenliğin/düzenin sağlanması ve dinin başkalarına tebliğ edilmesi (emr-i bi’l-maruf ve nahyi ani’l-munker)” olarak tavsif edilmişti (22/41).

Milliyetçi bir Ulus Devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslimler, -büyük ölçüde- “tehcir” edilerek ve “mübadele” ile değiştirilerek dilleri farklı, fakat kahir ekseriyeti Müslüman olan imparatorluk bakiyesi halk, “Türk Vatandaşı” olarak “Biz”leştirildi. Devletin seküler yapısı ve ideolojisi, dindar halkta bir içerleme-uçuklama yaratırken; dilin tekleştirilmesi politikaları (“Vatandaş Türkçe konuş”), gayri Türk unsurlardan -özellikle Kürtlerde- içerleme-uçuklama yarattı. “Milliyetçilik” kültürel bağlamda bir aile/kavim/kimlik davası olması gerekirken; bu bağlamda meşru iken (hamiyet duygusu); politik düzlemde politik bir ideoloji olarak ulus devletin, farklı kabile/kavim, dil ve dinleri (kimlikleri), devletin “ideolojik aygıtları” (A. Gramsci) olan eğitim, okul, üniversite, hapishane, kışla, hastane, çekirdek aile… ile torna ve tesviyeden geçirerek “tekleştirme” ideolojisi (“Hayali Cemaat”) olmuştur.  Marxist anlamda gerçek yaşam sürecini (praksis) büken, tersyüz edebilen ideoloji, Ricoeur’un dediği gibi toplumsal yaşamı gizleme (dissumulation), gerekçelendirme (justification) ve bütünleştirme (integration) işlevlerine sahiptir (S.Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül.İst.2021. s 194).

Bir yönü ile mecburen/tarihî şartların zorlaması ile bir “Ulus Devlet” olarak kurulan “Türkiye”de resmî dilin “Türkçe” olması, burada meskûn herkesin maslahatı gereğidir. Bunun ötesinde “asimilasyon” çabalarının, İslamî açıdan gayr-i ahlakî olduğu (30/22), herkesçe müsellemdir.

Cumhuriyet döneminde CHP’nin seküler-sek milliyetçiliğine karşı MHP, mukaddesatçı-muhafazakâr bir milliyetçilik ideolojisi geliştirdi. Necmettin Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, nam-ı diğer “İslamcılık” ise, dindar Türkler ve bazı “Gayri-Türk” unsurlar tarafından seküler milliyetçiliğe karşı bir “muhalefet ideolojisi” olarak kristalleşti (Bkz. Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 158). İslamcılığın ekonomi-politiği ise, periferide bırakılmış ve ekonomik/sınıfsal olarak zayıf ve ağırlıklı olarak da Orta, Karadeniz, Doğu Anadolu’da yaşayanların, devlet merkezli ekonomik imkânlardan –İsmet Özel’in deyimi ile- “biraz da biz ölelim” beklentisidir.

Başkanlık sistemine geçildikten sonra oluşturulan “Cumhur İttifakı”, ülkenin karşı karşıya kaldığı iç ve dış tehlikeler karşısında (“Beka Davası”) İslam (AK Parti) ve Muhafazakâr Milliyetçilik (MHP)’in, “Yerlilik” ortak paydasında fenomenolojik olarak yenilenmiş “Rabia (Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Devlet)” kavramı ile istihdamıdır. Seküler milliyetçiler, Alevîler ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu ittifak ise, “Millet İttifakı”dır.

Hâsılı, ülke-toplum, sağlıklı bir “Biz” oluşturamamaktan dolayı, iki terör örgütü (FETÖ-PKK) ve çeşitli Organize Suç Örgütleri (OSÖ/mafya) oluşturmuş ve ciddi bir düzeyde “seküler-muhafazakâr” ve “Kürt-Türk” olarak bölünmüş (“Biz”leşmiş) durumdadır. Sistem-kurum, uzmanlık, ehliyet/liyakat üzerine bir yönetim/bürokrasi kurma yerine; ağırlıklı olarak sekülerlik-dindarlık, mezhepçilik, kabilecilik, hemşehricilik, tarikat, cemaat, akraba, mafyöz ilişkiler, tanıdık, yandaşlık, kayırma üzerine bir yönetim oluştu. Aidiyetin, hafızanın, geleneğin “sadakat” habitusuna eleştirinin, vicdanın/ahlakın hakikati yeterince eklemlenememiştir.

Başa dönersek, çözüm, İslamî değerler ve “Medine Vesikası (ümmet)” ışığında –kimsenin verili kimliğini inkâr etmeden-, hakkaniyete dayalı bir “Toplum Sözleşmesi” oluşturmaktan geçiyor. Ben, buna “Rahmani Siyaset” demiştim. Bu sözleşmenin, -bizim gibi çoğul toplumlarda- salt ırk/etnik köken-dil, din ve zümre çıkarı gibi kimlik kriterlerine değil; ahlaki bağlamda adalet-zulüm ayrımına/hukuka, ortak toplumsal hafızaya/tarihe ve ortak toplumsal sembollere dayanması gerekir. Eğer toplumsal ideoloji veya ütopya, mevcut toplumsal “gerçeklikten çok uzaklaşırsa, dönüştürmek istediği toplumdan gereğinden fazla koparsa, baskıya dönüşebilecek radikal bir kırılma riski ortaya çıkar. Bu nedenle Ricoeur, gerçekleşmesi için şartlar üretmeden statik bir gelecek yansıtan tehlikeli bir şizofrenik ütopya söylemine karşı uyarıda bulunur. Buradaki hata, yeni olasılıklar açan geleceğin, geçmişin imkânlarından tamamen kopabileceğini hayal etmektir. Bu nedenle H. Marcuse’nin hatırlattığı gibi ütopya, kolektif hafızaya bağlıdır. Çünkü bütün otantik ütopyalar, kolektif hafızanın ürünüdür. Fakat bununla birlikte, yenileşme bu şekilde başladığından dolayı, ütopyaların yeni başlangıç umutları, toplumlar için elzemdir” (S. Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül. s.202).