Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-I.Bölüm

1. İslamî Bağlamda “Biz” Olmanın Dinî-Politik Kriterleri

Kur’an’da, “Biz” olmanın başlıca iki kriteri öne çıkar. Birincisi, “Ezelî Misak” (7/172) ve peygamberlerden alınan “Misak” bağlamında (3/81,13/20, 4/21…) mümin/müslim olmak yani “iman kardeşliği”(49/10), Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu ahlakî değerlere inanan ve onları savunan insanlar topluluğu yani “Millet-i İbrahim” (3/130,6/161,22/78…)dir. İkincisi ise, sözleşme (ahit/akit) oluşturulan politik “Biz”dir. Bu biz, farklı inanç veya etnik kökenden oluşan insanların, ortak maslahatlar sâiki ile aynı yerde, toplumda veya komşu olarak adalet ilkesine bağlı ve hukukî bir çerçevede oluşur. Buna da Kur’an’da “Ümmet” denir (6/38). Ümmet, aynı zamanda “millet” anlamında da kullanılır. Bu ikinci oluşumun (söz-leşmenin) ahlakî-hukukî kriteri hakkında Kur’an şöyle der: “Anlaşma yaptığınızda, Allah’ı şahit tutarak verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. –Bir toplum, diğer toplumdan daha güçlü olsa da-, yaptığınız anlaşmayı hile ve fesat vesilesi yaparak, -ipliğini eğirip büktükten sonra onu tekrar çözen kadın gibi- bozmayın. Yaptığınız sözleşmeler ile denenmektesiniz. (Dini mevzularda) ayrılığa düştüğünüz konuları, Allah ahirette elbette size açıklayacaktır.” (16/91-92).

Toplumsal-politik bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” oluşturmanın kriteri, salt kabile/etnisite (ırk/kavim), dil, çıkar ve dini inanç olamaz. Esas alınan kriter adalet ve zulümdür: “Allah sizi din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda/dini aidiyet ve kimliğinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (60/8-9).

Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra orada meskûn Yahudi, Müşrik ve Müslümanlar ile yapmış olduğu sözleşme, bu cinsten bir ahittir. Bu sözleşmeye Hz. Muhammed ve müminler sonuna kadar sadık kalmışlardır.  Sözleşmeyi Yahudiler ve Müşrikler ihanet ederek bozmuşlardır. Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında diğer kabileler ile de birçok politik sözleşme yaptığı bilinmektedir.

2. Müslüman İmparatorluklarda “Biz” Olmanın Kriteri

İmparatorluk dönemlerinde “Medine Sözleşmesi”nin ruhuna pek sadık kalındığı söylenemez. Örneğin, Emevî İmparatorluğunda “Arapçılık” yapılarak Arap Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) ayrımı yapıldığı gibi; Tevbe suresinin beşinci ayetinde bir “savaş durumunda” müşriklere uygulanacak yaptırımlar (savaş tazminatı vs), Emevî yönetimince, yanlış olarak normal durumlarda gayrimüslimlerin tümüne daimî olarak uygulanan bir “Zımmilik” statüsü geliştirilerek, Müslüman olmayan ahali, onursal olarak ve bazı haklar bakımından “ikinci sınıf” konumunda tutulmuştur. Gayrimüslimlerin temel insan hakları yani mal/mülkiyet, can, namus, din-dil hürriyetleri korunmuştur; ancak onur/şeref/haysiyet bakımından aşağılanmışlardır. Oysa Kur’an, bir toplumun, başka bir toplumu onursal olarak aşağılamasını kategorik olarak yasaklamıştır (49/11). Abbasî İmparatorluğu, Emeviler’e oranla daha kozmopolittir. Gayrimüslimlere bürokraside görevler verilmiştir ve Arapçılık yapılmamıştır. Endülüs Emevileri, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Beyliklerde de gayrimüslimlerin temel insan hakları korunmuş, onlara bürokraside görevler tevdi edilmiş ve fakat “zımmîlik” statüleri devam ettirilmiştir. Bu bakımdan çağı ile mukayese edildiğinde, Müslüman imparatorlukların diğerlerinden –kendinden olmayanlara muamele bakımından- daha iyi/adil durumda olduğu söylenebilir.

Klasik ulemadan bazıları mevcut Dünya’yı (Beşerî Coğrafya) “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-İcâbe=İslam’a icabet edecekler veya Dâru’d-Da’ve=İslam’a davet edilecekler” olarak ayırmışken; çoğunluğu, mevcut Dünyayı “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harp” diye ayırarak; Kur’an’a ters olacak şekilde, gayrimüslimleri inançlarının farklılığından (müşrik-kâfir) dolayı “Daimî Düşman” ve onlar ile ilişkiyi de “Sürekli Savaş” olarak kodlamışlardır. Bu içtihat, fütuhatçı imparatorluk ekonomilerini bir yönü ile yağma/ganimet/gasp (çökme) durumlarına dönüştürmüştür. Bu tutumun savunması, genellikle -İslami değerler unutularak- “İmparatorluk”ların genetiğine (himayeye karşılık haraç) bağlanarak yapılır. Bence, halkların antropolojik-kültürel genetiği de diğeri kadar etkin bir nedendir. “Dâru’l-Harp” kavramı/teolojisi, çağdaş Müslümanların birçoğunda -ahlaki bir “karakter yapısı”na dönüşerek- halâ devam etmektedir. Vahiy alan veya ona inanan toplumların tarihsel, toplumsal, geleneksel, antropolojik, sosyal psikolojik habitusları, vahyin evrensel ahlaki mesajını/ufkunu çoğu zaman birçok noktadan -ihlal ederek- aşabilir-taşabilir. Kur’an, bunun örnek hikâyeleri (Kıssa) ile doludur: “Kurtuluş Tarih” aynı zamanda “Helâk Tarihi”dir de.

3. Türkiye’de “Biz” Olmanın Kriterleri

a) Osmanlı Dönemi

Osmanlı İmparatorluğunda ahali, Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve genel tesmiyesi “Osmanlı” olarak “Biz” idi. “İmparatorluk” raconu gereği, kurucu ve yönetici olmalarına rağmen Türklerin adı ve sanı çok da ön planda değildi, diğer halklar ile aynı durumda; hatta kimilerince aşağılanıyorlardı. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi M. Kemal’de ciddi bir içerleme yarattığı ve onun milliyetçiliğini motive ettiği söylenir. Devletin resmi dili, Türkçe ağırlıklı; Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerden oluşan “Osmanlıca” idi. Milliyetçilik hareketleri başlayınca, gayrimüslimlerden Yunanlılar, Bulgarlar; Müslümanlardan ise Araplar, müstakil devletler olarak koptular. Hâmilerinin teşviki ile Ermeniler de devlet olarak kopmaya çalıştı, kopamadı; tehcir edildiler. Birinci Dünya savaşı akabinde Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ahali Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki de, Anadolu’daki gayri müslimleri tehcire zorladı. Anadolu’da az sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi kaldı (Azınlıklar). Bazı Rumlar da Cumhuriyet döneminde “mübadele” yolu ile ülkeden çıkarıldı ve Balkanlarda kalan Türkler, Türkiye’ye getirildi.

b) Devrim ve Tek Parti dönemi

Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçen yüzyılın başında (1924) yeni kurdukları devlette “Milliyetçi” bir tez ile Türklere “seküler-Müslüman” bir kimlik oluşturmaya girişti. Etnik olarak Türk olmayan (Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap…) Müslüman ahaliye ve gayrimüslim-gayri “Türk” ahaliye (Ermeni/Hıristiyan-Yahudi) “Vatandaş” anlamında “Türk” dendi. Avrupa’da olduğu gibi fazla sek/sert olmayan, bir “Türkleştirme” politikası izlendi. Göçmenler, bu politikayı, iskân-ikâmet etme ve yurt-yuva bulma karşılığı kolayca kabullendi. Anadolu’da mukim Kürtler, kabullenmede zorlandı.

Türkiye Cumhuriyeti kültürel ve politik bir “Devrim” ile kurulmuş bir “Ulus-Devlet”tir. Kültürel hafızasının donması felaketine maruz kalan toplumumuz, yönetici elitler tarafından radikal bir reddin ve unutuşun krizine yuvarlanmıştır. Geçmişin koşulsuz-sürekli yüceltilmesi, radikal ve travmatik bir redde ve zorla bastırılmaya dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Biz” kriterleri ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin “Biz” kriterleri büyük ölçüde değişmiştir. Kültürel olarak dinsel “Kimlik Teknolojileri”nden (M. Foucault) yani Amentü-İslam’ın Beş Şartı, Şeriat, Hilafet, Tarikattan; milliyetçi-seküler (çağdaş) kimlik teknolojilerine geçiş yapılmıştır (Altı Ok, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı, Andımız). Şeriat, Hilafet ve Tarikatlar ilga edilerek, yerine Cumhuriyet rejimi ve seküler/milliyetçi bir kimlik politikası benimsenmiştir. Osmanlıdaki “Millet Sistemi”ne dayalı çok dinli ve çok dilli bir toplumdan -“Meşrutiyet” ve “İttihat ve Terakki”  deneyimi ile-  tek dinli (İslam-Hanefi) ve tek dilli (Türkçe), eşit- Anayasal vatandaşlığa dayalı, “Türk” isimli bir “Biz” oluşturulmuştur. Dillerinin-etnik kökenlerinin ve dinlerinin farklılığına bakılmaksızın herkese “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve “Türkçe” resmi dil olarak benimsenmiştir. Bu süreçte “İstiklal Marşı”, seküler kesim ile muhafazakârları/dindarları birleştiren tek “Kanon” niteliği kazanmıştır. Ancak bu kimlik politikası, dindar ve Kürt vatandaşların bir bölümünde bariz bir memnuniyetsizlik ve içerleme-uçuklama yaratmıştır. Cumhuriyet ve Demokrasi ise, bütün toplum kesimleri tarafından kolayca benimsenip içselleştirilmiştir.

c) 1950-2000 (Menderes-Özal) Dönemi

1950 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde, muhafazakâr halk yığınları kültürel/kimliksel rahatsızlıklarını DP, AP, MHP, MSP, ANAP aracılığı ile ifade etmişlerdir. Alevî vatandaşlar, mezhebi/kimlik mağduriyetlerini dernekler yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır. 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir bölümü, memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde illegal-terör (PKK) dominasyonu ile ifade etmişlerdir. 1950 sonrası politik yaşamı kontrol altına alan askerî bürokrasi (ordu/vesayet sistemi), kuruluş felsefesinden bu tarz ideolojik-politik “sapma”ları, Darbeler (1961, 1971, 1980, 28 Şubat/1997) ile “düzeltme”ye çalışmıştır. 1970-80 arasında yaşanan “Sol-Sağ” ve “Alevî-Sünnî” gerilimi, seksen darbesinden sonra ortadan kalkarken; Kürt sorunu, PKK olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Hâsılı, Tek Parti döneminde yaratılmaya çalışılan seküler-milliyetçi “Biz” kimlik teknolojileri, hukukî eşitlik söylemine rağmen, fiiliyatta halkın bir kesimi nezdinde pek tatmin edici olamamıştır.