Kesin – Kör İnancın Kötülüğü

Ankara Şehir ve Medeniyet Derneği Dernek Merkezinde 16.12.2017 tarihinde yapılan “Kesin – Kör İnancın Kötülüğü” başlıklı seminer kaydı.

Kesin ve Kör İnancın Kötülüğü-1

Kesin ve Kör İnancın Kötülüğü-2

Kesin ve Kör İnancın Kötülüğü-3 (Soru ve Cevaplar)

Siyasette Vatanseverlik/Vatandaşlık ve Din Kardeşliği Üzerine

4.12.2017

Vahy/peygamber din geleneği, tarihte ilk defa “ideolojik toplum” oluşturma projesidir. İlkel dinler, genellikle tek dilli kabile dinleridir. Vahy/peygamber geleneği, bunu aşarak farklı dillerden, kavimlerden insanları aynı dava altında toplanmaya çağırır. Yahudilik, özünde böyle bir din davası idi. Ancak İbraniler, onu “seçilmişlik” iddiası ile kendi milli dinleri haline getirdiler. Hristiyanlık, doğuş anı olarak kozmopolit bir din davası olarak doğdu: Roma imparatorluğu. İslamiyet de öyle. Ancak zamanla bu dinlerin müminleri/müntesipleri, “dinlerini parçalayıp, mezheplere ayrıldılar; her bir gurup da kendi yorumu ile mutlak doğru olduğu vehmine kapıldı.”(30/32). Yahudiler, kendi bönlükleri yüzünden kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık ile maluldürler(5/64). Oysa Allah, müminlerin kendi aralarında “düşmanlık” değil; iyilik ve takva üzere yarışmalarını istemiştir (5/2). Kur’an, müminlerin kendi aralarında “kardeş” olduklarını ve eğer iki mümin gurubun arasındaki ihtilaftan dolayı bir “savaş” çıkarsa; aralarının bulunması ve düşmanlığın giderilmesi önerilmiştir (49/9-10). Ayrıca Kur’an, Müslümanlar ile aralarında düşmanlık bulunan gurup arasında –tekrar dostluk oluşabileceği ihtimalinden dolayı- kinleşmeye gidilmemesini önermiştir (60/7).

Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve diğer İslam devletleri, Müslümanların birinci sınıf; gayri müslimlerin de “cizye” ödedikleri ve “zımmi” olarak “ikinci sınıf” statüye sahip oldukları siyasal imparatorluk yapıları olarak kuruldu. Bana göre cizye, o günkü koşullarda düşmandan bir kereye mahsus olmak üzere alınmış “savaş tazminatı”dır (9/29). Buradan bir “vatandaşlık hukuku” çıkarılması yanlıştı. Buna rağmen, İslam imparatorluklarında gayri müslimlerin can, mal/mülkiyet, namus, dil ve din özgürlükleri ve hakları güven altına alınmıştır. Roma ve Bizans İmparatorluğunda(Katoliklerde ve Ortadoxlarda) kendilerinden olmayanlara bu hakların verilmediği bilinmektedir. Tarihi süreç içinde bu üç büyük dinin gerek kendi aralarında, gerekse bu dinlerin içinde oluşan mezhepler arasında yoğun-kanlı iç çatışmalar ve katliamlar yaşanmıştır. Dinler tarihi buna şahittir. Bugün de bu çatışmalar -İslam dünyasında yoğunlaşmış olduğu halde- devam ediyor.

Avrupa’da Rönesans-Reform ve Aydınlanma ile birlikte din savaşları yanında Milliyetçilik-Irkçılık savaşları oldu. Uzun süren bu savaşlardan sonra “Ulus Devlet” denen siyasal bir kategori yaratıldı. Burjuva sınıfının hâkim olduğu değişik coğrafyalarda sınırlar içinde bu sınıfın dışındaki etnik-dilsel guruplar asimile edilerek, hatta yer yer katliamlar yapılarak “Laik” karakterli ulus devlet yapıları kuruldu. Bugünkü Avrupa ve ABD böyle doğdu. Bu oluşum, bütün dünyayı etkiledi, imparatorlukların yıkılmasından sonra, sanayi devrimine paralel olarak bütün dünyada “ulus devlet”ler kuruldu.

İslam imparatorluklarında gayri müslimlerin “ikinci sınıf” sayılması ve “Ulus Devlet”lerin hâkim/burjuva sınıfının ait olduğu etnisite dışındaki etnik yapıları asimile etmesi, bugünün ahlaki/vicdani bilinci tarafından onaylanmamaktadır. İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Anayasal Demokrasi ve Laiklik ilkeleri, bir coğrafyada/devlette yaşayan bütün vatandaşların eşit onura ve hukuka sahip olmaları gerektiğini söylüyor. AB ve ABD’nin, dış politikada gavurluk yapmaları ile içerde uzun süre birbirlerini yemenin sonucunda keşfetmiş oldukları toplumsal barışı ve adaleti tesis eden sistem yaratmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Bu ikinci durum, İslam’ın “Rahman” olan Allah’ın insanlıkla ilişkisi anlayışına uygun olduğu kanaatindeyim. Coğrafya, İbn Haldun’un dediği gibi, insanlar için eğer büyük oranda zorunlu bir “kader” ise; bir ülkenin içinde yerleşik olarak bulunan/kalan insanların adil bir tarzda yönetilmesinin temel ilkesi “eşit yurttaşlık” olmalıdır. İletişim ve ulaşım ile “çoğul” hale gelmiş(küreselleşmiş) modern toplumlarda bu kaçınılmazdır. Devlet, Rahmaniyetin tecellisi olarak, o ülkede bulunan bütün insanlara karşı dil, din, ırk, sınıf… ayırımı yapmaksızın, onlara “İ’yalullah (Allah’ın ailesi) muamelesi yapması gerekir. “Ümmetçilik” -Medine Anayasasında olduğu gibi- benim nezdimde de dincilik(milletçilik) değil; Rahmaniyetin tecellisi olarak “Adalet/Hakkaniyet Devleti”dir. Devletin dini adalettir. Mazlumun dini sorulmaz. Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur(2/193). Bu devlet, sadece yeryüzündeki Müslümanlar ile değil; bütün mazlum/mağdur ve madunlar ile ilgilenir. İmam Şafii’nin: “Beden bilimleri, din ilimlerinden öncedir” fetvası gereğince, vatanın/milletin-vatandaşların varlığının korunması, tebliğ ve din davasından öncedir; daha doğrusu, öncelikli “din davası” budur.

Avrupa’da bugünlerde tekrar hortlamış olan İslam düşmanlığı ve ırkçılık tutumu gerekçe gösterilerek, yukarda saydığım ve kendi içlerinde geliştirmiş oldukları kurumsal yapının doğruluğu bir birine karıştırılmamalıdır. Müslümanlığın teorisi/teolojisi ile bugün içinde bulunduğu mezhep savaşlarının karıştırılmaması gerektiği gibi.

Türkiye bağlamında konuşacak olursak, “Milli Görüş”, “Cemaat” ve “Muhafazakarlık/İslamcılık” adları altında dinin/mezhebin siyasete tekrar sokulması, FETÖ olayı ve Ak Partisi(Sünni)-CHP(Alevi) ayrışmasını doğurmuştur. Buradan derhal çıkılması ve “Vatandaşlık” ortak paydasında “hizmet/maslahat” eksenli siyaset yapılmasına dönülmesi gerekiyor. Aksi halde, “15 Temmuz Darbesi” gibi, yeni dinsel içerikli iç-savaşlar yaşamamız mukadderdir. Dinî saik ile siyaset yapacak olanlar, dillerini dine sokacakları yerde(çünkü bu durumda riya, istismar, bağnazlık, totalitarizm, dogmatizm ve iç-savaş ihtimali artıyor), vicdanlarını, akıllarını ve ahlaklarını siyasete soksunlar. Ahirette umdukları Allah rızasını ve mükâfatı kazanacaklarına ben garanti veririm: “Allah, sizin dillerinize(ayet-hadis), isimlerinize ve yüzünüze bakmaz; kalplerinize ve yapıp-ettiklerinize bakar.”

Din Dilinin Tabiatı

Din Dilinin Tabiatı ve Düşünmenin İki Farklı Genetiği konuları üzerine 10.11.2017 tarihinde Sivas Kuran Okulu’nda yapılan konuşma kaydı.

1-Düşünmenin İki Farklı Genetiği

2-Şükreden ve İbret Alan Düşünce

3-Soru Cevap Bölümü

Türkiye’de Hukuka Güvenin Kaybolmasının İşaretleri

10.10.2017

Hukukun yeryüzündeki Tanrılık benzeri bir şey(son sığınak) olduğunu, Tanrının bir sıfatının da “Adalet” olduğunu herkes bilir. Pozitif hukuk, mutlak adaleti yansıtmasa da; onun peşinde olduğunu yine herkes bilir. İslam dini, “Şeriat” kavramı ile hukuku icra etmeye çalışmıştır(“Şeriatın kestiği parmak, acımaz”). İslam toplumlarında Şeriat doktorlarının(Fukaha), devletten bağımsız olarak görevlerini yapmaları, siyasal iktidarın şeytansı bir parça taşımasından dolayı da son derece isabetli olmuştur. Modern devletler, hukuku önce siyasal iradeye bağlamış; sonra da bunun mahzurlarını gördükten sonra, onu bağımsız bir erk olarak devletin içinde konuşlandırmıştır: Hukuk Devleti. Hatta siyasal erki bile mutlak monarşi olmaktan çıkarıp hukuka bağlamıştır: Anayasa/Toplum Sözleşmesi. İnsan Hakları, modern devletlerin hukuka verdiği önemin başka bir göstergesidir. Osmanlı, monarşiden “Kanuni Esasi” aracılığı ile modern devlet yapısına geçmeye çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası ile modern bir devlet olarak kuruldu. Tek parti döneminde Hukuku bağımsız bir erk olarak kuramadı. Çok partili hayata geçtikten sonra bazı adımlar atıldı. Askeri ihtilaller, gerçek bir hukuk devleti kurmamızı engelledi. İki binlerden sonra Avrupa Birliğine uyum yasaları ile hukuk alanında epeyce mesafe alındı. 2010’dan sonra siyasal iradenin güçlenmesi,  karizmasının pekişmesi ile “siyasi” tasarrufları arttı. Devrimle kültürel ve ekonomik olarak mağdur olmuş muhafazakâr kitleler, gerçek temsilcisini çıkararak merkeze taşındı. Bu periyotta iç siyasi faaliyetin yoğunlaşması normaldir. Gezi olayı ve 15 Temmuz, bu siyasi güce karşı illegal, yine siyasi atraksiyonlardı. 15 Temmuz sonrası ve Başkanlık halk oylamasından sonra, siyasal güç ve onun temsilcisi Cumhurbaşkanı ülkede, devlette ve siyasette fiili olarak neredeyse tek güç haline geldi. Gücün mutlaklaştığı yerde insanlar, kendiliğinden kendilerini mutlak güce göre ayarlarlar. Mutlak güç olmanın tehlikesi, aslında budur: Oto-sansür. Mutlak gücün iradesi okunur ve ona göre tavır alınır. Açık emre gerek yoktur.

Hukuk kurumlarına Fetö’nün sızması ile Askeriyeye karşı giriştiği “Ergenekon-Balyoz”  kumpas davaları ile zaten itibarı sarsılmıştı. 15 Temmuzdan sonra çıkarılan “OHK” ile de bu sarsıntı pekişti. Giderek toplumda Hukuka karşı güvensizlik hat safhaya ulaşmış durumda. Hukukçuların arasında yapılan bir araştırma sonuçlarına göre, hukuka güven oranı %15’lere düşmüş durumdadır.

Türkiye’nin temel sorunlarından biri, hukuk kurumları oluştursa da, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Eğitiminin zayıflığı yüzünden “Hukuk Nosyonu” olan elemanlar yetiştirememesidir. Hukukçu yetiştirmek, Tanrı benzeri insan yetiştirmek gibi zor ve önemli bir şeydir: Hukukçular, “vicdanı hür-İrfanı hür”, adil-insaflı, tarafsız ve doğru karar verme yetisine haiz insanlar olmak zorundadır. Siyasi görüşe sahip olmasına rağmen, kararlarında onu yansıtmaması gerekir; beklenir. Eşitlik ve adalet idelerine birden sahip olması gerekir; beklenir. Din, dil, ırk, akraba, yakın, parti… ayrımı yapmaması gerekir; beklenir.

Televizyon haberlerinde ve gazetelerde son yıllarda giderek Türkiye’de kişisel infazların-heaplaşmaların arttığını görüyoruz. Sosyal medyada yayınlanan “işkence” videoları, şehir magandalarının gün ortasında saldırı sahneleri, trafik magandalarının yol ortasında kavgaları, meydan dayakları, uyuşturucu çetelerinin sokaklarda kol gezmesi, cinayet haberlerinin artması, vatandaşların “Devlet/Hukuk”a olan güveninin kaybolduğunun semptomlarıdır. Hukuka güvenin olmadığı yerde mafyalaşmanın artacağı aleykel-beyandır. Hukukun, özerk olmadığı toplumlarda o, siyasi erkin sopası-köpeği haline gelir.

Siyaset de bir tür Tanrılık iddiasıdır. Yoktan hüküm koyma, insiyatif alma, icraat yapmaktır. Ancak, Allah gibi, kendini adalet ve merhametle sınırlamak zorundadır. Eğer başıboş, serbest ve mutlak olursa(Hikmetinden sual olunmaz”, “Hikmet-i Hükumet”), oradan Rahmaniyet değil; şeytanlık(firavunlık) çıkar. Siyasetin, kendini dinsel otorite olan Tanrıya(İmamet-Hilafet) veya onu temsil eden bir kuruma (Kiliseye) yaslaması, “Teokrasi” olarak tarihte totalitarizm-dogmatizm ve din istismarı doğurmuştur. Siyasal iktidar, siyasal tasarruflarına paralel, bütün vatandaşlarını ikna edecek(güvendirecek) kendinin dışında bir hukuk erki çıkarmak zorundadır. Hatta bu hukuki erk, gerektiğinde siyasal erki de denetlemeli(Anayasa Mahkemesi) ve yargılamalıdır.

Tanrı’da hukuk yetkisi ile siyasal yetki birleşmiştir. Ancak, insanda bu yetkilerin ayrılması, insanlığın tecrübeyle bulduğu bir yoldur. Tanrı, mutlak adil ve merhametlidir; oysa insan “zalim-cahil”(33/72) ve “zayıf”(4/28)dır. Tarih, bu iki yetkiyi kendinde birleştirmiş Tiranların yarattığı acılarla doludur. Birçoğu da samimiyetle; hatta “Allah rızası” için.

İslam Dünyasında Sonuçları “Neden” Olarak Görme Hastalığı ve Çıkış Yolu Arama Çabaları

17.8.2017

İnsanlığın en eski, en yaygın ve aklın kendinde olan yozlaşma biçimi, nedenler ile sonuçları birbirine karıştırması ve yer değiştirmesidir. Bu günahı en fazla işleyenler de Nietzsche’ye göre, ahlaklı olmayı mutluluğun nedeni olarak vaaz eden din adamları-teologlar ve ahlakçılardır: “Erdemli ol ki, mutlu olasın.” Nietzsche’ye göre, tersi doğrudur. Bir başka örnek İtalyan diyetisyen yazar Corneo’nun uzun yaşamak için önerdiği diyetin, tersinden insanın ölümüne yol açacağı örneğidir. Başka bir örnek, sıradan bir gazete okuyucusunun: “Bu parti, eğer böyle gidecek olursa, kendini bitirecek” iddiasıdır. Tersi doğrudur. Bu parti, zaten çöktüğü için, böyle gidiyor…(1) Nietzsche’nin başka bir aforizması olan “Yalnızca kadınlar, çocuklar, inekler ve İngilizler, mutluluk peşinde koşarlar”a dayanarak, mutluluğun ahlakın nedeni olduğunu da sorgulayabiliriz. Bana göre ahlaklı olmanın sonucu mutluluk değil, mutmainliktir.

İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışan birçok düşünür, aydın, entelektüel, Nietzsche’nin bahsetmiş olduğu bu yaygın hatanın içine düşmektedir. Sonuçları sebep olarak göstermektedirler. Bana göre, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sorunların büyük bir bölümünün nedeni, insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşmanın sonuçlarını “neden” olarak görmek yanlıştır. İnsanın kendi özünü ben, içgüdü (nefs), düşünme/yaratma(akıl) ve vicdan/ahlak (lübb) olarak görüyorum. Bakara Suresinin 6-20 ayetleri bize ahlaki/vicdani(dine) yabancılaşmadan bahseder(Küfür-Nifak). Mistisizm(Tasavvuf), insanın “ruh”unu merkeze alarak “ahlak” adına nefsine ve yaratıcı düşünme kabiliyetine yabancılaşmasıdır(pasif nihilizm). Logos’suz (akıl-nedensellik-düşünce-düzen) salt pathos (duygulanım-coşku-sarhoşluk…)dur.

Erich Fromm’da bize insanın modern çağda içgüdüleri aracılığı ile yaratıcı kabiliyetlerine ve ahlaki vicdanına(dine) yabancılaşmasından bahseder: “Din, içi boşaltılmış bir kabuk haline getirilmiş ve insanı başarıya götürecek olan güçlerin artırılmasına yönelik bir yardım mekanizmasına dönüşmüştür. Tanrı ise bir “iş ortağı” haline gelmiştir… İnsanoğlu giderek artan üretim ve refah seviyesine rağmen, kişilik duygusunu her geçen gün kaybetmekte, böyle bir düşünce, büyük ölçüde bilinçaltında olmasına rağmen, hayatın anlamsız olduğunu hissetmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sorun, “Tanrı’nın ölmüş” olmasıyken; yirminci yüzyılda “insanın ölmüş” olmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda “insanlık dışı” olan “zulüm” iken; yirminci yüzyılda bunun yerini şizoid öz yabancılaşması almıştır. Geçmişteki tehlike, insanların köleleştirilmesiydi; gelecekteki tehlike ise, insanların robotlaşması olacaktır.”(2)

Lider-toplum ilişkisinde yaygın olan bir “neden-sonuç” yanılgısını da Deleuze ve Guattara şöyle düzeltirler: Genellikle düşünüldüğünün aksine, liderler halklara yön vermezler; halklar, karakterlerine uygun liderler ortaya çıkarırlar. Liderler tarihe yön vermezler; ama halkların karakter yapıları ve arzuları “otoriterlik” olarak adlandırılan bir tür duygusal veba ile zehirlendiği için, bu yine halkların aleyhine işler. Buna göre, Lider yetenekli olduğu için değil; ataerkil ailede yetişmiş ortalama bir birey olduğu için iktidarı elde eder. Yani kötülük, yukardan aşağı değil; aşağıdan yukarı doğru işler. İnsanlar böyle olduğu için, otoriter liderler olanaklı olur. Otoriter partiler, insanları makineci-gizemci yapmamakta; tam tersine, insanların makineci-gizemci kişiliği otoriter partileri doğurmaktadır.(3)

Şu anda İslam dünyasında din, ritüeller ve pathos (tasavvuf) üzerinden siyasal olarak toplumların değişik şekillerde konsolide edilmesi işlevini görüyor. Dinin özü olan düşünce ve duyguya dayanan iman ve ahlak, piyasada neredeyse yoktur. Kur’an, insanın ahlaki/vicdan kabiliyetinin diri tutulmasıyla kurtulacağını; onu dumura uğratmasıyla da çökeceğini bize söyler.(91/7-10). Kur’an, baştan sona kadar insanın ahlaki vicdanını düşünme aracılığı ile diri tutmaya çağırır. Özünü veya insanlığını korumanın başka yolu yoktur. İmanın ve salih amelin oluşmasının ve devamının bundan başka bir yolu yoktur. Düşünce-duygu ve davranıştan oluşan dini akt, ancak bu şekilde canlı kalabilir. Ancak, yine Kur’an’ın itiraf ettiği gibi, peygamberden sonra araya “uzun zaman” girince, müminlerin kalpleri katılaşır ve çoğu yoldan çıkar(57/16). Bugün olan da budur. Biz, buna bir de “Sünni” teolojinin yaratmış olduğu dini yabancılaşmayı ekleyelim:

İslam düşünce tarihinde ilk iki yüzyılda ortaya çıkan ve Kur’an ve Sünneti vicdan, düşünme (dirayet) yolu ile almaya çalışan “Rey Ehli” ile bu kaynakları bizatihi mutlak otorite olarak görüp taklit ile onlara koşulsuz boyun eğen “Hadis/Rivayet/Sünnet/Eser Ehli” arasındaki ayrışmada ikinci yolun “Ehl-i Sünnet” olarak devletlerin resmi ideolojisi haline gelmesi, İslam toplumlarının bugün yaşadığı sorunların temel nedenidir. Teolojik düzlemde bu ayrışma, Mutezile’nin benimsediği kaynakları dil, akıl ve ahlak zemininde yorumlama çabası ile, kaynakları bunların dışına çıkararak Mutlak kudret olan Allah’ın iradesine gerekçesiz-sualsiz bağlayan Kaderci Eş’ariliğin çabasına dayanır. Fıkıh usulünde Rey Ehlini, Hanefilik ve Malikilik temsil ederken; Hadis Ehlini, Şafiilik ve Hanbelîlik temsil eder.

Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Parimonyal sistemin periferisinde kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya) ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır. Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.

Bir başka önemli neden ise, 12. yüzyıldan itibaren küçükbaş hayvan besleyen göçebe ve asker olan Türklerin İslam dünyasında kurdukları siyasal hegemonyadır. Soyut düşünmeye, ticarete ve yerleşik hayata/şehir kurmaya meyyal olmayan Türkler, kurdukları askeri merkezli imparatorluklar (Selçuklu-Osmanlı) ile fütuhat ekonomisi oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi yapısal değişime (endüstri-teknoloji) uğrayınca da gelirleri (hoşafın yağı) kesilmiş ve çökmüştür.

Batıda 16. yüzyıldan sonra meydana gelen Aydınlanma, Rönesans ve Endüstri devriminin yarattığı değişimi zamanında algılayıp ona karşı kendi modernitesini (teknoloji-iktisat-siyaset-hukuk) yaratamayan İslam dünyası, siyasal ve toplumsal-kültürel varlığını koruyamayarak çökmüş ve akabinde ciddi düzeyde yabancılaşmaya uğramıştır. Sanayi ürünü olmayan İslam toplumları, hammadde, yarı mamul-montaj ürünler ve tarım ürünleri satarak gelir sağlamaya çalışmaktadır. Abbasiler döneminde yaratılan ticari kapitalizm, endüstri devrimi (sanayi kapitalizmi) ile sona ermiştir.

Teknoloji toplumunda ve kapitalizm makinasının küresel hegemonyasında alternatif olarak iktisadi sorunların çözümünün zor olduğu ortadadır. Ancak Müslümanlar, kimlik ve kültür sorunlarını (yabancılaşma) çözmek istiyorlarsa, kendilerini bu duruma getirenin, Sünniliğin “Tasavvuf (pasif nihilizm)” eklemeli “Hadis Ehli” ve “Eş’arilik” olduğunu görüp, Mutezile ve Hanefiliğin-Maturidiliğin oluşturduğu “Rey (görüş-düşünce) Ehli”nin düşünce yoluna geri dönmeleri ve dini hamiyetleri ile birlikte eşyayı ve olup-biteni(olguları) merak etmeyi (bilim) öğrenmeleri gerekmektedir.

1-Nietzsche, Friedrich. Putların Alaca Karanlığı. Çev: Y.Kaplan. İst. 2011. s. 53-54.

2-Fromm,Erich. İsa Dogması. Çev:B.Leblebicioğlu. İst. 2017. S, 98-99.

3-Demirtaş, Mustafa. Arzu Politikası(Deleuze-Guattari Etkisi). İst. 2017. s 37.

FETÖ Tarafından “Kandırılma”nın veya “İstismar” Edilmenin Sünni-Ortak Psikolojisi ve Teolojisi Üzerine

31.7.2017

Diyanet tarafından hazırlanan “Kendi Dilinden FETÖ(Örgütlü Bir Din İstismarı)” raporunun sonuçları 26 Temmuz günü Basın toplantısı ile medyadan duyuruldu. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez şöyle bir cümle kullandı: “Bu örgüt, insanların zihinlerine, gönüllerine ve değerlerine sızmıştır.” Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan da daha önce: “Allah affetsin; kandırılmışız.” demişti.

Benim temel iddiam şu: Bu “zihinlere, gönüllere ve değerlere sızma” veya “kandırılma-İstismar edilme”nin ortak ahlaki psikolojisi ve teolojik kodları analiz edilmeden, sökülmeden, ortaya çıkarılmadan bu örgütle mücadele etmek imkânsız olduğu gibi; yenilerinin oluşmasının önüne geçmek de mümkün olmayacaktır. Bu sökme ve analiz etmenin ucu kendimize, kimliğimize, değerlerimize, kodlarımıza, mezhebimize, meşrebimize dokunacağı için, bu olay üzerine yazıp çizenler, konuşanlar, olguyu bizden uzaklaştırmaya, dışarı atmaya, marjinalleştirmeye, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tutum, entelektüel anlamda körlüktür; ahlaki anlamda ödlekliktir, sahtekârlıktır, iki yüzlülüktür. Eğri oturup doğru konuşalım. Kandıran ile kandırılan, istismar eden ile edilen, aynı-müşterek ahlaki-vicdani-itikadi ortak paydaya sahip olmazsa, kandırma ve istismar gerçekleşmez. Uzun süreli, gönüllü birliktelikten sonra sonunda bir “zorlama” ve “ihanet” olayı vuku bulmuştur. Gönüllü birliktelik süresince var olan ortak duygudaşlık, psikoloji ve akaid aynılığı sorgulanmadan, “zorlama” veya “ihanet”in nedenleri üzerine sağlıklı olarak konuşulamaz.

Bu Cemaat’in 45 yıl boyunca ülkemizde ve dünyada yaptığı “doğru” işler olduğu gibi; “yanlış” işler de vardı. Örgütün veya cemaatin laik veya muhafazakâr kesimlerden ilişkiye girmediği neredeyse bir Allah’ın kulu yok. 19.5 milyon aileden 14 milyonu ile ilişkileri olmuş. Cemaatin üyeleri, muhafazakârların kardeşi, bacısı, amcası, yeğeni, eniştesi, oğlu, kızı….dır. Cemaatin yaptığı “doğru” işleri(örneğin: kaliteli eğitim verme, TUSKON ile yurt dışına ihracat yapma… vs) vatandaşlarımızın onaylamasında bir sorun yoktur. Fetullah başta olmak üzere, cemaatin üyelerinin kâhir ekseriyetinin dini manada “samimiyetsiz/sahtekâr” olduklarını söylemek de abestir. Doğru teşhis, “istikamet”lerinin yani Tasavvuftan gelen -Hanefilik ve Maturidilikten değil- teolojilerinin sakatlığıdır. “Ameller, niyetlere göredir” hadisini diline pelesenk eden Sünnilik, “Ameller, sonuçlarına göredir” meşhur hadisini hiç hatırlamamıştır. Kilise, ortaçağlarda samimiyetle veya Allah rızası için yani bu motivasyonla akıl almaz cinayetler işledi. Bizdeki “Hariciler” de öyle. Bu örgütün yaptığı da benzer bir olaydır.

Türk Sünniliği’nin Hanefi-Maturidi rasyonel teolojik çerçevesi sağlamdır; fakat geliştirilmeye muhtaçtır. Ancak Türk Sünniliğinin muazzam zayıf karnı “Tasavvuf” boyutudur. Tasavvufun, Türklerin seciyesine uygun merhamet-hoşgörü tarafı olduğu gibi; itikad, ahlak ve siyaset alanlarında ciddi handikapları da mevcuttr. Bu “teosofi” –teoloji değil- sökülmeden hiçbir şey yapılamaz. Tarikatlar ve cemaatler, Türkiye’nin tarihsel, sosyolojik-kültürel-dini gerçekliğidir; bu doğru. Ancak, ahlaki ve teolojik bağlamda çürümüş-eskimiş ve hastalıklı bir gerçeğidir de. Rahmetli Mehmet Akif’in “Safahat”ına bakanlar, bu yapıların, Osmanlının çöküşündeki rolünü görür.

İslam’ın doğuşu, Hristiyanlıkta olduğu gibi, yeraltı örgütü veya heretik “fırka” olarak değil; toplum(Cemiyet/Sevadu’l-Azam) olarak doğmuştur. “Tarikat”, dördüncü yüz yıldan itibaren, bidat olan Tasavvuf’un inkişafından sonra Selçuklular ve Osmanlılarda ortaya çıkmıştır. Bunu da dürüstçe görmek gerekir. Dini ve toplumsal bağlamda yaptıkları doğru işler olduğu gibi; toplumları çürüten, aptallaştıran, miskinliğe götüren işlevleri de olmuştur. Dini saiklerle cahil bırakılmış insanların “şeyh” olarak isimlendirilen kişilere sorgusuz-sualsiz bağlanmaları, İslam’ın “Ulema” geleneği ile çelişiktir. Fukaha ve Mütekellimlerin kuru akılcılıkları ve katı şekilcilikleri sorgulanmadan bu “Tarikat” kurumunun ortaya çıkışının psikolojik-sosyolojik nedenleri anlaşılamaz. Şeriatın/Ulemanın, o günkü katılığı-kuruluğu, hatta bağnazlığı, insanları nefes almak için “meczup”luğa itmiştir.

Türkiye’nin, bir “kültür devrimi” ile kurulması, Osmanlı’da çökmüş olan Tarikatların Cumhuriyet döneminde yeraltında devamını sağladığı gibi; buna ilaveten bir de “Cemaat”lerin(Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık-İsmailağa…) ortaya çıkmasını doğurmuştur. İki binli yıllardan itibaren, devlet kültürel bağlamda normalleşmeye başladıktan sonra, bu yapıların “kültürel mağduriyet” mazereti kalmamıştır. Kaldı ki, çok daha öncesinden itibaren bu yapıların iktisadi birer “holding”e dönüştüğü de bilinmektedir.

Fetö’ye gelecek olursak, sorun, cemaatin, daha doğrusu Fetullah’ın muazzam büyüklükte bir ütopyayı yani Dünya’nın müslümanlaştırılması için kendinde “Mehdilik” misyonu ve müritlerinde de “Temsil” misyonu görmesindedir. Kur’an ve Sünnette, ehlinin “Tebliğ” yani vaaz ve irşad sorumluluğu olduğu halde; “Temsil” inancının Tasavvuf menşeli olması gerekir. İkinci sorun, bu gayeye ulaşmak için, gerekirse, Kitap Ehli ile uzlaşmaya girişmenin teolojik kodları da Tasavvuf aracılığı ile Sünnilikte mevcuttur. Vahdet-i vücut teorisi, her türlü uzlaşmaya ahlaki-teolojik zemin hazırladığı gibi; “Allah, isterse, kendi dinine Kafirler aracılığı ile de yardım ettirebilir” hadisi, Sünni kaynaklarda mevcuttur. Ayrıca Sünniliğin “Kader” teorisi, başta Fetullah olmak üzere, cemaatin bütün müritlerine, sağlanan başarıda kendilerinin hiçbir payı olmadığı; kendilerinin sadece “vesile” oldukları kanaatini vermiştir. Amaca ulaşmak için vasıtaların da doğru olması gerektiği, Kur’an ve Sünnette gayet açıkça vazedilmiş olmasına rağmen; Fetö’nün bir sürü aleni-gizli ahlaksızlığa başvurması da, mevcut Sünnilikteki “Daru’l-Harp”, “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” geleneğinden kaynaklanmıştır. Tasavvufi epistemoloji, ilhama/sezgiye(Batınilik) dayandığı için; bu bilgi yolunun, Kur’an’ın akıl-mantık ve gramer kurallarına dayanan “Beyan”ı ile çelişen tabiatı reddedilmeden; “Bunlar, Tasavvufu istismar ettiler” açıklamasının hiçbir anlamı yoktur. Mistik tecrübenin dünyada bin bir çeşidi olduğu gibi; bir dinin içindeki versiyonunda da bin bir çeşidi bulunabilir. Müslüman toplumlardaki Yesevilik ve Nakşiliğin bazı kollarında “Şer’î(Hukuki-Siyasi)” bir çerçeveye ihtimam gösterildiği halde; başta Vahdet-i vücut doktrini olmak üzere “Batini” tasavvufta bu ihtimam yoktur. “Erdebil Tekkesi”, Safavi devletine dönüştüğü gibi; “Melami/Kalenderi” meşrep Baba İshak ve “Vahdet-i Vücutçu” Şeyh Bedrettin, Osmanlı’ya isyan ettiler. “Tapınak Şövalyeleri”nde de olduğu gibi, Mistik tecrübe, tarih boyu “siyaset”ten hiç de uzak durmamıştır. Dolayısıyla, tarikat ve cemaatlerin siyasi genetiği, onları, modern birer “sivil toplum” örgütleri olarak görmeyi engeller. Meşru siyasi otorite tarafından daima kontrol altında tutulmaları gerekir. Yapıp ettiklerinin/faaliyetlerinin, yasal çerçeveye kavuşturulması ve şeffaf bir şekilde denetlenmesi şarttır.

Fetö ile Türkiye’deki diğer tarikatların ortak kesişim kümesinin elemanları şunlardır:

1-İlham’ın Allah’tan geldiği inancı(Oysa, ilham, kişinin kendi içinden gelir: “Ayı’nın kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine”).

2-Rüyayı dinde bilgi kaynağı kabul etme.

3-Mesih-Mehdi-Kutup-Gavs inancı.

4- Şeyhe/mehdiye/lidere kesin-koşulsuz itaat.

5-Denetimsiz ticaret.

6-Müritlerin istismar imkânı.

7- Devlet bürokrasisine ve siyasete sızarak kendilerine “özerk” alan oluşturma çabası.

8-Tarikat-Siyaset-Ticaret’in aynileşmesi.

Öz-eleştiriden korkan bazıları, bu çelişki ve yanlışları görüp ortaya çıkarma ve ortadan kaldırma yerine; yapılan eleştirileri. “Tarikatlara-Cemaatlara vuruyorlar, amaçları İslamı çökertmektir” yollu beyanlarda bulunuyorlar. Oysa bizim niyetimiz, İslam’ın mantık ve gramer kuralları ile vuku bulmuş sözlü(vahy/Kur’an-Sünnet) ve düşünce-duygu-davranıştan oluşan öz-doğasına tarihi süreç içinde halklar ve değişik kültürler tarafından eklemlenmiş fazlalıkları gerekçeli olarak(dogmatik değil) temizlemektir. İçtihat/yorum ile yapılmış update ve tecditlere bir diyeceğimiz yok. Bugün de aynı şeyi biz yapmalıyız.