İnsafsız İthamlara İlhamî Cevaplar

Prof. Dr. S.Hayri Bolay’ın “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” yazısına ilişkin bir reddiye.

27. 02. 20018 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” adlı sayın Prof. Dr. S. Hayri Bolay’ın yazısını bir arkadaşımın haberdar etmesi ile okudum. Yazının, isim vermeden başta Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Ömer Özsoy ve beni hedeflediği kolayca anlaşılıyor. Yazının üslubunu hocaya yakıştıramadığım için, gayri ihtiyari olarak, yazının müellifine tekrar göz atma ihtiyacı duyduğumu hatırlıyorum. Bu üslubun, daha önce benim Turkısh Taliban diye kodladığım elemanların tekfir-hakaret üslubu ile aynı olmasından üzüldüm, rahatsız oldum. Tarihselcilik nam düşünce, 1990’lardan itibaren Türkiye’de tartışılıyor. 2000’li yıllardan itibaren de Türk İlahiyat fakültelerinde akademik olarak, -lehte-aleyhte-  Y. Lisans, Doktora tezleri ve müstakil makale-kitap yazımları ile tartışılıyor. Felsefe tahsili almış hocadan, tartışmaya felsefi-teolojik düzeyde bir katkı (reddiye) beklerken; bahsi geçen zevatın üslubu ile bir çıkış yapması, beni hayrete düşürdü. 1980’de ben fakülteye (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) girdiğimde hoca, değişik dönemlerde derslerimize girdi. Yetmişli yıllarda rahmetli Fazlurrahman ile mülaki olmuş, “İslam’ın Aktüel Değeri” üzerine dini hamiyetinden dolayı existansiyel kaygılar duyan sayın M. Sait Hatipoğlu ve Hüseyin Atay’dan etkilenip çok şey öğrenmiştim. Bununla birlikte hocanın derslerde Batılı teist filozoflardan (Descartes, Berkley, Kant, Bergson…) materyalist ve pozitivist olanlarına karşı dini desteklemek için devşirdiği deliller ile pozitivist-seküler cumhuriyet devrimine karşı M. Akif, Yahya Kemal ve N. Fazıl Kısakürek’ten okuduğu beyitler, özgüven fakiri bir Anadolu bebesi olarak hoşuma gittiği için hocayı seviyor ve ona saygı duyuyordum. Nihayetinde Mızraklı ilmihali, Ahmediye, Muhammediye, Mevlit, Evliya Menkibeleri geleneğinden geliyorduk. Hocanın -Sünniliğin, 13. Yüzyıldan itibaren içine dalmış olduğu mağara uykusu (Ashab-ı Kehf), geviş getirme, cepten yeme, taklit, talim, tahsil, telhis veya Osmanlı gaza-tarım imparatorluğunun, dinsel olarak Derviş Devletin sanayi devrimini kaçırması, kendine yapılan meydan okumaya cevap verememesi sonucu olarak çökmesi üzerine hiçbir şey söylemese de- felsefe(ci) diliyle dini savunma üslubu hoşuma gidiyordu. Hoca emekli olduktan sonra, benimle fakültede kapı komşusu olan gözde öğrencisi hocanın yanına uğradığı zamanlarda, kapımı çalıp içeri girerdi ve kendisi ile sohbet ederdik. Bana kıymet verdiğini de itiraf ederdi. Hocanın, söylenmiş sözleri derleme (Sözlük-Ansiklopedi)  tutkusunu takdir etmekle birlikte; yeni söz söyleme cesareti ve yeteneği olmadığını teslim etmek gerekir. Bunları, hocanın beni tanıyor olmasına rağmen, yazısında empati yoksunluğunu ve bağcıyı dövme üslubunu yadırgadığım için söylüyorum.

Yazının başlığındaki Nevzuhur İlahiyatçılar ibaresi, aslında doğru bir ifade. Çünkü savundukları fikir (Tarihselcilik), Sünniliğin tarihinde olmayan bir teori. Bu fikrin teorisyeni, rahmetli Pakistanlı âlim Fazlurrahman’dır. Fazlurrahman, radikal tarihsellikten (Tarihsicilik-Hegel-Marx) ve Gadamer’in Etkin Tarih kavramsallaştırmasından hangi gerekçelerle ayrıldığını ve İtalyan Hukuk Felsefecisi E. Betti’nin Mutedil Tarihsellik anlayışına yakın olduğunu ifade etmiştir. Türkiye’ye etkileri/intikali de 1980’den itibaren olmuştur. Ancak yazının başlığındaki ikinci ifade olan “Sahte Tanrılar” suçlaması/ithamı/yaftası, hocaya yakışmadığı gibi kastettiği kişiler açısından da bir “iftira/bühtan” niteliğindedir.  Hocanın çalıştığı üniversitede bulunan bir başka gözde politik-ideolojik hem-meşrebi tarafından gaza getirildiği kanaatindeyim. Gazzali gibi (minare inzivası), ömr-ü ahirinde Tanrıya karşı bu tür şirinlikleri, psikanalistik olarak anlamamız da mümkün. Şimdi gelelim yazının içeriğine. Cevabımın iki muhtevası olacak. Birincisi, hocanın ithamlarının analizi. İkincisi ise bu vesile ile Tarihselcilikten ne anladığımı ifade etmek. Bu iki husus, bazen birbirine girişken olacağı gibi bazen de müstakil olacak.

1- Hoca, en genel çerçevede Tarihselciliği, ilahi mahkeme-i kübra yerine Hegel’in tarih tezi olan tarihselci/tarihsici tarihin mahkeme-i kübrasının altına koyuyor. Tarihselcileri de Hegel’i bilmeyen cahiller, hatta onun gayri meşru manevi torunları olmakla suçluyor. Hocam, bu Hegel keferesini okuduğum gibi; bunun muakkipleri olan hergeleleri de okudum. Bunların ne dediğini gayet iyi biliyorum. Bunları bilmediğim iddiası, sizin temelsiz zannınız. Biz, yeni jenerasyon, bu konularda sizden çok şey biliyoruz. Örneğin: Eleştirel Okul/ideoloji kritik (Habermas-Adorno, Horkheimer, Marcuse…) açısından politik ideolojisi belli (milliyetçi) bir yazarın; yine politik ideolojisi belli (İslamcı) bir yerde yazmasının –politik-ideolojik bağlamda- ne anlama geldiğini bildiğimiz gibi adını andığınız Tarihselci Schlemacher ve Dilthey’dan başka Hermenötiğin soyağacını da (Ricoeur, Gadamer, Heidegger, Levinas, Derrida, Rorty, Vattimo, Hirsh,..) biliyoruz. Bunların tozladığı Arap versiyonunu da (H. Hanefi, N. H. Ebu Zeyd,  M. Arkoun, M. A. Cabiri,  T. Abdurrahman, A. Harb…) biliyoruz. Etkilenme, düşünen insanın en normal durumudur. Haleflerimiz de (örneğin: Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd…) etkilenmişlerdi. Tarihselcilik; metodolojik, hermenötik, teolojik bir perspektiftir. Böyle bir perspektifi benimsemiş insanların imanını sorgulama yetkisini, -dogmatik olarak- başka bir metodolojik-hermenötik-teolojik ufka/perspektife yerleşmenin dışında siz, nereden alıyorsunuz?

2- Hegel’in, Herakleitos’tan gelen ve varlığı bir arazlar seli olarak gören “oluş/akış” ontolojisinin devamı olduğu; daha sonra da sol Hegelciler, Nietzsche, Heidegger, Deleuze, Zizek’de devam ettiği bilinmektedir. Bunun karşıtı olan cevherci (Aristo-Parmenides-Demokritos) ve ideacı (Platon) ontolojinin ise, varlığı çelik-çekirdekler olarak sabitlediği de yine malumdur. Tarihselci olarak benim varlık anlayışım; Her an yeni bir işte olan (55/29) faal/hallak olan Allah’ın bir emri olarak yaratmanın bir yönü ile sabit, diğer yönü ile de sürekli değişim/devinim/hareket halinde olduğudur. Molla Sadra’nın Hareket-i Cevher teorisi, bu yaklaşımı ifade eder. Bunun dine, kültüre ve teolojiye yansıması, sabit hakikatler olabileceği gibi; değişen hakikatlerin de olabileceğidir. Örneğin: Tevhit, Mead, Tanrı’ya ibadet ve genel olarak ahlak değişmez; ancak, insan vicdanının gelişmesine paralel olarak tümel ahlak ilkelerinin tikel kavrayışları ve bunun hukuka, siyasete, iktisada yansıması değişebilir. Mecelle’nin umumi kaidelerinden olan Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz ilkesi, bu hakikati (hakikatin değişebileceğini) ifade eder. Sizin, aynı metinde mantıksal çelişki olarak Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur dogmatik ilkesine bağlı olduğunuzu biliyorum. İnsani-toplumsal siferin de bir değişmeyen, sabit; bir de değişen dinamik yapısı vardır. Tanrı’nın kendisi mutlak olduğu halde, yaratığı olan varlıkların bir yönü ile aynının tekrarı; diğer yönü ile de aynının fark ile dönüşü olduğu bir realitedir. Eğer öyle olmasaydı, Tanrının kendisi, insani/vicdani-toplumsal değişmeyi dikkate alarak gerçekleştirdiği ve itiraf ettiği: “Biz, bir hükmü değiştirdiğimizde; onun yerine daha iyi birisini getiririz.” (2/106), “Her dönemin kendine has bir hükmü vardır; Allah, dilediğini imha eder/siler; dilediğini de sabit kılar.” (13/39), “ Biz, bir ayeti, başka bir ayet ile değiştirdiğimizde-ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- (Yahudiler): Sen, ancak uyduruyorsun.” derler” (16/101) gibi ifadelerin bir anlamı olmazdı. Demek ki, Hz. Âdem’den beri bir değişmeyen evrensel din/iman/ahlak davası olduğu gibi; bir de bunun, insanlığın ahlaki tekâmülüne paralel olarak pratiğe değişik formlarda yansıması/tecdidi/yorumu/update (şeriat), Sabit Din, Dinamik Şeriat vardır.  Ebu Hanife’nin dediği gibi, bütün peygamberlerin dini aynı (İslam); şeriatları farklıdır. Tarihselcilik, en genel anlamda bu gerçeği ve hakikati kavramaktır. Hegel’in tarih felsefesi ile bunun uzaktan veya yakından bir ilişkisi yoktur. Teorinin sahibi rahmetli Fazlurrahman’ın bütün kaygısı/niyeti, İslam’ı günümüzde aktif hale nasıl getirebilirizdi. Bizim de öyle. Bu masum ve şerefli kaygıya, “Tanrılık taslama” veya “Hegel’in manevi torunları olma” ithamı ayıptır, günahtır, iftiradır.

Öngörüleri, Kur’an tarafından ayetleştirilen Hz. Ömer (Muvafakat-ı Ömer), -ki Peygamberimiz, onun hakkında; Allah, (bazen) hakkı, Ömer’in kalbi ve lisanı üzere sevk etti. demiştir-, müellefe-i kulub’a Kur’an tarafından tahsis edilen payın hükmünü askıya alırken; ganimetlerin nasıl dağıtılacağını ortaya koyan ayete rağmen, aynı gerekçeli mantık ile Sevad arazisini savaşa katılan gaziler arasında dağıtmamıştı.  Musa Carullah’ın tespit ettiği gibi, birçok Kur’an ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının önceden içtihatları ile vazettiklerinin (sünnet) onaylanmasıdır. Nadir de olsa, Hz. Ömer’in cesaretine mümasil (Ata b. Ebi Rebah, Ebu Yusuf, N. Tufi) adımlar atılmıştır. Ancak, tarihin yavaş değişimi/durgunluğu, bu perspektifi akim bırakmıştır. Mâtürîdî, bu yaklaşımı İçtihad-i Nesh kavramı ile ifade etmiştir. Sünniliğin dogmatik “Kelam-ı Kadim” teorisinin aksine, Kur’an’ın mahlûk olarak toplumsal ve insani şartlara göre dinamik olarak nasıl oluştuğunu bilen Hz. Ömer, teoriye katkıda bulunduğu gibi gerektiğinde de onun bazı hükümlerinin değiştirilmesi gerektiğini gayet iyi anlamıştı. Onun, sizin gibi mutlak/mumyalanmış/donmuş (kelam-ı kadim) bir Kur’an dogması yoktu hocam. Bizi, illa da bir yere bağlayacaksanız, Hegel’e değil; Hz. Ömer’e bağlayın. Ben “Ömerist”liğimi daha önce ilan etmiştim.

Bu tasarruf yetkisine şöyle bir itirazda bulunulmaktadır: “Tamam, değişmeyi kabul ediyoruz; ancak, bunu sadece Allah yapabilir.” Bu itiraza verilecek cevap şudur: Allah, bu değiştirmeyi ya keyfi olarak yapmaktadır; ya da, değişimi dikkate alarak makul-meşru bir sebebe, hikmete, ihtiyaca, maslahata göre, ona istinaden yapmaktadır. Birinci ihtimal müstehil olduğuna göre; ikincisi doğrudur. Ahlak ve hukuk alanlarında insanlığın tekâmülüne paralel olarak hüküm değiştirmek meşru ise; sorun, bu yenileme işinin tahrifata ve keyfîliğe meydan vermeyecek tarzda nasıl yapılacağına gelir. Fazlurrahman, geleneksel fıkıh usulünü eleştirdikten sonra, bunun nasıl yapılması gerektiğine ilişkin yeni bir usul teorisini de “Hukuk ve Ahlak İlişkisi” adlı çalışmasında ortaya koymuştur. Oysa klasik fıkıh usulü, yedinci yüzyılın tarihsel/toplumsal koşullarına göre Allah tarafından verilen bazı pozitif hukuk hükümlerini mutlaklaştırarak/mumyalaştırarak dondurmuştur.

3- Şahsıma “Turkısh Taliban” tarafından atılan Kur’an’dan bazı ayetlerin çıkarılması gerekir iftirasını, tetkik etmeden tekrar etmeniz, bir bilim adamı veya felsefeci olarak, en hafif deyimi ile ayıptır. Ben, ne dediğimi, hakkımda yaratılan tekfir furyası günlerinde Hilal TV’de çıkıp açıkladım. O videoya bakabilirdiniz. Özeti, yukardaki teorinin somut bir örneğini vermekti. Hızır-Musa kıssasında çocuğun öldürülme gerekçesinin tarih boyu müfessirler tarafından kabulünde güçlük çekildiği gibi bugün de, bizim vicdanımız tarafından kolay kabul edilemediği ve bunun böyle olmasının sebebinin, insanlığın vicdan kapasitesindeki tekâmül olduğunu ifade etmekti. Bunda ne var? Bu izahı reddedenlerin (dürüst iseler), Hızır’ın kararı –kendinin itiraf ettiği gibi- Allah’ın kararı olduğuna göre; Tarihselliği reddederek, bugün de bu gerekçe ile çocuk-genç öldürmeliyiz diye savunmaları gerekmez mi? Kaldı ki, benzer bir gerekçe (küfre zorlama-baskı) tersinden yedinci yüzyılda ebeveyn tarafından çocuğa uygulandığında, çocuğa yapılan tavsiye: “onlara itaat etme; yine de onlara saygıda kusur etme” (29/8, 31/15) şeklindedir.

Benzer şekilde Kur’an’da varit olan miras dağılımındaki ikili-birli durum, kadınların şahitliğindeki ikili-birli durum, çocuk yaşta evlilik, kölelik-cariyelik, çok eşlilik, ataerkillik, had cezaları… vs., bugün İslam dünyasında -eminim sizin vicdanınızda da- kolay kabul edilen hususlar değil. Peki, bunlar üzerine açık yüreklilikle düşünmek mi daha dürüstlük/müslümanlık; yoksa bunların zaten toplumlar tarafından nesh edilmiş olmasına rağmen, Kur’an’da mevcut diye “mutlak” olduklarını -ikiyüzlüce- savunmak mı? “Onlara karşı teçhizatlı atlar besleyin.” ifadesini anlarken, “tarihselci” olup, hemen “bugün, atların yerine tank-top-tüfek hazırlamalıyız” diyenler, neden konu toplumsal-ahlaki mevzulara gelince, dogmatik olarak -ve de ikiyüzlüce- evrenselci oluyorlar? İbn Abbas (ö.68/687), 24. Nisa suresinin 58. Ayeti hakkında: “bugün bu muhkem ayet ile amel edilmemektedir” (Taberi, Tefsir, xvııı, 162-3) diyebildiği halde siz, dogmatikliğinizi neden din diye bize lanse ediyorsunuz?

4- Konuyu, Allah’ın ezelî ilmine bağlayarak, Kur’an’da varit olan tarihsel hükümlerin değişebileceğini kabul edememenin temel sebebi; ilahi kelamın, sanki uzaydan aşağı doğru ve Kıyamete kadar bütün insanlığı canlı muhataplar alarak veya kızım, sana söylüyorum; gelinim, sen işit şeklinde vuku bulduğu dogmasıdır. Bundan dolayı da kendi kendine gelin-güveyi olma hatasıdır. Oysa dikkatli bir okuyucu, Kur’an’ın her sayfasında Allah’ın Mekke veya Medine’nin sokaklarında durarak yaşayan Araplara yandan hitap ettiği/hutbe/söylev verdiğini, yani direkt kızına konuştuğunu anlar. Mesajın evrensel boyutu olan “din” davasının (Dinu’l-Kayyime) yani Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar ısrarla sürdürülen evrensel ilkelerin Arap olmayanlara tebliğ edilmesi, Araplara yüklenmiş tarihi bir sorumluluktur (6/19; 3/143,170; 2/143). Belagat âlimlerinin özellikle Mekke sokağına hitap eden Yâ-eyyühennas! İfadelerini, Arapça bilmeyenlerin bütün insanlığa hitap sanması normaldir. Arapçayı bilmeyen insanların “Arapça” bir hitaptan sorumlu tutulmasının mantıksal ve ahlaki anormalliğini Kur’an’ın kendisi zikrettiği gibi (16/103, 41/44, 26/198); J.R. Searle ve hocası J.L. Austin, “Söz Edimleri (Speech Act)” teorisinde bağlayıcı bir sözün vuku bulmasının yedi şartını sayarken ortaya koymuştur. (John R. Searle, Söz Edimleri, 2000, 36 vd.)

5- Hele kendi aforizmalarını Kur’an’ın yerine koymak istiyor şeklindeki insaf sahibi birinin havsalasının alamayacağı iftiranızı, şiddetle reddediyorum. Yazdıklarıma bakanlar, benim Kur’an’a atıf yapmadığım hemen hiçbir yazı bulamazlar. Allah’ın kelamı benim temel “ilham” kaynağım olmuştur. Kur’an’a olan saygımı şuradan anlayabilirsiniz: Ömer Özsoy ile birlikte sobalı evlerimizde gece sabahlara kadar iki yıl boyunca çalışarak Sistematik Kur’an Fihristini hazırladık. Konusunda dünyada tek ve ilktir. Amacımız da Allah’ın kelamını halkımız kolay anlayabilsindi. Allah’a hamdolsun, halkımız teveccüh gösterdi ve yirmi yılda yirmi kusur baskı yaparak şu anda yüz binden fazla ailede okunuyor. Ben, yazdıklarımı aforizma olarak nitelemedim; ilham olarak niteledim (ilhamiyyat). İlham da, sufilerin bizi kandırmaya çalıştıkları gibi dışardan/Allah’tan gelmez. Kendi içimizden gelir. Bir şey üzerine yoğunlaşır, çalışırsanız size ilham kapıları açılır: “Ayının kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine.” Bu ilhamlar, tartışmaya, kabule-redde açıktır.

6- Ulemaya Kur’an’ın anlam dünyasının açık, yalın, tek kat, fasih, beliğ, mübin… olması az gelmiş olmalı ki, onun lafzını istismar (semerelendirme) etmek için Zahir-Batın, Muhkem-Müteşabih ve Asıl-Fer’ (Kıyas) mekanizmaları kurarak, onun lafızlarının altının tıpkı güneş, okyanus veya maden ocağı gibi derin ve sonsuz olduğu zehabına kapılmışlardır. Hoca da aynı iddiayı tekrarlamaktadır. Oysa, G. E. Lessing,  Kitab-ı Mukaddes hakkında: Üslup, kimi zaman yalın, basit, kimi zaman şiirsel, kimi zaman “mesaniler (tekerrür)” ile doludur; fakat bir yerde bir şey söylese de; başka bir yerde aynı şeyi söylerken, insanın seziş kapasitesine başka bir nüans da söylemesi muhtemeldir dedikten sonra, Kutsal kitap yorumcularına şu uyarıda bulunur: …Bunu (yorumu)  (kendilerince) “yararlı” bir şekilde yapmak için Ona (kitaba) onda olandan daha fazlasını yüklemek ve ondan, onun içerebileceğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. İma ve kinayelere çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu, çocuğa (yorumcuya) dar, çarpık ve kılı kırk yaran bir anlayış kazandırır. Onu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve içini, açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümsemeyle doldurur. Hahamlar, kutsal kitaplarına tam da böyle yaklaşıyorlardı. Toplumlarının ruhuna –bu yolla- kazandırdıkları, tam da böyle bir karakterdi. (Lessing, İnsan Soyunun Eğitimi, 109-110). Tefsir Tarihinde Taberi’nin benimsediği “Allah, sözlü muhataplarına (Araplara) ne dedi?”  gayreti, Lessing’in benimsediği tutumdur. F. Razi ile başlayan Dirayet/Rey ekolü ise, Lessing’in eleştirdiği Haham ve Papazların –bizde ulemanın çoğunluğunun- yoludur.  Wittgenstein’ın dediği gibi anlam, kullanım ve bağlamdır. Gerisi, okuyucunun işgüzarlığı, tahrifatı veya yalakalığıdır. Yapılması gereken, Fazlurrahman’ın önerdiği gibi, metnin metafizik dünya görüşünü, ahlaki ilkelerini çıkardıktan sonra, bunların ışığında Hukuk, İktisat ve Siyaset alanlarında kendi sözünü/içtihadını/tecdidini/yorumunu yapmaktır. Birçok klasik âlimin yaptığı gibi Hile-i Şeriyye ve Kitabına Uydurmalarla metni tahrif etmek veya onu yormak değil. Sahabeye veya İmam Şafii’ye atfedilen, “Farz-ı muhal, Kur’an yok olsa; sadece Asr suresi kalsa, bize yeter.” diyebilen bir müminin vicdanı ve özgüveni ile ayetlerin altını kuyuya-maden ocağına çevirip oradan sürekli anlam “istinbat/istihraç/istismar” eden ulemanın halini mukayese etmek gerekir.

7- Ezcümle, yazıyı hocanın yaptığı gibi N. Fazıl’dan bir beyit ile (örneğin: “(Sünni) Surda (Reyci) bir gedik açtık…”) veya Heraklitos’un yeni fikirleri ilk defa duyan bazı insanların gösterdiği aşırı tepkiyi anlatan teşbih ile de bitirebilirdim. Bunu yapmayacağım. Sonucu, hocaya iki ayeti hatırlatmakla bitireceğim: “ Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır; onlarla en güzel bir şekilde tartış. Nihai tahlilde Allah, kendi yolundan (kimlerin) saptıklarını bilir.” (16/125). “Ey Musa ve Harun, Firavuna gittiğinizde ona yumuşak söz söyleyin; belki de öğüt alır ve korkar.” (20/44). Öğrencileriniz Firavundan daha mı berbat hocam! Yoksa siz, bu işi Allah’tan (haşa) daha iyi mi biliyorsunuz? Bu eleştirilerimden sonra da ben hocanın yüzüne bakabilirim; merak ediyorum, hoca, söylediklerinden sonra öğrencilerinin yüzüne bakabilecek mi?  Bundan sonrasını -istiyorsa- hoca düşünsün.