Başkanlık ‘Arzusunun’ İtiraf Edilmeyen Bireysel ve Toplumsal Saikleri Üzerine (Psikoanalitik bir yaklaşım)

5.1.2017

“Size kimlerin hükmettiğini öğrenmek istiyorsanız, sadece kimleri eleştirme izniniz olmadığını bulun”

Başkanlık sistemini gündeme getirip savunanlar, bize temel gerekçe olarak siyasi istikrar ve hızlı hizmet vâdinde bulunuyorlar. El hakk doğru. Karar alma süreçlerinin tekleşmesi, bu beklentileri verir. Fakat bu talepte bulunanların ve bu talebi onaylayan muhafazakârların yegâne gayeleri bunlar mıdır? Yoksa söylenmeyen başka saikler yok mudur? Veya bu sistemin dillendirilmeyen sakıncaları nelerdir? Psikoanalitik bir analiz yapmak gerekiyor.

Sayın Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın parlamasının/kahramanlığının/karizmasının arkasında yatan temel saikin seküler cumhuriyet devrimlerinin muhafazakâr-dindar çoğunlukta yarattığı mağduriyetin sözcülüğünü fedaice/cesurca (ölümü göze alarak) yapmış olmasıdır. Cesaret, tehlike karşısında şerefli olan davranışı seçme eğilimidir. Doğru bildiğimiz uğruna korkuyu yenebilme eğilimidir. Uğruna korkuyu yendiğimiz eylem veya ilişki, ahlaki doğru değilse, “Mafya” ortaya çıkar.

Muhafazakâr-dindar kitle, İdeallerini ve de menfaatlerini onda gördüğü ve iktidarında bulduğu için, iki binden itibaren onun arkasında durmaktadır. Liderin karizması kadar, devletin “rant dağıtımı” aracı ve “velinimet” oluşu, muhafazakâr kitleyi bloklaştıran temel iki saiktir. Seksenlere kadar “Milliyetçi-Mukaddesatçı” olan bu kitle, İki binlere kadar (T. Özal’lı yıllar) İslami kodlardan gelen “kanaatkârlık”ı terk ederek sınırsız Kapitalist tüketim kalıplarına alıştırılmasından sonra, büyük ölçüde “Muhafazakâr-Maddiyatçı” bir sosyal karaktere evirilmiştir. “Haram”ları domuz, faiz, zina ve içki olarak; farzları ise namaz, oruç, hacc-umre ve zekât olarak kodlayan birçok “dindar”, -Alev Alatlı’nın vukufiyetle vurguladığı gibi- günlük hayatta birçok “haram”ı “kitabına uydurarak” veya “hile-i şeriyye”ler ile” yasa”llaştırmakta/”mubah”laştırmaktadır.

Kur’an’ın, devlet yönetiminde veya siyasal aksiyonda salt inanç aynılığı (5/2) ve akrabalık aidiyeti (aile-kabile-etnisite) veya kişisel çıkar saiki ile değil (4/135); adalet ve zulüm kriterlerine göre davranılmasını tavsiye ettiği (60/9) bilinmektedir. Sünni muhafazakârlığın (inanç aynılığının), istikrar ve toplumsal çıkar sağlamanın ötesinde, devlet yönetiminde “güvenilir” bir kod olmadığını, bu ideolojinin kendi iç teolojik-ideolojik çatışması (The Cemaat-Ak Parti ayrışması) ile ülkeyi yıkılmanın eşiğine getirmesi ile gördük. Umarım, bundan bir ders çıkarılabilir.

Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Platon’un ve Farabi’nin siyasal teorilerinde önerdiği ve günümüzde A. İ. Begoviç ve R. Gannuşi örnekliklerinde olduğu gibi “Bilge” bir figür değildir. Humeyni gibi salt dini bir karizmatik (Ayetullah) lider de değildir. Mısırda M. Mursi, Filistinde Halit Meşal örneklerinde olduğu gibi, inanmış cesur bir kişiliktir. M. Akif, N. Fazıl ve S. Karakoç’tan ezberlediği bazı mısralar ile hamasi/şiir-seven bir liderdir. Bu şairlerin teolojisini-düşüncesini detaylı olarak bildiği kanaatinde de değilim. Akılları ikna etmekten (hikmet) çok, duyguları idare etmesini iyi biliyor. Karakterindeki “Kasımpaşalılık” yanında, fikri beslenmesinde “İmam-Hatip” lisesinde aldığı kültürün dışında, felsefi-teolojik bir derinliği yoktur. Pratik siyasetten geldiği için, onu iyi becermesine rağmen; “Devlet adamlığı” tecrübesi  -rahmetli Erbakan ile mukayese edildiğinde- biraz zayıftır. Köprüler yaptırıyor; ama kalpleri telif edemiyor, kıtaları birbirine bağlıyor; ancak insanımızın tümünün kalplerini birbirine bağlayamıyor. Dışarıdan ülkeye yapılan büyük saldırılar esnasında “milli birlik”ten bahsederken; kendini güçlü hissettiği zamanlarda muhalefet olan diğer  % 50’yi aşağılamayı devamlı sürdürüyor.

Son on beş sene boyunca seküler(CHP) Türkler ve seküler Kürtler(HDP-PKK) yönetimden uzak durumdalar. Devletin “rant dağıtıcı” ve “velinimet” imkânlarından yoksunlar. Başkanlık sistemi ile bu durum kalıcı hale getirilmek istenmektedir. CHP, geçmişte yaptıklarından; HDP ise, ilerde yapacaklarından (ülkeyi bölmek) dolayı, iktidar ortağı olma imkânları ellerinden alınmış olacak. İki partiye dayanan “Başkanlık” sistemi, muhafazakâr-milliyetçi blokun %65’lik kemikleşmiş oy oranı (Tarihsel Blok) dikkate alındığında, fiilen “Tek Parti” yönetimine geçeceğimiz kesin gibidir. Gelişmiş ülkelerin deneme yanılma yolu ile acı çekerek ve “Tümevarım” ile geliştirdikleri ve toplumsal güvenlik ve adaleti temin eden “Kuvvetler Ayrılığı” ve temel hakları garantiye alan “Fren ve Denge” sistemine büyük ölçüde son verip, devlet gücünün neredeyse tümünü bir elde toplamak, bir akıl tutulması değil midir? “Gemide bir kaptan vardır/Gerisi, mürettebat. Vücutta bir kalp vardır/Gerisi, teferruat” anlayışı, gemiyi ve vücudu bir kişiye bağlayarak onları tehlikeye atmıyor mu? Bu anlayış, derinden bakıldığında sorumluluktan kaçan bir tür kurnazlık ve eşitlikten kaçan bir tür kölelik zihniyeti değil midir? Bin küsur seneden beri saltanat siyasetinden, İttihat ve Terakkiden, Tek parti dönemlerinden hiçbir şey öğrenemedik mi?

Mutlak gücünü Kur’an’da “adalet” ve “rahmet” ile sınırlandırmış (6/12, 5/8) bir Allah tasavvuru yerine; Eş’ariler tarafından “Hikmetinden sual olunmaz” kontrolsüz bir güç tasavvurunun ikame edilmesi, “Kadercilik” adı altında Müslümanların özgürlüğünü-öz güvenini felç ettiği gibi; yetkileri yasa/hukuk tarafından sınırlandırılmamış veya aşırı yetkilendirilmiş bir “Başkan”ın Devlet gücünü topluma karşı kullanmasından emin olmayan bireyler, kendilerine “oto-sansür” uygulayarak yanındakinden veya Sultandan korkarak benlikleri-özgürlükleri/özgüvenleri felç olabilir. İki tane güç gösterisi, her şeyi bitirebilir. Tersinden, isyana da sebebiyet verebilir. Böylesi durumlarda devlet, “Polis Devleti”ne dönüşür.

Ak Parti iktidarı, sivil toplumun alabildiğine zayıf olduğu ve devletin “rant dağıtım aracı- velinimet” olduğu Türkiye’de son on beş sene boyunca bunlardan uzak kalan bu kesimlerde(CHP-HDP) sayın Erdoğan’a karşı -hem ideolojik, hem de ekonomik saikler ile- bir kin ve nefret yarattı. Bu durum, tersinden sayın Erdoğan’da doğal bir korku yaratmış olabilir. Parlamenter sistemde İktidardan düşmesi halinde başına neler gelebileceğinden emin olmadığı için, sayın Erdoğan, iktidarda kalmak istemekte gibidir. 2010’lardan itibaren “İslamcılık” politikaları, ABD ve AB nezdinde de bir nefret yarattı. Başkanlık sistemi, onlara karşı da kendisi için bir sigorta niteliğindedir. Bu sonucun oluşmasında muhalefetin politik zaafiyeti ve ABD-AB’nin Türkiye’nin bağımsızlaşması-güçlenmesinden (ve de “İslamlaşma”sından) rahatsızlıklarını unutmamamız gerekir.

Devlet olmanın en doğal ve doğru yolu kurallara bağlı kalıcı kurumsal yapılar oluşturmak iken(Şura); İslam toplumlarının tarihinde olduğu gibi, devleti bir kişi kültü ile dolayımlamak, onu tesadüflere ve risklere açık hale getirmektir. Bir kişinin kararları veya onun geleceğinin bütün bir toplumu mutlak olarak ve geniş boyutlarda etkilemesi, maslahat açısından “Bütün yumurtaların bir sepete konulması” gibi akıllıca olmayan bir yoldur.

Ak Partili siyasetçi ve bürokratlar, sayın R. T. Erdoğan’ı “koçbaşı” olarak kullaharak, -kurumsal yapılar yerine- onun gururunu okşayacak şekilde ona “sensin yiğidim” diyerek, onu ileri sürerek-arkasına gizlenerek, sorunların çözümüne kurumsal yapılar içinde kendi katkılarını yapmak yerine; kararları ona bırakarak hem onu –içte ve dışta- hedef haline getirip sorumluluktan kaçmaktadırlar; hem de ülkenin kaderini bir kişinin arkasına/iradesine bağlayarak ülkeye kötülük yapmaktadırlar. Bireysel bilinçlerini tek kişiye mutlak olarak teslim etmenin sonucunun ne olabileceğini –değişik bir tecrübe ile- 15 Temmuz gecesi toplum olarak gördük. Tek adam idaresinin seküler biçimi ile dinsel biçimi arasında büyük bir fark vardır. Seküler tarzda/durumda bir şekilde bu kişiye karşı çıkma, eleştirme, dönme/pişmanlık, isyan, ayıkma imkânları bilinç düzeyinde bir nebze daha kolaydır. Ancak dinsel biçiminde bu imkânlar hayli zayıftır. Çünkü seçmenler, müritler veya bağlılar, Tanrısal desteğin bu kişi ile birlikte (karizma) olduğuna inanırlar; yaptığı hatalar, tevil yoluyla daima temize çıkarılır. En önemlisi de, rasyonel eleştiri imkânları bütünü ile ortadan kaldırılır. Gerekçelendirme, seküler politik dilde olduğu gibi “doğru-yanlış” veya “kâr-zarar” üzerinden (muhalefet) değil; “hak-batıl” ve “ihanet-sadakat” söylemi üzerinden yürür hale gelir. Siyasi, entelektüel ve teolojik alanlar, liderin bütün bu alanlara (nahak yere) nüfuz etmesinden sonra anlamsız, işlevsiz, etkisiz hale gelir; söz, biter. Liderin yedeği olmadığı ve siyasi alan boşaltıldığı için, liderin ölümü ile –Allah geçinden versin- toplum kaosa sürüklenebilir. Siyasi söylemin din üzerinden kurulması(İslamcılık), aslında “fani” ve “bizim gibi/içimizden biri” olan siyasi lidere Tanrı, Kur’an, İslam’ın taşımış olduğu manevi-yüce-mutlak-kutsal havayı sessiz veya sesli olarak onun etrafında oluşturur. Hele buna “Milliyetçilik” saiki/motivasyonu da eklemlenmiş ise(MHP), söylemin gücü iyice ağırlaşır/güçlenir. “Kral çıplak” hikâyesinde olduğu gibi, bu gerçeği, ancak bir çocuk saflığı görebilecek hale gelir.

Ak Partili seçmen, bir yandan Tayyip beyi koçbaşı olarak mağduriyetinden sorumlu tuttuğu kesimlere karşı kullanırken; aslında feminen bir psikoloji ile de ona teslim olmaktadır. “Gelene ağam, gidene paşam” diyen Anadolu halkının, böyle bir tarihsel-siyasal kurnazlığı/tecrübesi vardır. Muhafazakâr taban, geleneksel sürü psikolojisi ile kendine bir “çoban”  bulmuştur(sayın cumhurbaşkanımız, sarayda çiftçilere çobanlığın felsefesini yapmıştı). Çocuk psikolojisi ile kendine bir “Baba” bulmuştur. İdeolojik olarak kendinden olmayan efendilerin “parya”sı olmaktan kurtulmak için, kendinden yeni bir “efendi” yaratmıştır: “Reis var; yeis yok.” Vatan savunmasında dişini tırnağına takarak ölmeyi bildiği halde;  kamusal sorunların çözümünde sorumluluk alarak taşın altına elini koyma, gövdesini siper etme yerine; işleri bir Patrona ihale etmiştir. Politik sorunların çözümünün, kolektif ve kurumsal bir zekâ gerektirdiğini unutarak, salt “yiğitlik”  ve “saflık/dürüstlük” ile çözüleceğini sanmıştır. Liderimiz, -Allah var- yiğitlikten, inşaattan, altyapıdan (otoyol – hastane – havaalanı – tüp geçit…), seçim kazanmaktan/siyasetten, müteahhitlikten anlıyor; ancak, modern toplumun zorunlu gerekleri olan eğitimden, bilimin öneminden, sanayi ve teknoloji yaratmanın gerekliliğinden ve öneminden, , mimariden, teolojiden, sanattan, kendinden olmayanları “idare etmekten (yönetişim)” fazla bir behresi yok. Bir insandan bunların tümünü beklemek de haksızlıktır. Önemli olan, kurumsal/ortak akıl ile (Şura) bu alanları ihya etmektir. Bu arada “Dost acı söyler” deyişini dile getiren yine bu halkı, bu keşfinden dolayı tebrik etmek gerekir.

EK

İtibar edenler için, son olarak sözü kitle psikolojileri üzerinde ciddi çalışmaları olan psikanalist Erich Fromm’a bırakmak istiyorum: “ Freud, içimizdeki gerçeklerden büyük bir kısmının bilinçli olmadığını, buna karşılık, bilinçli olanların da “gerçek” olmadıklarını fark etmiştir. Derindeki bu içsel gerçeğin araştırılması çabası, gerçeğin yeni bir boyutunu ortaya çıkarmıştır. “Bilinç dışı” olgusunu bilmeyen birisi, bildiklerini söylediği zaman, tüm gerçeği dile getirdiği kanısındadır. Bildiklerimiz, sezdiklerimiz veya kısaca farkında olduklarımız konusunda samimi (hasbi) olsak bile; söylediklerimiz yalan, yanlış olabilir. Çünkü içimizdeki gerçek yaşantıları yansıtmayan bilincimiz, bizi kolayca yanıltabilmektedir. Örnek olarak, savaşçı (biz “aktif” diyelim. İ.G.) politikalar izleyen bir lider, güttüğü politikaların ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına samimiyetle inanmasına rağmen; gerçekte kendine onur sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir” (vurgu Fromm’a ait). “Bir toplumun içinde bulunduğu şartların çok güç olduğu; daha iyisini (mevzumuzda Demokrasi-Şura. İ.G.) bulma veya yapma ümidinin kalmadığı hallerde, insanların çoğunluğunun “hayallere” kapılması (mevzumuzda “Başkanlık” İ.G.) ve onlara sahip çıkması beklenir. Çünkü gerçeğin bilinmesi (sorunların çözümünün zor ve karmaşık oluşu. İG), onları daha fazla rahatsız edecektir. Zayıf düşen ve çöken sınıf ve toplumlar, hayallere en çok saplanan ve bel bağlayan guruplar olarak bilinir. Çünkü acı ve çözümsüz gerçeğin onlara kazandıracağı fazla bir şey kalmamıştır.”… “Şüphesiz ki kişiler, sosyal sansürün kuvvetli olduğu durumlarda kendi hayatları ile ilgili realiteleri bilinçdışı tutmaya özel bir dikkat ve gayret sarf edeceklerdir. Sözgelişi, güçlüye saygılı olmayı öğreten bir sistemde –ki burada eleştiri bilincinin bastırılması gerekir- oğullar, babalarını daha az eleştirmekten ve daha çok “sevmekten-saymaktan” yana görüneceklerdir.”… “Rasyonalizasyon, belli bir eylemin mantıklı ve haklı bir temele dayandığını göstermek, aslında eylemin kişisel ve bilinçli düşünceye ters düşen güdülerin eseri olduğunu “gizleme” çabasıdır. Rasyonalizasyon, kişiye yanlış hareket ettiği izlenimini vermeden kişinin akıldışı hareket etmesine izin veren bir aldatmacadır…” (E. Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev. B. Güvenç. İst.1973. s 110-111; 155,156, 157)

http://islamianaliz.com

Dinin İnsanı Kendine ve Dünyaya Karşı Yabancılaştırması (Psikoanalitik Bir Yaklaşım)

24.12.2016

Aldatıcı(Şeytan), sizi Allah ile Aldatmasın”(31-Lokman/33)

1-Teorik-Teolojik Çerçeve

“Teslis” sapmasını dışarda tutarsak, Tevhit inancı semavi/ilahi vahiy/peygamber dininin(Yahudilik-İslam) temel ilkesidir. Hırıstıyanlık ve İslam versiyonlarını/fraksiyonlarını veya reformlarını göz önünde tuttuğumuzda da “Ahiret” inancı ikinci temel ilkedir. Her iki ilke de Metafizik/Ğayb alanına aittir. Yani dışarda/evrende olmayan, yoktur; “olması gereken” hakikatler olarak vardırlar. Tevrat, Tanrı(Yahwe) ile İbranilerin arasındaki din ilişkisinin hikayesini ve Tanrının onlara buyruklarını ve yaptıklarını anlatır. Tevrat’ta ve İbranilerde Ahiret inancı yok gibidir. İnsanı eğitmeye karar veren İlahi pedagojinin “çocukluk” aşamasına tekabül ettiği için, mevzu açılmamış olabilir(A.Lessing). İncil’de ve Kur’an’da ise yoğun olarak vurgulanmıştır.

İbrahimî-Monoteis, Semitik vahy/peygamber geleneği bağlamında din, insanın Tanrı ve hemcinsi ile olan, daha doğrusu “olması gereken” ilişkisinin tanzimidir. Yani Hz. İsa efendimizin İncil’de dediği gibi: “Tanrının hakkını Tanrı’ya; insanın hakkını insana vermek”tir. Tanrının hakkı, ona iman ve ibadet; insanı hakkı ise, ona adalet ve merhamettir. Ahiret ise, bu ahlaki denenme/din sürecinin ahlaki-hukuki ve ekonomik sonucudur. İnsan bu süreci, Tanrının kendine bahşetmiş olduğu özgür irade, vicdan, akıl, düşünme ve edimde bulunma süreçleri ile gerçekleştirir.

a)Dinsel Yabancılaşma

“Yabancılaşma, insanın kendini düşünen, hisseden, duyumsayan ve seven bir varlık olarak göremiyor; kendi eylemlerinin bir öznesi olarak göremiyor; fakat kendisini yarattığı şeylerde ve yaratma gücünün tezahürlerinin bir nesnesi olarak görüp algılıyor ve ancak kendi yaratıcılığının ürünlerine boyun eğdiği oranda kendisi ile ilişki kuruyor hale gelmesidir. Yabancılaşmanın en önemli araçları emek, düşünce, duygu/aşk ve dindir. Dinde yabancılaşmanın en önemli aracı da Tanrıdır. Dini yabancılaşmada Tanrı inancı, insanın kendi güçlerini kendi dışındaki bir güce aktarmasından(kadercilik) kaynaklanmaktadır. İnsan, ancak tanrısına sığınarak kendi gücüne ulaşabilmekte; Tanrı’sının güçlülüğü oranında da kendi yoksullaşmaktadır.”(E.Fromm. Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B.Güvenç.İst.1973.s61) “Dini yabancılaşmada insan kalbinin(vicdanının) ve beyninin/aklının çalışması, kendiliğinden/özgürce değil; (tek taraflı/dogmatik-taklidi olarak)tanrıların veya şeytanların kontrolündedir”(Fromm, a.g.e.63)

Dini yabancılaşmanın özü, putlar yaratıp onlara tapmaktır. Yabancılaşma açısından paganizme baktığımızda önemli olan, tanrıların sayısı/çokluğu değildir; önemli olan, -tek tanrıya inanıyor olsa dahi-, bu inancının/tanrısının kendini kendine yabancılaştırıyor olup olmadığıdır. “İnsan enerjisini ve yaratıcı gücünü, kendi insanca çabasının ürününden başka bir şey olmayan bir tanrı(imgesi/tasavvuru) yaratmak ve sonra o tanrıya tapmak için harcar. Bireyin yaşama gücü kendi dışında bir “şey”de toplanır ve bu “şey”, bir tanrı(lider, şeyh, para, kadın/aşk, parti, başarı, ulus…İG) olduktan sonra, artık kişi onu kendi yaratma gücünün bir ürünü olarak değil de; onu, bir tanrı(put) olarak algılar.”(Fromm.a.g.e.76)

Hz. İbrahim, kavminin putperesliğini, kendi sevme kapasitelerinin fiiliyata geçmesini iptal edip; putlar üzerinden bir sahte sevgi yaratma süreci olarak yorumlar(29/25). Kur’an ise, putperestliği bir tür dini yabancılaşma olarak insanın kendi görme, işitme, duyma, hissetme ve akletme kabiliyetlerinin felç edilmesi olarak yorumlar(2/18,8/22, 10/42, 11/24,27/80,43/40…) Hz. Muhammed’e Kur’an vahyolunurken, bilincinin kaybolup edilgen bir halde yabancılaşmaya düşmemesi için ona Tanrı tarafından: “Rabbim, ilmimi artır” diye dua etmesi tavsiye edilmiştir(20/114).

Dinde yabancılaşma, Tanrı’nın -mutlak otorite olarak- insanın bölgesini işgal etmesi ve Ahiretin de Dünyayı ilga etmesi ile olur. Tanrı, eğer teolojilerde insanın zeka ve duygularının, vicdanının karşıtı olarak, onları hesaba katmadan “mutlak otorite” olarak teorileştirilirse/teolojileştirilirse, insanın zeka/akıl ve duygu/vicdan kabiliyetlerini felç ederek bireyi solucanlaştırır, böcekleştirir. Tanrı tasavvuru totaliter/mutlak yetkeci ise, onun -kendince anladığı- kesin/kategorik/dogmatik buyruğuna girerek, O’nun eli-kolu-kılıcı(seyfullah) olmak isteyen mümin, hasbî olarak zombileşir/canavarlaşır. Aktif nihilizm olarak terör-şiddet-intihar saldırısı-mezhep/din savaşı üretir. Kur’an’da kalbin katılaşması, körelmesi, taşlaşması, paslanması ve hastalanması, bu (kendine ve Tanrıya) yabancılaşmanın ahlakî-psikolojik süreçlerini ifade eder. Yukarda alıntıladığımız ayet de, bu süreci “şeytan işi” olarak niteler(31/33). İnsanın kendine, kendi yeteneklerine yabancılaşması, Tanrı yerine put, para, parti, kilise, devlet, aşk, millet/ulus, kabile, başarı, (dini-politik) lider… aracılıkları/dolayımları ile de olabilir.

b)İbrahimi Monoteist Din ve Yabancılaşma

Tanrının otoritesi, vahy/peygamberler aracılığı ile insanlara meşru/saygın, onlara varlıklarını ve sahip oldukları her şeyi borçlu oldukları, onları kendilerine bahşeden, onlara yol gösteren; kabiliyetlerini açmaya/aktüelleştirmeye çalışan; onlara yardım eden; kendini, ahlak yani merhamet-adalet ile “mukayyet” hale getirmiş bir otoritedir. Merhametle yoğrulmuş bu adalet timsali(Rahman) ile olan ilişkide insanın yaratıcı zeka ve duygusal kabiliyetleri/vicdanı daimi olarak işbaşındadır/aktiftir: “Allah, aklını kullanmayanları pisliğe/cezaya mahkum eder.”(10/100)

İnsanın denenmesi, onun özgür iradesi ve akıl-vicdan yetenekleri ile dünyada, yani nimetlerin içinde olmaktadır. Tanrı, peygamberleri aracılığı ile insanlara iletmiş olduğu “Vahy”lerinde kendisi ile olan din ilişkisini böyle vazetmiştir. Ancak müminler, bu ilişkiyi yorumlarken işgüzarlık, yalakalık yapıp, Tanrının iradesi karşısında kendi iradelerini felç(Kadercilik), vicdanların iptal etmeyi(taklit) ve dünyadan vazgeçmeyi(Zühd) “dindarlık” olarak vazedebiliyorlar. Böylece Allah ve Ahiret inançları, insanı kendi yeteneklerine, kabiliyetlerine, şuuruna, içgüdülerine ve en önemlisi hemcinsine yabancılaştıran aracılar haline dönüşebiliyor. İnsan böylece kötürümleşiyor, felç oluyor, kavruk hale geliyor veya canavarlaşıyor. Dinler tarihinde Tanrı veya Ahiret uğruna yapılan insan kıyımlarının, işkencelerin ve katliamların azameti/korkunçluğu bilinmektedir.

Mistik dini akımlar olan Hinduizm, Maniheizm, Hermescilik, Yeni Platonculuk… ve bunun İlahi dinlerdeki tezahürleri olan Yahudilikteki “Kabbalizm”, Hristiyanlıktaki “Ruhbanlık/Manastır Hayatı” ve İslam’daki “Tasavvuf”, dinin hem Tanrı(aşk-kader) hem de Ahiret(zühd) ile insanın kendine ve dünyaya yabancılaşmasının teolojik versiyonlarıdır; pasif nihilizmlerdir.

İlahi/semavi/kitabi/peygamberi dinin tarihsel, teolojik versiyonları olan Yahudilik(Tevrat), Hristiyanlık(İncil) ve İslam(Kur’an)’da insanın kendine yabancılaşması, ilkin Tanrının iradesi karşısında insanın iradesini inkâr etmek ile(Kadercilik); ikinci olarak da, Tanrının buyrukları veya sözü(Kitap) karşısında kendi aklını ve vicdanını inkâr ederek(Taklit/Dogma) gerçekleşiyor. Şehadet ideali ise, olmadık yerlerde mümini hayata karşı yabancılaştırmanın aracına dönüşebiliyor. Din, doğru anlaşılmadığı takdirde, alkol ve uyuşturucunun(afyon) doğurduğu sonuçlar gibi, insanı aptallaştırır veya onu kolayca katile-maktule dönüştürebilir.

Kur’an’da “Şehitlik”, müminler topluluğunun salt o dine inandıkları için(Rabbimiz “Allah” dedikleri için,22/40) veya durdukları/yaşadıkları yerden, yurtlarından sökülüp çıkarılmaları için kendilerine saldırılması durumlarında yani onur(kimlik) ve özgürlüklerini korumak için savaşırken öldürülenlere verilmiş bir payedir. “Allah yolunda/Fisebilillah” kaydı, bunu ifade eder. Ancak bu şartlarda ölme veya öldürme “haklı”laştırılabilir. Din veya mezhep ayrılığının yaratabileceği düşmanlık(küfür) kin ve nefret, ölme veya öldürmenin gerekçesi olamaz.

Dinlerdeki “Şehadet Şerbeti İçme” payesi, -yeri-zamanı ve davası doğru tayin edilemediği takdirde- dinler arasında veya din içinde mezhep çatışmalarında veya etnik kökenli savaşlarda en fazla istismar edilebilecek hususlardan biridir. İnsanı Ahiret ideali ile kendine yabancılaştırmanın bir aracı haline getirilebilir. Şehitlik payesi ile “Cennet”in elde edilmesi, müminleri olur olmadık yerlerde/durumlarda “kefenini koltuğunda taşıyarak”, bu şerbeti içme arzusu ile kolayca “intihar bombacısı” haline getirebilirler. Siyasi liderler de, -Hariciler ve Hasan Sabbah örneklerinde olduğu gibi- kendi davalarını veya hegemonyalarını sürdürmek için bağlılarını kolayca şehadet/cennet motivasyonu ile ölüme gönderebilir. Siyasi erkin vazifesi, hayatı korumak ve kutsamaktır; siyasi erkin “şehadet”i övmesi ve teşvik etmesinde rahatsız edici bir yan bulunabilir: Güçsüzlüğü-güç istenci veya beceriksizliğinin sonucu ortaya çıkan ölümleri, yüceltme yoluna gidebilir. Bu yüzünden, Şehitlik durumlarını halkın vicdanı ve dindeki sivil-çoğul ilmi otorite karara bağlar. Din dışı yabancılaşma araçları da(ulus, parti, devlet, lider…) aynı sonucu doğurabilir. “Ölümün öldürülmesi” olarak şehadet arzusu, -bir afyona dönüşerek- dinin esas amacının sanki hayatı korumak değil de(5/28,32); ölüme gitmek ve öldürmek olduğu zehabını doğurabiliyor. Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın “Keffaret” olarak çarmıha gittiği dogması ve Şiilikte Hz. Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesi, asli gayesi hayatı korumak olan(“Öldürmeyeceksin!”) dini, “ölüm”ü yani ölmeyi ve öldürmeyi kutsar hale getirebilmektedir.

Peygamberlerin Tanrıdan aldıkları vahye ve kendi söylem ve edimlerine dikkatle bakıldığında esas davalarının insanı kendi iradesi-vicdanı ve düşünme kapasitesi/aklı ile Tanrı ve hemcinsleri ile aktif-üretici ve dayanışmacı bir sosyal ilişkiye sokmak istedikleri görülür. Dinin özünü oluşturan “denenme” aksiyon, irade, insaf, izan, inisiyatif… gerektiren; bundan dolayı da “risk” barındıran bir süreçtir. Bazı dindarlar, Tanrıyı ve kendilerini kandırma teşebbüsüne girerek bu zorlu süreçten kaçınarak kendi arzularına, zaaflarına ve cehaletlerine göre bir dindarlık ajandası oluştururlar. Bu bağlamda sözü bir müddet büyük psikanalizci Erich Fromm’a bırakmak istiyorum: “İnsan zihninin en iyi, ama aynı zamanda en şeytanca dışavurumları, onun bedeninden değil, onun “ülkücülüğü”nden/ruhundan kaynaklanır. Bu nedenle, bir ülküye ya da dinsel inanca sahip olmanın başlı başına bir değer taşıdığı yolundaki geçici anlayış, tehlikeli ve yanlış bir anlayıştır… Yönelecek ve bağlanacak bir amaca sahip olma anlamında “dinsel” gereksinimi olmayan hiçbir kimse yoktur. Ama bu yargı, bu gereksinmenin açığa vurulduğu özel koşullar hakkında bize hiçbir şey anlatmaz. İnsan hayvanlara, ağaçlara, altından ya da taştan yapılmış putlara, görünmez bir Tanrıya, ermiş bir kişiye, ya da şeytanca özellikleri olanlara tapınabilir. Atalarına, ulusuna, sınıfına, ya da partisine, paraya, ya da başarıya tapınabilir. Sarıldığı din yıkıcılığın veya sevginin, baskının ya da kardeşliğin gelişmesine elverişli olabilir. İnsanın akıl yeteneğini geliştirebilir ya da kötürümleştirebilir… Bu noktada “din mi, değil mi” sorusu önemli değildir; önem taşıyan, “ne tür bir din” sorusudur. Bağlanılan din, insan gelişimini, yalnızca insana özgü olan yeteneklerin açılıp serpilmesini sağlamakta mıdır; yoksa bunları kösteklemekte midir?”(E.Fromm. Psikanaliz ve Din. Çev: Ş.Alpagut.İst.1990.s 34-35) Zira, dindarlık ilişkisi akıl, bilgi, hikmet, yorum ve ahlakî yani teolojik bir süreç olduğu kadar; aynı oranda psikolojik, içgüdüsel, toplumsal-bireysel bilinç dışı, bilinç altı süreçleri ile de ilgili karanlık bir olgusallıktır da.

Bu tahlil bağlamında İslam dini, temel kaynağı olan Kur’an ve Hz. Muhammed’in hayatını dikkate aldığımızda görünmez(Ğayb) bir Allah’a ve gelecekte gerçekleşeceği vaad edilen Ahiret hayatı üzerine bina edilmiş bir dindir. Temel kaynaklarında da(Hırıstıyanlıkta olduğu gibi) sevgi ve merhametten ziyade adaleti, paylaşmayı(infak-zekat-sadaka) kardeşliği, insanın düşünme, akıl ve vicdan yeteneğini geliştirmeye çalışan bir dindir. Kur’an’da beş değişik düşünme fiili(tefekkür, tafakkuh, tezekkür, taakkul, tedebbür) ile binden fazla dini-ahlaki bağlamda doğrunun ne olduğunun görülmesi, bulunması için düşünme tavsiyesi vardır.

c)İslam ve Yabancılaşma

Erken dönemde teşekkül etmiş -daha ziyade Arap olmayan müslümanlardan yani “mevali”den oluşan yorum ekollerinden “Rey Ehli”(Mutezile, Malikilik, Maturidilik ve Hanefilik), bu ruhu devam ettirmeye çalışmıştır. Kur’an’ı bir dogma olarak değil; örnek bir eylem kılavuzu olarak görmüşlerdir. Ancak, Cahiliyyeden gelen ve son derece katı gelenekçi(Sünnetçi) olan Arapların ruhu, kısa bir süre sonra geri gelmiş ve adına “Hadis/Sünnet/Eser Ehli” denen bir ekol yaratarak(Şafiilik, Hanbelilik, Eşarilik, Selefilik) insanın düşünme, akıl ve vicdan kapasitesini kötürümleştiren, onu Allah ve O’nun sözü(Kur’an) ve sözcüsü Hz. Muhammed(Hadis-Sünnet) aracılığı ile -onları mutlaklaştırarak-dondurarak-mumyalayarak- kendine, yeteneklerine, bilincine ve vicdanına yabancılaştıran katı, donuk, dogmatik bir dini teoloji/doktrin(Şeriat) inşa etmişlerdir. Bu ekole Selçuklulardan itibaren eklemlenen Tasavvuf/Tarikat(Gazzali) ve Vahdet-i Vücut(İbn Arabi) öğretileri, İnsanı tamamen kendine yabancılaştırarak onu Allah’ta(kader-aşk-vahdet) ve Ahirette(zühd-uzlet-inziva-fena-fakr…) boğmuşlardır. Siyasal iktidarlar yani Sultanlar, bir taraftan mevcut “Sünni-Tasavvufî” din anlayışı ile kitleleri sürüleştirirken(Çoban-sürü ilişkisi); diğer taraftan, Kur’an yaygın kitle eğitimi ile din konusunda halkın seviyesini yükseltmeye çalışırken(9/122); ulema, otoritesini mutlaklaştırarak halkı avamlaştırmış; şeyhler ise, müritlerini “ğassalın elindeki ölü” durumuna düşürerek bireyleri kendilerine yabancılaştırmışlardır. Sünni dünyadaki insan malzemesinin bugünkü akli/düşünsel ve ahlaki zayıflığının temel sebebi bunlardır. Aklı/düşüncesi köreltilmiş ve vicdanı dumura uğratılmış teslimiyetçi/taklitçi, itaatkâr/boyun eğen, yaratıcı kabiliyetleri felç olmuş yığınlar. Kurum/kural geliştirme yerine, kişi kültüne(veli-şeyh-efendi-baba-dede-lider) tapınan kitleler.

II- Son Örnek Olay: FETÖ

Son olarak başımıza gelen “FETÖ ve 15 Temmuz Darbe Olayı”, aslında böylesine yeni bir dini “yabancılaşma” örneğidir. Bir şeyh(hoca efendi), Sünni-Tasavvuf kültüründen beslenmesi ile geliştirdiği bir Allah ve Ahiret teolojisi/teorisi ile müritlerini Allah ve Ahiret aracılığı ile kendilerine ve dünyaya yabancılaştırarak, onları zombileştirerek, canavarlaştırarak bu meşum teşebbüste bulunabilmiştir. Fetullah’ın vaazlarını, kitaplarını tahlil edenler, bunu rahatça görebilirler. Bu hareketin “İslami olmadığını” veya “gayri dini” olduğunu iddia edenler, yanılmaktadırlar. Doğrusu, E.Fromm’un dediği gibi bu harekette “ne tür bir din?”in istihdam edildiği sorusunu sormalıdırlar.

Cemaat, başlangıçta “nihai gaye” olarak meşru(İslami) bir şekilde Allah rızası ve “ebedi kurtuluş(cennet)”u koymuştur. Bunların elde edilmesi için Kur’an, iman ve salih amelin yanında “tebliğ” faaliyetini “dava” olarak koymuş iken; Fetullah Gülen, kendince oluşturduğu Allah tasavvurunda yabancılaşarak yani normal insan olmaktan çıkarak kendini O’nun mümessili(Mehdi) sanarak ve müritleri de kendinde(Mehdide) yabancılaşarak birlikte kendilerini İslam’ın “temsilcileri” olarak görüp, temsil yolu ile İslam’ı dünyaya kabul ettirmeyi kendilerine ideal, ülkü ve ütopya olarak koymuşlardır. Kırılma noktası burasıdır. İslam’da hiçbir kişinin veya kurumun Tanrıyı veya dini “temsil” yetkisi yoktur. Bu, korkunç bir vehim-zandır. Müminlerin yükümlü oldukları, tebliğdir(Emr-i bi’l ma’ruf). Cemaati, ideal/ülkü ve ütopyanın büyüklüğü ve bu temsil vehmi yoldan çıkarmıştır. Bu bağlamda gerçekleştirmiş oldukları dini “hizmet” ve toplumdan gördükleri “himmet”te bir sorun yoktur. Ancak, bu ütopyanın gerçekleşmesi için Fetullah kendini “kainat imamı/mehdi”, müritlerini de bu “Mehdiyetin/Temsilin” bir parçası olarak “altın nesil/meleklerden bile üstün/kardelenler/seçilmişler/sahabe olarak görmeye başlamışlardır. Bu yüceltim de(Yahudilikte ve Şiilikte olduğu üzere), -insanın doğasını-zaaflarını göz önünde tutarsak- İslami açıdan temelsizdir. Daha sonra “büyük hedef” in gerçekleşmesi için gerekli olan imkansız gücün elde edilmesi için kendilerine ve bağlı oldukları İslam’ın temel ilkelerine “takiyye” yolu ile yabancılaşarak(soru çalma, şantaj, kumpas..) Vatikan ve ABD(CİA) ile işbirliğine girerek ve kaderci bir bakış açısı ile Allah’ın Amerika’yı “Hizmete” e koşacağına inanarak düşmanlaştırdıkları/ötekileştirdikleri, kendilerine “engel” olarak gördükleri Ak Parti’ye/Erdoğan’a karşı saldırıya geçtiler. Sonuç olarak, gerek Cemaatın kendisi, gerekse sonunda kalkıştığı meşum olay, politik ve teolojik bir “olay” olduğu kadar; psiko-patolojik bir “olay”dır da. İnsanımızın kendine ve dinine yine din aracılığı ile yabancılaşması olarak bir ruhsal “hastalık” olayıdır. Bu olayı, teolojik bir “sapıklık” olarak nitelemek, hiçbir şeyi izah etmez.

III-Uyarı

İslam’ın kurucu zamanında(Kur’an’da/610-632) Allah’ın ve sözünün otoritesi, insanın hikmet, ilim, nur, basiret, beyyine, burhan ve vicdan kabiliyetleri ile tesis edildiği ve bu kapasitelerin kendileri de “Ulema” aracılığı ile iknaya-gerekçeye, ekole-mezhebe dayalı çoğul otorite olarak sürdüğü halde; düşüncenin durması ve daralması sonucu, Allah’ı-İslam’ı-Kur’an’ı “temsil” ettiğine inanılan kişiler(İmam, Ayetullah, Veli, Şeyh, Mehdi, Baba, Lider…) veya dogmalaşmış Mezhep-Tarikat-Cemaat veya siyasi partiler, “FETÖ” kontenjanına ikinci, üçüncü… adaydırlar. Kendiliklerini(Biz) ve ötekilikleri(düşman), zor olan vicdan/ahlak(insaniyet) üzerinden değil de; kolay olan etnisite, ırk, dil ve din üzerinden kuran yüceltim ve nefret söylemleri de tarihin gösterdiği binlerce şahitlikle aynı kontenjanın adaylarıdır.

Barış, özgürlük, onur, hakikat, adalet, bağımsızlık veya hain, düşman, kafir, batıl, zalim… kavramlarının içeriklerinin doğru doldurulabildiği gibi; şeytanca da(istiğna ve kendini kandırma) doldurulabildiği yine tarihin binlerce şahitliği ile önümüzde duruyor. Duygunun, -şayet ona acımasız-kritik/mantıki bir dil eşlik etmediği sürece- yanılgıya karşı hiçbir güvence veremediği de gayet açıktır. Bu süreçlerde dinin yani duygunun-inancın rolünü, içine düşebileceği durumları öğrenmek isteyenler, Kutsal kitap okudukları kadar, din-iman sorununu psikolojik-sosyolojik-antropolojik açılardan ele alan Marx, Freud, Jung, Spinoza, Nietzsche, Fromm, Lacan, Feuerbach… da okuyabilirler. Tabii, eğer bunların içinde neden bir tane Müslüman isminin olmadığını merak ediyorlarsa veya bilgide dogmatik “Kafir” kuşkusu veya “Pozitivist” inancı/takıntıları yoksa şayet.

IV-Çözüm

İmanımızın veya kanaatimizin daima tarihsel-toplumsal ve öznel bir “yorum” olduğunun bilincinde olarak; onları, daima ötekinin kritiğine açık tutarak “dinsel/kapalı/dogmatik” bir dil yerine, Allah’ın ve peygamberinin yaptığı gibi akla, vicdana ve ahlaka dayalı bir dil kullanmak. Hasbi ve muhasibi olanların, -müçtehit, isabet edince iki; edemeyince bir sevap alacağı fehvasınca- kesinlikle kurtuluşa ereceklerine inanmak: Hem bu dünyada, hem de ötekinde.

http://www.islamianaliz.com

“Kuş Bakışı” Çıktı..!

Kuş Bakışı

“Kuş Bakışı”, yaşadığımız coğrafyaya, ürettiğimiz kültürel dünyaya ve yaptığımız tarihe –çıkabildiğimiz– tepeden, tırmanabildiğimiz yükseklikten/yukarıdan, dışarıdan bakmaktır. İçinde olduğumuz veya içimizde olan mekâna ve değerlere dışarıdan, onları kuşatarak ve konumlandırarak bakmaktır. Alışık olduğumuz gelenek, norm ve törelere belli bir “mesafe” koyarak bakmaktır. Kroki çizmeye, harita yapmaya benzer. Detay ve bilgi vermez; yön, tasavvur, kanaat, perspektif ve konum verir. Tümdengelimden ziyade, kesin olmayan tümevarıma yaslanır. Müellifin aklının (düşünmenin) yiyebildiği fırın ekmeklerinin/somun’un sonucu olan “ilham”lardır. İlham/sezgi, Sufilerin bizi kandırmaya çalıştıkları gibi “dışarıdan” gelmez; kendilerinin de ifade ettikleri gibi “içimizden” (batın) gelir.

Sipariş Adresi:

http://www.kitapyurdu.com