İslam Dünyasında Sonuçları “Neden” Olarak Görme Hastalığı ve Çıkış Yolu Arama Çabaları

17.8.2017

İnsanlığın en eski, en yaygın ve aklın kendinde olan yozlaşma biçimi, nedenler ile sonuçları birbirine karıştırması ve yer değiştirmesidir. Bu günahı en fazla işleyenler de Nietzsche’ye göre, ahlaklı olmayı mutluluğun nedeni olarak vaaz eden din adamları-teologlar ve ahlakçılardır: “Erdemli ol ki, mutlu olasın.” Nietzsche’ye göre, tersi doğrudur. Bir başka örnek İtalyan diyetisyen yazar Corneo’nun uzun yaşamak için önerdiği diyetin, tersinden insanın ölümüne yol açacağı örneğidir. Başka bir örnek, sıradan bir gazete okuyucusunun: “Bu parti, eğer böyle gidecek olursa, kendini bitirecek” iddiasıdır. Tersi doğrudur. Bu parti, zaten çöktüğü için, böyle gidiyor…(1) Nietzsche’nin başka bir aforizması olan “Yalnızca kadınlar, çocuklar, inekler ve İngilizler, mutluluk peşinde koşarlar”a dayanarak, mutluluğun ahlakın nedeni olduğunu da sorgulayabiliriz. Bana göre ahlaklı olmanın sonucu mutluluk değil, mutmainliktir.

İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışan birçok düşünür, aydın, entelektüel, Nietzsche’nin bahsetmiş olduğu bu yaygın hatanın içine düşmektedir. Sonuçları sebep olarak göstermektedirler. Bana göre, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sorunların büyük bir bölümünün nedeni, insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşmanın sonuçlarını “neden” olarak görmek yanlıştır. İnsanın kendi özünü ben, içgüdü (nefs), düşünme/yaratma(akıl) ve vicdan/ahlak (lübb) olarak görüyorum. Bakara Suresinin 6-20 ayetleri bize ahlaki/vicdani(dine) yabancılaşmadan bahseder(Küfür-Nifak). Mistisizm(Tasavvuf), insanın “ruh”unu merkeze alarak “ahlak” adına nefsine ve yaratıcı düşünme kabiliyetine yabancılaşmasıdır(pasif nihilizm). Logos’suz (akıl-nedensellik-düşünce-düzen) salt pathos (duygulanım-coşku-sarhoşluk…)dur.

Erich Fromm’da bize insanın modern çağda içgüdüleri aracılığı ile yaratıcı kabiliyetlerine ve ahlaki vicdanına(dine) yabancılaşmasından bahseder: “Din, içi boşaltılmış bir kabuk haline getirilmiş ve insanı başarıya götürecek olan güçlerin artırılmasına yönelik bir yardım mekanizmasına dönüşmüştür. Tanrı ise bir “iş ortağı” haline gelmiştir… İnsanoğlu giderek artan üretim ve refah seviyesine rağmen, kişilik duygusunu her geçen gün kaybetmekte, böyle bir düşünce, büyük ölçüde bilinçaltında olmasına rağmen, hayatın anlamsız olduğunu hissetmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sorun, “Tanrı’nın ölmüş” olmasıyken; yirminci yüzyılda “insanın ölmüş” olmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda “insanlık dışı” olan “zulüm” iken; yirminci yüzyılda bunun yerini şizoid öz yabancılaşması almıştır. Geçmişteki tehlike, insanların köleleştirilmesiydi; gelecekteki tehlike ise, insanların robotlaşması olacaktır.”(2)

Lider-toplum ilişkisinde yaygın olan bir “neden-sonuç” yanılgısını da Deleuze ve Guattara şöyle düzeltirler: Genellikle düşünüldüğünün aksine, liderler halklara yön vermezler; halklar, karakterlerine uygun liderler ortaya çıkarırlar. Liderler tarihe yön vermezler; ama halkların karakter yapıları ve arzuları “otoriterlik” olarak adlandırılan bir tür duygusal veba ile zehirlendiği için, bu yine halkların aleyhine işler. Buna göre, Lider yetenekli olduğu için değil; ataerkil ailede yetişmiş ortalama bir birey olduğu için iktidarı elde eder. Yani kötülük, yukardan aşağı değil; aşağıdan yukarı doğru işler. İnsanlar böyle olduğu için, otoriter liderler olanaklı olur. Otoriter partiler, insanları makineci-gizemci yapmamakta; tam tersine, insanların makineci-gizemci kişiliği otoriter partileri doğurmaktadır.(3)

Şu anda İslam dünyasında din, ritüeller ve pathos (tasavvuf) üzerinden siyasal olarak toplumların değişik şekillerde konsolide edilmesi işlevini görüyor. Dinin özü olan düşünce ve duyguya dayanan iman ve ahlak, piyasada neredeyse yoktur. Kur’an, insanın ahlaki/vicdan kabiliyetinin diri tutulmasıyla kurtulacağını; onu dumura uğratmasıyla da çökeceğini bize söyler.(91/7-10). Kur’an, baştan sona kadar insanın ahlaki vicdanını düşünme aracılığı ile diri tutmaya çağırır. Özünü veya insanlığını korumanın başka yolu yoktur. İmanın ve salih amelin oluşmasının ve devamının bundan başka bir yolu yoktur. Düşünce-duygu ve davranıştan oluşan dini akt, ancak bu şekilde canlı kalabilir. Ancak, yine Kur’an’ın itiraf ettiği gibi, peygamberden sonra araya “uzun zaman” girince, müminlerin kalpleri katılaşır ve çoğu yoldan çıkar(57/16). Bugün olan da budur. Biz, buna bir de “Sünni” teolojinin yaratmış olduğu dini yabancılaşmayı ekleyelim:

İslam düşünce tarihinde ilk iki yüzyılda ortaya çıkan ve Kur’an ve Sünneti vicdan, düşünme (dirayet) yolu ile almaya çalışan “Rey Ehli” ile bu kaynakları bizatihi mutlak otorite olarak görüp taklit ile onlara koşulsuz boyun eğen “Hadis/Rivayet/Sünnet/Eser Ehli” arasındaki ayrışmada ikinci yolun “Ehl-i Sünnet” olarak devletlerin resmi ideolojisi haline gelmesi, İslam toplumlarının bugün yaşadığı sorunların temel nedenidir. Teolojik düzlemde bu ayrışma, Mutezile’nin benimsediği kaynakları dil, akıl ve ahlak zemininde yorumlama çabası ile, kaynakları bunların dışına çıkararak Mutlak kudret olan Allah’ın iradesine gerekçesiz-sualsiz bağlayan Kaderci Eş’ariliğin çabasına dayanır. Fıkıh usulünde Rey Ehlini, Hanefilik ve Malikilik temsil ederken; Hadis Ehlini, Şafiilik ve Hanbelîlik temsil eder.

Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Parimonyal sistemin periferisinde kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya) ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır. Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.

Bir başka önemli neden ise, 12. yüzyıldan itibaren küçükbaş hayvan besleyen göçebe ve asker olan Türklerin İslam dünyasında kurdukları siyasal hegemonyadır. Soyut düşünmeye, ticarete ve yerleşik hayata/şehir kurmaya meyyal olmayan Türkler, kurdukları askeri merkezli imparatorluklar (Selçuklu-Osmanlı) ile fütuhat ekonomisi oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi yapısal değişime (endüstri-teknoloji) uğrayınca da gelirleri (hoşafın yağı) kesilmiş ve çökmüştür.

Batıda 16. yüzyıldan sonra meydana gelen Aydınlanma, Rönesans ve Endüstri devriminin yarattığı değişimi zamanında algılayıp ona karşı kendi modernitesini (teknoloji-iktisat-siyaset-hukuk) yaratamayan İslam dünyası, siyasal ve toplumsal-kültürel varlığını koruyamayarak çökmüş ve akabinde ciddi düzeyde yabancılaşmaya uğramıştır. Sanayi ürünü olmayan İslam toplumları, hammadde, yarı mamul-montaj ürünler ve tarım ürünleri satarak gelir sağlamaya çalışmaktadır. Abbasiler döneminde yaratılan ticari kapitalizm, endüstri devrimi (sanayi kapitalizmi) ile sona ermiştir.

Teknoloji toplumunda ve kapitalizm makinasının küresel hegemonyasında alternatif olarak iktisadi sorunların çözümünün zor olduğu ortadadır. Ancak Müslümanlar, kimlik ve kültür sorunlarını (yabancılaşma) çözmek istiyorlarsa, kendilerini bu duruma getirenin, Sünniliğin “Tasavvuf (pasif nihilizm)” eklemeli “Hadis Ehli” ve “Eş’arilik” olduğunu görüp, Mutezile ve Hanefiliğin-Maturidiliğin oluşturduğu “Rey (görüş-düşünce) Ehli”nin düşünce yoluna geri dönmeleri ve dini hamiyetleri ile birlikte eşyayı ve olup-biteni(olguları) merak etmeyi (bilim) öğrenmeleri gerekmektedir.

1-Nietzsche, Friedrich. Putların Alaca Karanlığı. Çev: Y.Kaplan. İst. 2011. s. 53-54.

2-Fromm,Erich. İsa Dogması. Çev:B.Leblebicioğlu. İst. 2017. S, 98-99.

3-Demirtaş, Mustafa. Arzu Politikası(Deleuze-Guattari Etkisi). İst. 2017. s 37.

FETÖ Tarafından “Kandırılma”nın veya “İstismar” Edilmenin Sünni-Ortak Psikolojisi ve Teolojisi Üzerine

31.7.2017

Diyanet tarafından hazırlanan “Kendi Dilinden FETÖ(Örgütlü Bir Din İstismarı)” raporunun sonuçları 26 Temmuz günü Basın toplantısı ile medyadan duyuruldu. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez şöyle bir cümle kullandı: “Bu örgüt, insanların zihinlerine, gönüllerine ve değerlerine sızmıştır.” Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan da daha önce: “Allah affetsin; kandırılmışız.” demişti.

Benim temel iddiam şu: Bu “zihinlere, gönüllere ve değerlere sızma” veya “kandırılma-İstismar edilme”nin ortak ahlaki psikolojisi ve teolojik kodları analiz edilmeden, sökülmeden, ortaya çıkarılmadan bu örgütle mücadele etmek imkânsız olduğu gibi; yenilerinin oluşmasının önüne geçmek de mümkün olmayacaktır. Bu sökme ve analiz etmenin ucu kendimize, kimliğimize, değerlerimize, kodlarımıza, mezhebimize, meşrebimize dokunacağı için, bu olay üzerine yazıp çizenler, konuşanlar, olguyu bizden uzaklaştırmaya, dışarı atmaya, marjinalleştirmeye, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tutum, entelektüel anlamda körlüktür; ahlaki anlamda ödlekliktir, sahtekârlıktır, iki yüzlülüktür. Eğri oturup doğru konuşalım. Kandıran ile kandırılan, istismar eden ile edilen, aynı-müşterek ahlaki-vicdani-itikadi ortak paydaya sahip olmazsa, kandırma ve istismar gerçekleşmez. Uzun süreli, gönüllü birliktelikten sonra sonunda bir “zorlama” ve “ihanet” olayı vuku bulmuştur. Gönüllü birliktelik süresince var olan ortak duygudaşlık, psikoloji ve akaid aynılığı sorgulanmadan, “zorlama” veya “ihanet”in nedenleri üzerine sağlıklı olarak konuşulamaz.

Bu Cemaat’in 45 yıl boyunca ülkemizde ve dünyada yaptığı “doğru” işler olduğu gibi; “yanlış” işler de vardı. Örgütün veya cemaatin laik veya muhafazakâr kesimlerden ilişkiye girmediği neredeyse bir Allah’ın kulu yok. 19.5 milyon aileden 14 milyonu ile ilişkileri olmuş. Cemaatin üyeleri, muhafazakârların kardeşi, bacısı, amcası, yeğeni, eniştesi, oğlu, kızı….dır. Cemaatin yaptığı “doğru” işleri(örneğin: kaliteli eğitim verme, TUSKON ile yurt dışına ihracat yapma… vs) vatandaşlarımızın onaylamasında bir sorun yoktur. Fetullah başta olmak üzere, cemaatin üyelerinin kâhir ekseriyetinin dini manada “samimiyetsiz/sahtekâr” olduklarını söylemek de abestir. Doğru teşhis, “istikamet”lerinin yani Tasavvuftan gelen -Hanefilik ve Maturidilikten değil- teolojilerinin sakatlığıdır. “Ameller, niyetlere göredir” hadisini diline pelesenk eden Sünnilik, “Ameller, sonuçlarına göredir” meşhur hadisini hiç hatırlamamıştır. Kilise, ortaçağlarda samimiyetle veya Allah rızası için yani bu motivasyonla akıl almaz cinayetler işledi. Bizdeki “Hariciler” de öyle. Bu örgütün yaptığı da benzer bir olaydır.

Türk Sünniliği’nin Hanefi-Maturidi rasyonel teolojik çerçevesi sağlamdır; fakat geliştirilmeye muhtaçtır. Ancak Türk Sünniliğinin muazzam zayıf karnı “Tasavvuf” boyutudur. Tasavvufun, Türklerin seciyesine uygun merhamet-hoşgörü tarafı olduğu gibi; itikad, ahlak ve siyaset alanlarında ciddi handikapları da mevcuttr. Bu “teosofi” –teoloji değil- sökülmeden hiçbir şey yapılamaz. Tarikatlar ve cemaatler, Türkiye’nin tarihsel, sosyolojik-kültürel-dini gerçekliğidir; bu doğru. Ancak, ahlaki ve teolojik bağlamda çürümüş-eskimiş ve hastalıklı bir gerçeğidir de. Rahmetli Mehmet Akif’in “Safahat”ına bakanlar, bu yapıların, Osmanlının çöküşündeki rolünü görür.

İslam’ın doğuşu, Hristiyanlıkta olduğu gibi, yeraltı örgütü veya heretik “fırka” olarak değil; toplum(Cemiyet/Sevadu’l-Azam) olarak doğmuştur. “Tarikat”, dördüncü yüz yıldan itibaren, bidat olan Tasavvuf’un inkişafından sonra Selçuklular ve Osmanlılarda ortaya çıkmıştır. Bunu da dürüstçe görmek gerekir. Dini ve toplumsal bağlamda yaptıkları doğru işler olduğu gibi; toplumları çürüten, aptallaştıran, miskinliğe götüren işlevleri de olmuştur. Dini saiklerle cahil bırakılmış insanların “şeyh” olarak isimlendirilen kişilere sorgusuz-sualsiz bağlanmaları, İslam’ın “Ulema” geleneği ile çelişiktir. Fukaha ve Mütekellimlerin kuru akılcılıkları ve katı şekilcilikleri sorgulanmadan bu “Tarikat” kurumunun ortaya çıkışının psikolojik-sosyolojik nedenleri anlaşılamaz. Şeriatın/Ulemanın, o günkü katılığı-kuruluğu, hatta bağnazlığı, insanları nefes almak için “meczup”luğa itmiştir.

Türkiye’nin, bir “kültür devrimi” ile kurulması, Osmanlı’da çökmüş olan Tarikatların Cumhuriyet döneminde yeraltında devamını sağladığı gibi; buna ilaveten bir de “Cemaat”lerin(Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık-İsmailağa…) ortaya çıkmasını doğurmuştur. İki binli yıllardan itibaren, devlet kültürel bağlamda normalleşmeye başladıktan sonra, bu yapıların “kültürel mağduriyet” mazereti kalmamıştır. Kaldı ki, çok daha öncesinden itibaren bu yapıların iktisadi birer “holding”e dönüştüğü de bilinmektedir.

Fetö’ye gelecek olursak, sorun, cemaatin, daha doğrusu Fetullah’ın muazzam büyüklükte bir ütopyayı yani Dünya’nın müslümanlaştırılması için kendinde “Mehdilik” misyonu ve müritlerinde de “Temsil” misyonu görmesindedir. Kur’an ve Sünnette, ehlinin “Tebliğ” yani vaaz ve irşad sorumluluğu olduğu halde; “Temsil” inancının Tasavvuf menşeli olması gerekir. İkinci sorun, bu gayeye ulaşmak için, gerekirse, Kitap Ehli ile uzlaşmaya girişmenin teolojik kodları da Tasavvuf aracılığı ile Sünnilikte mevcuttur. Vahdet-i vücut teorisi, her türlü uzlaşmaya ahlaki-teolojik zemin hazırladığı gibi; “Allah, isterse, kendi dinine Kafirler aracılığı ile de yardım ettirebilir” hadisi, Sünni kaynaklarda mevcuttur. Ayrıca Sünniliğin “Kader” teorisi, başta Fetullah olmak üzere, cemaatin bütün müritlerine, sağlanan başarıda kendilerinin hiçbir payı olmadığı; kendilerinin sadece “vesile” oldukları kanaatini vermiştir. Amaca ulaşmak için vasıtaların da doğru olması gerektiği, Kur’an ve Sünnette gayet açıkça vazedilmiş olmasına rağmen; Fetö’nün bir sürü aleni-gizli ahlaksızlığa başvurması da, mevcut Sünnilikteki “Daru’l-Harp”, “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” geleneğinden kaynaklanmıştır. Tasavvufi epistemoloji, ilhama/sezgiye(Batınilik) dayandığı için; bu bilgi yolunun, Kur’an’ın akıl-mantık ve gramer kurallarına dayanan “Beyan”ı ile çelişen tabiatı reddedilmeden; “Bunlar, Tasavvufu istismar ettiler” açıklamasının hiçbir anlamı yoktur. Mistik tecrübenin dünyada bin bir çeşidi olduğu gibi; bir dinin içindeki versiyonunda da bin bir çeşidi bulunabilir. Müslüman toplumlardaki Yesevilik ve Nakşiliğin bazı kollarında “Şer’î(Hukuki-Siyasi)” bir çerçeveye ihtimam gösterildiği halde; başta Vahdet-i vücut doktrini olmak üzere “Batini” tasavvufta bu ihtimam yoktur. “Erdebil Tekkesi”, Safavi devletine dönüştüğü gibi; “Melami/Kalenderi” meşrep Baba İshak ve “Vahdet-i Vücutçu” Şeyh Bedrettin, Osmanlı’ya isyan ettiler. “Tapınak Şövalyeleri”nde de olduğu gibi, Mistik tecrübe, tarih boyu “siyaset”ten hiç de uzak durmamıştır. Dolayısıyla, tarikat ve cemaatlerin siyasi genetiği, onları, modern birer “sivil toplum” örgütleri olarak görmeyi engeller. Meşru siyasi otorite tarafından daima kontrol altında tutulmaları gerekir. Yapıp ettiklerinin/faaliyetlerinin, yasal çerçeveye kavuşturulması ve şeffaf bir şekilde denetlenmesi şarttır.

Fetö ile Türkiye’deki diğer tarikatların ortak kesişim kümesinin elemanları şunlardır:

1-İlham’ın Allah’tan geldiği inancı(Oysa, ilham, kişinin kendi içinden gelir: “Ayı’nın kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine”).

2-Rüyayı dinde bilgi kaynağı kabul etme.

3-Mesih-Mehdi-Kutup-Gavs inancı.

4- Şeyhe/mehdiye/lidere kesin-koşulsuz itaat.

5-Denetimsiz ticaret.

6-Müritlerin istismar imkânı.

7- Devlet bürokrasisine ve siyasete sızarak kendilerine “özerk” alan oluşturma çabası.

8-Tarikat-Siyaset-Ticaret’in aynileşmesi.

Öz-eleştiriden korkan bazıları, bu çelişki ve yanlışları görüp ortaya çıkarma ve ortadan kaldırma yerine; yapılan eleştirileri. “Tarikatlara-Cemaatlara vuruyorlar, amaçları İslamı çökertmektir” yollu beyanlarda bulunuyorlar. Oysa bizim niyetimiz, İslam’ın mantık ve gramer kuralları ile vuku bulmuş sözlü(vahy/Kur’an-Sünnet) ve düşünce-duygu-davranıştan oluşan öz-doğasına tarihi süreç içinde halklar ve değişik kültürler tarafından eklemlenmiş fazlalıkları gerekçeli olarak(dogmatik değil) temizlemektir. İçtihat/yorum ile yapılmış update ve tecditlere bir diyeceğimiz yok. Bugün de aynı şeyi biz yapmalıyız.

(The) Cemaat-Hizmet Hareketi ve Fetö’leşmeyi Anlamak

17.7.2017

(Anadolu’da Üretilen Bir Bal’ın Zehirleşme-Zehirleme ve Yiyenin Zehirlenmesi Hikâyesi)

Fetö, bizim kendimizin kendi başımıza ördüğü bir çoraptır. Buradaki “Biz”, Sünni-Türk-Tasavvufu kastetmektedir. Nakşiliğin “Halidi” kolunun, yani İbn Arabi içirilmiş Eş’ariliğin “Nurculuk-Risale-i Nur” üzerinden Anadolu’ya etkisidir. Yeni bir Mevlâna veya Şeyh Bedrettin hikayesidir. Mehdici, Menkıbeci, Mitolojik, Takiyyeci, Küreselci, Kaderci ve politik bir teosofidir. Mevlana’da olduğu gibi “baği” olduğu gerekçesi ile oğlunun cenaze namazını kılmayan ve Moğollarla iş birliği yapmaktan çekinmeyen “insanlığın kalpsiz aşıkları”nın yeni bir örneğidir. Seksenlerde Erzurum müftü yardımcısı Mehmet Erikel, kendi öğrencisi olmuş Fetullah Gülen hakkında sorulan bir soruya cevap verirken: “Fıkhı yoktur; menkıbecidir” demiştir. Yetmişli yıllardan itibaren onun “ağlayan-ağlatan vaiz” olduğunu herkes bilir. “Sözde” Hanefi-Maturidi olduğunu iddia eden Türkiye Müslümanlığında, Rasyonel Teolojiden ziyade Evliya/Menkıbe kültürü, yani Tasavvuf daha etkindir. Rasyonel teoloji, dinsel kimliğin ayaklarını “yer”e bastırır ve “Biz-Öteki” ayrımını netleştirir. Türkler, -Felsefi-Bilimsel düşünme aşamalarını geçin-, “Teolojik düşünme” aşamasına bile geçemeyip, mitik-menkıbevi(Tasavvuf) aşamada kalmış bir halktır.

15 Temmuz kalkışmasını anlamak için, Fetö’de oluşan “Ötekileştirme” ve “Biz” oluşturmanın teolojik kodlarını anlamak gerekir. Mevlana’da Moğollarla oluşan “Biz” şuuru ile Fetullah’ta ABD, AB, Vatikan(Dinler Arası Diyalog), İsrail’den oluşan “müttefikler” ve İhvan, İran, Ak Partisi’nden oluşan düşman “öteki”nin teolojik oluşturucuların izini İbn Arabi ve Vahdet-i Vücut teorisinde/teolojisinde aramak gerekir. Çünkü bu teori Halik ile Mahluk arasındaki ayrımı kaldırdığı gibi, Biz ile Öteki arasındaki ayrımının teolojik, ahlaki ve doğal olarak politik sınırlarını da bir tür “hümanizm adına kolayca kaldırmaktadır. (“Biz, aşkın aşıklarıyız; Müslümanlar, başkadır.” Mevlana. “Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan, halk müderrisi olsa da Hakka asidir.” Y.Emre). Kur’an’da da Hristiyan “Bizans” ile Müslümanların bir “ortak cephe”si kurulmuştur(30/2-6). Ancak bu cephe, Kitap Ehli(Hrıstıyan) ile Müslümanlara karşı değil; Pagan Perslilere karşıdır.

Fetö olayı, kimsenin bilmediği bir “virüs” olayı değildir. Tersine, herkesin bal gibi bildiği, Türkiye’nin ürettiği bir “Bal”dır. Bu balı zehirleyen çiçekler(İbn Arabi, Mevlana, D.Kayserî, N. Mısri, S.Konevi…) Anadolu’da yetişmişlerdir. Bu balı, -“Abant Toplantıları”nın baş müdavimleri olan liberal-seküler-sol aydınlar başta olmak üzere, Demirel, Özal, Ecevit.. dahil- herkes yalamıştır; ancak bu balın zehirleşmesini, uzun süre hissedemeyişimizin sebebi(“kandırılmışız”), genetiğimizin yakınlığıdır. Yaşadığımız “zehirlenme”(15 Temmuz) olayından önce çok az sayıda kişi bunu görmüştür. Görenlerin çoğunda seküler Yurt/Vatan kavramı önemli bir yer tutar(D.Perinçek gibi). Esas teolojik sorun, bu “zehirleşme”nin nasıl olduğudur.

FETÖ, kimilerinin sandığı ve iddia ettiği gibi Haşhaşi, Cizvit, Moon, DHKP-C… vs. gibi, kökü dışarda, marjinal, uzaylı bir yapı değildir. Sayın cumhurbaşkanımızın dediği gibi: “Arkasını çetelere, mafyaya dayama yerine; arkasını millete dayayarak bu büyüklüğe erişmiş bir harekettir.” Ancak, arkasını millete dayadığı kadar ABD, AB, Vatikan ve İsrail’e dayadığını sayın cumhurbaşkanımız uzun süre görememiş. Bu örgütün kökü, genetiği, tohumu, mayası Anadolu’dadır.

15 Temmuzun birinci yıl dönümünü anma bağlamında üretilen“15 Temmuz Destanı” kavramı, bir yönü ile doğrudur. O gece bir destan yazılmıştır. Ancak, bu kavram, bir yönü ile de bir “Traj-i komiklik”tir. Zira, bu “Destan”, Sünniliğin bir kanadının diğer kanadına karşı yazdığı bir destandır. Nedense, bunu görmezlikten geliyoruz. Kendimize(Sünniliğe) yakıştıramadığımız için üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Ona dış kaynaklar bulmaya çalışıyoruz.

Cemaat, samimiyetle giriştiği “sivil” bir “Hizmet Hareketi(Yüzyılın İyilik Hareketi)” olmaktan zamanla çıkmış; siyaseti şeytanlıkla(korsan-illegal-gizli-paralel) icra etme noktasına gelmiştir. İkinci bir teori de, bu hareketin, ta başından itibaren CIA tarafından kontrol edildiğidir. Eğer bu teori doğruysa, Fetullah, “hainlik” kast-ı mahsusundan değil, saf(aptal) samimiyetinden dolayı bu durumu kabul etmiş olmalıdır: “Allah isterse “kafir”le de dinine hizmet ettirir” zayıf hadisi fehvasınca bunu yapmış olabilir. Said Nursi’nin Risalelerinde de dinsiz Komünizme karşı, dindar bir Amerika “muhabbeti” bilinmektedir. Bu hareketin oluşmasında Kemalizm’in Türkiye’de yarattığı dini-kültürel mağduriyet, politik sebeptir. Teolojik sebepler ise, yukarda saydığım hususlardır. Başta Ak Partisi olmak üzere, Türk halkının bu “zehirleşmiş” balı hissetmeden uzun süre yemesinin sebeplerine gelince: 1-Güce tapma, 2-Beleşçilik ve İkbal beklentisi, 3-Hayır severlik, 4- Kaliteli eğitim hizmeti satın alma. 5- Onlarla aynı “inanç”lara sahip olmaktan dolayı(alnı secde görme) Ak Partinin sekülerlere karşı işbirliği saikleridir(içimizden birileri).

Politik olarak 15 Temmuz, bir darbe teşebbüsüdür. Teolojik olarak da, İslami-Muhafazakâr bir parti ile bir Sünni Cemaatin çatışmasıdır. Bir ulu kişinin, arkasındakiler ve avanesi ile bir kahramana/karizmatik lidere ve onun şahsında Türkiye’ye saldırısıdır. Bu olay, kasıtlı ilk muhatabı R. T. Erdoğan ve Ak Partisi, ikincil/dolaylı olarak da sonuçları bakımından İslam, Türkiye, Türk Halkı, Türk Devletine karşı bir “İhanet” hareketidir. Fetö’yü kimse “tekfir” edemez; ancak, açıkça ihanetle suçlarız. Sorun, onların bu ihaneti işlemelerine neden olan vatan/yurt, millet/ümmet bilincinin hangi saiklerle eritilmiş olmasıdır; “Mobil Vatan(Seccade ve Kur’an’ın götürüldüğü her yer)” kavramını nasıl icad ettikleridir. Bunun sebebi, Yahudilikteki “Seçilmişlik”, Hrıstiyanlıktaki “Kurtulmuşluk” inançlarına benzer olarak, Fetullah’ta oluşmuş olan, İslamiyet’i -Kiliseye benzer olarak-  “Temsil” etmek inancıdır. Dünyaya karşı İslamiyet’i temsil etme “Misyon”u, onlardaki “Vatan/Yurt” ve “Millet-Ümmet” bilincini yok etmiştir. Bu inancın oluşmasında İbn Arabi’nin “Vahdet-i Vücut” teorisinin etkisi olduğu kanaatindeyim.

Fetullah’ı dini anlamda “otorite” haline getiren teolojik hususlar ise: 1-İlham ve Rüya ile “İlahi bilgi” aldığı inancı ve 2-Fiili olarak Allah tarafından desteklendiği inancıdır. Bu niteliklerin her ikisi de, bilindiği gibi Tasavvuf/Batınilik geleneğimizde Kutup, Gavs, Mehdi, İmam, Şeyh, Veli, Evtad diye bilinen kişilerde olduğuna inanılır. Kutsal kişi imgesi, doğal olarak bağlılarındaki irade ve düşünce kabiliyetlerini felç eder. Fetö hareketinin kırk yıllık geçmişine rağmen, bu hareketin içinde ikinci bir “kişi”nin olmayışı; elemanların/müritlerin bir kısmının “mankurt”, “zombi”; büyük bir bölümünün ise “böcek”, “sürü” oluşunun sebebi budur.

Tarihte Baba İshak ve Şeyh Bedrettin örneklerinde olduğu gibi FETÖ’nün oluşmasına İbn Arabi’nin muakkibi olan Davut el-Kayseri’nin kurucusu olduğu İznik Medreselerinde ‘Fususu’l-Hikem’in en son okunan kitap olması; Molla Fenari’nin bu kitaba bolca atıf yapması; üçüncü Murat’ın bu kitabı Türkçeye çevirmesi ve bu kitaba 120 ye yakın şerhin yazılması; Ayrıca Mevlana, S.Konevi, N.Mısri ve Y.Emre’nin bu mesleke/mezhebe salik olmalarının önemli bir rolü olsa gerek. Nakşilerin hepsi, İbn Arabi’yi “Şeyhu’l-Ekber” olarak görür.

Sünnilikte mevcut olan “Takiyye” ve “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” kavramları, bu hareketin gizli/paralel, illegal-korsan bir yapıya evrilmesini doğurmuştur. Müritlerin azami kısmında yaratılan azim-sebat, kararlılık ve imanın arkasında samimi “Allah Rızası” ve “Cennet Arzusu” yatmaktadır. Bu hareketin, dini bağlamda samimiyetsiz olduğu iddiası doğru değildir. Anlaşılması gereken husus, samimiyet kadar “istikamet”in de İslamiyet’te önemli bir değer olduğudur. “Ameller, niyetlere göredir” hadisi doğru olduğu gibi; en az onun kadar doğru olan bir diğer husus da: “İnneme’l-a’malu/umuru bi’l-havâtım” yani “Ameller, sonuçlarına göredir.” Cehaletin olduğu yerde samimiyet, böylesine “taşören”leşmenin doğmasına sebebiyet vermektedir.

Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan’ın 17-25 Aralık’tan sonra bu yapıyı tasvir etmek için kullandığı “Tabanı ibadet, ortası ticaret, tepesi ihanet” tabiri oldukça doğru bir tanımlamadır. Buradaki “ihanet”in birinci derecede muhatabı kendisi(AK Parti); dolaylı muhatabı ise, “Türkiye”dir. 15 sene boyunca bu yapı ile iş birliği yapmış Ak Partinin siyasi ekibi, -bu “iş birliği”nin ahlaki muhasebesini yapmadan- son anda saldırı kendilerine yönelince “kandırıldık” diyerek sorumluluktan kurtulmaları, taban ve cemaatten hizmet satın alanların ise “suçlu” olarak görülmeleri ve kovuşturmaya tabi tutulmaları kamu vicdanını yaralamaktadır. 15 Temmuz olayından sonraki tevkif ve yargılama süreçlerine bakıldığında, son iki katmandan ziyade, taban, hayli mağdur edilmiş durumdadır. “Kör, tuttuğunu sever” sözünde olduğu gibi. Bu da Türkiye’nin güçlü “siyasi” motivasyonu ve zayıf “hukuk” kapasitesinin bir semptomudur.

Cemaatle Ortak(Diyanet-İlahiyat-Siyaset) Günah Genetiğimiz.

1-Pensilvanya’ya(CİA’nın kucağına) taşınması, kimseyi dehşete düşürmedi.

2-Dünyadaki “okullar” CİA’nın yuvası haline gelmiş iken; kimse irkilmedi.

3-Askerlere karşı kurulan kumpaslara kimse sesini çıkarmadı. Muhafazakârlar, içinden sevindi.

4-İllegal dinlemelere-görüntülemelere(Deniz Baykal ve MHP’li adaylar) kimse sesini çıkarmadı.(“Ne özeli, ne özeli; kamusal, kamusal).

5-Bir “Cemaat”ın devleti ele geçirme planına kimse ses çıkarmadı. “Siyaset-Hukuk-Devlet” anlayışımızın ilkelliği.

6-Soru çalıp devlete adam yerleştirmeleri, kimseyi dehşete düşürmedi.

7-Mehdilik-Mehdiyet iddiaları, kimseyi infiale sevk etmedi.

8- Kişi olarak “put”laşması, kimseyi rahatsız etmedi.

9-Anadolu çocuklarının boğaz tokluğuna çalıştığı okullara yine Anadolu’dan çuvallarla para aktarılarak oraların CİA’nın şubeleri gibi çalışmasının; hadi, ekonomik açıdan birer “ticari işletme” olmasının İslam’ın “Temsil” edilmesi olduğunu kimse sorgulamadı. “Türkçe olimpiyatlar”  gururumuzu okşadı.

10-Yoksul Anadolu çocuklarının devlet yurtlarına gitmesi gerektiği halde; “Işık/Nur Evleri”nde beyinlerinin yıkanması, hiçbir devlet bürokratını veya siyasetçiyi rahatsız etmedi.

11- Kendilerinden olmayanlara it veya gâvur muamelesi çekmelerini, kimse umursamadı; onur meselesi yapmadı.

Siyaseti “At Terbiyeciliği” Veya “Çoban-Sürü” İlişkisi Olmaktan Çıkarmanın Zorunluluğu Üzerine

5.7.2017

(Karizma/Lider- Tağut- Put Yaratmanın Yakın Ahlaki- Psikolojik Fenomenolojisi)

“Onların kamusal-Siyasi İşleri(emruhum), aralarında(beynehum) ortak akıl-oylama ve ortak-kurumsal sorumluluk iledir (Şûra).”(42/38)

Başlıktaki kavramların ilk ikisi siyasi, diğer ikisi de dini olmasına rağmen, hepsinin ortak paydası, birbiri ile siyaset zemininde yakın olmaları ve “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır” sözünde veciz olarak ifade edildiği gibi, kolayca bir birine girişmeleri ve karışabilmeleridir. Lider ve Karizma siyasette büyüleyici, etkileyici, cazip, olağanüstü, yaratıcı/akıllı-kurnaz, cesaretli-gözü pek/cesur yürek, dürüst-vefalı, fedakâr, ilahi yardıma mazhar sıfatlardan birine veya bir kaçına haiz olduğuna inanılan kişi demektir. Tağut ise, Firavun-Karun gibi siyasi-ekonomik gücü de olabilen “Şeytani Güç” demektir(M.Esed). Şeytan burada sıfat olarak hukuk ve ahlak dışılık olarak salt güç istencini(istiğna-istikbar) ifade eder. Put ise, insanın korku, güçsüzlük, yardım ihtiyacı, güç istenci ve daha da önemlisi “sığınacağı-sevileceği sıcak bir toplumsal çevre ve otorite”(29/25) oluşturma arzu ve ihtiyaçlarından(meveddetenbeynehum) kaynaklanan ve bir dönemler tahtadan, taştan yapılıp boyun eğilen, tapınılan sözde-ilahi varlıklardır. Psikanaliz, bize put yaratma ihtiyacının, modern dönemlerde kağıttan (para) ve etten/kandan (başarı, toplum, devlet, parti, para, cemaat, lider/karizma, papaz, şeyh… tarafından) doldurulduğunu, yani bunların da putlaştırıldığını söylemektedir. Erich From’un vukufiyetle tespit ettiği gibi, putperestliğin kriteri Tanrı sayısı değildir; insanın kendine yabancılaşmasıdır. İnsan tek Tanrı aracılığı ile de kendine yabancılaşabilir.(ErichFromm,Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç, İstanbul, 1973. s.76) İnsanı kendi vicdanına ve öz kabiliyetlerine yabancılaştıran ve onu kötürümleştiren her ne ise, “put” odur. Tehlike şurada: Lider/karizma yaratma veya olma ile, Put/Tağut yaratma veya olma arasındaki sınır, kıl kadar incedir. Put, Tağut, Şeytan, aslında her insanın içindeki heva yani arzu/içgüdü kaynaklı güç istenci ve kötülük kapasitesinin somutlaşmasıdır… Kötülük, bilindiği gibi, vicdana yabancılaşarak veya dogmatik bir dini tavırla(“iyilik” zannı ile) de yapılabilmektedir: “Yaptığı kötü amel, kendisine “iyi” görünen kişiye ne demeli?”(35/8).Dinler tarihi bunun şahididir.

Benzetme yönü her ne kadar “sorumluluk” olsa da, “siyaset”in, İslam toplumlarında “seyis=at bakıcılığı” ve “çoban-sürü” ilişkisi olarak tanımlanıp kodlanması, yani bu süreçte halkın/kitlenin, yönetileceklerin “hayvan(at-koyun)” yerine konulması, işaret etmiş olduğumuz tehlikeyi artırmaktadır. Nitekim “Sürüden ayrılanı, kurt kapar” sözü, bu politik zihniyeti yansıtır. Bu durumda Lider/Karizma, “seyis” ve “çoban” rolüne bürünmektedir; Krallık/Saltanat, bu siyasi tarzın pratiğidir. Lider/Karizma/Kral, ilahi yardıma mazhar, olağanüstü/büyülü/sihirli/ilahi bir haleye bürünmektedir. Saray, Protokol, Taç/Kavuk, Kırmızı Halı, Koltuk ve Tören bu “kutsama”yı temin eder ve koruyup sürdürür. ”Kral Çıplak” hikâyesinde olduğu gibi, onun böyle niteliklere haiz olmadığı, tersine sıradan bir insan olduğunu görmek, ancak “çocuk saflığı”na kalmaktadır. Yetişkinlerin hepsi, kralın “görünmez elbise” giydiğine inanır hale dönüşürler. İktidarda iken, dünya hayatının çekiciliği yanında bir de suret-i haktan(Allah) görünüp herkese musallat olabilen, herkese vesvese veren insanı Allah ile aldatan şeytan(ğarur) vardır.(31/33)

İslam tarihinde bu dönemin/kırılmanın Muaviye ile başladığı bilinmektedir. Böylece Arap vali/emir Muaviye, Bizans gelenek ve törenleriyle lider/karizma, kral/sultanlaştı. Bunun en önemli göstergesi, Lider/Karizmanın güç kullanımının(otorite oluş/yetki kullanma) kitlenin gerekçe(ahlak-hukuk-kural-yasa) ve makuliyet arayışına-sorgulayışına kapanması; diğer deyimle “kerameti kendinden menkul” hale gelmesidir(Hikmet-i Hükumet). Yani “otorite” oluşun mahiyeti, hakikat/hakkaniyet olmaktan çıkıp, “güç”ile dolmasıdır. Tağutlaşmanın veya putlaşmanın başlangıç noktası da burasıdır. Her iki taraf da, buna arzulu olmadıkça bu sonuç gerçekleşmez. Kur’an tarafından siyasi otoritenin(devlet) sorumluluk ve hukuk olarak kurulma çağrısı, kısa bir bocalama döneminden(dört halife) sonra, kayıtsız/mutlak güç olarak gaspına dönüşmüştür. Bin dört yüz yıllık İslam tarihi Dinî/İslamî Hakikat=Sünnilik=Hilafet/Saltanat olarak (üst üste/iç içe) geldi. Batıda bu durum: Dini Hakikat = Hristiyanlık = Kilise (Katoliklik, Ortodoksluk) =Krallık idi. Fransız Devrimi, Laiklik, Rönesans ve Reformla bu durum sona erdirildi. Bizde Saltanat/Hilafet ilga edildikten sonra, Sultan’ın yerini Kabile kralı(Suud-Körfez), Karizmatik liderler(Atatürk-Nasır-Burgiba), Ayetullahlar, Kaidler(Saddam-Kaddafi) aldı.

Muaviye öncesi dönemde siyaset, İslam toplumunda (iyi-kötü) “Emruhum şura beynehum”(42/38) tanımına göre yapılıyordu. Yani Müslüman toplumun kamusal işleri(siyaset-hukuk-ekonomi) aralarında ortak akıl ve herkesin sorumluluk alması(Emr-i bi’l-ma’ruf/Cihad) ile kurumsal olarak çözülüyordu. Bu gelenek, İslam’dan önce Yemen bölgesinde kurulmuş devletlere kadar geri gidiyordu: “Yemen bölgesinde(Ma’in’lilerde) kendilerine has ilahları ile anılan ve başkenti Main, diğer şehirleri Berakiş, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harim, Lûk, Kumne, Nesca, Nestum ve Magusum  olan, merkezi yönetime bağlı; ancak yerel sorunlarını şehir meclislerinde  çözüyorlardı. Devlet yöneticilerinin katıldığı ve ekonomik, siyasi ve hukuki sorunların görüşüldüğü “Müsedded” denen senato meclisleri bulunmakta idi.”(M. Kelpetin,İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan, İstanbul, 2016, s.33).

Batıda gelişen Demokrasi ve hukuk devleti, bu siyaset şeklinin kurumsallaşmış, teorileştirilmiş halidir. Bu tanımda “Devlet” denen tüzel kişilik, “Tanrının yeryüzündeki tezahürü”(Hegel)olmadığı gibi; Kral/Karizma/Lider(Sultan-Halife) de, Tanrının yeryüzündeki gölgesi(zıllullahifi’l-ard) değildir. Nacran’dan gelen bir heyet, Hz. Muhammed’inde aralarında bulunduğu gurubun huzuruna ulaşınca heyetin başı, topluluğa hitaben: “Hanginiz Muhammed?” diye sorduğu gibi; yine İran’dan bir heyet Hz. Ömer’i ziyarete geldiklerinde, onun ağacın altında korumasız yattığını görünce şaşırmışlardır. Yani Hz. Muhammed başta olmak üzere dört halife de saray, taç, koltuk, protokol, kavuk…kullanmamışlardı. Avrupa, Demokrasiye geçtikten sonra –Krallıktan/Monarşiden kalma- bu tür şeyleri oldukça azalttı. Örneğin, İngiliz başbakanları Londra’da “10. Sokak 47 no’lu daire” de oturuyorlar. Avusturya Cumhurbaşkanı da, Krallık sarayında oturmayı reddedip, normal bir dairede oturuyor. Krallıktan kalma saraylar, şimdilerde “Müze” konumundadır. İskandinav ülkelerinde siyasi ve bürokratik heyetin ayrıcalıklı bir jest ve davranışlarının olmadığı bilinmektedir. Devlet kutsal, giz’li, sihirsel, nüfuz edilmez, karanlık bir güç olmaktan çıkarılıp; şeffaf, denetlenebilir, toplumun hizmetçisi(gece bekçisi), toplum sözleşmesine(Anayasa) bağlı bir hukuki-siyasi aygıt/aparat haline getirildi. Devlette görevli siyasi ve bürokratik ekip de dokunulabilir, her an ulaşılabilir “içimizden birisi” haline geldi.

Dört halifeden üçünü “koruma” olmadığı için iç savaşta kurban vermiş bir ümmetin varisleri olarak elbette ki siyasi ekibin bazı dokunulmazlıkları ve ekstra korumaları olmak zorundadır. Ancak bu durum, kitlelerin onları putlaştırmasını; onların kendilerinin de, devlet/güç zırhı giymiş, hukuksuz “tağut”lara dönüşmesini doğurmamalı.

Tağut/Putlaşmanın olduğu otoriter siyasi yapılarda “Bağımsız/Tarafsız Yargı” olamaz. Çünkü yargıçlar karar verirken sürekli siyasi otoritenin gözüne bakarlar. Onun rızasını gözetmeye, onun gazabını üzerlerine çekmemeye veya onun gözüne girmeye çalışırlar. Tıpkı Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, O’nun nezdinde “Kâfir-Zalim-Fasık” oldukları gibi(5/44-47). Böylesi toplumlarda hukuk, siyasi iradenin “it”i olur; sevmediklerinin/muhaliflerin üzerine salınır. Sözde “Demokrasi”, gerçekte ise –kuvvetler ayrımının olmadığı- “Cumhuriyet” olan böylesi toplumlarda hukuk, futbol maçı şampiyonasında “hakem/hakim”in maç yapan takımlardan birisi tarafından atanmasına benzer. Bu hakemin “tarafsız/bağımsız” olabileceği düşünülemez. Genel olarak Türkiye’nin siyasal tarihi, bana biraz böyle gibi geliyor. Objektifliği veya siyasal iktidarın etkisinden bağımsızlığı hayli tartışmalı Osmanlıdaki “Kadı Adaleti” başta olmak üzere, İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Yargılamaları, 12 Eylül Darbe Hukuku, 28 Şubat Süreci, Ergenekon-Balyoz Kumpasları, Vesayet Rejimi ve son Adalet tartışmaları, bu yargımın somut kanıtlarıdır.

Emlak Rantiyeciliği Politikası veya Kendi Etini Yemek

17.6.2017

Hz. Hud, toplumuna şöyle seslendi:
“Siz, her tepeye(aptalca/putperestçe)
tapınaklar/anıtlar mı dikiyorsunuz?
Sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla
Saraylar/Rezidanslar mı yapıyorsunuz?
Başkalarının hukukuna el uzattığınızda,
hep böyle zorbalık mı yapıyorsunuz?”(26/127-129)

İmar bakanımız, eski belediye başkanı Mehmet Özhaseki: “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor… O kadar rahatsız edici ki, hepimizin içi(midesi) dönüyor” dedi. İyi de, kendisi de Kayseri’de yirmi yıla yakın Belediye başkanlığı yaptı. Kayseri’ye gidip “şehircilik” ve “mimarlık” kriterleri ile baktığımızda, şehrin yarısının 30 katlı binalarla dolu olduğunu görüyoruz. Oradaki rantları kimler yediler? İmar rantından para kazanmanın kaynağı(Dikey Mimari) ve geleneği, ta 30 sene öncesine, sayın Cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan’ın İstanbul Belediye başkanı olduğu yıllara gider. İki bin ikide AK parti iktidar olduğundan beri de “İnşaat Ya Resulullah” diye hükümetin rutin ekonomi politikasıdır “Dikey Mimari”: Rezidanslar, TOKİ’ler, AVM’ler, Gökdelenler, Towerlar, Kuleler… Hiç kimse, sanayide Türkiye’nin yeni bir keşif/icad yaptığını, yeni bir ekonomik “ürün” veya “marka” ortaya koyduğunu bilmiyor. Osmanlı döneminde ekonomik olarak üretip de dışarıya bir şey satma(ticaret) yok denecek kadar azdı. Olanlar da gayri müslimlerin elindeydi. Şimdi, ne Osmanlıdaki gibi dışardan “ganimet” alabiliyoruz; ne de modern ekonomilerin yaptığı gibi orijinal bir sanayi ürünü üretip satabiliyoruz. Tarım-Tekstil ve bazı sanayi ara malları satmanın yanında, esas Emlak rantiyeciliği ile kendi bedenimizin etini yiyoruz. Kendi toprağımızı kendimize, -bazen de bizim gibi üretme özürlü petrol satan Körfezli Araplara- satarak para kazanıyoruz. Üretme, keşif/icat çıkarma, yaratma ve dışardan alıp dışarı satma anlamında “ticaret” yanında emlak rantiyeciliği biraz “ensest” bir ilişkiye benzemiyor mu?

İbn Haldun’un tespit ettiği gibi, rızıklarını oklarının gölgesinde arayan; taşlara sadece “ocak taşı”, ağaç ve tahtalara ise sadece “çadır direği” olarak ihtiyaç duyan göçebe yağmacı Araplar (İbn Haldun, Mukaddime. Çev: H.Kendir. İst.2004. c.I/205), Abbasiler döneminde ticaretin ganimetten daha fazla zenginlik getirdiğini keşfederek yeryüzünde ilk defa “Ticari Kapitalizm”in kurucularına dönüştükleri halde (Benedikt Koehler. İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. çev: İsmail Kurum, 2016, Ankara. Özellikle 139 vd.); Abbasilerden siyasal iktidarı devralan göçebe-asker Türkler, Arapların yağmacı geleneğini “fütuhat” ve “ganimet” tutkusu ile sürdürürlerken; 16. yüzyıldan itibaren Batı’da meydana gelen Sanayi devrimini algılayamadılar ve bu yağmacı/fütuhatçı gen bugün kendi devletini/kendi etini -emlak rantiyeciliği ile- yağmalıyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Hintli Müslümanların gönderdikleri para ve altınlar ile Türkiye’yi sanayileştirmek için kurulan İş Bankası’ndan kredi alan tek parti dönemi bürokrat ve siyasetçileri(Affairler/aracılar), atölyelerde üretilen malları dışardan ithal ettirip, atölyelerin kapanmasına sebep olmuşlardır. Böylece Türkiye’nin sanayileşmesine destek verecek banka, tersinden sanayiyi kösteklemiştir.

“Salla başını, al maaşını.”, “Nerde beleş, orda yerleş”, “işi bil, iş yapma”, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, “iş buldun sıvış; aş buldun giriş”… gibi deyimler, bu yağma/ganimet psikolojisinin, üretime dayalı rasyonel ekonomide büründüğü yeni ifadeleridir.

Şehir rantlarının nasıl dağıtılacağı, Avrupa’da ciddi bir hukuki mevzudur. Kişilere haksız yere kazanç sağlamanın kapısı değildir. Kamunun hakkı son derece titizlikle korunur. Merak edenler, ilgili mevzuata bakabilir. Türkiye’de son 15-20 yıldır Belediye Başkanlıkları ve doğal olarak ilgili partinin bürokratik-siyasi ekibi, imar rantlarını “Arpalıklar” olarak paylaşmaktadırlar. Burada da en fazla kazanç “Emsal” denen kat irtifasından yani göğün/havanın satılmasından elde edilir. Tek bir imza ile 350 daire sahibi olunabiliyor. Göğün hiç kimseye ait olmadığı, Allah’ın olduğu düşünülerek muhafazakâr Belediye başkanları ve Partilileri tarafından “daire-daire” parsellenip, satılıyor. Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, belediye meclisleri kararları ile imara açılıp “emsal” ile göğe doğru sivriltip millete satılıyor… Şehirlerin içi ve civarı bitince, şimdilerde koylara, zeytinliklere göz dikildi. Bu, çok kötü bir hastalıktır; bütün “boş”lukları “arsa/emlak” olarak görme sapıklığıdır: 1999-2003 arasında İstanbul’da “Deprem Toplanma Alanı” sayısı 470 iken; bunların 300’ü, AVM ve Gökdelen’e dönüştürülmüştür. Türkiye’nin yarı doğusundan yarı batısına süren göç, 1950’den beri devam ediyor. Arz-talep dengesi, bu rantın daimi kaynağıdır. İmar yetkisinin ülke çapında hukuk veya meslek uzmanlarından oluşan denetim-bilirkişi kurullarına verilme yerine, Belediye başkanlarına veya siyasilere verilmesi, kurda kuzu teslim etmekten başka bir şey değildir.

Paranın birkaç kat (azafen mudaafen/ Faiz) kazanması (3/130) Kur’an’da yasaklanmış iken; toprağın veya boşluğun(Havanın) bin kat para kazanması(emsal) nasıl haram olmuyor? “Emsal”, “faiz”den bin kat daha haram olması gerekmez mi? Faizde ezilen/sömürülen bir kişidir; emlakta gasp edilen ve satılan ise bütünü ile kamu malı veya mekânıdır. Faizde mağdur bir kişi; emsalde mağdur olan bir şehrin bütünüdür. Şehirleri “Güzelyurt” olmaktan çıkarıp “Metropol” denen canavarlığa/cangıl’a/kanser’e dönüştüren bir husus da, “emsal” denen şeytanlıktır.

Hz. Muhammed’in hanımı Ümmü Seleme, Hz. Muhammed’in Mekke’de olmadığı bir anı fırsat bilerek kendi odasına bir ilavede bulundu. Hz. Muhammed, bu durumu görünce bir “tüccar” olarak ona -“inşaat ya Resulullah” diyenlere inat- şöyle çıkışmıştır: “Bir müminin servetini yiyip tüketen en faydasız şey inşaattır” (Benedikt Koehler. Kapitalizmin Doğuşu. s.87). Çok doğru bir teşhis. Zira inşaat sektörü, sanayi veya tarım üretimi ve ticaret gibi yoktan veya dışardan ekonomik(artı) değer yaratan bir sektör değildir.

Şehircilikte, esas ve evrensel olan mimari kriterlere göre yerleşim yerlerinde en fazla 4-5 katlı binalar/apartmanlar/evler yapmak ise ve esas olan her şehir ve kasabanın güneş, gökkubbe-sema, yıldızlar, bulutlar ve ufukların(dağ-tepe-dere-ova) karartılmaması, kapatılmaması; havasının ve rüzgârının kesilmemesi; ağaç-toprak, park, bahçe-çiçek, kuş, börtü-böcekten uzaklaşılmaması ise; Müslümanlık da, -doğal “ayet”lerden “ibret almak” için- bunu gerektiriyorsa; dikey mimari, bütün bu kul haklarına saldırıdır, gasptır, haramdır. Dikey mimari, Allah’ın Kur’an’da sık sık saydığı ve nimet olarak nitelediği ve bizim imanımızın oluşmasını ve korunmasını sağlayacak “ayet”lerden bizi uzaklaştırmaktadır; “ayetlerden yüz çevirmektir.”(6/4,21/32,36/46) Ayağımızın yerden (doğadan)/ayetlerden kesilmesidir. İnsanları gökdelenler içinde “Daire” diye dikdörtgen hücrelere kapatmak veya onların arasındaki sokaklarda “akmaya” mahkûm etmek, insanları böcekleştirmek modernlik/refah diye insanlara satılıyor. Hud peygamberin, bugünkü şeylerin benzerlerini yapan kavmine vakti ile söylediklerini, biz de hatırlayalım: “Siz, her yüksek yere bir mabed (cami) veya kule yapıp boş şeylerle eğleniyorsunuz? İçlerinde ebedi yaşama ümidiyle saraylar, rezidanslar mı ediniyorsunuz? El uzattığınızda da, çok zorbaca uzatıyorsunuz.”(26/128-129)

Ünlü mimarimiz rahmetli Turgut Cansever’in, Bugünkü duruma gelmememiz için iki binli yılların başlarında mevcut iktidara adeta yalvardığını televizyonlardan hatırlıyorum. Kimse rahmetlinin uyarılarına kulak asmadı. Şehir mimarisi için hazırlamış olduğu raporun bürokraside sümenaltı edildiği bilinmektedir. Çünkü rant hırsı gözleri bürümüştü. Hoca 1943 yılında Şehircilik dersine girdiği Alman mimar hoca Prof. Oelsner’in kendisine: “Dua edelim, Belediyelerin kasalarında mevcut olan planları uygulayacak kimseler çıkmasın” diye serzenişte bulunduğunu söyler. Hoca bu modern şehircilik planlarının Tek parti dönemine ait olanlarını kastediyor elbet. Ancak, Ak Parti döneminde böylesine master bir plan da olmadan salt “rant içgüdüsü” şehirlerimizi bu hale getirdi. Turgut Cansever şöyle diyor: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimal en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı hakkı verirken, diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirlerden toplanan vergi ile vücuda getirilen altyapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek, hasedin doğmasına; hasedin arkasından: “Ben de aynı şeyi niçin yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebep olacağı gayet açıktır. Ticaret sektöründe 2,5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildi. 30 katlı binayı yapıp bütün daireleri satarak aradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini yaptıklarını iddia ederek yalan söylüyorlar; ve bu yalanları sizin tekzip etme imkânınız yok.”(T. Cansever. Kubbeyi Yere Koymak. İst. 2002.s140.)

İnşaat ve Siyaset Kültür ve Sanat Yaratmaz

8.6.2017

Sayın cumhurbaşkanımız, Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şunları söyledi: “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız; ama, sosyal ve kültürel iktidar olamadık. Medyadan sinemaya; bilim, teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin olduğunu görüyorum. Elimizde böyle (siyasi iktidar) bir imkân varken, hâlâ pek çok yeri boş bırakıyor olmamız, aklın ve vicdanın kabul edeceği bir durum değildir. Tek eksiğimiz, bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolar.” Tayfun Atay, Cumhuriyet Gazetesi’nde sayın cumhurbaşkanımızın bu sözlerini yorumladığı yazısında bizim başlıkta dediğimizi dedi: 15 senedir temel kaygınız, inşaat/rant ve siyaset(hile/iktidarı uzatma) ise, yoksunluğunu/yoksulluğunu ifade ettiğin(sanat, sinema, bilim, teknoloji ve hukuk..vs) alanlarda olamazsın.

Ak Parti’nin ilk iktidara geldiği yıllarda biz 15-20 ilahiyatçı akademisyen, “İslamiyyat” diye kaliteli bir İlmi-İslami dergi çıkarıyorduk. Başka dergiler de vardı: Divan, Bilgi Hikmet, İslami Araştırmalar, Tezkire… Hepsi kapandı ve ekipleri siyasete-bürokrasiye taşındı/koşuştu. Bilim, Sanat, Teoloji, Hukuk bunların hiçbiri, adına “İslamcı” veya “Muhafazakâr” denen camianın temel merakı-ilgi alanını, tutkusunu, hayretini mucip olmamıştır. Olamazdı da. Sanatın önemli bir dalı olan Şiirde N. Fazıl, muhafazakârlara Seküler Kemalizm’e karşı politik muhalefeti ve iktidar olmayı yegâne ufuk olarak aşıladı: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes; ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es.” Sayın cumhurbaşkanımız da bu şiirleri okuyarak büyüyen nesildendir: Hamaset ve Siyaset.

Türkiyeliler(Kürtler dahil), tarihi süreç içinde düşünmenin “mitolojik-din/mistisizm(Tasavvuf)” aşamasında kalmışlardır. Medreselerde devletin bürokrasi ihtiyacını karşılamak için okutulan Rasyonel Teoloji(Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis), erken dönemde Arapça filizlenmiş olan ve içinde daha sonraları batıda “Bilim” olarak kristalleşen çabayı da barındıran ”Felsefi Düşünmeyi” zaten Nizamiye medreselerinde boğmuştu. Araplar, -İslami İlimleri yaratarak- “teolojik düşünme” aşamasına geçmişlerdir. Yani dini metinleri akıl ile açıklama çabası(Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Felsefe). Ancak Batıda teolojik düşünme aşamasını “Felsefi Düşünme” aşaması takip etti(Aydınlanma-Rönesans). Sanat, kültür, teoloji/reform, hukuk işte bu aşamanın ürünleridir. Bunu da “Bilimsel Düşünme” aşaması takip etti. Batıda tekniği, sanayiyi ve ekonomiyi yaratan bu aşamadır. Finans Kapitalizmi, Sanayi kapitalizminin zorunlu devamıdır.

İslam dünyasında mevcut durum, Sünniliğin uzun süren kültürel-politik hegemonyasında taşımış olduğu potansiyelleri bütünüyle açımlaması, çiçeklenmesi, meyvelerini vermesi ve akabinde tükenmesidir. Son üç yüz yıldır Dünyanın hem alt yapısı(ekonomi-sanayi-teknoloji) hem de üst yapısı(İnsan Hakları, Milliyetçilik/Ulus Devlet, Demokrasi, Hukuk Devleti, Laiklik, Üniversite/Bilim…vs) Batı tarafından belirleniyor. İslam Dünyası(Şeriat), geçen yüz yılın başlarında kurumsal olarak, kültürel olarak, hem de fiziksel olarak çökmüştür; Milliyetçilik/Ulus Devlet benimsenerek yarı bağımsız diktatörlükler olarak yeniden kuruldu. Şimdi de özgürlük, sağlık, üretim, eğitim sorunları ile boğuşuyor. Batı kendini hayatın bütün alanlarında(Sanat-Kültür, Bilim-Teknoloji, Din/Teoloji, Hukuk, Ekonomi) yeniledi ve sonuç olarak da elde ettiği silah-ekonomik güç ile dünyaya –yarı gönüllü, yarı zorla- kendini kabul ettirdi; dünyayı kendine benzetti.

Şu anda Batı da, sahip olduğu potansiyelleri çiçeklendirerek tüketmiştir. Ancak hegemonya küresel ölçekte olduğu için bitiş görünmüyor. Post-modernizm(nihilizm), aslında bu bitişin bir semptomudur.

Sayın cumhurbaşkanımızın “iktidarsızlığını” itiraf ettiği alanlar, Sünniliğin yaşama ilişkin üretmiş olduğu kültürel-kurumsal kalıpların tükendiği alanlardır. İslam’ın genetik/tohum özünün sağlamlığı, tarihsel açılmış gövdesinin(Çınar/Sünnilik) yaşlılığını, meyve vermezliğini ve belki de çürümüşlüğünü ortadan kaldırmıyor. Yalnız bu alanların ikamesi veya doldurulması, ima ettiği gibi zorla veya “adanmış” kadrolar yani politik militanlık ile olmuyor. Oturup Avrupalının yaptığı gibi Felsefi ve Bilimsel olarak veya alternatif bir “düşünme tarzı” ile kafa patlatmak, dirsek çürütmek, göz nuru dökmek, alın teri silmek ile olacak alanlardır. Yoksa Tayfun Atay’ın dediği gibi, İstanbul’un Fethinin yıl dönümünde gâvurdan aldığın kamyonlardan 1453’nü “gösteri” amaçlı olarak bir yere toplamak veya reytingi 50. sırada izlenen “Kur’an okuma yarışması” düzenlemekle olmuyor.

Üniversite sayısını artırmak, mağaza zinciri veya AVM açmaya benzemez. Felsefi merak/düşünme, keşif/icad çıkarma ve bilimsel araştırma tutkusu yoksa; buralar “iş bulma” mekanlarına döner. “İcad çıkarma”nın  ve “eski köye yeni adet getirme”nın lanetlendiği bir kültürden geliyoruz. Şu anda birkaç özel üniversite dışında devlet ve vakıf üniversitelerinin yegâne misyonu, meslek edindirmek veya işsiz genç mezun etmektir. 15 yıldır devlet aracılığı ile çoğunlukla “inşaat/rant”tan para kazanan muhafazakâr burjuvazinin sanatsal hobileri oluşmadı. “Çukurambar” bunun kanıtıdır. Göğü delen dikey mimari ile “Havadan(emsal) para kazanma”; dört çekerli araçlarla kafe ve restoran önlerinde trafiği tıkamak, kafelerde iş bağlamak, nargile-okey masalarında duman altı olmak, hepsi bu kadar.

“Vicdansız Dindarlık” Olarak Güncel Müslümanlık

27.5.2017

“Hayır, insan bir takım mazeretler ileri sürse de; kendinin ahlaki görme yetisinin olduğuna şahittir”(75/14-15).

                                               “Vicdanın kınayan sesine and olsun”(75/2)

Peygamberlerin vahiy ile yapmaya çalıştıkları şey, yaratılışta Allah’ın insana vermiş olduğu ahlaki vicdan kapasitesini tahrik etmek, uyandırmak ve işler hale getirmektir. Çünkü insanlar toplum içinde tarih, gelenek ve kültürel etkiler ile mayalanarak taklit, alışkanlık ve içgüdü saikleri ile bu kapasitesini kaybeder. Kur’an’ın kitap, ilim, hikmet, nur, hidayet, tezkire, furkan, şifa, besair, rahmet, beyan… sıfatlarını olması, bu iddiamızın kanıtıdır. Vahyin yöneldiği muhatabın ise insandaki akıl, kalb-ı selim, lübb, ruh, basiret, fuad… yani şuurluluk, düşünme, duygu, sezgi, idrak, izan, ifham/anlama veya vicdan kapasitesi olması, ikinci bir kanıttır. Kur’an’da az sayıdaki “fetva isteme (yeselûneke 2/215, 219, 5/4, 8/1…)” anlamında soru sormanın ötesinde, düşünmeye teşvik anlamında soru sorma (E-raeyte? 25/43, 107/1, 6/46, 10/59…),- Heidegger’in dediği gibi- :“düşünmenin takvasıdır”. İnsanları soru sormaya teşvik eden bir kitap, – tarihsel bir bağlamda verdiği cevaplar mutlaklaştırılarak- Sünni Fıkıh Usulü sayesinde (Edille-i şeriyye) yeni sorular sormayı ve cevabını aramayı haram hale getiren bir kitaba dönüştürüldü. Kur’an’da Allah, kendini her bir insan teki ile daima “beraber/me’a= in relation with…” onu eğiten bir Mürebbi/Rabb/Pedagog olduğunu ifade ederken; Fıkıh usulü, bu canlı ilişkiyi koparıp,  nasslara kesin itaati “din” olarak vazetti. Birinci yol, mutasavvıfların kontrolsüz “Batınîlik”ine terkedilirken; ikinci yol, “Selefilik/Vahhabilik/DAİŞ”de ideal pratiğine kavuştu. Sözüm ona mutedil “Sünnilik” ise, bu iki ekstrem uç arasında gerili kalmıştır: “Bir o yana, bir bu yana; hem o yana, hem bu yana; ne o yana, ne bu yana.”

Dini bilinç, dinin kaynağında aşkın, mutlak ve kutsal bir Tanrı fikrine dayandığı için, bunun dış dünyada mevcut olmamasına dayanamaz ve onu daima tecelli, tezahür (İnkarnasyon ve hiyorefani) ile bir biçimde mücessem hale getirmeye çalışır. Putçuluk/Paganizm, tipik olarak budur. Hz. İbrahim, bu zaafı aştığı için “peygamberlerin babası” sayılmış; putperest kavmi tarafından ise: “Hanif (sapkın-dönek)” olarak nitelenmiştir. Tersinden o, Allah’a dönmüştü(tahannuf). Hz. Musa ise, bu yoksunluğa dayanamadığı için: “Tanrım, bana kendini göster”(7/143) deme zaafında bulunmuştur. Bu zaaf, Yahudilikte sık sık putçuluğa geri dönme (Samiri’nin Buzağısı, 7/148) ve muvahhit olduklarında ise “Ahit Sandığı” (Tabut-2/248) aracılığı ile tezahür etmiş; Hristiyanlıkta Hz. İsa’nın mucizevi doğumu, “inkarnasyon” (Teslis) şeklinde kutsalın/ulûhiyetin “tezahürü/tecessümü” olarak algılanmıştır. Daha sonra kilise, Hz. İsa’nın bedeni ve tecessümü olarak; papalar da kilisenin tecessümü olarak yorumlanmıştır.

İslam dini, tevhide ve tenzihe aşırı vurgu yaparak mutlak ve kutsal olanın hiçbir surette tecelli ve tezahürünün/tecessümünün mümkün olmadığını ısrarla vurgulamıştır (112/1-4, 42/11). Bu bağlamda baştaKur’an olmak üzere Ka’be ve Hz. Muhammed, tamamen anlam-ahlaki duygu (maneviyat) taşıyıcısı araçlar(medya) olarak vazedilmiştir. Ancak zamanla Müslümanlar da bu soyutluğa katlanamamışlar ve Ka’be başta olmak üzere, Hacerü’l Esved ve Rıdvan Biatı’nın altında yapıldığı ağacı “kutsama”ya başlamışlardır. Hz. Ömer’in Hacerü’l Esved taşı (tavaf başlangıcını işaretlemek için konulmuş göktaşı) hakkında söylediği: “Senin kara bir taş olduğunu biliyorum; Hz. Muhammed seni selamlamasaydı, seni kaldırıp parçalardım” demesi ve bahsi geçen ağacı kestirmesi, kitlelerin bu zaafından duyduğu kaygıyı ifade eder. Bu tehlike zamanla ortaya çıkmış ve Kur’an başta olmak üzere (Kelam-ı Kadim) Ka’be, Hz. Muhammed; Tasavvufta “Veli-Şeyh” ve Şia’da “İmam”lar, hatta “Ayetullah”lar, kutsiyetin/ulûhiyetin nübüvvet üzerinden bir biçimde kendilerinde tecelli ettiği (Hiyorefani) kişiler olarak algılanmışlardır. Benzer bir algı, daha önce Yahudi ve Hristiyan din adamları olan “Ahbar” ve “Ruhban” sınıfının mutlak otorite olarak “Rabb” edinilmesi ve bu statü ile insanların mallarını yemelerinde ortaya çıkmıştır (9/31, 34). Oysa önce Yahudilikte (Rasihun, Rabbaniyyun, Ehlu’z-Zikr) ve İslam’ın Sünni geleneğinde teşekkül eden “Ulema” grubu (Muhaddis, Mütekellim, Müfessir ve Fukaha) otoritesini ilim ve takvadan alan açık, şeffaf, denetlenebilir, sorgulanabilir insani(ilmi-ahlaki) birer kategoridir. İslamiyet’i resmi “temsil” yetkisi olmayan “tebliğ” görevlileridir. Görevlerini yerine getirmedikleri takdirde –Yahudilikte olduğu gibi- ağır bir şekilde eleştirilmişlerdir(62/5). Ulemanın görevi, itikadı ve bilgiyi (epistemoloji) esas alan bir “Ortodoxi= doğru bilgi” üretmekten çok; Hz. Muhammed’e emredildiği gibi: “Sen, af yolunu tut; örfü emret; cahillerden olma.”(7/199) buyrukları doğrultusunda daima hakkaniyet üzere olmayı tavsiye etme, yani “ortopraxi”dir.

Kur’an, Allah’ın insan aklı, insan dili (Arapça) insan aracılığı (Hz. Muhammed) ile insanlara (Araplara) hitabıdır. Mutezile’nin ifade ettiği gibi, Allah’ın mahlûk/muhdes kelamıdır. Kutsalın (Hristiyanların sandığı gibi Hz. İsa’nın) aramızdaki tezahürü gibi değildir. Ka’be, aslında bir ibadet mekânı (Mabed, 2/125); ikincil olarak da, Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesinden anılar taşıyan (Kurban, Safa-Merve arasında karısı Hacer’in çocuğuna karşı duyduğu şefkat ve merhameti ifade eden sa’y… vs.) sembolik bir mekândır. İnsanlar için emniyet, dayanak, destek (2/125, 5/97) merkezidir. Haccın menasikleri (rükünleri) de bağlı olarak tamamen sembolik anlamlılıklardır. Namaz, Allah’a karşı saygı/huşu ifade eden anlamlı davranışlardır. Oruç, nefis tezkiyesine yönelik bir temrindir. İbadetler, “antreman” yapmaya benzer; amaç, insanı yarışmaya (salih amel: adalet/dürüstlük/hakkaniyet-merhamet) hazırlamaktır. Günümüzde Hacc-Umre ziyareti, “miting” zevkine-turizme; Namaz, Allah’a karşı şükran ve saygıyı ifade etme ve insanı kötülüklerden alıkoymadan, kendinde/kendisi için “sevap/kontür aracı”na; Oruç ise, iftar sofrasındaki nefis yemeklere saldırma işlevine/şehvetine dönüşmüştür (hedonizm).

Dinsel bilincin zaafı, kökeninde tamamen “anlam” çerçevesinde konulan veya tezahür eden olgu ve şeyleri, zamanla anlamdan yoksun hale getirip “kendinde-kendisi için” şeylere veya eylemlere dönüştürmesi yani körleşmesidir. Bunun temel sebebi, düşünmeye-şuura dayanan soyutluğa (anlama) tahammül edememesi ve alışkanlık, tembellik ve içgüdü-taklit ile somuta (kendinde/kendisi için şeye) kaymasıdır. Dinlerde ahlak-vicdan ve şuur yerine ibadetlerin öne çıkması ve zamanla şuursuz halde taklit ve alışkanlığa kayması bundandır. Bugün İslam dünyasında Ka’be, Kur’an ve Hz. Muhammed, medyatik ve manevi unsurlarını kaybedip “pagan” benzeri hale dönüşmüşlerdir. Bundan dolayı da ibadetler hiçbir manevi ve ahlaki bilinç-şuur ve vicdan rikkati yaratamamaktadır. Bir Hac organizasyonu şirketinin reklamında, -otel odasının konforunu kasten- söylediği: “Ka’be, ayağınızın altında” cümlesi, bu durumu net olarak ifade eder. İbadet esnasında insanların anlamı kaybolmuş rükünleri yerine getirmek için bir birlerini ezmeleri ve zaman zaman telefatın ortaya çıkması, yine aynı ilkelliğin (pagan bilinç) tezahürüdür. Ahlak, hakkaniyet, liyakat, ehliyet yerine; kamu sorumluluk ve menfaatlerini yaptıkları ibadetten “gafil/bilinçsizce alnı secde gören”(107/5) kişilere “peşkeş çekilmesi”, aynı durumun (ritüel dindarlığı) başka bir tecellisidir. Beş vakit namazına müdavim dindar/muhafazakâr milletvekili, imar müdürünün bir imzası ile elli daireye birden sahip olabiliyor. Hem de günahını Allah’a iftira ederek: “Cenab-ı Allah’ın takdiri ile”.

Bu arada kitlelerin hayatına katılan binlerce insanı ahlaki bağlamda memnun etmenin zorluğuna katlanma yerine, dinin merkezinde olan Tanrıyı yani bir kişiyi –ibadetle- memnun ederek kısa yoldan zahmetsizce cenneti garantileme uyanıklığını da unutmamak gerekir. Oysa aslında ibadetlerin ikincil bir anlamı da, insanı hemcinsine karşı emin hale getirmektir. Fakat bu pratikte geri teper. İbadetler, müminleri ahlaklı olmaya karşı bağışıklı hale getirir. Vahyin buyruklarının zamanla müminler tarafından Tanrı’yı memnun edecek yegâne emirler ve hakikatler olarak görülüp mutlaklaştırılması, mumyalanması ve dondurulması, onlardaki hakikati sürekli görme vasıtası olan vicdan kapasitesini dumura uğratmasının, köreltmesinin en büyük vesilesi haline gelir (İşlemeyen demir pas tutar). Bazı dindarların, coşku ile (bağnazca-yobazca-fanatikçe/cahilce)  kötülük işlemelerinin nedeni budur.

Vicdanı dumura uğratan ikinci önemli bir durum, kişilerin ekonomik-politik veya kültürel süreçlerde güçlü, meşhur, önemli (iktidar) pozisyonlara gelmeleridir. Kur’an şöyle der: “Her ülkenin önde gelenlerini (Ekâbir) hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız; ama çevirdikleri entrikalar, kendi aleyhlerine döner; fakat onlar bunu anlayamazlar.” (6/123). M. Esed, bu ayete şöyle bir yorum getirmiştir: “Önemli kimseler olmaları, onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, önde gelenler (Ekâbir), kural olarak kendi davranışlarının ahlaki yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar. Bu durumun sonucu olarak, kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder.” Hele buna bir de “İbadet dindarlığı” maskesi takılmış ise, vicdansızlık iki katına çıkacak demektir.

Yahudilerdeki “seçilmişlik”, Hrıstıyanlardaki “kurtulmuşluk” ve Müslümanlardaki “hakikat tekelciliği”, kendilerini müstağni bir pozisyona iterek, kendinden olmayanları sapık, aşağılık, zavallı varlıklar olarak görmeye sevk ediyor. Oysa bütün peygamberler, müntesiplerini hakikate karşı “kör, sağır, lal” (2/18, 171) yani kapalı/dogmatik bir “cemaat (hizip-şia)” (30/32) oluşturmaya değil; müntesiplerinin hakikate karşı daima “kulak kesilmelerini (üzünün va’iyeh)” (69/12), “kendilerini eleştirmelerini (nefs-i levvame/özeleştiri)” (75/2) yani “hidayet ve dalalet” te olma pozisyonlarının herkes ile eşit mesafede olduğunu kavramaları gerektiğini vazeder: “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” İslam, diğer din ve mezheplerde olduğu gibi, okyanusta korunaklı bir gemide (Nuh’un Gemisi) yolculuk değil; antrenmanlı yüzücü olmayı başarmaktır. Herkesin “sürü” olması değil; Hz. Muhammed’in dediği gibi, herkesin “çoban/sorumlu” olmasıdır (küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi).

Devlet Yönetimi: Kurumsal Siyaset mi Kahramanlık/Karizma mı?

17.5.2017

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi üzerine Modern bir “Ulus Devlet” Olarak kurulmuştur. Kanun-i Esası yerine Anayasa; Meclis-i Mebusan’ın devamı olarak “TBMM”;Askeriyye’nin yerine Ordu; Medresenin yerine Üniversite ve Milli Eğitim; Teşkilat-ı Mahsusa yerin MİT;Şeyhu’l-İslamlık yerine Diyanet; Kadılık yerine çeşitli Hukuk kurumları(Danıştay, Sayıştay, Mahkemeler…vs şeklinde kurumsal bir yapı olarak doğmuştur. Devletin ideolojisi “şeriat” yerine “sekülerlik” ile değiştirilmiştir. Kuruluşun, bir “Kültür Devrimi” içermesi(ideoloji), bürokratik kurumlar ile halk arasında bir ihtilaf yaratmıştır. 1950 den itibaren çok partili hayata geçmek, bu ihtilafı su yüzüne çıkarmış ve bürokratik oligarşi, siyasi iktidara karşı değişik zamanlarda “Darbe”lervurmuştur. Kuruluştaki ve kurtuluştakiM.Kemal Atatürk’ün Karizma ve Kahramanlığı, azınlık bir kesim tarafından onanırken; muhafazakâr kesim devlete belli oranda “küsmüştür”. Bu ideolojikliğe rağmen, adı geçen kurumlar, toplum nezdinde belli oranda zamanla saygınlık ve meşruiyet kazanmıştır. Kuruluş esnasında muhafazakâr kitlelerde oluşan mağduriyet(içerleme-uçuklama), “Nurculuk” ve “Milli Görüş” adlarında dinsel içerikli biri “Cemaat”, diğeri “Siyasi Parti” olan başlıca iki hareket yaratmıştır. Birinci hareket iki karizma/kahraman(S.Nursi-F.Gülen); ikincisi de iki karizma/kahraman(N.Erbakan-R.T.Erdoğan) yaratmıştır. Her iki hareketin birinci liderleri devlete ve kurumsal yapısına dokun(a)mazken; ikinci liderleri devletin kurumlarına dokunmayı ve içeriğini ideolojik olarak değiştirmeyi düşünmüşlerdir.Fetullah Gülen, “Takiyye” ile devletin kurumlarına “Paralel Yapı” olarak sızmayı tercih etmişken; Erdoğan, siyasi mücadele yoluyla açık olarak bu kurumları kendi muhafazakâr ideolojisi doğrultusunda değiştirmeyi tercih etmiştir. Bu “ideolojik mücadele” esnasında kurumların saygınlığı ve meşruiyeti oldukça zayıflamıştır. Siyasi/ideolojik kahramanlık/karizma(F.Gülen ve R.T.Erdoğan) yükseldikçe, devlet kurumları zayıflamış ve itibarsızlaşmıştır.S.Nursi ve F.Gülen, siyasi özü olan “dini” figürler iken; N.Erbakan ve T.Erdoğan, dini özü olan siyasi figürlerdir. Weber’in yaptığı analiz bağlamında birincilerde “karizma(dinsel esin ve yardım)” inancı ağır basarken; ikincilerde siyasi mücadeledeki “kahramanlık” ları ağır basar. Gandi ve Humeyni “karizma”nın ideal tipleri olduğu oranda, bizimkiler “sönük” kalır.

Kuruluş aşamasındaki kahraman/karizma, toplumun işlevsizleşmiş-eskimiş ve yer yer çürümüş dini kurumlarını(şeriat, tarikat ve hilafet) ilga ettiği için, ona karşı muhafazakâr kitlede bir kırgınlık, nefret ve hoşnutsuzluk doğmuştu. Yenilenmenin “Islah” yerine, “Devrim” ile gerçekleşmesi, bu durumu doğurmuştur. Son kahramanların yükselişinde bu açığa çıktı. Kurumlar, mantık ve hakkaniyet ilkeleri ile geliştirileceği yerde, bir “rövanş” duygusu ile itibarsızlaştırılmıştır.

Kurumlar, veya devlet, özünde “Makasidu’ş-Şeria”nın(mal, can, din, akıl ve namus/onurun korunması) yani kamunun “maslahat” ve “zarurat”ının karşılanmasıdır. Öngürülebilir gelecek perspektifleriyle toplumun kimliğini, devamını ve korunmasını sağlar. Kurumsal yapılar, biriktirdiği hafıza ve tecrübe ile -örf, töre, gelenek, sünnette olduğu gibi- toplumun kimliğini ve fiziki varlığını korur. Kitlelerin devlete olan güvenini kurumlar sağlar. Devlet çarkını kurumlar, yani ortak akıl, çoğunluğun kararına göre(oylama) yürütür. Kurumlar da hangi niteliklere(ehliyet-liyakat) haiz insanların istihdam edileceği yasa ve gelenek ile oluşturulur. Buralara salt siyaset kaygısı ile “bizden/partiden” adam atanması, kurumları çökertir.

Kurum ve hukuk, toplumun ortak ruhu, umudu, güveni ve geleceğidir. Kurumların ve hukukun zayıflaması, toplumu zaafa sürükler, toplumu böler ve dağıtır. “Devlet adamı”, ister bürokrat ister siyasetçi olsun, bu hususlara dikkat eden insan demektir. “Derin Devlet” kavramı ise, mafyatik bir tür illegaliteyi imlemektense, toplumun kriz anlarında onun var kalma sezgisi ve içgüdüsünün kurumlarda ve siyasal kategoride devreye girmesidir. Siyasetçi, kurumları rantabl işleten kişi demektir. Siyasetçi, kurumları ıslah edebilir; ancak onların itibarını sarsamaz. Siyasette kurum yerine kahramanlığa, karizmaya dönmek, riske girmektir. Kurumsal akıl yerine tek kişinin hata yapma oranı artar. İç politikada iktidarda kalma ihtirası uğruna, kamu/ülke zararına olabilecek kararlar alınabilir. Duygular ve ihtiraslar, devlet “iş”ine karıştırılabilir. Kahramanlık, savaşta ve ülkenin kurtarılmasında anlamlıdır; ancak, devletin kurumsal yapıya kavuşturulması ve kurumların karakteri, uzlaşma/icma ve konsensüs ile oluşturulmalıdır. Ebeveyn, çocuk üzerinde “sahiplik” hakkına haiz olmadığı gibi; bir kişinin toplumun kimliği, kaderi ve geleceği üzerinde insiyatif hakkına sahip olduğunu iddia etmesi, çılgınlıktır. Bu karar, bir kişiye/kahramana/karizmaya bırakılmayacak kadar karmaşık ve büyüktür. Güven, devletten/kurumdan “kişi”ye kayarsa, kurumlar itibarsızlaşır. Ehliyet, liyakat ve hakkaniyet kurumların karakteri iken; yalakalık, iki yüzlülük ve sadakat kahramanın hanesine düşer.

Son on beş yılda iki İslamcı siyasi kahramanın devleti ele geçirme mücadelesinde, hukuk kurumunun önce birilerini “suçlu” ilan ettiğini ve hakimler tarafından tutuklandığını; sonra, bu tutuklama kararını veren hakimin “suçlu” ilan edilip tutuklanmasını ve ilk suçlunun beratını; daha sonra, ikinci suçlunun beratına karar veren üçüncü hakimleri gördük…Böyle bir durumda halkın hukuk kurumuna karşı güveni doğal olarak sarsılır. “Diyanet” kurumunun vaktiyle yeni kurulan devletin ideolojik karakterine göre şekillendirilmek istenmesi, muhafazakâr halk kesiminde ona karşı benzer bir güvensizliği doğurmuştu. Güven/itibar oluşturmak zor ve uzun zaman alırken; güven kaybı anlık ve kolaydır: Bir bardağın yapılış ve kırılış süreci gibi.