Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri-I.Bölüm

1. İslamî Bağlamda “Biz” Olmanın Dinî-Politik Kriterleri

Kur’an’da, “Biz” olmanın başlıca iki kriteri öne çıkar. Birincisi, “Ezelî Misak” (7/172) ve peygamberlerden alınan “Misak” bağlamında (3/81,13/20, 4/21…) mümin/müslim olmak yani “iman kardeşliği”(49/10), Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu ahlakî değerlere inanan ve onları savunan insanlar topluluğu yani “Millet-i İbrahim” (3/130,6/161,22/78…)dir. İkincisi ise, sözleşme (ahit/akit) oluşturulan politik “Biz”dir. Bu biz, farklı inanç veya etnik kökenden oluşan insanların, ortak maslahatlar sâiki ile aynı yerde, toplumda veya komşu olarak adalet ilkesine bağlı ve hukukî bir çerçevede oluşur. Buna da Kur’an’da “Ümmet” denir (6/38). Ümmet, aynı zamanda “millet” anlamında da kullanılır. Bu ikinci oluşumun (söz-leşmenin) ahlakî-hukukî kriteri hakkında Kur’an şöyle der: “Anlaşma yaptığınızda, Allah’ı şahit tutarak verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. –Bir toplum, diğer toplumdan daha güçlü olsa da-, yaptığınız anlaşmayı hile ve fesat vesilesi yaparak, -ipliğini eğirip büktükten sonra onu tekrar çözen kadın gibi- bozmayın. Yaptığınız sözleşmeler ile denenmektesiniz. (Dini mevzularda) ayrılığa düştüğünüz konuları, Allah ahirette elbette size açıklayacaktır.” (16/91-92).

Toplumsal-politik bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” oluşturmanın kriteri, salt kabile/etnisite (ırk/kavim), dil, çıkar ve dini inanç olamaz. Esas alınan kriter adalet ve zulümdür: “Allah sizi din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda/dini aidiyet ve kimliğinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (60/8-9).

Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra orada meskûn Yahudi, Müşrik ve Müslümanlar ile yapmış olduğu sözleşme, bu cinsten bir ahittir. Bu sözleşmeye Hz. Muhammed ve müminler sonuna kadar sadık kalmışlardır.  Sözleşmeyi Yahudiler ve Müşrikler ihanet ederek bozmuşlardır. Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında diğer kabileler ile de birçok politik sözleşme yaptığı bilinmektedir.

2. Müslüman İmparatorluklarda “Biz” Olmanın Kriteri

İmparatorluk dönemlerinde “Medine Sözleşmesi”nin ruhuna pek sadık kalındığı söylenemez. Örneğin, Emevî İmparatorluğunda “Arapçılık” yapılarak Arap Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) ayrımı yapıldığı gibi; Tevbe suresinin beşinci ayetinde bir “savaş durumunda” müşriklere uygulanacak yaptırımlar (savaş tazminatı vs), Emevî yönetimince, yanlış olarak normal durumlarda gayrimüslimlerin tümüne daimî olarak uygulanan bir “Zımmilik” statüsü geliştirilerek, Müslüman olmayan ahali, onursal olarak ve bazı haklar bakımından “ikinci sınıf” konumunda tutulmuştur. Gayrimüslimlerin temel insan hakları yani mal/mülkiyet, can, namus, din-dil hürriyetleri korunmuştur; ancak onur/şeref/haysiyet bakımından aşağılanmışlardır. Oysa Kur’an, bir toplumun, başka bir toplumu onursal olarak aşağılamasını kategorik olarak yasaklamıştır (49/11). Abbasî İmparatorluğu, Emeviler’e oranla daha kozmopolittir. Gayrimüslimlere bürokraside görevler verilmiştir ve Arapçılık yapılmamıştır. Endülüs Emevileri, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Beyliklerde de gayrimüslimlerin temel insan hakları korunmuş, onlara bürokraside görevler tevdi edilmiş ve fakat “zımmîlik” statüleri devam ettirilmiştir. Bu bakımdan çağı ile mukayese edildiğinde, Müslüman imparatorlukların diğerlerinden –kendinden olmayanlara muamele bakımından- daha iyi/adil durumda olduğu söylenebilir.

Klasik ulemadan bazıları mevcut Dünya’yı (Beşerî Coğrafya) “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-İcâbe=İslam’a icabet edecekler veya Dâru’d-Da’ve=İslam’a davet edilecekler” olarak ayırmışken; çoğunluğu, mevcut Dünyayı “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harp” diye ayırarak; Kur’an’a ters olacak şekilde, gayrimüslimleri inançlarının farklılığından (müşrik-kâfir) dolayı “Daimî Düşman” ve onlar ile ilişkiyi de “Sürekli Savaş” olarak kodlamışlardır. Bu içtihat, fütuhatçı imparatorluk ekonomilerini bir yönü ile yağma/ganimet/gasp (çökme) durumlarına dönüştürmüştür. Bu tutumun savunması, genellikle -İslami değerler unutularak- “İmparatorluk”ların genetiğine (himayeye karşılık haraç) bağlanarak yapılır. Bence, halkların antropolojik-kültürel genetiği de diğeri kadar etkin bir nedendir. “Dâru’l-Harp” kavramı/teolojisi, çağdaş Müslümanların birçoğunda -ahlaki bir “karakter yapısı”na dönüşerek- halâ devam etmektedir. Vahiy alan veya ona inanan toplumların tarihsel, toplumsal, geleneksel, antropolojik, sosyal psikolojik habitusları, vahyin evrensel ahlaki mesajını/ufkunu çoğu zaman birçok noktadan -ihlal ederek- aşabilir-taşabilir. Kur’an, bunun örnek hikâyeleri (Kıssa) ile doludur: “Kurtuluş Tarih” aynı zamanda “Helâk Tarihi”dir de.

3. Türkiye’de “Biz” Olmanın Kriterleri

a) Osmanlı Dönemi

Osmanlı İmparatorluğunda ahali, Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve genel tesmiyesi “Osmanlı” olarak “Biz” idi. “İmparatorluk” raconu gereği, kurucu ve yönetici olmalarına rağmen Türklerin adı ve sanı çok da ön planda değildi, diğer halklar ile aynı durumda; hatta kimilerince aşağılanıyorlardı. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi M. Kemal’de ciddi bir içerleme yarattığı ve onun milliyetçiliğini motive ettiği söylenir. Devletin resmi dili, Türkçe ağırlıklı; Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerden oluşan “Osmanlıca” idi. Milliyetçilik hareketleri başlayınca, gayrimüslimlerden Yunanlılar, Bulgarlar; Müslümanlardan ise Araplar, müstakil devletler olarak koptular. Hâmilerinin teşviki ile Ermeniler de devlet olarak kopmaya çalıştı, kopamadı; tehcir edildiler. Birinci Dünya savaşı akabinde Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ahali Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki de, Anadolu’daki gayri müslimleri tehcire zorladı. Anadolu’da az sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi kaldı (Azınlıklar). Bazı Rumlar da Cumhuriyet döneminde “mübadele” yolu ile ülkeden çıkarıldı ve Balkanlarda kalan Türkler, Türkiye’ye getirildi.

b) Devrim ve Tek Parti dönemi

Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçen yüzyılın başında (1924) yeni kurdukları devlette “Milliyetçi” bir tez ile Türklere “seküler-Müslüman” bir kimlik oluşturmaya girişti. Etnik olarak Türk olmayan (Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap…) Müslüman ahaliye ve gayrimüslim-gayri “Türk” ahaliye (Ermeni/Hıristiyan-Yahudi) “Vatandaş” anlamında “Türk” dendi. Avrupa’da olduğu gibi fazla sek/sert olmayan, bir “Türkleştirme” politikası izlendi. Göçmenler, bu politikayı, iskân-ikâmet etme ve yurt-yuva bulma karşılığı kolayca kabullendi. Anadolu’da mukim Kürtler, kabullenmede zorlandı.

Türkiye Cumhuriyeti kültürel ve politik bir “Devrim” ile kurulmuş bir “Ulus-Devlet”tir. Kültürel hafızasının donması felaketine maruz kalan toplumumuz, yönetici elitler tarafından radikal bir reddin ve unutuşun krizine yuvarlanmıştır. Geçmişin koşulsuz-sürekli yüceltilmesi, radikal ve travmatik bir redde ve zorla bastırılmaya dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Biz” kriterleri ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin “Biz” kriterleri büyük ölçüde değişmiştir. Kültürel olarak dinsel “Kimlik Teknolojileri”nden (M. Foucault) yani Amentü-İslam’ın Beş Şartı, Şeriat, Hilafet, Tarikattan; milliyetçi-seküler (çağdaş) kimlik teknolojilerine geçiş yapılmıştır (Altı Ok, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı, Andımız). Şeriat, Hilafet ve Tarikatlar ilga edilerek, yerine Cumhuriyet rejimi ve seküler/milliyetçi bir kimlik politikası benimsenmiştir. Osmanlıdaki “Millet Sistemi”ne dayalı çok dinli ve çok dilli bir toplumdan -“Meşrutiyet” ve “İttihat ve Terakki”  deneyimi ile-  tek dinli (İslam-Hanefi) ve tek dilli (Türkçe), eşit- Anayasal vatandaşlığa dayalı, “Türk” isimli bir “Biz” oluşturulmuştur. Dillerinin-etnik kökenlerinin ve dinlerinin farklılığına bakılmaksızın herkese “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve “Türkçe” resmi dil olarak benimsenmiştir. Bu süreçte “İstiklal Marşı”, seküler kesim ile muhafazakârları/dindarları birleştiren tek “Kanon” niteliği kazanmıştır. Ancak bu kimlik politikası, dindar ve Kürt vatandaşların bir bölümünde bariz bir memnuniyetsizlik ve içerleme-uçuklama yaratmıştır. Cumhuriyet ve Demokrasi ise, bütün toplum kesimleri tarafından kolayca benimsenip içselleştirilmiştir.

c) 1950-2000 (Menderes-Özal) Dönemi

1950 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde, muhafazakâr halk yığınları kültürel/kimliksel rahatsızlıklarını DP, AP, MHP, MSP, ANAP aracılığı ile ifade etmişlerdir. Alevî vatandaşlar, mezhebi/kimlik mağduriyetlerini dernekler yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır. 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir bölümü, memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde illegal-terör (PKK) dominasyonu ile ifade etmişlerdir. 1950 sonrası politik yaşamı kontrol altına alan askerî bürokrasi (ordu/vesayet sistemi), kuruluş felsefesinden bu tarz ideolojik-politik “sapma”ları, Darbeler (1961, 1971, 1980, 28 Şubat/1997) ile “düzeltme”ye çalışmıştır. 1970-80 arasında yaşanan “Sol-Sağ” ve “Alevî-Sünnî” gerilimi, seksen darbesinden sonra ortadan kalkarken; Kürt sorunu, PKK olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Hâsılı, Tek Parti döneminde yaratılmaya çalışılan seküler-milliyetçi “Biz” kimlik teknolojileri, hukukî eşitlik söylemine rağmen, fiiliyatta halkın bir kesimi nezdinde pek tatmin edici olamamıştır.

Tanrı ile “Temsil-Takva” ve Devlet ile “Temellük-Hukuk” İlişkilerinin Farkı

Tanrı ile Temsil ve Takva İlişkileri

1. Temsil İlişkisi

Tanrı’nın mahiyeti, zâtiyeti, inniyeti varlıktan başka türlü/aşkın (Gayb) olduğu için; insan, duyu ve düşünce katları ile onu kavrayamaz. Bu durumu takdir edemeyen veya buna katlanamayan zayıf düşünceli insanlar, onu putlaştırmak sureti ile göz önüne getirmeye, mücessem hale sokmaya çalışmışlardır (Paganizm). Bu durum, Tanrı’nın mahiyeti mevzusunda böyle olduğu gibi; onun ahlaki karakteri konusunda da aynıdır.

Örneğin, Yunanlılar, kendilerinde bulunan bütün nitelikleri, Tanrılarına atfetmişler; ihtiyaçlarına ve korkularına göre ayrı ayrı tanrı tasavvurları ve putları oluşturmuşlardır. Tanrı’nın mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın-sonsuz) ve insanın eksik ve kötü niteliklerinin Tanrıda olamayacağını düşünememişlerdir.

Bu duruma bütün dünya halklarında rastlamak mümkündür. Latin halkları, bir “mucize” olsun diye babasız doğan Hz. İsa’yı, pagan kodları ile kolayca tanrılaştırmışlardır. Arap müşrikler, aşkın bir Tanrı (Allah) inancına haiz oldukları halde (43/87); onun ahlaki karakteri ile ilişkiye girmek için aracı (şüfeâ) putlar oluşturarak (10/18) “Allah’ı gereği gibi takdir edememişlerdir.” (6/91). Tek ve aşkın Tanrı inancına haiz olan Yahudiler, “Yehova (Orduların Rabbi)”yı -ahlaki bağlamda- kendi ihtiyaçlarına, korkularına ve karakterlerine göre tasavvur etmişlerdir.

Hz. Nuh ile başlayıp Hz. Muhammed ile sonlanan vahiy/peygamber din(ler)inde, Tanrı, kendinin mahiyetinin varlıktan başka türlü (aşkın) olduğunu söylemiş (42/11; 114/1-4) ve ahlaki karakterini insanlara tanıtmıştır (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah). Mü’minler, Tanrı ile ahlaki ilişkilerinde bu ahlaki tasavvuru koruyamamış; onun ideal tasavvurunu, kendi heva-heves, ihtiyaç, korku ve çıkarlarına göre tahrif etmişlerdir. Hatta bununla da yetinmeyerek, oluşturulan din adamları sınıfı ve Kilise gibi kurumlar ile onun kendini, karakterini, dinini-davasını yüzde yüz “temsil” ettikleri iddiasında bulunmuşlardır. Bu yolla da cahil mü’minleri sömürmüş (9/34), onlara zulüm ve işkence etmişlerdir (Hariciler).

Abbasiler döneminde bazı Halifelerin, kendilerini Allah’a nispet etmeleri (Zıllullah=Allah’ın gölgesi, Kaimbiemrillah=Allah’ın emri ile kaim, Mu’tesimbillah=Allah’a yapışmış, Adudullah=Allah’ın pazusu…) de bu kabildendir. Şiîlikteki dinsel-siyasal “İmamet” dogması/doktrini de aynı saiklerden doğmuştur. İmamların hepsi masum/n/dur. Sünni Tasavvuftaki –sırları kutsanmış (kuddise sırruhu)- Şeyh, Gavs, Kutup, Veli, Mehdi, Mesih… kavramları da, mükemmel birer “temsil” iddiasıdır.

Kur’an, bu temsil iddiasını şöyle reddeder: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri, senin hoşuna gider; bir de söylediklerine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır.” (2/204). Özetle, Tanrıyı veya O’nun dinini mutlak olarak “temsil” iddiası, ister iyi niyetle ve cehaletle; isterse, art niyetle oluşturulmuş olsun, doğurabileceği muhtemel sonuçları açısından doğru değildir. Bu yolla, insanlar yaptıkları her türlü pisliği, günahı, zulmü kolayca meşrulaştırabilmektedirler.

2. Takva İlişkisi

Kur’an’da Allah ile insan arasında önerilen ideal ahlak ilişkisi, “Takva” kavramı ile ifade edilir. Takva, ahlaki, ilmi, etik ve epistemolojik bir kavramdır. Takva, Esmau’l-hüsna’yı ve Sünnetullah’ı (Allah’ın ahlaki karakteri) kavramış mü’minin, onunla ilişkisinde sürekli teyakkuzda, tetikte olması; “temsil” iddiasından kaçınması; şeytanın “Allah ile aldatması”na (35/5) karşı uyanık ve külyutmaz bir şuur halinde olmasıdır.

Fazlurrahman, bu konuda şöyle diyor: ”Takva kavramı ile ifade edilen “kendini eleştirme/öz-eleştiri (nefis muhasebesi)”, hiçbir zaman kendini her şeyden masun ( ve de masum-İG) görme anlamına gelmez. Tam aksine, takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman mutlak doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın”a ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba/fiil bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme bizim değil, Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ankara. 1997. s 14)

Bu takva durumunun pratik örneği Hz. Muhammed’in hayatında görülür. O, meşhur bir Hadisinde “Hud suresi benim saçlarımı ağarttı” demiştir. Hud suresinde Hz. Muhammed’e: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112) denmiştir. O da, verdiği kararlarında doğru olup olmadığı kaygısını taşımaktan ihtiyarlamıştır.

Devlet ile Temellük ve Hukuk İlişkileri

1. Devlet ile Temellük İlişkisi

Devlet, İslami bağlamda “Makasidu’ş-Şeria” olan bireylerin malının-mülkiyetinin, can güvenliğinin/emniyetin, onur, ırz ve şerefin, düşünce ve din özgürlüğünün yani temel insan haklarının korunması için oluşturulmuş hukuki kurumlardan oluşan örgütlü bir yapıdır. Bir şahs-ı manevidir (Tüzel Kişilik).  Devleti, devamlılığı olan bürokrasi, hukuki kurumlar (Adliye, Sayıştay, Danıştay, Yargıtay…) ve siyasi erk/hükümet yönetir. Her üç kurumda faaliyet gösteren somut/canlı kişiler (memurlar, hâkimler-savcılar, milletvekilleri-bakanlar) yetki ve görevlerini –yazılı veya yazısız- Anayasadan alırlar. Devlette siyasi erk/iktidar, dinde Tanrı’ya benzer. Dinde oluşturulan teolojik Tanrı tasavvuru, “Hikmetinden sual olunmayan” mutlak, kaprisli, karanlık bir güç odağı/yumağı olabileceği gibi; kendini “Sünnetullah” ve “Esmau’l-Hüsna” sıfatları ile kullarına tanıtmış yani hikmetinden sual olunur ve ne yapıp yapmayacağı anlaşılabilir meşru/saygın bir otorite olarak da tasavvur edilebilir. Siyasi erkin/iktidarın devlet yönetimi de, bu iki tanrı tasavvurundan birine benzer.

Devlet yönetiminde “temellük” ilişkisi, siyasi erkin yani parti, ordu, kabile, kişi (kral, padişah, lider, çoban, firavun, führer, başbuğ, hakan…) devlet kurumunu sahiplenerek yani kendini “Devlet” ile özdeşleştirerek, kendini “Devlet” yerine koyarak/sanarak keyfince, güç istenci ile istediği gibi yönetmesidir. Bu yönetme işi iki türlü olur:

Birincisi, siyasal erk, toplumun konsensüsü, maşeri vicdan veya hakkaniyetle oluşturulmuş hukuk kurumlarını askıya alarak, yasalara uymayarak, zorbalıkla yönetir. İkincisi ise irade, istek, arzu, içgüdü, çıkar ve güç istencini “kanun” kılıfında yani adil olmayan, hakkaniyetsiz yasalar çıkararak (“Kitabına uydurma” veya “Hile-i Şeriyye”) yapabilir. Bu ikincinin içeriğini teşhis edecek olan, halkın maşeri vicdanının keskinliğidir.  Tek kişilik yönetimin, ikinci Tanrı tasavvuruna benzeyen (Bilge Kral) bir versiyonu da –nadir de olsa- mümkündür.

2. Devlet ile Hukuk İlişkisi

Bu ilişki tarzında devleti yöneten bürokrasi, hukuk kurumları ve siyasal iktidar, yönetme işini, ikinci Tanrı tasavvurunda olduğu gibi (Esmau’l-Hüsna-Sünnetullah) ahlaki ve hukuki bir çerçevede deruhte eder. Adaleti, liyakati, hakkaniyeti ve insafı esas alır. Yönetme süreci “Hikmet-i Hükümet” kavramı ile ifade edilen ve “Hikmetinden sual olunmayan” anlamına gelen keyfi, karanlık, denetimsiz, zümre çıkarı ve güç istencine dayanan bir süreç değildir.

Yöneticilerin tümünün görev ve yetkileri, Anayasa ve hukuki kurumlar ve ilkeler tarafından belirlenmiştir. Yönetme işinin şeffaf ve denetlenebilir, hesap sorulabilir, hesap verme şeklinde olması esastır. Hukukun Üstünlüğü, Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin ayrılığı, İnsan Haklarının yasal garanti altına alınması ve Anayasal Demokrasi, modern devletin üzerinde ittifak/icma edilmiş ve herkese maslahat temin eden evrensel kural ve kurumlarıdır. İslami metafizik (denenme) açısından böyle bir yönetim icraatı, Tanrı’nın insanlara yüklediği bir sorumluluk ve emanettir (4/58; 33/72).

Sonuç

Bugün İslam dünyasında ve Türkiye’de mü’minlerin Tanrı ile olan ilişkisi “Takva” ilişkisi olmaktan çok, “Temsil” iddiası; devlet ile olan ilişkileri de “”Hukuk” ilişkisi olmaktan çok “Temellük” ilişkisi olduğu aleykelbeyan ve izahtan varestedir.

Yasal Soygun Kılıfı Olarak ‘Kanun’ ve Adalet İdesi Olarak ‘Hukuk’

1- Tanrı Tasavvuru ile Devlet Teorisinin Paralelliği

“Hikmetinden sual olunmaz” totaliter bir Tanrı tasavvuru ile “Hikmet-i Hükümet” olarak kavramsallaştırılan totaliter devlet teorisi arasında bir paralellik mevcuttur. Her ikisi de otoriteyi kadir-i mutlak, mürid-i mutlak karanlık bir güç odağı-yumağı olarak algılarlar. Bu tasavvurları doğuran şey, aslında tasavvur ve teoriyi geliştiren insanların ahlaki psikolojileridir.

Yani teoloji ve ideolojiyi aslında bir “psikoloji” önceler. Kur’an’da Tanrı’nın –insan tekleri ile ilişkisinde- hikmetinden sual olunur, adil bir zatiyyet/hüvviyet/karakter olduğu “Sünnetullah” kavramında kendini ifade ederken; O’nun, ne yapacağı belli olmayan totaliter/zorba olduğu tasavvuru, teolojide “Kader-Cebir” kavramı ile dile getirilmiştir.

Birinci tasavvur tarihte Mu’tezile ve Matürîdîlik tarafından teorileştirilmiş iken; ikinci tasavvur, Eş’arilik ve Tasavvufta teorileştirilmiş ve dile getirilmiştir. Bu tasavvurlardan birincisi politik alanda yani devlet tasavvurunda “Şura” ve “İcma”yı yani tartışmayı, oydaşmayı/ortaklığı (şirki), ilkeleri, kurumları, hukuku ve ortak aklı esas kabul ederken; ikinci tasavvur kişi kültünü, lideri, çobanı, sultanı, padişahı, kralı, firavunluğu, führeri, başbuğu, hakanı… yegâne politik özne/irade olarak görür.

Tanrı ve Devlet, şehadet âleminde somut/fizikî varlıklar/zatiyetler olmadıkları; gayb ve ahlak-hukuk alanında oldukları için, insanlar tarafından daima doğru takdir edilememe sorunu vardır. Nitekim müşrikler, Tanrı’nın kozmik gücünü kavradıkları halde (23/85, 87,89); O’nun ahlaki karakterini doğru kavrayamamışlardır (6/21,91,93,144; 7/37, 10/17, 11/18, 18/15, 29/68, 61/7). Allah, “Esmau’l-Hüsna”sı ile kendi ahlaki karakterini insanlara tanıtmaya çalışmıştır (59/24) Benzer bir durum, “devlet” denen hükmi şahsiyetin hukuki sınırlarının belirlenmesinde de ortaya çıkmaktadır.

Tanrı’nın otoritesini “temsil” ettiğini ileri süren din adamları (Haham-Ahbar, Ruhban, papa(z) İmam, Mehdi, Şeyh…), Tanrının otoritesini istismar ettikleri gibi (9/34); devleti temsil ettiğini ileri süren siyaset esnafı ve bürokratlar da devletin otoritesini ya doğrudan zorbalıkla veya kanun-hukuk kılıfı ile kolayca istismar edebilmektedirler: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin, insanların mallarından bir kısmını bile bile -günaha girerek- yöneticilere rüşvet olarak vermeyin-rüşvet olarak yemeyin.” (2/188).

2- İman ve Ahlakın Kopmaz Uzantısı Olarak Hukuk/Adalet

Kur’an’da insanların birbirleri ile olan ahlaki ilişkilerini ifade eden tümel/külli ahlak kavramlarına/kurallarına atıf yapıldığı gibi (adalet-zulüm, hayır-şer, maruf-münker, cömertlik-cimrilik, tayyibat-habisat…); bireysel/özel pozitif (aile, miras, hırsızlık, öldürme, kölelik…) hukuka da yer verilmiştir (hududullah). Ortada henüz bir “Devlet” aygıtı olmadığı için, yönetim kamu otoritesini deruhte eden kişilerin (ulu’l-emr), halkla ilişkilerinde uymaları gereken umumi ahlaki ilkeler tavsiye edilmiştir (şura, adalet, ehliyet, emanet…).

İslam’da iman, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset ve iktisat arasında kopmaz bir bağ olduğu müsellemdir (şeriat). İslam tarihinde Fukaha, özel hukuku siyasal iradeden bağımsız/sivil olarak elinden geldiği kadar içtihat ve kaza ile icra etmeye çalışmıştır. Ancak Emevilerden itibaren “Devlet/İmparatorluk” yani siyaset esnafı ve emrindeki bürokrasi ile halk arasındaki siyasi-hukuki ilişki (Kamu Hukuku), birinci kadar ahlaki ve hukuki (adil) olmamıştır.

Özel mülkiyetin (mal), canın (hayat), onurun (ırz-izzet-şeref) ve özgürlüğün (akıl-din) korunması olarak “Makasidu’ş-Şeria” ile devletin meşru (hukuki-adil) otorite/erk/yetke/güç (Toplum Sözleşmesi) olarak belirmesi, aynı şeylerdir. Devlet veya hukuk, Tanrı tarafından bize doğuştan verilmiş bu haklarımızın başkaları tarafından ihlal edilmesini engelleyen kolektif organizasyondur.

3- “Hukuk”un Yozlaştırılması Veya Yasal Soygunun Kılıfı Olarak “Kanun”

Frederic Bastiat, “Hukuk” adlı kitabında bu konuyu ele alır. Bastiat’a göre hukukta yozlaşma birbirinden tamamen farklı olan iki nedenden dolayı ortaya çıkmıştır: 1- Ahmakça bir aç gözlülük ve 2- Sahte bir yardım severlik iddiası. İnsan, ya ihtiyaçlarını çalışarak, sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik ederek emekle, üretimle, kazançla karşılar veya başkalarının emeklerinin ürünü olan mallara çökerek yaşar.

Hukukun temel amacı, kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti korumalı ve yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki kanunlar, ya birilerinin buyrukları veya bir insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve yetkilendirilmiş meşru bir güç kullanımı olmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gücü temin etme ve kullanma görevi de kanunları yapan (siyasal-İG) iradeye bırakılacaktır.

İşte bu olgu, -insanoğlunun doğasında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğiliminden dolayı- hukukun bozulmasının temel nedenidir. Bazılarının şeytanlığı, bazılarının da idraksizliği sonucu olarak, her insan acımasız bir soyguna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. (Bastiat, Hukuk, 18)

Hukukun doğal işlevi, adaletin korunmasıdır, O kadar ki, halkın kafasında âdeta “Hukuk” ve “Adalet” tek ve aynı şeydir. Bu yüzden hepimizde “yasaya uygun (kanunî)” olan her şeyin, aynı zamanda “Hukukî/Adil” olacağı konusunda güçlü bir kanaat vardır. Yanlış olan bu düşünce nedeniyle soygun olayı (sözde-İG) “Hukukî” hale getirilerek insanların vicdanında meşrulaştırılabilmekte; hatta kutsallaştırılmaktadır.

Kölelik, ticari kısıtlamalar ve tekelcilik taraftarının, -sadece bunlardan yararlananlar arasında değil-; aksine, mağdur olanların saflarından da çıkması, tesadüfi değildir. Buna benzer olarak ikinci bir yanlış ise, “hukukun amacının, adaletin hükümranlığını sağlamak” olduğu iddiasıdır. Bunun yerine “hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” olmalıdır. Zira kendiliğinden var olan adalet değil; adaletsizliktir. (Bastiat, Hukuk, 20, 35). Bastiat, bu “Negatif Hukuk” teorisi açısından müdahaleci, aşırı pozitif hukukçu (yasacı/kanunî), sosyal adaletçi, refah devleti, sosyalist teoriler yerine anti-tekelci ve “Minimal (Gece Bekçisi) Devlet” teorisini benimsemektedir.

Bu teorilerin tümü “Yasal Soyguncu” teorilerdir. Bastiat şunu da vurgulamaktadır: “Tarihin açıkça kanıtladığı gibi, ne din ne de ahlak tek başlarına hukukun yasal soygunun kılıfı haline dönüştürülmesini (Kanunîleşmesini) engelleyememiştir.” (Bastiat, Hukuk, 18).

Ortaçağ Avrupa’sında toprak mülkiyetinin Feodal beylere ait oluşu ve Burjuva sınıfının yükselmesi ile gerçekleşen Fransız Devrimi ile Krallara ve Kiliseye ait olan toprak mülkiyetleri de büyük oranda özel mülkiyete geçmiştir.

Bundan sonra Cumhuriyet ve Demokrasi rejimleri ile bir Kamusal alan ve kamu hukuku geliştirilmesi kolay olmuştur. “Vergi Hakkı” ile devlet sınırlandırılmaya ve denetlenmeye başlamıştır. Çünkü özgürlük ve hukuk, büyük oranda özel mülkiyetin ve devletin sınırlandırılması etrafında döner. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi ve kurumsal yapısı ile de devletin totaliterleşmesinin önüne geçilmiştir.

4- İslam Dünyasında Hukukun Soygun Kılıfına Dönüştürülmesi

Kur’an, Müslümanları yurtlarından zorla çıkaran ve onlarla sürekli düşmanlık ve savaş durumunda olan Mekkeli müşrikler ve onlarla işbirliği halinde olan Yahudilerden alınan ganimetlerin Müslümanlara dağıtılmasını hukuki/meşru (helal) görmüştür. Bu malların ve mülklerin belli ellerde toplanmasını/tekelleşmesini yani gazilerin “çiftlik ağası” olmasını yasaklamıştır (57/6-8).

Diğer taraftan “Fetih”, Kur’an’da İslam’ın yayılması için kapı açma anlamına gelen Hudeybiye barış antlaşması (48/1) ve Mekke’nin geri alınması olarak zafer anlamlarında (48/27) kullanılmaktadır. Hz. Ömer, ordu tanzim ederek Irak topraklarını ele geçirmesinden sonra, Müslümanların, başka ülkeleri ele geçirmesi bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu eylemin “Cihat” olduğu iddia edilmiştir.

Hz. Ömer, ele geçirilen Irak arazisini savaşa katılan gazilere dağıtması halinde, sahabelerin birer “çiftlik ağası” durumuna dönüşebileceğini göz önünde tutarak, bu toprakları devlet mülkiyetine geçirerek toprağı işleyenlerden haraç (vergi) almayı kanunileştirmiştir. Bu gelenek, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir.

Ne var ki, ele geçirilen toprak mülkiyetinin devlete tahsisinden sonra bu mülkün tasarrufu, Abbasilerle birlikte “Zıllullah” olarak görülen Halife, Sultan ve onun bürokratik yardımcıları olan “Vezirler” ve “Paşalar” tarafından yapılmıştır. Böylece mülk devletin (Miri Malı) dolayımı ile Allah’ın, Sultanın, herkesin ve hiç kimsenin malı olmuştur.

Toprak mülkiyetinin savaş yolu ile “ganimet” olarak “dışardan” gelmesi, yani üretim, ticaret, emek, miras veya hibe olarak “özel mülk” olmaması, siyasal-bürokratik tabakada ve halk nezdinde ona karşı bir kayıtsızlığı/hukuksuzluğu intaç etmiştir. Osmanlı şairlerinden Şeyh Galip’in büyük bir öz güvenle “Çaldımsa, miri malı çaldım” diyebilmesi, bu durumu gösterir. Yani sözde Devletin, Allah’ın ve herkesin olan mülk-toprak, pratikte “hiç kimsenin” olmuş ve herkes, onu kendine “mal” etmeye çalışmıştır.

Örneğin, bütün dünyada ve İslam’da da “Vakıf”, özel mülkün kamu maslahatı ve menfaati için tahsis edilmesi iken; Osmanlıda ve Türkiye’de çoğunlukla kamu malının siyasal iktidarlar tarafından kendilerini destekleyen gruplara-kesimlere (tarikat-cemaat) tahsis edilmesi olarak işlemektedir. Kamu arazilerinin ve imkânlarının siyasal iktidarlar ve taraftarlarınca kanun ve kararnameler ile kolayca emlak rantına dönüştürülmesi de, hukukun soygun kılıfına dönüştürülmesidir.

Keza, arazinin/yerin (emlak-arsa) bittiği yerde, “Emsal” kılıfı/kanunu ile herkese ait olan göğün, ufkun, güneşin, hava akımının/ruzgarın gasp edilmesi de aynıdır. Gecekondu gaspı, “kılıf”sız, doğrudan bir gasıptır. Siyasal iktidarlar, oy karşılığı buna kanuni kılıf hazırlamışlardır.

Türkiye’de hemen herkesin, çöpleri özel mülkünün dışına süpürmesi, yerlere çöp atmak konusundaki duyarsızlık, bahsetmiş olduğumuz kamuya/herkese ait yerlerin, “hiç kimseye” ait olmadığı ortak toplumsal bilinçdışından kaynaklanır.

Türkiye’de “ganimetçi/gaspçı” toplumsal bilinç, bilinçdışı, bilinçaltı, devlete/kamuya/herkese ait ekonomik kaynakları/imkânları siyasal iktidar/parti/biz dolayımı ile –kılıfına uydurarak- kendine peşkeş çekerek, kamuyu/herkesi/muhalefeti “yok” hükmünde sayar: “Uzayan boynuz, bizden olsun” diye.

İki Tanrı Tasavvuru-İki Dindarlık Tarzı

İki Genetik

İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır. Böylece insan kendi özüne, potansiyel kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır. Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet, millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.

Kur’an, put edinmenin saiklerini güç (19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.

İşin garibi, varlıktan münezzeh olarak oluşturulan bir/tek Tanrı imgesi/kavramı da -imgenin/tasavvurun/kavramın içeriğine göre- bu putlar ile aynı işlevi görebilir; insanı kendi özüne, potansiyel ahlaki-yaratıcı yeteneklerine yabancılaştırabilir. Tek Tanrılı İbrahimî monoteist peygamberli-vahiyli din(ler)in müntesipleri (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) arasında da yoğun olarak bu tasavvurla karşılaşmak mümkündür.

Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.

Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi, teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye çalışacağız.

Totaliter Tasavvur ve Edilgen Dindarlık

Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak” yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma olduğu için iman) gibi isimler verilir. Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur. Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık, keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.

Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi, tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu, kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir. Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh (teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça. Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti (3/110).

Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.” Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar, hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz, hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.

Bu dindarlığın ajandası sabit ve mutlak, belirlenmiş olan ibadet ve bazı belirli emirlerin yerine getirilmesine, nehiylerden kaçınılmasına bağlıdır. Tekrar, taklit ve gelenek yeterlidir. Hakikatler, epistemolojik olarak bir kere ve bütün zamanlar için sabit ve değişmez olarak kaynaklarda (ilim/Kur’an-Hadis) verilmiştir: Şeriat, Amentü, İslam’ın beş şartı, 32 farz, 54 farz…

İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet” veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak anlamına gelir. “Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf, adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve yorumu olarak kabul etmektir.

Özgürlükçü Tasavvur ve Aktif Dindarlık

Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan “Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça farklıdır.  Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil (mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır. “Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi” (95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir. Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz, karanlık bir güç odağı/yumağı değildir. Hatta bazı Mu’tezîlilere göre insanlar için en iyi (aslah) olanı yaratmak zorundadır. Yani ahlaki zorunluluk, kudret/güç kadar Allah olmanın zorunlu gereği-doğasıdır. “Allah, kendine rahmeti zorunlu kılmıştır” (6/12) ifadesi, bu tezi doğrular mahiyettedir.

İnsanların Allah’a teslim olması, boyun eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç odağına/yumağına kapaklanması değildir. Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri halde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağrıdır. Allah’ın emirlerine boyun eğme ve itaat etme, bu emirlerin idrak edilmesinden doğan bir hayranlık ve huşunun sonucudur. Yoksa ne yapacağı belli olmayan karanlık/korkunç bir güç karşısında duyulan dehşetten dolayı değildir.

Allah, kendini Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna: En güzel isim-sıfatlar” ile insanlara tanıtmıştır.  Ontolojik/Varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zatiyyeti/ne-idüğü (ne olduğu) asla bilinemez: “Hiçbir şey ona denk değildir.” (112/4), “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/11). Ancak ahlaki karakteri, “teşbih” yolu ile (3/7) insana benzetilmiştir: “Subutî Sıfatlar”. Allah’ın “99 İsmi-sıfatı”, büyük ölçüde Kur’an’dan ve bazıları da hadislerden çıkarılmış ve onu insanlara tanıtan niteliklerdir: Merhamet ile yoğrulmuş adalet. Cennette verilecek nimetler, dünyada verilenlere benzer (müteşabih-2/25) olduğu gibi; Subuti sıfatlar (esmau’l-hüsna/99-isim) da insana benzerdir: “Antropomorfizm/İnsan biçimcilik”. Bu, yadsınacak bir husus değildir. Zira Allah, insanı –Tevrat’da dendiği gibi- kendi suretinde yaratmıştır. Sıfatlar, Allah’ta sonsuz; insanlarda sınırlı bir kapasitede yaratılmıştır: Her ikimiz de Âlim, Kadir, Mürit, Rezzak, Adil, Rahim… iz.  İnsana” Teşbih”le verilen anlam ile yetinmek asıldır. Onları, Yahudiler (Yehova) ve Hristiyanların (Teslis-Hz. İsa) yaptığı gibi mücessem olan varlıklar ile aynîleştirmek, tevil etmek doğru değildir (3/7).

Bu tip dindarlık yorumuna göre, ideal dindarlık yani muttakîlik; yan gelip yatmak, ezberleri, alışkanlıkları tekrar etmek, taklit etmek değil; sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaktır. Kur’an’da baştan sona kadar sürekli tekrar edildiği gibi düşünmenin (tefekkür, taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür, ibret, nazar…) canlı tutulması ve vicdanın dumura uğramasının, yani kalbin katılaşmasının, taşlaşmasının, kararmasının, paslanmasının, hastalanmasının önüne geçmek asıldır.

Bütün peygamberlerin vahiy yolu ile tekrar ettikleri iman, ibadet ve ahlak ilkelerini/tümelleri/yasayı/dini korumak-ayakta tutmak (42/13) kadar; bu ilkelerin pratikte (Praxis) tekil/biricik tekabuliyetlerini (hakikat) bulmak da eşit derecede ehemmiyetlidir. Muttakî yani ahlaki özne, olay/hadise anında ortaya çıkar. Sünnetçi olmak kadar, ibnu’l-vakt olmak da eşit derecede önemlidir. Hesabî/hain olmak, hakikatin dublörü olan taklit ve dogmatik zorbalık, eşit derecede berbat ve felakettir. Uyumak, öldürür; durmak çürütür.

İmanın düşünce ve bilgi ile desteklenmesi gereken bir istikamet sorunu vardır. Yahudilere yöneltilmiş: “Eğer iman ediyorsanız, imanınız siz ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93) eleştirisi, bu gerçeği ortaya koyar. Dinler tarihi hurafelerin, batıl itikatların, boş inançların tarihidir. İmanın kesin, katı, güçlü… olması, tek başına bir anlam ifade etmez. Nelere, nasıl inandığın da en az birinci kadar önemlidir. Kur’an, kendi uyarılarının, ancak vicdanı diri olan insanlar tarafından kabul edilebileceğini söyler (36/70).

İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir. Daima bir basiret, hikmet, ilim, tefekkür, huşu, haşyet, muhabbet, itminan tarafından öncelenir. –Hesabî değil-, hasbî ve muhasibi (eleştirel-critical) olmadan doğru iman teşekkül etmez. Hasbi ve muhasibi olanlara da Allah yardım eder, doğru yola/hidayete sevk eder (29/69). Kör teslimiyet, cahil sofuluk (“Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”), çatık kaşlı bağnazlık, kasvetli yobazlık, tembel ezbercilik ile geometriye/matematiğe benzeyen, kuru (cedele yaslanan) bir akılcılık ve ölü bir metafizik arasında düşünce-duygu ve davranış bütünlüğünden oluşan bir “selim kalp” (26/89) ve takva yani tetikte-teyakkuzda olma, kül yutmama, uykusuz olma, eşikte durma dindarlığı daima mümkündür.

“Rey Ehli (Düşünme/görme Ekolü)”, başlangıcında bu saydığımız niteliklere sahipti. Fakat tarihte fazla aktif olamadı. “Ehl-i Sünnet”, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren Mütevekkil’in ihtilalinden (854) sonra kültürel hegemonyayı ele geçirdi. Böylece Logos (Düşünce), Pathos (Duygu) ve Ethos (Davranış)’tan oluşan dini muhayyile, logosun sönümlenmesiyle, pathos ve mithosun hegemonyasında kaldı. Sünnî Ortodoksi, kendini yenileyemediği (tecdit) için, tekrar, taklit, ezber, dogmatizm içinde yönsüz ve yolsuz bir şekilde sürüklenmektedir.

Türkiye: Kabileler Panteonu

Kabile ve boy/klan, aynı dili konuşan ve akraba-sülalelerden oluşan, insanlığın birlikte yaşamasının ilk sosyolojik topluluklarıdır. Allah’ın bir takdiridir(49/13). Tekâmül ederek yerleşik hayata geçtikten ve şehirler kurmaya başladıktan sonra “Ümmet” denilen, maslahata dayalı çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli toplumlar oluşmuştur. “Millet” kavramı ise, dinsel-teolojik literatürde aynı dini paylaşan topluluğa verilen isimdir. “İbrahim milleti” gibi. Aynı dili konuşan birden çok kabile olduğu gibi; birden çok dili konuşan ümmet/toplumlar da oluşmuştur. İmparatorluklar, birden çok etnisite, dil ve dinden oluşmuş toplumlardı. Ulus Devletler, Milliyetçilik-Irkçılık ideolojisi ile İmparatorluk yapılarının yerini aldı. Burjuva sınıfının ait olduğu etnisitenin dili resmi dil olarak kabul edilerek, egemen olunan topraklardaki diğer etnisiteler ve diller asimile edilmeye çalışıldı. İmparatorlukların kimlik teknolojileri daha özgürlükçü iken; Ulus Devletinki çok daha tek tipçi, zorlayıcı/zorba, torna-tesviyeci olmuştur. “Nation” denen kavram, zorla oluşturulmuş bir “Hayali Cemaat”tır. İkinci Dünya savaşından sonra Batıda gelişen demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, Anayasal vatandaşlık ve kuvvetler ayrılığı gibi kurumlar ve kavramlar, durumu biraz düzeltmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan, tasfiye edildikten sonra bir Ulus Devlet olarak kuruldu. Kurucu unsuru Türklerdi, nüfusu ise, İmparatorluk bakiyesi olarak Anadolu’da bulunan, Balkanlardan ve Kafkaslardan muhacir olarak gelen Müslüman halklardan/ahaliden oluşuyordu. Gayri müslim nüfus, azınlıktaydı. Devletin resmi dili Türkçe; dini ise İslam’dı. Laiklik ilkesinin benimsenmesi ile İslam, resmi din olmaktan çıkarıldı. Yapılan devrimlerin katı seküler içeriği, muhafazakâr/dindar halk kesimlerinde bir içerleme ve uçuklama yarattı. 1924-1950 arası Tek Parti yönetimi idi. 1950’lerden sonra demokrasiye geçişle birlikte muhafazakâr partiler iktidara gelmeye başladı ve katı laiklik ilkesi, yavaşça gevşetildi. Bu sürede darbe ve muhtıralarla mevcut rejime ayarlar yapıldı. 2000’lerden sonra iktidara gelen AK Parti, bu ilkeyi iyice gevşetti. Böylece toplumda laik/seküler, Batıcı-çağdaş toplum kesimleri ile muhafazakâr/dindar kesim arasında kültürel/ideolojik-politik bir bölünme, biz-öteki, bizim mahalle (AKP) ve karşı mahalle (CHP) oluştu. Bugünkü Türkiye’nin en büyük siyasi, kültürel-ideolojik kabileleri bunlardır.

“Kabilecilik”, insanlığın tekâmülü, medenileşmesi, incelmesi, toleransı/hoşgörüsü için aşması gereken dar ufukluluk, dogmatiklik, küçük hesaplılık, zümresel çıkarcılık gibi hususiyetleri ifade eder. İbn Haldun’un bahsetmiş olduğu sebep/gerekçe asabiyeti(dayanışma, koruma, ihtimam) yerine; nesep(sıhriyet-akrabalık) asabiyetine dayanır. “Biz ve Öteki”, “Dost ve Düşman” oluşturmanın kriterleri olarak “Adalet/Hakkaniyet-Zulüm” yerine etnisite, dil, ırk, din, mezhep ve çıkarı koymaktır.

Türkiye’nin ikinci kabileleşmesi etnisite/dil üzerinden oluştu. Özellikle 1980 ihtilalinden sonra MHP (muhafazakâr) ve Vatan Partisi (Seküler) Türk Milliyetçiliğini savunurken; HDP ve illegal terör uzantısı PKK, Kürt Milliyetçiliğini savunmaktadır. Türkiye’nin ikinci kabilevî bölünmesi budur. Etnik köken/dil/ırk vurgusu yerine “Vatanperverlik/Vatanseverlik-Yurt severlik” vurgusu, Türkiye gibi coğrafyalarda daha medeni bir tutum olabilir.

Cemaatler ve Tarikatlar, Türkiye’de din/mezhep üzerinden bir kabilecilik yaratmaktadırlar. Fetö, İsmail Ağa, Erenköy Cemaati, Menzil, Süleymancılar, Işıkçılar, Nurcular… Ak Parti içinde ve bürokraside özel “biz”ler oluşturmaktadırlar. Din soslu/söylemli holdingler ve çıkar örgütlenmelerine dönüşmüş durumdalar. Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler, İslam’ın her bir fert için önerdiği aklını başına toplayıp, kendi ayakları üzerinde durabilen şahsiyetlerden oluşan bir cemiyet/toplum yaratma davasını(6/94, 19/80, 33/72) yok ederek; kabile-klan, sürü, taklit, dogma oluşturdular. Üçüncü kabilevî bölünme budur.

Türkiye’nin ekonomik koşullarının zayıflığı ve Pandemi’nin yaratmış olduğu ekonomik zorluklar, merkezi iktidarda olan Ak Partiyi ve Büyükşehir belediyelerinde iktidarda olan CHP’yi politik hizmet kurumu olmanın yanında hatta ötesinde birer “ekonomik çıkar ve dayanışma, iş ve işçi bulma kurumlarına” dönüştürmüş durumda. Kamuda (bürokrasi-memuriyet) görev almanın evrensel kriteri olan ehliyet ve liyakat, tamamen yok olmuş durumda. “Partili” veya Tarikat-Cemaat mensubu olmayan vatandaşlarımız, iş bulamamaktadırlar. Dördüncü kabilevi bölünme budur.

Yoğun göçle oluşan metropollerdeki “hemşehri” dayanışmaları, pek de masum olmayan mafyöz kabile yapılarına dönüşebilmektedir. Hemşehirlilik/Hemşerilik, metrepollerde akraba ilişkilerine benzer bir dayanışma, hamiyet ve paylaşma olarak sonderece insani bir husustur. Ancak kamudan/devletten haksız yere menfaat devşirmenin bir aracına dönüştürülüyorsa, bunun masumiyeti yoktur. Bu da beşinci kabileciliktir.

Ak Partiye katılmayan Saadet Partisi, Ak Partiden ayrılan Gelecek Partisi ve Deva partisi, MHP den ayrılan İyi Parti, politik söylem olarak bu kabileciliğe karşı Türkiye halkının birliğini ve bütünlüğünü savunma amacında olduklarını ifade etmektedirler.

Avrupa ve Amerika, uzun süren din savaşları, milliyetçilik savaşları, sınıf-çıkar savaşları sonrasında menfaatin altın kuralı olan “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, ötekine yapma” veya “Ayağıma basma; ayağına basmayayım” ilkesini keşfetti. Bunun üzerinden bir Kamu Hukuku ve kurumlar yaratarak kendi kabileciliğini sona erdirdi. Bugün bu ülkelerde görülen iç barışın ve toplumsal birliğin temelinde yatan Anayasal eşit vatandaşlık kavramıdır. Avrupa’da ve Amerika’da Hukuk, toplumsal güvenin ve düzenin kaynağıdır. Şeffaflık, denetim ve cezalandırma, eşit vatandaş oluşturmanın temel aparatlarıdır. Bu hukuki güvenin arkasında uzun süren bir de “Kültürel Kamusallık” yaratılmıştır. Rönesans, Reform, Aydınlanma süreçleri, bunu ifade eder. Politik barışın, hukuki güvenin-düzenin arkasında uzun sürede yaratılmış kültürel bir homojenlik yatmaktadır. Dış politikada ABD ve AB’nin ahlaktan-hukuktan kopuk Makyavelizmini ve pragmatizmini her sorunda görmek mümkündür. Pandemi günlerinde bunun değişik örneklerini defaatle gördük.

İster seküler “Vatandaşlık” kavramı alınsın, isterse Medine Vesikasındaki “Ümmet” kavramı alınsın, bugün mevcut Ulus Devlet/Ülke sınırları içinde medeni bir toplum oluşturmanın yolu, dinsel ve etnik kimlikleri bireysel-kültürel zeminde tutup, ortak menfaat-maslahat, güven, düzen, hakkaniyet, adalet ilkeleri ışığında bir toplum sözleşmesi oluşturmaktır. Emevi imparatorluğunun, Arap-“mevali(Arap olmayan)” ayrımını dışarda tutarsak; diğer İslam imparatorlukları, “maksidu’ş-Şeria(mal/mülkiyet, can, onur, din ve düşünce özgürlüğü)” yı korumayı başarmışlardır. Millet Sistemi”, medenilik açısından bugün yaşadığımız kabilecilikler açısından fersah fersah ileride idi. Kabilecilik mantığını sürdürmek ilkellik, nâdanlık ve kabalıktır. İçgüdülerin, taklidin, dogmanın, zümresel çıkarın peşinde koşmak “insanlık” değildir. Matah bir şey değildir.

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – IV. Bölüm

“Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini çok farklı”

– Sizin ‘Allah’ın Ahlakiliği Sorunu’ isimli kitabınızda bu tür halk sözleri veya dolmuş sözleri çok var…(Gülüşmeler)

Tamam işte, halkımızın bu zihniyeti anladığını göstermesi açısından bu sözlere dikkat çekerim zaman zaman. Kaderciliğe inat, iki ayağımızı bir pabuca sokmasına rağmen aslında toplumun bir kesimi Allah ile insan arasındaki ilişkisinde ilk adımı atanın insan olduğunu aslında biliyor.  

Cüzi irade mi külli iradeye bağlı yoksa külli irade mi cüzi iradeye bağlı sorunsalına Sünniliğin verdiği cevap, cüzi irade külli iradeye bağlıdır. Yani kadercilik. Oysa Kur’an’da külli irade, cüzi iradeye bağlı. Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlı yani.

Çünkü ilk adımı insan atıyor. Bu yüzden Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini farklı derken bunu kastediyorum. Mesela Kur’an ne diyor? “Eğer siz dönerseniz, biz de döneriz.”

Ya da diyor ki Kur’an: “Kim muttaki olursa biz ona bir kapı açarız.” Kur’an’daki bütün ilişki biçimi ilk adımı insanın attığı Allah’ın da ona uygun olarak adım attığı bir ilişki biçimidir. Yani özgür bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki hakkaniyet ve adalete yaslanır. Dolayısıyla birey-toplum ilişkisi Kur’an’da bu şekildedir. 

Doğa ile olan ilişkisine gelince, Kur’an’da bu kader ile ifade edilmiştir. Kadere, mukaddere, takdir…  Yani doğa yasaları dediğimiz şey. Doğa yasaları biliyorsunuz sabit ve bilim adamları keşfediyor bize. Allah-Devlet ilişkisini ise, ben Makāsıdü’ş-şerîa olduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi İslam hukuk felsefesinin bir terimidir bu. Anlamı şeriatın maksatları demektir.  Şeriatın toplum bağlamındaki maksatları beş tanedir. Malın, dinin, aklın, canın ve neslin korunması. Bugünkü terminolojiyle söylenecek olursa, mal mülkiyetin, akıl düşünce özgürlüğünün, din inanç özgürlüğünün, can güvenliğimizin, nesil ise toplumun korunmasını ifade eder.

Dolayısıyla devlet dediğimiz aygıtta aslında bu beş şeyi korur. Dolayısıyla her üç ilişkiye dikkat edilirse doğayla ilişki tamamen kader dediğim nedensellik üzerine kurulu. Allah’ın devlet, birey ve toplum ile olan ilişkisi bütünüyle ahlaki bir zemin üzerine kurulu. Dolayısıyla nedenselliğe, gerekçeye dayalı bir ilişkilidir.  

Burada teokrasi çıkarmak İslam’a ihanettir. Teokrasi-temsil dikkat edilirse, Hristiyanlığın tarihi süreç içerisinde yaptığı bir şeydir. Teokrasi ve temsil, Hristiyanlıkta Kilise ve Papa, İslam’ın Şiilik yorumunda İmamet, Sünnilik yorumunda ise evliya, şeyh, gavs, kutup dediğimiz yapı aracılığıyla oluştu.

Oysa İslam’ın kendisinde böyle bir temsil ilişkisi yoktur. Bu İslam’ın tarihteki yürüyüşünün anlayışıdır, Kur’an’ın anlayışı bu değildir kanımca. 

Devam edecek…

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – III. Bölüm

– Allah’a, Resule ve Ülü’l Emre itaat ediniz şeklindeki ayetin politik dışında teolojik boyutu yok mu diyorsunuz yani.

Hz. Peygamber’e ve Allah’a itaat orada politik anlamdadır. Teolojik anlamda temsil doğmaz. Burada politik bir şey sözkonusu. Hz. Muhammed Tanrının asla temsilcisi değildir. Ona açık bir otorite verilmiştir ve bu şeffaftır. Hz. İsa veya Papanın kiliseyi temsil iddiası gibi değildir.

İslam’da böyle bir şey yok. Sadece ulema var. O da açık otoritedir. İtiraz edilebilir, karşı çıkılabilir. Onunla İcma ile yürünür, İcma da sonra tekrar bozulabilir. Onun içinde Hanefilerin şöyle bir ilkesi vardır: “Allah’ın hükmü, âlimlerin zannı üzeredir.” Yani âlimin içtihadı üzerinedir.

Bundan dolayı her zaman itiraz edilme durumu vardır İslam’da. Selçuklular da özellikle din adamları dediğimiz şeyh, veli, evliya, kutup, gavs ile Şiilikteki imamlar, Ayetullahlar, mehdi gibi statüler dikkat edilirse, Yahudi ve Hristiyanlıktaki gibi temsil iddiasında olan şeyler. Abbasilere baktığınız zaman bunlar, tamamen teokratik bir pozisyonda bulunuyorlar.

Zillallah, adedulllah gibi on-onbeş tane tabirler var ki maşallah tüm bunlarla kendilerini Allah’a izafe ediyorlardı. İşte buraya teokrasi denilebilir. Türk sultanlarına geldiğimiz zaman ise, Türk töresini devam ettirdikleri için siyasette çok da temsil iddiasında bulunmuyorlar.

İslamiyet’i koruma anlamında kendilerine bir misyon biçiyorlar Türkler. Haçlı seferlerine karşı Müslüman Türk beylerinin, Türk padişahlarının İslam’ı koruma gibi bir misyonları var. Teolojik bir şey değil bu. Türklerin hegemonyasına geldiğimiz zaman iki şey söylenebilir.

Selçuklulardan itibaren başlayan Sünni Ortodoksi damar, katılaşarak Osmanlılarda devam etmiştir. Düşünce olmadan, biraz teolo-sofi, biraz metafizik denilebilir. Selçuklular ve Osmanlılarda ise, Abbasilerde olduğu gibi ya da Endülüs Emeviler de olduğu gibi doğa olaylarını meraktan doğan felsefe ve bilimsel keşifler fazla yoktu.

Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim belli oranda güçlüydü. Bu anlamda orada ileri bir adım var. Ama Türklerin hegemonyasıyla birlikte teolojik adımdan mitik adıma geri dönüş var.

Özellikle tasavvufla birlikte. Bu bağlamda tasavvuf ve tarikatların pozisyonunu gözönünde bulundurduğumuzda Osmanlının bir “derviş devleti” olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlılarda daha çok teolojik düşünce, skolastik olarak medreselerde devam ediyor. Halk İslam’ı ise daha ziyade mitolojidir, o da tasavvuf ve tarikatlarla inşa edildi. 

“Logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum; üçü Kur’an’da birlikte vurgulanır”

– Demin konuşmanızda İslam sokak insanını düşünür yaptı dediniz. Düşünmeye, akla. Logosa oldukça vurgu yapan bir tarafınız var. Bir söyleşinizde tarihte egemen olanın logos değil mitos olduğunu ve Kur’an 23 sene boyunca mitosa karşı logosu dirilttiğini söylüyorsunuz. Logos yanında pathos ve ethosa vurgunuz yok denecek kadar az. Neden acaba? Düşünceyi mitos-logos dikotomi üzerinde okumak eksiklik değil mi?

Doğru diyorsunuz. Ben aslında logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum. Düşünce, davranış ve duygu bütünlüğünden yanayım. Duyguya pathos diyelim. Düşünceye logos, davranışa da ethos diyelim. Üçü birlikte Kur’an’da vurgulanır.

Dikkat edilirse Kur’an’da; kalp, fuad, ruh ve nur insanın bu yetileri aslında bu üçlüyü birarada taşır. Yani kalp dediğim zaman kalbin katılaşması, hastalanması. Kalp ve fuad kavramı benim anlayabildiğim kadarıyla logos, pathos ve ethosun yani üçünün birlikteliğidir. Kur’an’da bu üçü birlikte ise tarihte yürüyen İslam’da ne peki? Fıkhın ethosa vurgu yaptığını söyleyebiliriz.


– Tasavvufunda pathosa vurgu yapmasını söyleyebiliriz bu durumda.

Ama bu vurgular parçalı değil. Bu parçalama matah bir şey değil. Üçü birlikte olduğu zaman anlamlı olur. Kur’an’da olan da budur. 

“Batıdaki aydınlanmayı, Kur’an’da geçen nur kavramı ile ifade ediyorum; ama genetik olarak ikisi farklı şeyler”

– Madem bu denli logosa vurgu yapıyorsunuz, aydınlanmanın logosunu konuşalım isterim. Aydınlanmanın mottosu “kendi aklını kullanma cesaretini göster” idi. Siz Tanrı ve Kur’an’a yabancılaşma karşısında logosu/aklı ve vicdanı çözüm olarak söylerken, İslam aydınlanmasına da yol açmış olmuyor musunuz? Yoksa fazla iddialı mı oldu bu İslam aydınlanması tabiri? 

Hayır çıkaramayız. Şöyle bir şey, batıdaki aydınlanma biraz mantık, nedensellik ve ontoloji ağırlıklıdır. Felsefenin ve bilimin tekrar dirilmesi bize bunu gösteriyor. Doğayı esas alan bir sistem bu. Oysa Kur’an’ın aydınlanması benim anladığım kadarıyla biraz ahlaki bir olay.

Onun için aydınlanma kavramı değil, ben Kur’an’da geçen Nur kavramı ile bunu ifade ediyorum. Nurun aydınlanması ile güneşin aydınlanması aynı mıdır derseniz, biraz sanki genetik fark var gibi geliyor bana. Kur’an’ın aydınlanması yabancılaşmanın önüne geçmektir. İnsan iki tür yabancılaşır.

Hevası ve içgüdüleriyle yabancılaşır veya şeytanlaşır. Ya da aklını tümüyle terk ederek, bunu başkalarına kiraya vererek, sürüleşerek yani hayvanlaşarak yabancılaşabilir. Kur’an’a göre yabancılaşmanın iki yolu vardı.

Şeytanlaşarak yabancılaşma, hayvanlaşarak yabancılaşma. Şeytanlaşarak ve hayvanlaşarak yabancılaşmanın önüne geçmenin yolu, insandaki kalp, basiret, fuad, nur ve ruh dediğimiz yet(k)iyi diriltmesiyle mümkündür. Kur’an’ın, sokak insanını düşünür yapma, aklını başına alma ve söz söyleme cesareti kılması, söz söyleme yetisi olan bir insan yaratma çabası, hakketen dinler tarihinde çok önemli bir çabadır.

Düşünsenize diğer kutsal kitapların söylemi, vaaz ve irşad söylemi iken Kur’an’ın indiği dönemin söylemi, tartışma ve düşünmeye dayalı olmasıdır. Kur’an argümana geçiyor, burhana ve delile (Bu isimle anılan Beyyine Süresi var bilindiği gibi) geçiyor, monolog değil diyaloğa geçiyor.

Yani karşılıklılık söz konusu. Kur’an’ın aydınlanması derken basit bir şey söylemediğime dikkat ediniz lütfen. Bu bir dönüm noktasıdır, dinler tarihi açısından. Peki, Müslüman bu aydınlanmayı takdir edebilmişler midir? Maalesef hayır. Sünnilik bence bu olayı takdir edememenin adıdır.

Kur’an insanların vicdanlarını, basiretlerini, reylerini, işitmelerini aktif hale getiriyor. Dinleme ve işitme Kur’an’ın iki ana eylemidir aynı zamanda. Bunu düşünme ve dinleme olarak formülize edebiliriz. Kur’an’da geçen şöyle bir sahne vardır.

Ahirette cehennemlikler diyor ki, “Eğer biz dinleseydik ve akletseydik burada olmayacaktık” şeklinde. Yani buraya düşmelerinin sebebi, yabancılaşmadır. Ya şeytanlaşarak yabancılaşmışlar ya da Allah’ın onlara verdiği dinleme, işitme ve aklı ihmal etmeleriyle hayvanlaşarak yabancılaşmışlar.

Eğer Kur’an’ın bir aydınlanmasından bahsedeceksek şayet, ben bunu Nur metaforuyla ifade ediyorum. Batıdaki aydınlanma ile Kur’an’daki aydınlanmayı genetik olarak da birbirinden ayırıyorum. 


– Evet, genetik olarak ayrı, ama ikisinde de aklı ön plana çıkaran bir damar olduğunu söylemek mümkün değil mi?

Eyvallah. Kur’an’daki akıl kavramı fiziksel veya doğadaki nedensellikten ziyade, bunları da içerecek şekilde dörtlü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu Carl Gustav Jung’un ifadesiyle söyleyecek olursam, ruhun dört yordamı vardır. Duyu verileri, düşünme, ahlaki duygulanım ve sezgi. Bunlar ruhun dört yordamıdır.

Bana sorarsanız kalp, fuad, akıl, tefekkür, teakkul, tedebbür, tezekkür… bunların tümü bu dört dediğimiz yetiyi birlikte içeren bir düşünme tarzı. Oysa adına felsefe ve bilim dediğimiz düşünce tarzı ise, biraz ontolojiye biraz nedenselliğe yaslanan, fiziki nesnelerinin aralarındaki ilişkiyi özdeşleştiren, nedensellik ilkesini esas alan bir düşünme tarzıdır.

İslam’ın açmaya çalıştığı düşünmeyi ben bir kitabımın başlığı olarak “Şükreden Düşünme” olarak ifade ettim. Şükreden düşünme, daha ahlaki daha sezgisel ama mantığı ve nedenselliği de içeren bir kavramsallaştırmadır.
 

KİTABLARI-3.jpg


“Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini işler”

– Dolayısıyla Kur’an’daki akıl, Batıdaki akıl ve aydınlanmadan daha şümullü, daha kapsayıcıdır diyorsunuz. Sadece nedensellik üzerine kurulu değil aynı zamanda sezgiyi, duyuyu da içeren bir akıl. 

Kur’an’da mantık sonuna kadar işliyor. Nedensellik Kur’an’da reddedilmiş değil. Burada ilk defa bir şey söyleyecem. Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini ortaya atmıştır. Bu dinler tarihinde veya insanlık tarihinde bir ilktir.

Ama bizim Ehl-Sünnet, Kur’an’ın bu ayrıksı yönünü yanlış anlamıştır ve maalesef bugüne kadar da tarihte egemen olan bu anlayış olmuştur. Kur’an ile birlikte ayet, mucize kavramı değişmiştir. Kur’an’a gelinceye kadar mucize kavramı, doğaüstü ya da olağanüstü olarak kodlanmışken, Kur’an’da mucize bizzat doğanın kendisidir.

Yasaların kendisidir. Ayetler doğaüstü değil, doğaldır. Bu yaklaşım, tarihte İslam’ın yürüyüşü olsaydı belki birçok düzelmeyle karşılaşacaktır. Kur’an’ın mantıkiliğini, nedenselliğini de buradan ölçebiliriz. Gücünü buradan alabiliriz.


– Allah tasavvuru üzerine epeyce kafa yorduğunuzu, akademik ve günlük metinlerinizde görüyorum. Allah-doğa ilişkisi, Allah-İnsan ilişkisi, Allah-Toplum ve Allah-Devlet ilişkisi nasıl bir teolojik zemine oturmalı sizce? Gelenek ne diyor bu mevzuda Kur’an ne diyor şeklinde bir projeksiyon tutmanızı istesek ne dersiniz?

Kur’an’da; Allah ile insan, Allah ile toplum arasındaki ilişki, Sünnetullah kavramı ile ifade edilmektedir. Bu ilişki ahlaki bir ilişkidir. Allah’ın her bir insan tekiyle ve insan topluluğuyla olan ilişkisi tamamen ahlaki kurallara bağlı. Bu kuralların da işletmecisi insandır. Kuralları koyan Allah’tır. Fakat kuralları işleten ilk adımı atan ise insandır.

Meseleyi şu söz üzerinden anlatayım: “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah’da köre öyle bakar.” Burada ilk adımı atan kimdir? İnsandır. Bir de bir dolmuş sözü söyleyeyim size: “Kula bela gelmez Allah yazmayınca, Allah bela yazmaz kul azmayınca.”