Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – IV. Bölüm

“Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini çok farklı”

– Sizin ‘Allah’ın Ahlakiliği Sorunu’ isimli kitabınızda bu tür halk sözleri veya dolmuş sözleri çok var…(Gülüşmeler)

Tamam işte, halkımızın bu zihniyeti anladığını göstermesi açısından bu sözlere dikkat çekerim zaman zaman. Kaderciliğe inat, iki ayağımızı bir pabuca sokmasına rağmen aslında toplumun bir kesimi Allah ile insan arasındaki ilişkisinde ilk adımı atanın insan olduğunu aslında biliyor.  

Cüzi irade mi külli iradeye bağlı yoksa külli irade mi cüzi iradeye bağlı sorunsalına Sünniliğin verdiği cevap, cüzi irade külli iradeye bağlıdır. Yani kadercilik. Oysa Kur’an’da külli irade, cüzi iradeye bağlı. Allah’ın iradesi insanın iradesine bağlı yani.

Çünkü ilk adımı insan atıyor. Bu yüzden Kur’an’ın doktrini ile tarihte yürüyen İslam’ın doktrini farklı derken bunu kastediyorum. Mesela Kur’an ne diyor? “Eğer siz dönerseniz, biz de döneriz.”

Ya da diyor ki Kur’an: “Kim muttaki olursa biz ona bir kapı açarız.” Kur’an’daki bütün ilişki biçimi ilk adımı insanın attığı Allah’ın da ona uygun olarak adım attığı bir ilişki biçimidir. Yani özgür bir ilişki söz konusudur. Bu ilişki hakkaniyet ve adalete yaslanır. Dolayısıyla birey-toplum ilişkisi Kur’an’da bu şekildedir. 

Doğa ile olan ilişkisine gelince, Kur’an’da bu kader ile ifade edilmiştir. Kadere, mukaddere, takdir…  Yani doğa yasaları dediğimiz şey. Doğa yasaları biliyorsunuz sabit ve bilim adamları keşfediyor bize. Allah-Devlet ilişkisini ise, ben Makāsıdü’ş-şerîa olduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi İslam hukuk felsefesinin bir terimidir bu. Anlamı şeriatın maksatları demektir.  Şeriatın toplum bağlamındaki maksatları beş tanedir. Malın, dinin, aklın, canın ve neslin korunması. Bugünkü terminolojiyle söylenecek olursa, mal mülkiyetin, akıl düşünce özgürlüğünün, din inanç özgürlüğünün, can güvenliğimizin, nesil ise toplumun korunmasını ifade eder.

Dolayısıyla devlet dediğimiz aygıtta aslında bu beş şeyi korur. Dolayısıyla her üç ilişkiye dikkat edilirse doğayla ilişki tamamen kader dediğim nedensellik üzerine kurulu. Allah’ın devlet, birey ve toplum ile olan ilişkisi bütünüyle ahlaki bir zemin üzerine kurulu. Dolayısıyla nedenselliğe, gerekçeye dayalı bir ilişkilidir.  

Burada teokrasi çıkarmak İslam’a ihanettir. Teokrasi-temsil dikkat edilirse, Hristiyanlığın tarihi süreç içerisinde yaptığı bir şeydir. Teokrasi ve temsil, Hristiyanlıkta Kilise ve Papa, İslam’ın Şiilik yorumunda İmamet, Sünnilik yorumunda ise evliya, şeyh, gavs, kutup dediğimiz yapı aracılığıyla oluştu.

Oysa İslam’ın kendisinde böyle bir temsil ilişkisi yoktur. Bu İslam’ın tarihteki yürüyüşünün anlayışıdır, Kur’an’ın anlayışı bu değildir kanımca. 

Devam edecek…

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – III. Bölüm

– Allah’a, Resule ve Ülü’l Emre itaat ediniz şeklindeki ayetin politik dışında teolojik boyutu yok mu diyorsunuz yani.

Hz. Peygamber’e ve Allah’a itaat orada politik anlamdadır. Teolojik anlamda temsil doğmaz. Burada politik bir şey sözkonusu. Hz. Muhammed Tanrının asla temsilcisi değildir. Ona açık bir otorite verilmiştir ve bu şeffaftır. Hz. İsa veya Papanın kiliseyi temsil iddiası gibi değildir.

İslam’da böyle bir şey yok. Sadece ulema var. O da açık otoritedir. İtiraz edilebilir, karşı çıkılabilir. Onunla İcma ile yürünür, İcma da sonra tekrar bozulabilir. Onun içinde Hanefilerin şöyle bir ilkesi vardır: “Allah’ın hükmü, âlimlerin zannı üzeredir.” Yani âlimin içtihadı üzerinedir.

Bundan dolayı her zaman itiraz edilme durumu vardır İslam’da. Selçuklular da özellikle din adamları dediğimiz şeyh, veli, evliya, kutup, gavs ile Şiilikteki imamlar, Ayetullahlar, mehdi gibi statüler dikkat edilirse, Yahudi ve Hristiyanlıktaki gibi temsil iddiasında olan şeyler. Abbasilere baktığınız zaman bunlar, tamamen teokratik bir pozisyonda bulunuyorlar.

Zillallah, adedulllah gibi on-onbeş tane tabirler var ki maşallah tüm bunlarla kendilerini Allah’a izafe ediyorlardı. İşte buraya teokrasi denilebilir. Türk sultanlarına geldiğimiz zaman ise, Türk töresini devam ettirdikleri için siyasette çok da temsil iddiasında bulunmuyorlar.

İslamiyet’i koruma anlamında kendilerine bir misyon biçiyorlar Türkler. Haçlı seferlerine karşı Müslüman Türk beylerinin, Türk padişahlarının İslam’ı koruma gibi bir misyonları var. Teolojik bir şey değil bu. Türklerin hegemonyasına geldiğimiz zaman iki şey söylenebilir.

Selçuklulardan itibaren başlayan Sünni Ortodoksi damar, katılaşarak Osmanlılarda devam etmiştir. Düşünce olmadan, biraz teolo-sofi, biraz metafizik denilebilir. Selçuklular ve Osmanlılarda ise, Abbasilerde olduğu gibi ya da Endülüs Emeviler de olduğu gibi doğa olaylarını meraktan doğan felsefe ve bilimsel keşifler fazla yoktu.

Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim belli oranda güçlüydü. Bu anlamda orada ileri bir adım var. Ama Türklerin hegemonyasıyla birlikte teolojik adımdan mitik adıma geri dönüş var.

Özellikle tasavvufla birlikte. Bu bağlamda tasavvuf ve tarikatların pozisyonunu gözönünde bulundurduğumuzda Osmanlının bir “derviş devleti” olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlılarda daha çok teolojik düşünce, skolastik olarak medreselerde devam ediyor. Halk İslam’ı ise daha ziyade mitolojidir, o da tasavvuf ve tarikatlarla inşa edildi. 

“Logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum; üçü Kur’an’da birlikte vurgulanır”

– Demin konuşmanızda İslam sokak insanını düşünür yaptı dediniz. Düşünmeye, akla. Logosa oldukça vurgu yapan bir tarafınız var. Bir söyleşinizde tarihte egemen olanın logos değil mitos olduğunu ve Kur’an 23 sene boyunca mitosa karşı logosu dirilttiğini söylüyorsunuz. Logos yanında pathos ve ethosa vurgunuz yok denecek kadar az. Neden acaba? Düşünceyi mitos-logos dikotomi üzerinde okumak eksiklik değil mi?

Doğru diyorsunuz. Ben aslında logos, pathos ve ethosun birlikteliğini savunurum. Düşünce, davranış ve duygu bütünlüğünden yanayım. Duyguya pathos diyelim. Düşünceye logos, davranışa da ethos diyelim. Üçü birlikte Kur’an’da vurgulanır.

Dikkat edilirse Kur’an’da; kalp, fuad, ruh ve nur insanın bu yetileri aslında bu üçlüyü birarada taşır. Yani kalp dediğim zaman kalbin katılaşması, hastalanması. Kalp ve fuad kavramı benim anlayabildiğim kadarıyla logos, pathos ve ethosun yani üçünün birlikteliğidir. Kur’an’da bu üçü birlikte ise tarihte yürüyen İslam’da ne peki? Fıkhın ethosa vurgu yaptığını söyleyebiliriz.


– Tasavvufunda pathosa vurgu yapmasını söyleyebiliriz bu durumda.

Ama bu vurgular parçalı değil. Bu parçalama matah bir şey değil. Üçü birlikte olduğu zaman anlamlı olur. Kur’an’da olan da budur. 

“Batıdaki aydınlanmayı, Kur’an’da geçen nur kavramı ile ifade ediyorum; ama genetik olarak ikisi farklı şeyler”

– Madem bu denli logosa vurgu yapıyorsunuz, aydınlanmanın logosunu konuşalım isterim. Aydınlanmanın mottosu “kendi aklını kullanma cesaretini göster” idi. Siz Tanrı ve Kur’an’a yabancılaşma karşısında logosu/aklı ve vicdanı çözüm olarak söylerken, İslam aydınlanmasına da yol açmış olmuyor musunuz? Yoksa fazla iddialı mı oldu bu İslam aydınlanması tabiri? 

Hayır çıkaramayız. Şöyle bir şey, batıdaki aydınlanma biraz mantık, nedensellik ve ontoloji ağırlıklıdır. Felsefenin ve bilimin tekrar dirilmesi bize bunu gösteriyor. Doğayı esas alan bir sistem bu. Oysa Kur’an’ın aydınlanması benim anladığım kadarıyla biraz ahlaki bir olay.

Onun için aydınlanma kavramı değil, ben Kur’an’da geçen Nur kavramı ile bunu ifade ediyorum. Nurun aydınlanması ile güneşin aydınlanması aynı mıdır derseniz, biraz sanki genetik fark var gibi geliyor bana. Kur’an’ın aydınlanması yabancılaşmanın önüne geçmektir. İnsan iki tür yabancılaşır.

Hevası ve içgüdüleriyle yabancılaşır veya şeytanlaşır. Ya da aklını tümüyle terk ederek, bunu başkalarına kiraya vererek, sürüleşerek yani hayvanlaşarak yabancılaşabilir. Kur’an’a göre yabancılaşmanın iki yolu vardı.

Şeytanlaşarak yabancılaşma, hayvanlaşarak yabancılaşma. Şeytanlaşarak ve hayvanlaşarak yabancılaşmanın önüne geçmenin yolu, insandaki kalp, basiret, fuad, nur ve ruh dediğimiz yet(k)iyi diriltmesiyle mümkündür. Kur’an’ın, sokak insanını düşünür yapma, aklını başına alma ve söz söyleme cesareti kılması, söz söyleme yetisi olan bir insan yaratma çabası, hakketen dinler tarihinde çok önemli bir çabadır.

Düşünsenize diğer kutsal kitapların söylemi, vaaz ve irşad söylemi iken Kur’an’ın indiği dönemin söylemi, tartışma ve düşünmeye dayalı olmasıdır. Kur’an argümana geçiyor, burhana ve delile (Bu isimle anılan Beyyine Süresi var bilindiği gibi) geçiyor, monolog değil diyaloğa geçiyor.

Yani karşılıklılık söz konusu. Kur’an’ın aydınlanması derken basit bir şey söylemediğime dikkat ediniz lütfen. Bu bir dönüm noktasıdır, dinler tarihi açısından. Peki, Müslüman bu aydınlanmayı takdir edebilmişler midir? Maalesef hayır. Sünnilik bence bu olayı takdir edememenin adıdır.

Kur’an insanların vicdanlarını, basiretlerini, reylerini, işitmelerini aktif hale getiriyor. Dinleme ve işitme Kur’an’ın iki ana eylemidir aynı zamanda. Bunu düşünme ve dinleme olarak formülize edebiliriz. Kur’an’da geçen şöyle bir sahne vardır.

Ahirette cehennemlikler diyor ki, “Eğer biz dinleseydik ve akletseydik burada olmayacaktık” şeklinde. Yani buraya düşmelerinin sebebi, yabancılaşmadır. Ya şeytanlaşarak yabancılaşmışlar ya da Allah’ın onlara verdiği dinleme, işitme ve aklı ihmal etmeleriyle hayvanlaşarak yabancılaşmışlar.

Eğer Kur’an’ın bir aydınlanmasından bahsedeceksek şayet, ben bunu Nur metaforuyla ifade ediyorum. Batıdaki aydınlanma ile Kur’an’daki aydınlanmayı genetik olarak da birbirinden ayırıyorum. 


– Evet, genetik olarak ayrı, ama ikisinde de aklı ön plana çıkaran bir damar olduğunu söylemek mümkün değil mi?

Eyvallah. Kur’an’daki akıl kavramı fiziksel veya doğadaki nedensellikten ziyade, bunları da içerecek şekilde dörtlü bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu Carl Gustav Jung’un ifadesiyle söyleyecek olursam, ruhun dört yordamı vardır. Duyu verileri, düşünme, ahlaki duygulanım ve sezgi. Bunlar ruhun dört yordamıdır.

Bana sorarsanız kalp, fuad, akıl, tefekkür, teakkul, tedebbür, tezekkür… bunların tümü bu dört dediğimiz yetiyi birlikte içeren bir düşünme tarzı. Oysa adına felsefe ve bilim dediğimiz düşünce tarzı ise, biraz ontolojiye biraz nedenselliğe yaslanan, fiziki nesnelerinin aralarındaki ilişkiyi özdeşleştiren, nedensellik ilkesini esas alan bir düşünme tarzıdır.

İslam’ın açmaya çalıştığı düşünmeyi ben bir kitabımın başlığı olarak “Şükreden Düşünme” olarak ifade ettim. Şükreden düşünme, daha ahlaki daha sezgisel ama mantığı ve nedenselliği de içeren bir kavramsallaştırmadır.
 

KİTABLARI-3.jpg


“Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini işler”

– Dolayısıyla Kur’an’daki akıl, Batıdaki akıl ve aydınlanmadan daha şümullü, daha kapsayıcıdır diyorsunuz. Sadece nedensellik üzerine kurulu değil aynı zamanda sezgiyi, duyuyu da içeren bir akıl. 

Kur’an’da mantık sonuna kadar işliyor. Nedensellik Kur’an’da reddedilmiş değil. Burada ilk defa bir şey söyleyecem. Kur’an tarihteki mucizeyi doğa yasalarının yırtılması olmaktan çıkarıp, doğa yasalarının kendisinin mucize olduğu tezini ortaya atmıştır. Bu dinler tarihinde veya insanlık tarihinde bir ilktir.

Ama bizim Ehl-Sünnet, Kur’an’ın bu ayrıksı yönünü yanlış anlamıştır ve maalesef bugüne kadar da tarihte egemen olan bu anlayış olmuştur. Kur’an ile birlikte ayet, mucize kavramı değişmiştir. Kur’an’a gelinceye kadar mucize kavramı, doğaüstü ya da olağanüstü olarak kodlanmışken, Kur’an’da mucize bizzat doğanın kendisidir.

Yasaların kendisidir. Ayetler doğaüstü değil, doğaldır. Bu yaklaşım, tarihte İslam’ın yürüyüşü olsaydı belki birçok düzelmeyle karşılaşacaktır. Kur’an’ın mantıkiliğini, nedenselliğini de buradan ölçebiliriz. Gücünü buradan alabiliriz.


– Allah tasavvuru üzerine epeyce kafa yorduğunuzu, akademik ve günlük metinlerinizde görüyorum. Allah-doğa ilişkisi, Allah-İnsan ilişkisi, Allah-Toplum ve Allah-Devlet ilişkisi nasıl bir teolojik zemine oturmalı sizce? Gelenek ne diyor bu mevzuda Kur’an ne diyor şeklinde bir projeksiyon tutmanızı istesek ne dersiniz?

Kur’an’da; Allah ile insan, Allah ile toplum arasındaki ilişki, Sünnetullah kavramı ile ifade edilmektedir. Bu ilişki ahlaki bir ilişkidir. Allah’ın her bir insan tekiyle ve insan topluluğuyla olan ilişkisi tamamen ahlaki kurallara bağlı. Bu kuralların da işletmecisi insandır. Kuralları koyan Allah’tır. Fakat kuralları işleten ilk adımı atan ise insandır.

Meseleyi şu söz üzerinden anlatayım: “Kör Allah’a nasıl bakarsa Allah’da köre öyle bakar.” Burada ilk adımı atan kimdir? İnsandır. Bir de bir dolmuş sözü söyleyeyim size: “Kula bela gelmez Allah yazmayınca, Allah bela yazmaz kul azmayınca.”

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – II. Bölüm

“Kur’an’daki şiddet ve savaş rölatiftir; koru(n)maya dönüktür”

Bir başka hususu ise şöyle izah etmeye çalışayım. Kur’an kardeşliği bize önerir. Maalesef ilk fitne ile birlikte bizler kardeşliği değil, kabile kavgasını gördük. Daha ilk asırda İslam toplumu kabile kavgasına kurban gitti. Kur’an bize güzel öğütle, güzel mücadele ile barış içerisinde tebliğ etmeyi vazediyordu.

Oysa biz tarihte neyi görüyoruz? Tebliğin yerini fütuhatın aldığını görüyoruz. Fütuhat Arapların şiddete teşne, çapulcu tabiatlarının bir tezahürüdür. Tebliğin tersidir. Allah Müslümanlığın tebliğ edilmesini isterken, Araplar tarihe fütuhatla başlamış oldular.

Barış dini ki Kur’an-ı Kerim baştan sona kadar bize barışı esas almayı salık verir. Çünkü Kur’an’daki şiddet, savaş rölatiftir. Koru(n)maya dönüktür. Müşriklerin, Yahudi ve Hristiyanların  Müslümanlara yarattığı düşmanlık durumuna binaen savaş ve şiddete mecburen başvurulmuştur.

Allah’ın esas davası insanlara Darüsselam’ı tanıtmak, yani barıştır. Özü itibariıyla da adıyla da barıştır İslam. Tarihte gördüğümüz ise, İslam dini bir savaş dinidir. Hz. Ömer’den itibaren Darüsselam-Darülharp kavramı geliştirilerek gayri Müslimlerin ve müşriklerin düşman olduğu bir doktrin ortaya atıldı.

Oysa bunun alternatifleri vardı. Bazı Maliki ve Hanefi âlimler, dünyanın ikiye ayrılmasını şu iki kavramla formülize ettiler: Birincisi Darülİslam, ikincisi Darülicabe/Darüldave olarak. Yani Müslümanların dışındaki insanlar Darülicabe yani icabet edilecek insanlar veya Darüldave davet edilecek insanlardır.

Oysa Hanbeli ve Şafi âlimleri dünyayı ikiye böldüler: Darülİslam ve Darülharp şeklinde. Darülharp kim? Gayrimüslim ve müşrik olan herkes. Bunlarda sürekli düşman olarak kodlandığı için, onlarla sürekli savaşılır şeklinde bir anlayış geliştirdiler.

Bu damar, İslam düşüncesinin ve İslam dünyasının ana çizgisi oldu maalesef. İnanç farklılığı düşmanlık olarak kodlandı. Oysa Kur’an’da böyle bir şey yok. Mümtehine süresinin 7-8.ayeti düşmanı açık bir şekilde tanımlamıştır. Burada düşman kimdir?

Dininizden dolayı size savaş açan, sizi düşman belleyen ve sizi yurdunuzdan çıkaranlar düşmandır diyor. Allah sizin bunlarla asla dost edinmenizi istemez. Fitne kavramının da Kur’an’da ve tarihteki İslam’ın yürüyüşünden çok farklı olduğunu söyleyebilirim.

Fitne kalmayıncaya kadar cihad edin ayetini de Hanefiler genel olarak da Ehl-i Sünnet yanlış kodladı. Fakihler ve muhaddisler düşmanı şirk ve küfür olarak bunun da Gayrimüslimler olarak anladılar. Öyle olunca da sürekli savaş hali içinde olundu bunlarla. Fitne kalmayıncaya kadar bunlarla cihad edin ayeti bu şekilde anlaşıldığı için, tarihte de bugünde gördüğümüz bu anlayışın devamı maalesef.  

“İmparatorluklar tarihi, bir bakıma devletlerin mülkiyet tarihidir”

Bir başka husus ise, Kur’an’ın özel mülkiyete dair yaklaşımı. Kur’an özel mülkiyetin, ticaret ve emek yoluyla elde edilmesini vazeder. Peki, tarihte olan böyle miydi? Tarihte olan bir ganimet ekonomisi idi. Yani başkasından mal edinme. Toprak mülkiyeti gasp ile elde ediliyordu.

Mülkiyetin kaynağının ganimet ve gasp olması, bunun da zorunlu olarak lüks tüketim şeklinde kişilere dağıtılması sonucunda, çok haksızlıklar meydana geldi. Bunu gören Hz. Ömer, toprak mülkiyetini devlete tahsis etti. Bu tahsis ediş, özel mülkiyetin gelişmesini engelledi.

Bu yüzden özel mülkiyet İslam toplumlarında çok zayıftır. İmparatorluklar tarihi bir bakıma, devletlerin mülkiyet tarihidir. Mülkiyet devlet mülkiyeti haline gelince, sahibi de üç varlık olmuş oluyor.

Birincisi devlet, ikincisi sultan, üçüncüsü de Allah. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Herkesin malı, eşittir hiç kimsenin malına dönüşüyor. Bundan dolayı, İslam toplumlarının özel mülkiyet sorunu olduğunu çok rahatlıkla söyleyebilirim. 

“İslam tarihi kavramı yanlış, doğru olan Müslüman halkların tarihi”

Şu ana kadar uzun olsa bile anlatmaya çalıştığım, Allah tasavvuru ve insan iradesindeki yanlış kodlama, özel mülkiyet meselesi ve son olarak kardeşlik-fütuhat gerilimi İslam düşüncesi ve İslam dünyasındaki krizin arka planına dair teolojik ve metodolojik yanlışlardı.

Bir de kabilecilik meselesini de eklemek lazım. Bilindiği gibi Emeviler ile Haşimiler arasında süren uzun bir kavga vardı. Bu İslamiyet döneminde yeraltına çekildi. Hz. Muhammedin karizması ve Allah’ın otoritesi bu kavgayı yeraltına itti. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki kavgada olduğu gibi, Emevi-Haşimi çatışması tekrar geri geldi.

Bütün bir İslam tarihini de ciddi bir şekilde etkiledi. Onun için şu genel ifadeyi kullanacam, İslam tarihi kavramı yanlıştır bence. Müslüman halkların tarihi vardır diyorum ben. Müslüman halkların da İslami olan tarihleri vardır ve gayri İslami olan tarihleri vardır.

Hatta şöyle de denilebilir, Arapların tarihi, Türklerin tarihi, İranlıların tarihi vs vardır. Müslüman halkların tarihi demek daha doğru bir kavram. Tarihteki gayri İslami hususları görebilmemiz için tarihi, İslam tarihi diye kutsayan bir isim koyarak onun altında gizleme yerine, Arapların tarihi dememiz daha doğru.

Onun için Emevi imparatorluğu, bir Arap imparatorluğudur. Emevi imparatorluğu aynı zamanda bir Arap kabileciliği veya Arap ırkçılığıdır da. Yani Hz. Muhammed döneminde yeraltına çekilen kabilecilik sonraları maalesef devam etti. Tekeli de sonradan Kureyş aldı. Dört halifenin dördünün de Kureyşten olduğunu görüyoruz.

Bu noktada değerli hocam Said Hatipoğlu’nun Hilafetin Kureyşliliği eserine bakılabilir. Hz. Ali ile Muaviye’nin kavgasının arkasında yatan da budur. Biraz uzun oldu ama şunu demeye çalışıyorum, İslam düşüncesinin krizi, doğuşuyla başlıyor. Doğuştaki problemleri görmeden yola koyulmamak lazım.

Bu problemleri üçe ayırdım. Birincisi metodolojik kırılma. Fıkıh usulü ile ilgili. Yani İmam Şafi ile birlikte Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünnetin ortaya çıkması. Kurucu metinlerin dogmalaştırılması, dondurulması, mutlaklaştırılması olayı. İkincisi teolojik kırılma.

Hanefilik, Maturidilik ve Mutezile özgür iradeyi esas alan bir Tanrı-İnsan ilişkisi kurmaya çalışırken, Eşarilik tek yanlı, totaliter bir kader anlayışı ile Tanrı-İnsan ilişkisini inşa etti. Üçüncüsü politik kırılmadır. Bu da İslam’ın maalesef, büyük fitneyle tarihe başlanmasıdır.

Kur’an’ın ortaya koyduğu doktrin ile tarihte yürüyen İslam’ın ortaya çıktığı şekil başka türlü tezahür etti. Dolayısıyla İslam’ın başına gelen bu hususları dürüstçe kabullenmeden anlamanın ve bu krizden de çıkmanın çok zor olduğunu düşünüyorum. 
 

KİTABLARI-6.jpg
“Din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür”

– Bu anlattığınız teolojik serüvenin, Selçuklular ve Osmanlılar dönemindeki yansımaları da benzer mi oldu yoksa bir kırılma/değişim yaşanıyor mu 20.yy başlarına kadar?

Selçuklular döneminde kurulan Nizamiye medreseleri, Eşari ve Şafi ya da Sünni Ortodoksi üzerine kuruldu. Bu doktrine, Türkler ile birlikte tasavvuf ve tarikat da eklendi. Tasavvuf ve tarikat çok sonradan oluşan bir şey. Kelamın kuru akılcılık, fıkhın da kuru şekilcilik olarak doğması, yani kelam ve fıkhın sakat doğumu İslam’ın ruhu boyutunu boşta bıraktı.

İslam’ın düşünce boyutunu kelam, davranış boyutunu da fıkıh alınca duygu boyutu boşta kalmıştı. Oysa din; düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir bütündür. Duygu boyutunu, iç ve dış saiklerle birlikte ikinci yüzyılın sonundan itibaren adına tasavvuf denilen öğreti doldurdu. Yani Mistisizm.

Evet, mistisizm evrensel bir kategori. İslam dünyasında da kökleri var. Platoncu kökleri olduğu kadar, Uzakdoğu ve İran’dan gelen kökleri mevcut. Bu kökler ile birlikte Tasavvuf, giderek kristalleşti. İslam toplumunun içinden çıkan, Emevi dünyevi yönetimi ile büyük fitneyi hazmedemeyen insanların, içe kapanmaları yani duygusal içerlenme ile birlikte adına Zühd denilen, dünyadan el etek çekilen bir hareket ortaya çıkardı.

Çıkan bu anlayış, Abbasiler döneminde tarikatlar olarak örgütlülüğe dönüştü. Dolayısıyla Sünnilik, Selçuklu ve Osmanlıda büyük ölçüde Ehl-i sünnetin dogmatik, Ortodoksi otoritesini pekiştirmekle kalmadı, bir de Gazali’nin Selçuklu medreselerinin dekanı olması ile Tasavvufu meşrulaştırıp, Sünniliğin içine zerketmesiyle de Selçuklular ve Osmanlılardaki düşüncenin, teolojik düşünceden mitik düşünceye evrilmesine yol açtı.

Felsefeye karşı Tasavvuf eksene alındı, İçtihad kapısı da kapatılınca… Selçuklulara kadar İslam düşüncesi iyi-kötü teolojik düşünce aşamasına gelmişti. Teolojik düşünce bilindiği gibi; fıkıh, hadis kelam, tefsir ile düşünmeyi mimliyor.

Bu da rasyonel bir çabaydı. Ehl-i Rey’de vicdan, eleştiri, düşünce vardı. Oysa Ehl-i Hadis’te bu azdı. Selçuklulardan itibaren ise bu teolojik düşünme faaliyeti giderek donuklaştı. Sünni doktrin adeta kendini dondurdu. Selçuklular ve Osmanlılar ile birlikte şeyhler ve şahların kontrolüne girdi.  

Şahlar ile saltanatı ve sultanları kastediyorum. Bu şeyhler ve şahlar temsil iddiasında bulunuyorlardı. İslamiyet’i kendilerinin temsil ettiğini iddia ediyorlardı.

Oysa İslam’da temsil yoktur. İslamiyet; kilise, Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak her bir bireyin kendinin temessül ettiği oranda, ulemanın da ancak içtihadla ve ilmi otoritesi ile kendi varlığını koruyan bir dindi. Hülasa, din adamı yoktu İslamiyet’te. İslam’da temsil iddiasında olan Papaz, haham, Kilise gibi bir otorite yoktu.

“Abbasiler döneminde sadece teoloji değil, felsefe ve bilim de belli oranda güçlüydü”

– Kur’an’daki Ülü’l-emr (Müminlerin Emiri yani Devlet Başkanı anlamında) ifadesi bu temsili karşılamıyor mu hocam.

Ülü’l-emr tamamıyla politik bir ibare, benim anladığım. Dini bir temsil yoktur burada. Ülü’l-emr dediğimiz kavramda yer alan emir, politik iş demektir…

Independent Türkçe Özel Röportaj

Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – I. Bölüm

İslam düşüncesi ve İslam dünyasının uzunca bir süredir bir kriz içinde olduğu söylenir. Buna dair aydın, akademisyen, ulema, entelektüel ve siyasetçilerin farklı bakış açıları ve çözüm çabaları söz konusu.

Bu krizin teolojik, felsefik ve bilimsel nedenleri ve çözüm önerileri üzerine otuza yakın kitabı ve yüzlerce makalesi olan, Ankara Üniversite İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhami Güler ile uzun bir söyleşi gerçekleştirerek analiz etmeye çalıştık.

Sadece bununla kalmadık; aydınlanma, rönesans ve reform ile birlikte Batı düşüncesinin de teolojik kodlarını, modernizmi, Osmanlı’daki teolojik ve fikri serüveni, Kur’an ile tarihte şekil alan İslami uygulamaları, Kur’an’ın mahiyeti ve yorumunu, din dilini, mezhepleri, Atatürk’ün kurduğu yeni Cumhuriyeti, FETÖ’yü, Türkiye İslamcılığını, milliyetçiliği, İslami sol tartışmalarını, ulus devlet ve emperyalizmi, kurucusu olduğu HAS Parti’yi ve son olarak kendi fikri ve politik duruşunu konuşmayı da ihmal etmedik.


– İslam düşüncesi ve İslam dünyasının bir kriz içinde olduğunu uzunca bir süredir yazıp çiziyorsunuz. Bir ilahiyatçı olarak bu krizin tarihsel başlangıcını nerede görüyorsunuz? Krizin teolojik arka planına ve çözüm önerilerinize dair neler var? sorusuyla başlayalım.  

Soru esaslı olduğu için biraz uzun tutabilirim. Düşünce krizinin arkaplanında Kur’an’ın indiği Arap toplumunun antropolojik yönlerinin çok büyük bir etkisi var. Kur’an Arap yarımadasında Araplara nazil oldu. İlahi hikmetin Arapları seçmesinin şüphesiz önemli sebepleri vardır.

Yani rastgele bir seçim değildir. Muhtemelen Arapların karakter yapıları, Arap dilinin önemi, coğrafyanın önemi gibi hususlar ilahi hikmetin mesajını Arap diliyle indirmesinde hikmeti olan unsurlardır denilebilir. Kur’an nazil olduğunda Arapların antropolojik olarak üç yönleri veya üç genetikleri vardı. İslam’ın tarihi süreç içerisindeki krizini anlamak için Arapların bu antropolojik niteliklerini bilmek gerekiyor.

Bu antropolojik veya genetik yapının ilki, kabilecilik. Arap toplumu kabileci bir yapıya sahipti. İkincisi, çölün doğurduğu ekonomik koşularından dolayı çapulcu bir yöne sahiptiler. Yani ganimet ekonomisine dayanan iktisadi bir yapıları vardı.

Her ne kadar Yemen ile Şam arasında ticaret yapan bir tüccar yapısına sahip olsalar dahi. Üçüncüsü Arapların şiddete teşne bir toplum olmaları. Demem o ki, kabilecilik, çapulculuk, şiddete teşne olma yapıları, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra adına büyük fitne dediğimiz hadisenin veya travmanın ortaya çıkmasını doğurdu.

İkincisi İslam toplumu daha doğarken maalesef karpuz gibi üçe bölündü. Allah’ın asla murat etmediği bir bölünmedir bu. Çünkü Kur’an “Dinlerini paramparça ettiler, her bir grup kendinde olandan memnun oldu” diye içine düşülen durumu eleştirdiği halde, İslam’ın daha ilk döneminde bu bölünme meydana geldi.

Nedir bu bölünme? Haricilik, Şiilik ve Sünnilik. Bütün İslam tarihi de bu üç Ortodoksinin, bu üç mezhebin tarihidir adeta. Bunun, Tanrının istediği bir şey olduğunu söyleyemeyiz. İslam’ın bu üç mezhep ile tarihe doğmuş olması, birtakım sorunları ortaya çıkardı. 


“İslam düşüncesinin krizi, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an doktrini arasındaki çelişkiyle başlar”

İslam’ın krizinden bahsedeceksek, daha doğuş anında Kur’an ile tarih arasında, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an’ın doktrini arasındaki bu çelişkiyi görmemiz gerekir. Bu çelişki görülmeden İslam düşüncesi üzerine konuşmak biraz zor geliyor bana.

Birincisi şu, Kur’an’a baktığımız zaman Kur’an, baştan sona kadar düşünmeyi, insanın vicdanını harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Kur’an baştan sona kadar, sokak insanını düşünür yapmaya çalıştı. Kur’an, iki temel hedef güttü.

Birincisi, insanları düşünür yapmak. Tabiat, ontoloji, felsefe konusunda değil, kendi davası konusunda sokak insanını düşünür yapmak. Kur’an’ın tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul gibi kavramlarla yüzlerce defa düşünmeye çağırmasının sebebi, aktif düşünür kılmak içindi.

İkincisi, muhataplarının vicdanını canlı ve diri tutmak. Yasin süresini hatırlayın: “Sen ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin.” Dikkat edilirse Kur’an, insan vicdanının diri olmasını ve aklının başında olmasını özetle sürekli düşünür olmaya çağıran bu hedefini görüyoruz.
 

KİTABLARI-5.jpg


Hicri ikinci yüzyıla doğru gelirken, Kur’an’ın bu anlayışı, dinamik insanı sürekli vicdanıyla birlikte diri tutmaya çalışan bu damarı, adına Rey ehli dediğimiz Mutezile ve Hanefilik, Kur’an’ın bu yönünü devam ettirdi. Mutezile ve Hanefilik; işin içine insanın katılması gerektiğini, düşüncenin aktif olmasını, vicdanın diri tutulması gerektiğini anlamıştı ve bu çizgiyi de devam ettirdiler.

Sonra ne oldu? Sonra maalesef bunun arkası gelmedi. Arapların içinde çıkan İmam Şafi ve erken dönemde hadisi ön plana çıkaran Süfyân es-Sevrî, İbn Şihab Zuhrî gibi kimi hadis toplamayı ve hadisi önemseyen şahsiyetlerin ortaya çıkması ki bunlara da Ehl-i hadis diyoruz, demin belirttiğim çizginin tersi bir doktrinini savunur olmaya başladılar.

Bu çizgide özellikle Ahmed b. Hanbel ile İmam Şafi’yi merkeze alabiliriz. Mutezile ve Hanefilik, yani Ehl-i rey, İslam’ı evrensel bir dile kavuşturma çabası içindeydi. Ehl-i Hadis dediğimiz İmam Şafi, Ahmet b. Hanbel, İmam Malik gibilerinin etrafında oluşan yapı ise İslam’ı evrensel bir karaktere büründürmekten ziyade, bir Arap davası, bir gelenek, bir sünne davası kıldılar. Bunlara da Ehl-i Sünne ya da Ehl-i Sünnet diyoruz. Sünnet demek tarih demektir, geçmiş demektir.

Ehl-i Sünne, Arapların katı, gelenekçi, atalarını buldukları yol olan tarihi ve geleneği kriter olarak baz alıyorlardı. Kur’an-ı Kerim ise bunları reddetti. Kur’an adeta “Senin atan, geleneğin, geçmişin kriter olamaz” diyordu. “İnsanların vicdanı, akılları ve düşünceleri kriter olacak” diyordu Kur’an.

Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünne tarafından bu mantığın yani gelenek ve tarihin aynen Mekkelilerin atalarına ve geleneklerine bağlı kalması gibi tekrar geri getirildiğini görüyoruz. Dikkat edilirse ajanda bu sefer değişim geçirerek gelmiş oldu. İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in yaptığı Kur’an ve Hadisi mutlaklaştırmaktı. Ahmet b. Hanbel, bu mutlaklığa teolojik bir arka plan verdi.

Dolayısıyla Cahiliye ajandası gitti, yerini mutlaklaştırılan Hadis ve Kur’an’a bıraktı. Yani Kur’an’ın kadim olduğu tezini ileri sürdüler. Mutezile veya Rey ehli ki Ebu Hanife’yi de buraya dâhil ederek söyleyecek olursam, Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve bunun Allah’ın bir fiili olduğunu iddia ettiler. Oysa Ehl-i Sünne dediğimiz anlayış, Kur’an ezelde kadimdir, Allah’ın ilim, irade ve kelam sıfatlarına racidir şeklinde bir teori attılar.

İmam Şafi; Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas diye dört delili ortaya koyduğu zaman yaptığı şey, tümüyle aklı ve vicdanı ortadan kaldırarak yani Kur’an ve sünnetin ışığında, hadisin ışığında insan aklını ve vicdanının aktif olması yaklaşımını bir bakıma kenara itti.

İmam Şafi, İçtihad ve İstihsanı reddederek, sadece Kitab ve Sünneti mutlak kaynak olarak gördü, onları dondurdu ve bir keresinde tüm zamanlar için geçerli olduğunu iddia etti. İcmayı da bunun üzerine koydu. İcma da biliyorsunuz, Hz. Peygamberin ve sahabelerin fiilleri üzerine olan icmasıdır.

Kıyasa geldiğimiz zaman İmam Şafi, kıyası da ayetlerin altında olan mananın dışarıya çıkarılması, İstinbaz, İstiğraç olarak içtihadı da Kur’an’a indirgedi. Bu yaklaşımlarıyla, Müslüman insanı Kur’an ve Hz. Muhammed’in hadislerinin ışığında kendi aklını aktif tutmaya çalışan insanı (ki Hz. Ömer ve değişik sahabelerde gördüğümüz aktif olmayı) tümüyle yok sayarak, Kur’an ve Sünneti mutlaklaştıran tarzda, aklı ve vicdanı tümüyle ortadan kaldıran bir yapıya dönüştürdü. Krizin başlangıcı buradan başlıyor. Yani metodolojik düzlem.


“Allah ile insan arasındaki ilişki, canlı ve diyalektik bir ilişki olup, insanın özgürlüğüne dayalıdır”

Teolojik kriz ise daha berbat. O da şu. Mutezile, Maturidilik, Ebu Hanife vs İnsan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, bir dostluk ilişkisine benzettiler. Buradan da insan iradesinin özgür olduğunu hatta insanın denenmesi için iradenin özgür olması gerektiği tezini ileri sürdüler.

Tevhit ve adalet ilkesiyle de bunu vazettiler. Fakat erken dönemde ortaya çıkan Cebriye, ondan sonra gelişen Eşarilik ise, insanın özgür iradesini tümüyle ortadan kaldırarak, ilahi iradeyi mutlak ve de genelleştirerek, denenme zemini olan insanın iradesini tümüyle ortadan kaldırdı. Yani Müslüman insan doğmadan ölü olarak doğdu.

İradesi kadük, mefruç olarak doğdu. Burada kader kelimesini seçmeleri tesadüf değildi. Dikkat edilirse Kur’an’da kader, Allah’ın doğa ile olan zorunlu ve tek yönlü ilişkisini ifade eder. Oysa Sünnetullah kavramı, Allah ile insan arasındaki ilişkidir. İlk başlatıcının insan olduğunu bize söyler.

Sünnetullah ilişkisi insanın baştan sona kadar sorumlu olduğu, ilk adımı insanın attığı, Allah’ın da ona paralel olarak karşılık veya misliyle/misilleme de bulunduğu ilişkiyi ifade eder. Dolayısıyla Allah ile insan arasında, canlı ve diyalektik bir ilişki söz konusudur.

İnsanın özgürlüğüne dayalı bir ilişki. İmam Şafi’nin kurduğu ilişki ise tek yönlü bir ilişkiydi. Hikmetinde sual olunmaz onun temel mottosudur. Oysa Ehl-i Rey, Allah’ı eylemlerinde hikmetli ve adil bir varlık olarak tanımlamaya çalışıyordu.

Yani Kur’an’ın Rahman, Rahim olan ve adaletle merhametle yoğrulmuş dediği Allah’ın eylemlerinin insan tarafından anlaşılabileceğini söylerken, Eşarilik maalesef hikmetinden sual olunmaz anlayışı ile Tanrıyı adeta karanlık bir güç odağına dönüştürdü.

Dikkat edin Kur’an değil, İslam’ın tarihteki yürüyüşünün oluşturduğu Tanrı imgesi ile insan arasındaki bu ilişki, İslam düşüncesinin dolayısıyla İslam dünyasının krizinin temeli olarak gördüğümü söyleyebilirim…

Türkiye’de İslam’ın Ocağı Ne Durumda?

1- Dinin Ocağı

Din ocağını, peygamberler, Tanrıdan Vahiy çırası alarak insanların vicdan (Fuad-Lübb, Basiret, Ruh, Nur) yakıtı ile yakarlar. Ocak, insanların kalbidir. Yakıt vicdandır. Yanma olayı (ateş ve alev) imandır. Ocağın kaynattığı ve pişirdiği aş ise, ameldir, ahlaktır. Bacadan çıkan duman/tütsü ise, oksijensiz (düşüncesiz-bilinçsiz) iç yanmanın yani taklit-dogmanın ürünü karbondioksittir. Peygamberin ölümünden sonra, ocağın kaderi mü’minlerin insafına, izanına, hamiyetine veya nâdanlığına kalmıştır. Ocağın bakımı, koruması ve kaderi, -ilmi gerekçelerle-  ocakçı başlarına yani âlimlere bırakılmıştır. Bu ulema grubu Kur’an’da “Rasihune fil’-ilm-3/7”, “ehlu’z-zikr-16/43”, “ulema-u beni İsrail- 26/197”, “Rabbaniyyun- 5/44”, “fe’l-yetefakkahu fi’d-din-9/122” olarak isimlendirilmiştir. “Âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır.” (Hadis). Her üç dini teolojide (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) Ahbar, Ruhban, Papaz, Haham, imam, Ayetullah, Mehdi, Mesih, Şeyh, Veli, Gavs, Kutup… denen –hakları ve görevleri-yetkileri olmadığı halde- “temsil” iddiasında bulunan “din-adamları” sınıfı türemiştir. Bu sınıf, ciddi bir din istismarı da yaratmıştır (9/34).

İman, Allah ile canlı bir ilişkidir. Ona karşı saygı, korku, huşu, sevgi, güven duymayı içerir. Ahirete iman ise, Cenneti talep etmeyi-umudu ve Cehennemden korkuyu ifade eder. İman, artan ve eksilen bir halet-i ruhiyedir. İmanın ölümü, itikadı-inancı doğurur (Akide-Amentü). Bedeviler, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul edince yani tasdik edince “İman ettik” dediler. Kur’an, onların bu iddiasını reddetti: “İman, henüz kalplerinize girmedi” dedi (49/14). İman edenler, imanlarının gereği olan ahlaki davranışları yerine getiren kişilerdir (49/15). Yani iman, zorunlu olarak salih amel doğurur. İman ve amel iki ayrı şeydir; ancak birbirine bağlıdırlar; aralarındaki ilişki zorunludur. Canlı imanı olmayanın, ahlakı-ameli de yoktur. Ancak ölü İtikadı, amentüsü, kesin tasdiki olabilir.

İmanın başına tarihi süreç içinde genellikle iki felaket gelir: 1- İstikametini/doğruluğunu kaybetmesi. 2- Canlı ilişki olmaktan çıkıp ölü kör-inanca/taklide/dogmatizme dönüşmesidir.  “Yahudilere de ki: Eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şeyi emrediyor.” değerlendirmesi, birinciye örnektir. “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesi zamanı gelmedi mi?  Siz, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar (Yahudi-Hristiyanlar) gibi olmayın. Onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.” (57/16) değerlendirmesi ise, ikinciye örnektir. Fakat, devam eden ayette: “Bilin ki Allah, yeryüzünün ölümünden sonra onu tekrar diriltmektedir” (57/17) denerek, metaforik bir ima ile imanın her dönemde tekrar diriltilme imkânı olduğu ifade edilmektedir.

İslam’ın doğuşundan sonra da “uzun zaman” yani 1400 sene geçtiği için, ikinci felaket Müslümanların da başına imkân dâhilinde gelmiştir. İslam’dan doğan Sünnilik ve Şiilik mezheplerine baktığımızda her ikisi de kendini mutlak hakikat olarak görmelerine rağmen;  istikamet (sırat-ı müstakim) üzere oldukları tartışmalıdır. Şiiliğin “İmamet” teorisi, Kur’an hakkındaki görüşlerinin; Sünniliğin örneğin “Kelam-ı Kadim” teorisi, aklı-vicdanı dumura uğratan “Edille-i Şeriyye” yani kaynaklar (Kitap-Sünnet, İcma, Kıyas) teorisinin, “Kader” teorisinin, siyaset/saltanat teorisinin, züht ve zahir-batın (tasavvuf) teorisinin… istikamet/hidayet üzere oldukları hayli şüphelidir. 

Allah’ın: “Müşrikler gibi veya dinlerini paramparça edip her bir mezhebin de kendinin mutlak doğru yolda olduğundan emin olduğu (Yahudiler ve Hristiyanlar) gibi olmayın” (30/31-32) ve bütün peygamberlere yapılan: “Dini dosdoğru tutun; onda ayrılığa düşmeyin.” (42/13) tavsiyesine Müslümanlar itibar etmemiştir. Kabile asabiyeti ve politik ihtiras yüzünden ortaya çıkan “Büyük Fitne” sonucu Müslümanlar Şii, Harici ve Sünni olmak üzere üçe bölünmüştür. Sonra da Şiilik, kendine dini-teolojik “Ehl-i Beyt” zırhını; Ümeyye oğulları da kendilerine dini-teolojik “Sünnet” zırhını giymiştir (Ehl-i Sünnet). Muaviye’nin, kılıçla muhaliflerine boyun eğdirip zorla/şiddetle sağladığı politik birliğe de “Ve’l-Cemaat”  dini sıfatı/zırhı takılmıştır.

2-Dindarlığın Kaynağı: Canlı Düşünce ve Diri Vicdan

Peygamberlerin vahiy yolu ile ortaya koydukları din-ahlak davasının, muhataplarından aktif düşünme beklediği gayet açıktır. Kur’an’da tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür ve ibret almanın binlerce kez tavsiye edildiği malumdur. Aynı şekilde diri bir vicdan istendiği de müsellemdir. “Kör ile gören, karanlık ile aydınlık, gölge ile sıcaklık, diriler ile ölüler bir/aynı/eşit değildir.” (35/19-22). “Kur’an, ancak vicdanı diri (hayy) olanları uyarabilir.” (36/70). “Dinlemeyen ve akletmeyenler, hayvanlar gibi; hatta onlardan da aşağıdırlar.” (25/44). “Eğer dinleseydik ve akıllı olsa idik, yakıcı azapta olmazdık.” (67/10). “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme; çünkü kulak, göz ve kalp/vicdan, ondan sorumludur.” (17/36). Kur’an’ın dindarlık kavramını ifade eden “takva” kavramı, sürekli bilinçli-eleştirel teyakkuz halinde, kül yutmayan, tetikte bir iman ve amel durumunu ifade eder. Kur’an, sokak insanını herkesi bağlayacak din ve ahlak konularında düşünür, müfti ve müçtehit yapmaya çalışır.

Müşriklerin: “Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk ve biz, onların izlerinden gitmekteyiz.” (43/22) şeklindeki taklitçi/tekrarcı, kör-inanca dayanan/dogmatik tutumları eleştirilip reddedilmiştir. Müşriklerin Ahirette ileri sürecekleri: “Rabbimiz, biz, kanaat önderlerimize ve büyüklerimize uyduk da, onlar bizi doğru yoldan saptırdılar.” (33/67) mazereti kabul edilmeyecektir.

Tarihi süreç içinde takva yerine taklidin hâkim hale gelmesi ile yani mezhepler, tarikatlar ve cemaatlerin teşekkül etmesiyle doğru veya yanlış “ezberlerin” oluşması ile bireyler için hazır-paket “kör-inançların” ve dogmatik akidelerin oluştuğu bilinmektedir. Böyle toplumlarda istikamet üzere, dürüst, hakkaniyetli olmak şansa/tesadüfe kalmıştır. Çünkü bireysel düşünme/akıl ve bireysel vicdan felç edilmiş, dumura uğratılmıştır. Bunun yerine kolektif ve şartlandırılmış bir ezber-alışkanlık ve taklit egemen olmuştur. Bu duruma, Kur’an’da şöyle dikkat çekilmiştir: “Onlara Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, bu hatırlatmaya kör ve sağırlar (taklitçi/mezhepçi/dogmatik) olarak üşüşmezler” (25/73). İslami/Kur’anî dindarlık bilinci (takva) mistik cezbe-züht (sekr/sarhoşluk, fena/hiçlik, istiğrak/boğulmak, aşk, kabz, bast…) ve dogmatik kütlük, bağnazlık, yobazlık, hınç, kin, nefret, kasvet arasında sürekli bir hayret ve merakın eşlik ettiği sorumluluk, merhamet, sevgi, dürüstlük, adalet, sevinç/neşe, hüzün, huzur ve itminan halidir.

3-İslam Dünyasında Durum

İslamiyet, günümüzde -teşbihte hata olmaz- içinde isteyen herkesin istediğini bulduğu bir “Süper Market” e; sahipsiz  “Miri Malı” na; “Kırk Yamalı Bohça” ya dönüşmüş durumdadır. Bunun başlıca dört sebebi vardır: 1- Doğuşundan beri uzun zaman geçmesi (57/16). 2- Çok sayıda ve geniş etnik-kültürel/antropolojik coğrafyaya yayılmasının doğurduğu doğal deformasyon. 3- Kuruluş asrında Sünni-Şii-Harici olmak üzere üç parçaya/mezhebe bölünmesi. 4- Zamanla tahrife bile varan çok sayıda aşırı ( Bâtıni, Felsefi ve Lafzi) yoruma maruz kalması: Örneğin Vahdet-i Vücut, İhvan-ı Safa ve Selefîlik.

Kalbin halleri, vicdanın halleridir. Kalbin katılaşması/taşlaşması (2/74), paslanması (83/14), hastalanması (2/10), vicdanın kararmasıdır. “Dindarlık” kavramı, canlı düşünce ve diri vicdan içeren “takva” içeriğinden “taklit” içeriğine dönüşünce heva (arzu-heves) ve hurafe, kolayca “din” haline gelir: “Hevasını (arzu-heves-güç istenci-içgüdü) ilahlaştıranı gördün mü?” (45/23). Dini bağlamda katı muhafazakârlık atalardan, tarihten, gelenekten devralınmış kültürel-dinsel kodların ezbere, alışkanlıkla tekrarı/taklidi olarak büyük ölçüde ölü dindarlıktır. Kur’an’ın sökmekte zorlandığı müşriklerin üzerinde oldukları dinsel bilincin/halet-i ruhiyenin tekrarı/yansılanması/taklididir. Allah’ın insana üflediği Ruh’un (15/29) çürütülmesi veya ölmesi sonucu kurnazlık, konfor, alışkanlık, tembellik, tekrarın-rutinin normalleşmesidir. Tanrı’nın huzurunda sürekli teyakkuz durumunda, tetikte olmaktan, titremekten vazgeçip,  O’nu unutmak veya O’nu kandırma teşebbüsüne geçiştir.

İslam dünyasının hal-i hazırda içinde bulunduğu iç çatışmalar, iç-savaşlar, Sünni-Şii mezhep savaşları, İŞİD, FETÖ, BOKO-Haram… gibi terör örgütleri, siyasal despotluklar, ekonomik gelir dağılımı adaletsizlikleri… bu coğrafyada İslam’ın dindarlık ifadesi olan “Takva”nın yani canlı ve istikamet üzere bir iman ve ahlakın olmadığının veya bunun son derece zayıf olduğunun göstergeleridir. Canlı düşünce ve diri vicdan olmadığı için, hem “iman” hem de “ahlak”  son derece zayıftır. Ölü itikatlar ve alışkanlık halinde bolca tekrar eden ritüeller/ibadetler (namaz-oruç-hac) mevcuttur. Kitlelerin kolayına gelen İtikat-Ritüel dindarlığı, daha fazla emek, fedakârlık ve sabır isteyen iman ve ahlak dindarlığının yerini almış durumdadır. Tanrı memnun edilmeye çalışılırken; insanlar umursanmamaktadır. Normal olan, her birinin yerli yerinde olmasıdır. Dinin ocağı sönmemiş olsa da; alevi-ateşi–ısısı azalmış;  bolca tütmekte, duman (karbondioksit) çıkarmaktadır.

4- Türkiye’de Durum

Osmanlı döneminde Devleti medresedeki skolastik talim/tekrar/tahsil/telhis/taklit ve tefsir (İlmiye-Kalemiyye) ayakta tutuyordu. Halkı ise Tarikatlar kotarıyordu. Tarikatlar, sarayı/padişahları da etkisi altına almışlardı: “Derviş Devlet”. Türk Tasavvuf Sünniliğinin Osmanlıdaki donukluğu, fosilleşmesi ve tecdit edilemeyişi, devleti çökertti. Cumhuriyet kadroları, Osmanlıdan miras kalan Şeriat-Hilafet ve Tarikatı ilga ederek katı seküler bir toplum oluşturmaya çalıştı. Cumhuriyetin başlangıcında seküler bir ahlaki asketizm oluşturulmaya çalışıldı; fakat etkisi fazla derin olmadığı gibi; ömrü de uzun sürmedi. Bu devrim, toplumun dindar kesimlerinde derin bir içerleme ve uçuklama yarattı.

1950’lerden itibaren demokrasiye geçmeye başlayınca, çaresiz muhafazakâr halk kesimleri, anakronik, kendini yenilememiş, arkaik dini temsillere (tarikat-cemaat-siyaset) razı olmak zorunda kaldı. İtikat, taklit ve ritüeli önemseme, bu yapıların dindarlığı olarak tezahür etti. Kur’an’ın tavsiye ettiği canlı düşünme ve diri vicdan ortalıkta olmadığı için, bir iman tazelemesi ve ahlaki heyecan da ortalıkta yoktu. Dinin ocağı sönmedi; ancak alevlenmedi de, tütmeye devam etti. Sakal, cübbe, sarık, tesbih… ;  “Amentü” ve namaz, oruç, umre-hac ve başörtüsü üzerinden bir “dindarlık” paketi-ajandası oluşturuldu. Bu dindarlık teolojisi, 1970’lerden itibaren gittikçe siyasallaşarak önce “Millî Görüş” (1970-2000) ve “Hizmet Hareketi/Cemaat” (1970-2015) sonra da AK Parti olarak (2000-2020) iktidara geldi (İslamcılık).

“Milli Görüş”, Türkiye’nin Osmanlıdan miras aldığı tecdit edilmemiş dini teolojinin ürettiği enerji-imanın içerde “Ahlak ve Maneviyat (İmam-Hatipler)”; dışarda Osmanlıyı parçalayan emperyalist güçlere karşı “Ağır Sanayi Hamlesi” ve “Yeniden Büyük Türkiye” hedefi olarak tecessüm etmesidir.

“Hizmet Hareketi-Cemaat”, Karınca kolonisi-Arı Kovanı şeklinde eğitim/okullarda örgütlenmiş, başında bir Kraliçe karınca veya Kral arı (Mehdi) olan, takiyye/paralel yapı şeklinde devlete sızarak içerde seküler vesayet rejimini tasfiye etme; dışarda –okullar aracılığı ile- İslam’ı “temsil” etme iddiasında bulunan harekettir. Kendini “Mehdi” sanan mistik meczubun politik aklının mefluçluğu, bu hareketi CIA’nın kucağında Türkiye’ye karşı bir korsanlığa (darbeye) sevk etmiştir.

 Ak Partiye gelecek olursak, 2000’lerin başlarında merkez sağın etik çöküşü üzerine, burayı muhafazakâr değerlerle toparlama iddiası ile kuruldu. Kurucu kadronun, “Milli Görüş” gömleğini çıkardıklarını itiraf etmelerini unutmamak gerekir. Seküler güç odaklarına karşı iktidar olma, iktidarda kalma ve rövanş alma çabaları, doğal olarak oldukça zaman, mesai ve enerji gerektiriyordu. İktidarın kamu hukuku bağlamında adalet-hakkaniyet performansını değerlendirirken, uzun süreden beri merkeze-iktidara ve ekonomik kaynaklara mesafeli/periferide bırakıldıkları için açlıklarını, ihtiraslarını, ihtiyaçlarını hesaba katmak gerekir. “Biraz da biz ölelim” refleksi, müntesibi oldukları dinin takva anlayışı açısından “norm”al olmasa da; beklenilebilir ve anlaşılır bir gelişmedir. Devlet dolayımı ve rant yolu ile zenginleşmenin parolası: “İnşaat, ya resulallah!” oldu.

Hâsılı İslam, Türkiye’de Siyaset-İktisat ve Hukuk (Şeriat) alanlarında özünün içerdiği ve vadettiği adaleti- hidayeti-hizmeti- fazileti-selameti-refahı-hakkaniyeti pek aktüelleştiremiyor. Sebebi de gayet basit. Bir düşünce rönesansı, tecdidi, iman tazelemesi ve vicdan dirilmesinin henüz hâsıl olmaması. Mevcut kavram, kurum, teori, teoloji ve insan malzemesi ile bu kadarı oluyor. Oysa Kur’an’ın tavsiyesi gayet açık: “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra tekrar diriltmektedir…” (57/17) Bu imkân, kıyamete kadar her Müslümana açıktır ve geçerlidir.

Adi ve Nitelikli Nüfuz Hırsızlığı

1-Teori/Teoloji 

İslam’da özel mülkiyet rızık, nimet, lütuf olarak Allah’ın insanlara ikramıdır. Seküler-hümanist kapitalizmde olduğu gibi, mutlak olarak insanın kendine ait değildir; emanettir. Devlet mülkiyeti (hazine-beytu’l-mal) savaş durumlarında elde edilen “ganimet-fey” ve vatandaşların ödediği vergilerden (zekât, haraç-öşür) oluşur. İnfak ve sadaka, bireylerin birbirlerine ödemesi gereken gönüllü vergilerdir. Özel mülkiyet hibe, miras, emek/alın teri-üretim, icat ve ticaret gibi “helal” yollardan elde edilir. Hırsızlık ve gasp, haramdır.

Çalışma yolu ile kazanç elde etmek asıldır (53/39). Kur’an şöyle der: “Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin. Mallarınızı/mülkiyetinizi, -bilebile kötülük yaparak- güçlülere/egemenlere/yöneticilere yedirmeyin.” (2/188). “(Tüyü bitmemiş) yetimlerin haklarını yiyenler, ancak karınlarını dolduran ateş yemiş olurlar ve onlar korkunç bir ateşe girecaklerdir.”(4/10). “Hırsızlık yapan erkek ve kadınların ellerini, -yaptıklarının cezası olarak- kesin.” (5/38).

Hırsızlığın tanımı, İslam hukukçuları tarafından sahibi olan koruma altındaki mukavvim (dayanıklı) bir özel mal/emtia ve mülkiyetin birileri tarafından gizlice alınması olarak tanımlanmıştır. El kesme cezası, genellikle bu tür adi hırsızlık suçlarına uygulanmıştır. Kamu/devlet malının ve mülkiyetinin devlet ricali (siyasetçi ve bürokrat) tarafından “kitabına uydurularak”, hile-i şeriyye” ler yani hukuk kılıfında –vicdanı kandırarak- “fetva” veya “kanun”lar veya alenen çalınması, tanımlanmış-hukuki “suç” olarak nitelenmediği gibi; bunlara el kesme cezası da uygulanmamıştır.  

Bir suçun veya günahın büyüklüğünü ve küçüklüğünü belirleyen iki unsur vardır: 1- Fiilin etki alanı/müteaddiyeti yani mağdurların sayısı. 2- Suçun veya günahın yarattığı, sebebiyet verdiği zararın, acının, sıkıntının büyüklüğü ve yoğunluğudur. Hırsızlık suçuna uygulandığında bu suçun haramlığının büyüklüğünü ve küçüklüğünü belirleyen unsurlar: 1- Çalmanın yarattığı mağdurların sayısı yani mülkiyet-hak sahiplerinin sayısı. 2- Çalınan malın, kaynağın, toprağın kıymet ve değeridir. Zararın büyüklüğü ve küçüklüğüdür. 

Bu tip girişimlere Hz. Muhammed tarafından müsamaha gösterilmemiştir. Örneğin, İbnu’l-Utbiyye isimli sahabe, Süleymoğulları kabilesine zekât memuru olarak tayin edilmiş, bu şahıs, zekât mallarını getirdiğinde bir kısmının kendine “hediye” olarak verildiğini söyleyerek ayırmıştır.

Bunun üzerine Hz. Muhammed, bir hutbe irad ederek bu kişiyi isim vermeden sert bir şekilde eleştirmiş ve kamu otoritesini temsil (bürokrasi) yetkisi/nüfuzu olmasaydı, ona bu hediyelerin verilmeyeceğini ileri sürerek, bunun cezasını ahirette mutlak olarak çekeceğini söylemiştir (Buhari/Sahih, Ahkâm, 24). Başka bir Hadiste ise Hz. Muhammed, zekât memurlarına verilen hediyelerin devlet malına hıyanet olduğunu söylemiştir. (Ahmed. b. Hanbel/Müsned,V/424; Şevkâni, VII, 338) 

Hz. Ömer de, eşine hediye gönderen Basra valisi Ebu Musa el-Eş’ari’yi bunun, kendi nüfuzunun doğurduğu bir “iltima”s anlayışına yol açabileceği gerekçesiyle sert bir şekilde eleştirmiş ve hediyeyi reddetmiştir. (M. Azimli, Hz. Ömer, Ank. 2019, s. 43) Yine o, Bahreyn valiliğine atadığı Ebu Hureyre’nin getirdiği malların çokluğunu görünce: “Ey Allah’ın düşmanı! Allah’ın malını mı çaldın?” deyince, Ebu Hureyre: “Ben Allah’ın düşmanının düşmanıyım” demiş; fakat Hz. Ömer, ona bir daha görev vermemiştir. (Azimli, Hz. Ömer, s. 58). Özetle İslam, adi hırsızlığı yasaklamış olduğu gibi; devlet dolayımı ile doğan nitelikli “Nüfuz Hırsızlığı”nı da yasaklamıştır.

Aynı toplumda yaşayan birilerinin veya bir kesimin hırsızlık yapması, misilleme olarak mü’min/müslümanların da onlara: “onlar bize yaptı; biz de onlara yapalım” diye “misilleme” veya “kısas” yolu ile hırsızlık yapmalarını meşrulaştırmaz. Zira Kur’an: “Kötülük ve düşmanlıkta birbirinizle işbirliği/dayanışma yapmayın.” (5/2) der. Bir fıkıh usulü kaidesi ise: “Batıl, makisun aleyh (kendisine kıyas yapılacak şey) olamaz” der. 

2- Tarihsel Pratik 

Hz. Ömer, “Fütuhat” ile elde edilen toprakları, gazilere “Çiftlik Ağası” olmasınlar, topraklar üzerinde yaşayan erkekler köle, kadınlar cariye olmasın ve Arapların savaşma kabiliyetleri zayıflamasın diye, devlet mülkiyetine geçirerek topraklar üzerinde yaşayanlardan “Haraç (vergi)” alma geleneğini başlatmıştır. Bu uygulama, bütün İslam tarihine egemen olmuş; devlete ait topraklar, Sultan tarafından Ikta, Tımar, Has, Zeamet, Miri Malı, Arpalık… olarak halka kiralanmıştır. Toprak mülkiyeti, “Devlet” dolayımı ile Abbasiler döneminde din üzerinden Allah’a (Kamuya) mal edilmiş; kullanımı da, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllullah) olan sultanlara/halifelere verilmiştir.

Beytü’l-Mal (Hazine), böylece üçlü bir sahipliğe dönüşmüştür: Allah-Devlet-Sultan. Bunun pratiğe yansıması, “Herkesin Malı” ve “Hiç kimsenin Malı” olmuştur. Hazine gelirlerinin,  ahaliden/reayadan alınan vergiler bölümünün harcanması, ahali tarafından denetlenemediği, bir hukukunun oluşmadığı gibi;  savaşla ganimet/gasp edilen toprakların, bürokrasi ve siyasal erk tarafından tasarrufunda da saltanat ailesine ve bürokrasiye bir keyfilik yetkisi vermiştir: Üretim ve ticaretten daha ziyade, “Ganimet Ekonomisi”. Bu durum, ahalide “Herkesin” ve aynı zamanda “Hiç kimsenin” olan “Devlet Malı”na karşı bir duyarsızlık oluşturmuştur: “Haydan gelen, huya gider.” “Devlet malı deniz; yemeyen keriz/domuz”. “Bal tutan, parmağını yalar.” “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.”… 

Avrupa’da toprak mülkiyeti önceleri Kilise’ye,  Feodal Derebeylerine, Kraliyet ailesine aitti. Burjuva sınıfının yükselmesi, Fransız Devrimi ile birlikte “Ulus Devlet” yapısı ortaya çıkınca, Toplum sözleşmesi ve Anayasa kavramları ile birlikte devlet, hukuki bir organizasyon olarak belirdi. Özel mülkiyet, hukuki garanti altına alındığı gibi; devletin gelirleri “Vergi Hukuku” ile sınırlandırıldı ve demokrasi ile birlikte vatandaşlara ve muhalefete vergilerin hakkaniyete uygun olarak harcanması hususunda “denetleme” yetkisi verildi. Böylece bir “Kamu Hukuku” oluştu. 

3- İslam Dünyası 

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra İslam Dünyasında ortaya çıkan/kurulan ve çoğu totaliter olan modern Ulus Devletlerin üzerinde İmparatorluk dönemlerinde “ganimet” ile oluşan toprak mülkiyeti/devlet malı “hukuksuzluğunun” hayaleti dolaşmaktadır. Devlet aygıtını işleten siyasal ve bürokratik ekip, genellikle “kitabına uydurarak” ve “hile-i Şeriyye”ler (Kanunlar) ile –ve fakat “hukuksuz/adaletsiz” bir şekilde- devlet/kamu mülkiyeti üzerinden nitelikli-nüfuz hırsızlığı yapmaktadırlar. “Hahamlardan ve papazlardan birçoğu, (Tanrıdan devşirdikleri nüfuzla) insanların mallarını haksız yere yedikleri”(9/34) gibi; siyaset ve bürokrasi ekibi ise, “Devlet” üzerinden devşirdikleri nüfuz ile hırsızlık yapmaktadırlar. 

Kapitalizmin küresel egemenliğinde tüketim tutkusu körüklenmiş; fakat üretimi-ekonomisi zayıf, işsizlik ve istihdam sorunu olan ülkelerde iktidarlar, kolayca taraftarları için örgütlü rant, çıkar dayanışması ve iş-işçi bulma kurumlarına dönüşmektedir. Aslında “Herkesin (Tüyü bitmemiş yetimin) “ ve “kul hakkı” olan kamu/devlet arazilerini, yeraltı kaynaklarını ve hazinesini egemen aile, ordu veya parti, çoğunlukla kendi yandaşlarına “peşkeş çekmek” tedirler.

Başkaları, ordular ve şirketler aracılığı ile kendinden olmayanları sömürebilirken; İslam ülkeleri, devlet (siyaset-bürokrasi) üzerinden kendi vatandaşlarını sömürmektedir. Kendi vücudunun etini yemektedir. Nitelikli-nüfuz hırsızlığı yapmaktadır. Aynı şeyi fırsatını bulan sıradan vatandaşların bir kısmı da yapmaktadır. Adi hırsızlığı herkes suç sayıp lanetler iken ve devlet yakalayıp cezalandırırken; kamu (herkes) malından nitelikli hırsızlığa kimse ses çıkarmamaktadır.  

Türkiye’de –kuruluşundan beri- gecekondu olayı, merdiven altı üretim, “Emsal” yolu ile emlak rantçılığı,  özel vakıflara kamu mülkiyetindeen mal-mülk tahsisi, kamuya hizmet veren vakıf mallarının özel mülkiyete transferi, ihale yolsuzluğu, korsan kitapçılık,  vergi kaçakçılığı, masum olmayan hemşeri dayanışması, haksız etnik asabiyet ve mafyöz ilişkiler… ile kamu malından/kul hakkından/tüyü bitmemiş yetimlerin hakkından yani “herkesin” hakkından -“hiç kimsenin” olduğu zannı/vehmi ile- hırsızlıklar yapılmaktadır. Özetle, Kamu hukluku bağlamında Avrupa, -kendi içinde- İslam Dünyasından daha adaletli ve ahlaklıdır. 

Kimlik Oluşturmanın İki Tarzı: Düşünme ve Dogmatizm

Başlık, insanlığın yaşarken ve kimlik oluştururken daima üzerinde olduğu iki minvali-hâli ifade eder. İkinci tutumun, birinciden daha kolay ve içgüdüsel-hayvâni olduğu, izahtan varestedir. İnsanlık ve Müslümanlık, ikinci halden birinci hâle geçişi ifade eder. Toplum olarak uzun zamandan beri ikinci hal üzere olduğumuz, sanırım herkesin bildiği ve gözlemlediği bir husustur. Bu yazıda biraz bunun üzerinde duracağım.

Düşünme-Dinleme-Diyalog

Kur’an nazil olmaya başladığında Araplar, düşünmeyen, katı gelenekçi-muhafazakâr, dogmatik bir dini zihinsel hal üzerinde idiler. Kur’an, sıradan sokak insanına -dini-ahlaki bağlamda- düşünür olmayı öğütledi. Tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür ve ibret alma gibi değişik fiil formları ile onlara binlerce kez düşünmeyi tavsiye etti. Kendi din-ahlak davasını, böyle bir aktif-vicdani düşünme faaliyeti üzerine kurmayı önerdi. Müslümanlık, bunu başaran insanlar sayesinde oluştu. Mezhepler teşekkül ettikten sonra da, Allah’ın Kitap Ehli ve Müşrikleri eleştirdiği: “Dinlerini param parça ettiler ve her mezhep de kendinin doğru yolda olduğundan kesin olarak emindir.” (23/53) durumuna düştüler.

Dinlemek bir erdemdir, muhalif ve muarızını dinleyebilmek daha büyük bir erdemdir. Muhataplarımızın konuşmasını “Bal” ile dahi olsa kesmemeliyiz. Gevezelik, dırdır ve sürekli konuşmak ahlaksızlıktır. Allah’ın kendisi, toplumu dinleyerek, onların konuşmalarını iktibas ederek (Kâfirler dediler ki…, Sana diyorlar ki…,Müşrikler şöyle dediler….) onlarla polemiğe girdi: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözlerini işitmiştir. Sizin sürdürdüğünüz tartışmayı işitmekteydi. Allah, hakkıyla işitendir, bilendir.” (58/1)

Allah, kendi yaptığını, insanlara da tavsiye etmiştir: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18). “Kur’an okunduğunda,  sükût edin ve onu dinleyin ki, merhamete/hidayete nail olasınız.” (7/204). Cehennemlikler, Ahirette birbirlerine derler ki: “Şayet dinlese idik veya düşünse idik; burada olmayacaktık.” (67/10).  “Allah nezdinde canlıların en kötüleri, hakikate-doğru söze karşı sağır, lal ve kör olan insanlardır.” (8/22). “Sağır, lal ve kör yani ölü olanlar, dinleyemezler.” (30/52).

Selam vermek ve selam almak, yani sulh, selamet ve barış temennisi ile yabancılarla tanışmak ve diyalog başlatmak, İslam’ın “diyalog” ilkesidir. Diyalog başlatmak için,  herkese koşulsuz olarak selam verilir ve herkesin selamı da alınır: “Size selam veren kimseye, -dünya hayatının geçici menfaatini (ganimet) gözeterek- veya peşin hükümle, kin ile kesin-kör inanç ile: “sen mü’min değilsin” diyerek diyaloğu/selamı reddetmeyin.” (4/94).  Müminler, kendilerine sataşan veya laf atanlara karşı “Selam” der ve giderler (25/63). Düşman olunan topluluk ile yeniden diyalog imkânı daima vardır ve diyalog kapısı daima açıktır: “Allah, sizin ile düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).

Özetle, kimlik, kişilik ve karakter oluşturmanın doğru yolu, dinamik bir düşünme, dinleme ve diyalogdur. Merak, yaratıcılık, hayret etme, hayal gücü, kendini tanıma, sorgulama, şüphe etme, nöbetleşe olarak kendine geri çekilme ve ötekine gitme, herkes için zorunludur.

Hölderlin’in “İnsanoğlu çok şey yaşamıştır/Çünkü diyaloğuz biz/Ve bir diyalog, ancak bir başka diyaloğu dinleyebilir.” mısralarını Heidegger şöyle yorumlar: “ İnsan varlığı dilde temellenir; fakat bu aslında yalnızca diyalogda (konuşmada ve dinlemede) gerçekleşir. O andan itibaren insan kendisini süregiden her şeyin varlığına yerleştirir; ancak bundan sonradır ki insan kendisini değişebilir olana, geliş ve gidişe açabilir. Zamanın var olduğu andan beri diyaloğuz. Zaman doğduğu ve devam ettiği için tarihsel varlıklarız. Her ikisi de –diyalog halinde olma ve tarihsel olma- aynı yaştadır, bir birlerine aittir ve aynıdır.” (R. Kearney. Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler, çev: H. Arslan. İst. 2010. s 390.) R. Kearney ise bu konuda şöyle der: “Bu diyalog halini miras olarak geliştiren Gadamer ve P. Ricoeur, insan bilincinin kendini asla -Descartes ya da erken Husserl’in inandıkları gibi- dolaysız sezgi yolu ile bilemeyeceğine dikkat çekerler. Bilinç kendini işaretler, göstergeler, semboller ve metinler aracılığı ile bilebileceği bir hermenötik tura maruz kalmalıdır. Başka bir deyişle, bilinç, anlamını içerden ve kendisinden yola çıkarak silemez; bilinç, kendisini ait olduğu tarihsel cemaatin veya geleneğin metinleriyle diyaloğa girerek yorumlayabilir… Anlamı kendi başımıza mucizevi bir şekilde yaratamayız. Anlamı, bizden önce düşünen, yazan ya da konuşan başka insanlardan miras alırız. Mümkün her durumda bu anlamı kendi projelerimize ve yorumlarımıza göre yeniden yaratırız. Fakat daima biz burada ve şimdi sonradan kendi kendimize konuşmadan önce daha önce başka zamanlarda ve mekânlarda konuşulmuş olan şeyleri dinleme yükümlülüğümüz vardır.” (Kearney, a.g.e. 390-391).

Dogmatizm-Düşmanlık-Dayatma

Dogmatizm, mahiyetini salt “güç”ün oluşturduğu bir otoritenin emir, buyruk ve önerilerine koşulsuz boyun eğme ve itaat etmektir. Bir önermeyi, taşımış olduğu tutarlılık, gerekçe, metanet, mantıktan dolayı değil de; o yani otoriteden çıkmış olduğu için doğru kabul etmektir. Dogmatik olmanın kökeninde tembellik, çıkar ve korku yatar. Otorite, bir Tanrı imgesi/tasavvuru olabileceği gibi; bir put veya dinsel ve politik kişi veya kişiler (toplum), bir kurum (devlet-parti) de olabilir. Güç sahibi olmanın yanında, ona denk ahlaki bir kapasite ile gücünü sınırlayan otorite de olabilir. Bu tarz otoriteden çıkacak hükümler hakkaniyete, sağduyuya, vicdana, gerekçeye, mantığa dayanacağı için, saygın ve meşru otoritedir. Böyle bir otoritenin buyrukları idrâk ederek, anlaşılarak saygı ile itaat edilebilir ve boyun eğilebilir. Kur’an’daki Allah tasavvuru (esmâu’l-hüsna), böyle bir otoritedir: Merhametle yoğrulmuş, adaletle donanmış kudret.

Seküler olsun, dindar olsun dogmatik kişilik, kimlik ve karakter, insanlık için tehlikelidir. Dindar dogmatiklik biraz daha tehlikelidir. Çünkü arkasında “Tanrı” gibi mutlak bir güç vardır. Onu, kafasına göre -dogmatik olarak- memnun etmek isteyecek dindarın yapamayacağı şey yoktur. Hem de “Tanrı rızası” için. Dinler tarihi, sözde dindarların yarattığı şiddet ve zulümlerle doludur. Saymaya gerek yoktur.

Kur’an’a göre zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur (2/193). Dost-düşman ayrımı yapmanın kriteri ırk, dil, din, çıkar ayrılığı değil; adalet ve zulümdür: “ Allah, sizi dininize ait olduğunuz için/bu yüzden sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak sizinle dininize aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (60/8-9).

Modern Ulus devlet, milliyetçilik ve ekonomik çıkar (kapitalist) saikleri veya din ve mezhep saikleri ile yaratılan dost ve düşman ayrımlarının tümü tehlikeli ve sorunludur. Partizanlık ile yaratılan dost-düşman ayrımları da aynıdır. Etni site/ırk, dil, din, mezhep gibi antropolojik kimlik verilerinin politik vatandaşlıkta dost-düşman ayrımında kriter olması yanlıştır.

Uluslararası veya ulusal düzeyde güven ve düzen sağlamak için başvurulacak kriter adalet ve hakkaniyete dayanan ve müzakere, uzlaşma, oydaşma, konsensüs, icma ve şura ile oluşturulacak hukuk ve kurumlardır. Salt güce dayanarak çıkarılan kanunlar ile dayatma yaratmak zulüm ve zorbalıktır.

Bu üç kötülüğü A. Badiou muhteşem bir şekilde şöyle özetler: “Sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak (taklit/dogmatizm); kendi çıkarı uğruna bir hakikatten vazgeçmek (ihanet); ve bir hakikatin bütüncül gücüne inanmak (felaket)… O halde hakikat etiğinin bu kötülüklere karşı üç ilkesi şunlardır: 1- “Devam et” buyruğu altında feraset yani taklitlere kanma. 2- Hainliğe karşı cesaret, hakikate sadakat, vazgeçme. 3- Bütünlük ve kesinlik yani dayatma ve zorlama iğvasına karşı itidal. Hakikatler etiği, ne dünyayı bir Yasa’nın soyut hâkimiyetine tabi tutmayı; ne de dışsal ve radikal bir Kötü’ye karşı mücadele etmeyi amaçlar. Tam tersine hakikatlere gösterdiği sadakat yolu ile Kötü’yü –tam da bu hakikatlerin dublörü ya da karanlık yüzü olarak gördüğü Kötü’yü- savuşturmaya çabalar.” (Alain Badiou, Etik (Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme), çev: T. Birkan. İst. 2003. S. 92).

Sonuç

Şahsiyet, karakter, kişilik, kendilik ve birey olmak dinamik ve yaratıcı süreçlerdir. Kimlik, böyle oluşturulabileceği gibi; etnisite/ırk, dil, din, mezhep gibi Antropolojik/verili, daha ziyade durağan, edilgen, taklide dayalı ve dogmatik olarak da oluşturulabilir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma”nın, norm/normal olması gibi. Peygamberler, kimliği birinci tarzda oluşturmaya çalışmışlardır. Mezhepler ve teolojiler ise, zamanla ikinci tarza kaymışlardır. Kültürün, düşüncenin, dinlemenin ve diyaloğun öncelendiği toplumlarda dinsel kimlik de politik kimlik de daha sağlıklı, yaratıcı ve medeni olur. Politikanın öncelendiği toplumlarda ise, kimlikler kesin, kör, çelik çekirdekli, taklide dayalı yani dogmatiktir. Bu da kaçınılmaz olarak hınç, kin, nefret, düşmanlık, dayatma ve çatışma türetir. Bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Kültür Yaratamamanın Faturası: Her şey ‘politika’

1- Batı’nın Poetika-Politika Hikâyesi 

Akademisyen, kültürel çalışmalar uzmanı Besim Dellaloğlu,  “Poetika ve Politik (İst. 2020)” adlı eserinde Avrupa’nın ve Batı’nın “Ancien Regime”den yani Kilise/Katoliklikten (Ortaçağ/Karanlık) çıkarak modern seküler paradigmanın oluşum hikâyesini anlatır. Bu sürecin, bir “Uzun Devrim” olduğunu; poetik/kültürel olanın politik olanı öncelediğini vurgular.

Bu sürecin, gelenekten kalkarak onun yenilenmesi, evrilmesi, tekâmül ettirilmesi süreci olduğunu ortaya koyar. Adına Rönesans, Reform, Aydınlanma, Hümanizm, Sekülerleşme dediğimiz süreçlerin tümünün bu karakteri taşıdığını belirtir.  Bu süreçleri Kültür, medeniyet, matbaa, klasik, kanon, üniversite, edebiyat, sanat, kamusal alan, roman, ulusal alegori, gelenek, yerlilik, kültür savaşları, kültürel hegemonya, sosyoloji… gibi odak kavramları üzerinden yapar.

Yani “Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” dediğimiz politik ve “Endüstri Devrimi” veya “Kapitalizm” gibi ekonomik kategorilerin “kültürel kamusallık” gibi bir geçmişi vardır. Batı’da meydana gelen toplumsal değişmeyi metodolojik açıdan ele alan bu tasvir, zorunlu olarak Batı’nın Prometheuscu-Seküler, ilerlemeci, organizmacı-mekanik, doğacı/materyalist, hümanist… paradigmasını benimsemek anlamına gelmiyor. 

Dellaloğlu, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası (İst-2012)” adlı eserinde ise, Tanpınar’ın, eserlerinde Avrupa’nın veya Batı’nın yaptığını “devam ederek değişme, değişerek devam etme” şeklinde benimsediğini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, bu yaklaşımı, Tanpınar’a benzer şekilde “İmtidad”  kavramı ile eserlerinde ortaya koymuştur.

Dellaoğlu, Batıda oluşan kültürel kamusallığın Kanon-Klasik, Sanat-Edebiyat bölümünü Türkçede “Müfredat” oluşturma; Üniversite-Eğitim (Bildung) bölümünü ise “Maarif” olarak karşılamaktadır. Dellaloğluna göre, “Türk Devrimi”, Yahya Kemal ve Tanpınar’ın modernleşme yaklaşımlarını göz ardı ederek, kültürel ve politik olarak radikal bir “Kısa Devrim” yapmıştır.

Buna biz “Kısa-devre” de diyebiliriz. Dellaloğlu, Modern Türkiye’de seküler modernistlerin, genellikle her şeyi yenilemek/devirmek peşinde iken; muhafazakârların, genellikle her şeyi değiştirmeden/yenilemeden devam ettirmek (yerlilik-millilik) peşinde olduklarını söyler. Ana tezini özetlediğim bu konuyu Türkiye bağlamında biraz detaylandırmaya ve örneklendirmeye çalışacağım.

2 – Tarihsel Hikâyemiz 

16. yüzyılda Batı’da (1517) Luther, Wittenberg’deki Katolik kilisesinin kapısına meşhur 95 maddelik itirazlarını astığında “Teolojik Rönesans (Yenilenme-Tecdit)” ı başlatmış oluyordu. Bizde (Derviş Devlet Osmanlı) ise, medrese, skolastik bir tekrar ve taklit içinde iken; halkın dini muhayyilesi, canlı Tarikatların kontrolünde idi.

17. Yüzyılda (1651) Kadızâdeliler ile Sivasîler arasındaki kanlı çatışma, bunun bir kanıtıdır. Kâtip Çelebi’nin “Mizanu’l-Hak (çev: S. Uludağ. İst 2008)” adlı eserinde anlattığına göre, Ayasofya imamı Kadızade Mehmed Efendi ve Sultanahmet cami imamı Abdulmecid Sivasî’nin atışma yolu ile taraftarlarını birbirlerine karşı düşmanlaştırdıkları ve bir Cuma günü kanlı çatışmalara sebep olan ihtilaf konuları şunlardı:

Kabir azabı var mı yok mu, kabir ziyareti caiz mi değil mi, şefaat var mı yok mu, Hızır yaşıyor mu ölmüş mü, Kandil kutlamak ve mevlit okumak caiz mi değil mi, tütün ve kahve içmek haram mı değil mi, sema ve devran caiz mi değil mi, matamatik ve felsefe yapmak caiz mi, yasak mı? …. 

Hâsılı, Osmanlı, Teolojik tecdidini yapamadığı için, Batı’nın meydan okumalarına mukabelede bulunamadı. 18 ve 19. Yüzyılda başlayan “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” yani kültürel ve politik yenileşme çabaları, kültürel ve politik bedenin çökmesini durduramadı. “Üç Tarz-ı Siyaset (İslamcılık-Batıcılık ve Türkçülük)” tartışmaları, Jön Türklerin-İttihat ve Terakki Partisinin politik devrimi ve imparatorluğun tasfiyesi ile sonuçlandı. 

3 – Türkiye Cumhuriyetinde  Kültür ve Politika 

Cumhuriyet devrimi kültürel ve politik bir “Kısa Devrim” dir. Şeriat-Tarikat-Medrese (kültür) ve Hilafet-Saltanat (politika) ilga edilmiş; alfabe değiştirilmiştir. Sekülerlik ve Pozitivist bilim (üniversite), toplumun yeni Dünya görüşü ve kültürel kimliği olarak (müfredat ve maarif) benimsenmiştir. Bunların tümü, Batı’da olduğu gibi geleneğin organik-yaratıcı yenilenmesi (Kanon, Klasik, Rönesans, reform, Aydınlanma) yani “kültürel kamusallık” veya “Uzun Devrim” veya “Tecdit” yaratarak değil; politik bir “ Kısa Devrim (kısa-devre)” ile olmuştur. 

Bu sonuç, yani kültürel bir kamusallık yaratamamak Türkiye’de ideolojik-politik olarak seküler/laik- muhafazakâr/dindar; mezhebi olarak Sünni-Alevi; etnik olarak Türk-Kürt “pür-politik” kimlik fay hatlarını yarattı. Son elli yılda ise, “”takiyye” stratejisi ile “The Cemaat/Hizmet Hareketi” diye kültürel-politik bir “Paralel Yapı” oluşarak bir yönü ile politik “Vesayet Rejimi”ne; diğer yönü ile de politik ”İslamcı/Muhafazakâr” iktidara karşı “pür-politik-terörist” bir atraksiyona kalkıştı (15 Temmuz).  

Adetâ çelik çemberli (katı dogmatik) bu politik “Biz”ler, “Ufukların Kaynaşması” ve “Dalgaların Girişimi” şeklinde kültürel kamusallık veya islamî deyimle bir “tecdit” yaratamadığımız için; üzerinde uzlaşacağımız kültürel Kanonlar, Klasikler, Şiirler, Teolojik metinler, Sanat-Edebiyat ürünleri yaratamadığımız için; pür-politik söylem ve eylem, içerleyerek-uçuklayarak düşmanlık, hınç, kin ve nefretle PKK, DHKP-C ve FETÖ olarak “terör”e bile dönüşebilmektedir. Terör örgütlerinin hainliği veya onların dış güçler tarafından desteklenmesi, oluştukları ortamın kültürel-politik sorunlarını görmezlikten gelmeye itmemeli.  

Kendini çağdaş, Batılı, muasır-medeni, seküler-laik olarak görenler; karşıtlarını mürteci, cahil, yobaz-bağnaz, şeriatçı-hilafetçi… olarak nitelerken; kendilerini dindar/muhafazakâr, yerli, milli ve mukaddesatçı olarak görenler, karşıtlarını köksüz, yabancılaşmış, gavur kayırıcıları… olarak görmektedir. Her bir kimlik politikası, -kültürel kamusallık yaratılamadığı için- politikada “kişi kültü” yaratarak onun eteklerine tutunmaktadır. “İstiklal Marşı” ve “Yemen Türküsü” dışında ortak olarak toplumun/milyonların okuyabileceği manzumlarımız maalesef yoktur.

Batı, İncil’i herkesin okuyup anladığı “Kanon” yani değeri tescil edilmiş, kabul görmüş, gelenekselleşmiş kurallar, eserler haline getirebildiği halde; Bizde Kur’an, toplumun bir kesiminin ezberden okuyabildiği “kutsal” dır. Aynı şekilde, örneğin Safahat’ı, Mesnevi’yi, Nutuk’u kanon ve klasik haline getiremedik.  Fransızlar Rousseau’yu; Almanlar Goethe’yi; İngilizler Shakespeare’i, Ruslar Dostoyevski’yi, İranlılar Hafız’ı, Araplar Hadis’i… klasik veya kanon haline getirebilmişlerdir. Üniversite, toplumun tümü için –Dellaloğlu’nun kavramsallaştırması ile- milli “müfredat” ve “maarif/eğitim (Bildung)” oluşturmanın ocağı olarak düşünülmek yerine; ideolojik ve politik hegemonya kurmanın aparatları olarak algılanmaktadır. Hâsılı “Kültürel Hegemonya” (Gramsci) oluşturma yerine; hep “Politik Hâkimiyet” peşinde koşuyoruz. 

4 – Sonuç 

Bir ulus devlet sınırları içinde yaşayanların veya aynı gemide yolculuk yapmak zorunda kalanların yapması gereken, birincil insani/medeni faaliyet, merkezleri örtüşmese de ufukları birbiri ile kaynaşabilen veya dalgaları birbirine girişebilen farklılıkları barındıran kültürel kamusallıklar, “Bizler” yaratabilmektir. A. İzzet Begoviç’in dediği gibi: “Tevhit, aynı inancı paylaşan insanların birlikte yaşaması değil; farklı inançta olan insanların birlikte yaşayabilmeleridir.” Herkesi eşit haklara sahip “Vatandaş” lar olarak görebilmektir. Politik faaliyet ise, Carl Schmitt’in kavramsallaştırması ile “Dost-Düşman” kategorileri yaratmak değil; Badiou’nun dediği gibi nefreti denetim altına alabilmektir.

(A. Badiou, Aşka Övgü, çev: O. Türkay. İst. 2021. s 52). Şayet dost-düşman ayrımı yapacak isek de, bunu antropolojik kültür unsurları (din, mezhep, dil, etnik köken) üzerinden vatandaşlar için değil; adalet-zulüm üzerinden –gerektiğinde dış politikada- yapmaktır. Badiou, siyaset konusunda şöyle devam ediyor: “Nefret, kaçınılmaz olarak düşman sorunun tetiklediği bir tutkudur. Düşmanların var olduğu siyasette, ne şekilde olursa olsun örgütlenmenin rollerinden biri her türlü nefret etkisini denetim altına almak, hatta geçersiz kılmaktır. Siyasal düşman konusunda olabilecek en açık ve en sınırlı tanımı verebilmektir. Bu da, son derece entelektüel (ve de ahlaki. İG) bir sorundur.

Yoksa neredeyse bir önceki yüzyılın tümünde olduğu gibi, olabilecek en belirsiz ve en geniş tanımı vermek değildir.” (Badiou, a.g.e. S. 52). Bu konuda Kur’an şöyle der: “Allah, sizin ile ”düşman” olduğunuz insanlar arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).  Dolayısıyla, -kültür yaratma kapasitesizliğimizden geçtik- politik faaliyeti, sudan bahaneler ile insanlar arasında ebedi düşmanlıklar yaratmanın bir aparatına dönüştürmek, matah bir şey değildir.

Nietzsche’nin “Köle Ahlakı” dediği ve tarihsel olarak Yahudilerde teşhis ettiği şeyin itici gücü “hınç” ve düşmanlaştırma, “Günah Keçisi” yaratmadır. Yani maruz kalınan adaletsizliğin ve köleleştirilmenin, adalet arzusu değil de; “intikam” ahlakına yol açmasıdır. Filistinlilere yaptıklarında olduğu gibi. Kur’an, şöyle der: “Birilerine karşı içinizde beslediğiniz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin; İyilik ve takva üzerine yardımlaşın; günah işlemek ve düşmanlık üzerine değil. “ (5/2). Bana öyle geliyor ki M. Akif ve “Safahat”, bir kanon-klasik olma niteliğine haiz iken; N. Fazıl’ın “Büyük Doğu”su ve “Çile”, adlı eseri, muhafazakârların maruz kaldığı “Kısa Devrim”in yarattığı “öz vatanında parya”lığa karşı bir “hınç” ahlakını dile getirmiştir. Muhafazakârların “kültürel hegemonya” yaratamamalarını biraz buralarda aramak gerekir. 

Adalet Arayışı Olarak “Hukuk” veya Sopa Olarak “Kanun”

Siyaset ve Hukuk

Siyaset, modern dönemlerde ve uluslararası düzlemde “realpolitik” veya Makyavelizm olarak “to be or not to be”, kurtlarla dans (insan insanın kurdudur) ve av bulma-av olmama olarak gerçekleşmektedir. Birleşmiş Milletler Cemiyetinde İkinci Dünya Savaşı galibi beş daimî üyenin “veto hakkı”, bu düzlemde “hukuk”un olmadığının somut kanıtıdır. Ülkelerin içinde ise siyaset yönetme tutkusu; güç istenci, kişisel veya grupsal çıkar elde etmek, halka hizmet (kamu maslahatı) ve adaleti sağlama saikleri ile yapılır. Yargı, -pür hukuk- olarak, siyasi erkten bağımsız bir şekilde işlemesi gerekirken; yasama faaliyeti, iktidar ve muhalefetin ve siyasi erkin bir işi olarak istişare, icma, ikna ve oylama ile meşrulaşır. 

Bir ülkede maksimum düzeyde insanın meşru göreceği, razı olacağı bir “hukuk”un oluşabilmesi için o toplumun kanon, klasikler, müfredat (bildung) aracılığı ile bir “kültürel kamusallığın” yani etnisite/ırk, din/mezhep, sınıf ve anadil ayrışmalarını aşan bir eşit-ortak “vatandaş”lığın oluşması gerekir. Batı’da oluşan ve Batı’nın etkilediği diğer toplumlarda zor oluşan ve hatta oluşamayan şey budur. Hukuk yaratmanın zemininin olmadığı toplumlarda siyasi iktidar, kendi ideolojik, dinsel, sınıfsal ve ekonomik taleplerini “hukuk” kılıfı içinde “kanun” olarak meşrulaştırmaya çalışır.

Bir kararın “yasal/kanuni” olmasının, adaleti-hakkaniyeti değil; tam tersine zulmü-zorbalığı ifade edebileceği, insanların en kolay unuttukları şeydir. Örneğin: KHK ve “torba yasa” uygulamaları, “hukuk devleti” olmaktan çok “kanun devleti” olmanın alametleri olabilir. Kişilik/onur, özgürlük ve mülkiyeti korumak, hukukun ana gayesi, amacı ve işlevidir. Hukukun, “kanun” yolu ile iğfal edilmesinin arkasında yatan saikler ahmakça bir açgözlülük, güç istenci, içgüdü ve sahte bir yardımseverlik iddiası olabilir. Hukuk, örgütlenmiş adalet demektir. Ancak hukuk bunu adaleti temin etme iddiası ve icrası ile değil; zulmü, adaletsizliği yani kişilik/onur, özgürlük ve mülkiyet haklarına yapılan tecavüzleri engelleyerek yapabilir.

Hukukun Niteliği

Pozitif yasa/kanun, ister Allah, isterse insan tarafından yapılsın, tarihsel ve toplumsal bir momentte kamusal maslahatı/menfaati gözeterek adalet/hakkaniyet idesi ışığında yapılmıştır. Siyasal iktidar tarafından hakkaniyet gözetilmeden yapılmış keyfi yasalar da olabilir. Yasanın bağlayıcılığına istinaden özel sınıfsal, zümresel çıkarlar da yasalaştırılabilir. Marksist deyimle, “hukuk/yasa”, egemen sınıfın veya siyasi iktidarın “çalınan minarenin” kılıfı veya sopası durumuna sokulmuş olabilir. Meşru siyasal iktidarın veya yasa yapıcının -hakkaniyete dayanması gereken- amacı, bu yasaları, adalet/hakkaniyet idesi ışığında düzeltmek/düzenlemektir.

Pozitif yasanın ilahi olanı, o andaki durumu mutlak olarak “adil” bir hükme bağlar (helal-haram); insani olanı ise, nispi olarak adil bir hükme bağlamaya çalışır. İslam düşüncesinde birincisine “kazaî (pozitif hukuk/şeriat)”; ikincisine “diyanî/vicdani” olan ismi verilir. Ayrıca “fetva-takva” ayrımında “fetva”, müfti’nin kişiye özel yasası, içtihadı/yorumu iken; “takva”, fertlerin bireysel vicdanın, fetvayı aşan “adalet/hakkaniyet”i arayışıdır. “Şeriatın kestiği parmak, acımaz” ifadesi, yasanın adaleti tükettiği şeklinde bir güveni ifade etse de; yine de zamanın geçmesi, her iki (insani ve ilahi yasa) hükmün de altını oyabilir. İnsani olanın altının oyulması, Mecelle’de “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz” şeklinde; ilahi olanın ki ise, Kur’an’da “nesh-tebdil” olarak ifade edilmiştir. (2/106, 16/101, 13/38)

Yani pozitif yasa (şeriat), adalet idesi uğruna insan/vicdan ve Allah/vahiy tarafından daima yenilenmektedir. Son vahiyden/Kur’an sonra, yasamada “yenileme/tecdit” işi, içtihat/kıyas-istihsan aracılığı ile ya “ulema (içtihadî nesh-Mâtürîdî)” veya oylama ile inanan halk tarafından, onların vicdanı ile yapılır (şûra).

“Yasanın Yasası”

Buradaki temel sorun, adalet idesi/ülküsü ile pozitif yasanın asla örtüşemeyen yapısıdır: “Adalet idesi, yasayı yargılayan daha üst bir yasadır. “Yasanın yasası” olarak düşünülebilir. Ama onu bulmaya, onunla karşılaşmaya, onu sağlam temellere oturtmaya giriştiğimizde; mutlak anlamda temellendirilemez, tanımlanamaz, temsil edilemez olanın girdabına kapılmak kaçınılmazdır. Tevrat’ın yüzünü göstermeyen Tanrısı (Yahwe) gibi, adalet de kaçınılmaz bir ürperti ve kaygı kaynağıdır.” (Zeynep Direk, Başkalık Deneyimi, İstanbul, 2005, s 111.)

Bu sorun Kur’an’ın, Freud’un, Jung’un işaret ettikleri vicdanın “nispiliği” sorunudur ve asla bir çözümü yoktur. Vicdana hasbi ve muhasibi (eleştirel) olmak gibi “formel” ve insanlığın onurunu ve maslahatını koruma gibi içeriğe ilişkin genel ölçüler-ilkeler koysak bile; pratikte, her bir tekil ilişkide bunların “ne” olduğunu görmek, bireye veya kanun koyucuya kalmaktadır. Kafka’nın ünlü romanı Yasanın Önünde de dediği gibi: “Yasa’nın kapısı, daima bir kişiye açıktır.” Bu minvalde Zeynep Direk şöyle diyor: “Bilindiği gibi Kant’ın “ahlak yasası” da bu yüzden “formel” kalmak zorunda kalmıştır. Yasanın yasası olarak: “kategorik buyruk (adalet idesi)”: kategorik (mutlak-kesin) bir otoriteye sahip olabilmesi için tarihsiz, soykütüksüz olmalıdır ve hiçbir “hikâyeye (formel-pozitif kanuna İ.G.) mutlak ve kesin olarak yol açmamalıdır. Yasaya ilişkin hikâyeler (örnekler İ.G.) anlatılsa bile; bunlar, yasaya dışsal olan şartları ya da yasanın ifşa edilmesinin (tarihsel İ.G.) kiplerini ilgilendirir.” (Direk, age, s. 122.)Helal-haram”lar da bir yönü ile buna dâhildir.

Pascal gibi, rasyonel/vicdanî rölativizmden kaçınmak için “gelenek”e sığınmak (Direk, age, 113), yukarıda işaret ettiğimiz gerekçelerden dolayı, nihai bir çözüm değildir. Bundan dolayı Kur’an, kategorik olarak “geleneği (yasa)” hakikat sanma saplantısını şiddetle eleştirmiştir (7/28, 43/22, 31/21, 5/104…). Vicdani/adil/hakkaniyet olanın tümünü bir kere ve bütün zamanlar için olmak üzere Tanrı’nın bir halka, belirli bir zaman diliminde ve belirli bir yerde/toplumda verdiği/belirlediği “helal ve haram”lara bağlamak/dikişlemek ve bunu ilelebet taklit yolu ile (dogmatik olarak) tekrar etmek, aslında bu ideye ihanettir.

“Mevrid-i nasta (ilahi hükmün olduğu yerde) içtihada mesağ (yer) yoktur.” ilkesi, sadece dogmatik bir kanıdır. Zira “yasanın kaynağının Tanrı’ya (O’nun bir dönem/ecel için verdiği hükmüne, 13/38. İ.G.) bağlandığı yerde: “Tanrı” adı, sonucun nedeni doğurduğu yapıdaki döngüselliğin mührüdür. “Tanrı” adı, yasanın zaman ve tarih ile (toplumla) olan ilişkisini hasıraltı eder; yasayı zamandan çekip çıkarır (koparır). “Tanrı” adı, (bu yorumda İ.G.) her şeyin, tek bir anın simulakrumunda (suret-görüntü) meydana geleceği fantazisi (vehim-zan)dir.” (Direk, age, s. 130).  

Bu tuzağa düşmeden, Kur’an’ın ortaya koyduğu “Allah” tasavvurundan (Esmau’l-Hüsna) ve O’nun buyruklarından ve tavsiyelerinden bireysel vicdanımızın beslenmesi, daima mümkündür: “…üç kişi gizlice konuştuğunda dördüncüleri, beş kişi konuştuğunda altıncıları, bundan daha fazla veya az olsalar da, nerede olurlarsa olsunlar, Allah mutlaka onlarla beraberdir.” (58/7). Vicdan “tarafsız (mat-opak)” değildir; daima “kanar”, “sızlar”, “yanar”. Dilin “tutulması”, sözün “bitmesi”, yine onun deviniminin tezahürleridir.

Vicdan Sorunu ve Takva

Bunun karşıtı olarak, herhangi bir kişinin veya halkın, vicdani/adil/hakkaniyetli olanı “bulduğuna” kesin olarak inanması (sanması) da, yine adalete ihanettir. Doğru olan, daima eşikte olmak, kül yutmamak, “ürperti ve kaygı” hâlinde olmak, uykusuz-uyanık, tetikte olmaktır. Ziya Gökalp’in: “Ahlak yolu, pek dardır/Tetik bas, önü yardır” dizeleri, bunu ifade eder. Kur’an’daki “takva” bilinci de özü itibari ile böyle bir şeydir. Fazlurrahman’ın dediği gibi: “İnsanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba ve fiil/karar da bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçek/nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman. “Kur’an’ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları (İman-İslam-Takva)”, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev. Adil Çiftçi, Ankara, 1997, s. 14.)

Klasik ulemanın, “ilahi olan” sözün üzerine yaptığı bireysel/vicdani yorumdan (tefsir-içtihat) sonra: “Allah, en doğrusunu bilir” ifadesi, bu titizliği gösterir. Çünkü Kur’an’ın “heva (53/23)” dediği ve insanda kökleşmiş, teşhisi zor arzular ve zihnin emniyet içinde olduğu (kesin hakikati bulduğu vehmi) zannı olan Umniye (22/52, 75/16, 20/114), daima kendini “vicdan” yerine koyabilir.

Hâsılı sorun, yasanın fren pedalı ile vicdanın gaz pedalı arasında düşe-kalka yol almaktır. Hz. Muhammed’in söylediği rivayet edilen: “Hud suresi (“Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” 11/112), beni ihtiyarlattı” sözü de yasanın yasasının bu belirsizliğini ifade eder.

Pozitif Yasanın Avantajları

Pozitif yasanın avantajı, vicdanın bin bir çeşit (sübjektif-rölatif) ihtilafından kurtulmaktır. Ölçülebilir olma, düzen sağlama, maksimum maslahatı temin etme, ceza yaptırımı ile denetim sağlama- “kanun” keyfiliğine kaçılmadığı takdirde- hukukun, adalete yaklaşmasıdır. Kendi dışında ve üstünde bir hakeme-hukuka (otorite) inanmayan ve itaat etmeyi reddeden sivil veya siyasi kişi, Tanrılık taslayan “Tağut”tur. Fransa kralı IV. Henry’nin “Kanun, benim” demesi veya Firavun’un: “Ben, sizin en yüce rabbinizim” (79/24) demesinde olduğu gibi. Tersi, toprakları kral tarafından gasp edilmek istenen Alman köylüsünün: “Berlin’de hâkimler var” demesidir.  

Vicdanın avantajı ise -Hz. Ömer’in, fethedilen Sevad (Irak) topraklarını “ganimet” olarak paylaşmak isteyen sahabîlere karşı çıkarak yeni bir hüküm koymasında olduğu gibi- yasanın altının oyulduğunu görmek veya yasadaki olası zulmü-haksızlığı/keyfiliği fark edebilmektir. “Yasanın olmadığı yerde yasanın ötesinde bir adalet de olmaz. Çünkü yasanın ötesindeki adalet, güç kullanılarak yürürlüğe sokulan bir yasayı talep eder. “Adalet” fikrinden yoksun bir yasanın olabileceğini düşünmek de zordur; çünkü yasanın adaleti, kendi ötesindeki “adalet idesi (vicdan)” adına işler.” (Direk, age, s. 112.)

Avrupa’da “İnsan Hakları”, “Anayasacılık” ve “Hukuk Devleti” yani pozitif yasacılık, uzun süren bireysel despotizmler ve vicdani sübjektivizmler sonucu gelişmiştir. “Ulus-devlet”, Burjuva sınıfının yaratmış olduğu sermaye ve ulus’a dayandığı kadar (zorbalık); diğer taraftan istikrarı-iç barışı sağlayan bu “hukuk” idesine de bağlıdır. Avrupa ve ABD, hukuksuzluğu ya alenen ya da genellikle istihbarat örgütleri ile “öteki”ne karşı “Dış Politika” pratiği olarak uygulamaktadır.

Yasadan Kopma ve Vicdani Sübjektivizm: Mafyalaşma

“Hukuk devleti” olmanın avantajı, yasadaki haksızlığın ve yasanın altının oyulmasının, açık toplumlarda tartışma ve konsensüs (icma-şûra-demokrasi) ile görülebilmesi ve değiştirilmesi imkânıdır. Oysa pozitif yasama ve onu uygulama-denetlemesi ıskalanarak, sübjektif “vicdan” ve dinsel “Helal ve Haram”a yapılan çağrının dezavantajı, yorumsal ve dinsel (coşkusal: Hâricîlik-Kilise-IŞİD) sübjektivizmin girdabına kapılmaktır.

Anayasal Hukuk Devleti olmaktan uzaklaşarak ideoloji, dava, inanç, çağdaşlık, dindarlık, sekülerlik, vatanseverlik… gibi soyut kavramlarla “Kanun Devleti” olma yolunda yürümek, matah bir şey değildir. O zaman, toplumda “mafyalaşma”nın (yerine göre “cemaatleşme/FETÖ” olarak da okuyabilirsiniz) önü açılır. Bir zamanlar İtalya’da; sonraları da Rusya’da ve Türkiye’de olduğu gibi. Mafya, pozitif hukuktan bağımsız olarak kendine has bir vicdan ve hukuk üretir: “Racon”: İnsan kesme, yakma-vurma-boğma-işkence…

Sonuç olarak otorite, -Tanrı dâhil- salt kişide veya varlıkta (ontoloji-fizik-güç) değil; onun niteliklerinde ve eylemlerinin yüklemindedir. Kaynağı da -Tanrı yaratmış olsa da- kendinin de onda tartıldığı vicdandır. Ancak ona ulaşmak veya yüzünü görmek asla mümkün değildir. Vicdan, yasanın yasası olarak sürekli peşinde koşulan bir Süreyya yıldızıdır. Tanrı ise, kendi yarattığı vicdanın sigortasıdır (sünnetullah). Doğru bir Tanrı imanı, tasavvuru ve imgesi varlığın; vicdan, insanlığın tuzudur. Teolojiler, trajik olarak bu tuzu daima kokutur; varlık ve insanlık da bozulur (fesat); tarihte ve günümüzde olduğu gibi. Marifet, tuzu kokutmamaktır.