Kimlik Oluşturmanın İki Tarzı: Düşünme ve Dogmatizm

Başlık, insanlığın yaşarken ve kimlik oluştururken daima üzerinde olduğu iki minvali-hâli ifade eder. İkinci tutumun, birinciden daha kolay ve içgüdüsel-hayvâni olduğu, izahtan varestedir. İnsanlık ve Müslümanlık, ikinci halden birinci hâle geçişi ifade eder. Toplum olarak uzun zamandan beri ikinci hal üzere olduğumuz, sanırım herkesin bildiği ve gözlemlediği bir husustur. Bu yazıda biraz bunun üzerinde duracağım.

Düşünme-Dinleme-Diyalog

Kur’an nazil olmaya başladığında Araplar, düşünmeyen, katı gelenekçi-muhafazakâr, dogmatik bir dini zihinsel hal üzerinde idiler. Kur’an, sıradan sokak insanına -dini-ahlaki bağlamda- düşünür olmayı öğütledi. Tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür ve ibret alma gibi değişik fiil formları ile onlara binlerce kez düşünmeyi tavsiye etti. Kendi din-ahlak davasını, böyle bir aktif-vicdani düşünme faaliyeti üzerine kurmayı önerdi. Müslümanlık, bunu başaran insanlar sayesinde oluştu. Mezhepler teşekkül ettikten sonra da, Allah’ın Kitap Ehli ve Müşrikleri eleştirdiği: “Dinlerini param parça ettiler ve her mezhep de kendinin doğru yolda olduğundan kesin olarak emindir.” (23/53) durumuna düştüler.

Dinlemek bir erdemdir, muhalif ve muarızını dinleyebilmek daha büyük bir erdemdir. Muhataplarımızın konuşmasını “Bal” ile dahi olsa kesmemeliyiz. Gevezelik, dırdır ve sürekli konuşmak ahlaksızlıktır. Allah’ın kendisi, toplumu dinleyerek, onların konuşmalarını iktibas ederek (Kâfirler dediler ki…, Sana diyorlar ki…,Müşrikler şöyle dediler….) onlarla polemiğe girdi: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözlerini işitmiştir. Sizin sürdürdüğünüz tartışmayı işitmekteydi. Allah, hakkıyla işitendir, bilendir.” (58/1)

Allah, kendi yaptığını, insanlara da tavsiye etmiştir: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18). “Kur’an okunduğunda,  sükût edin ve onu dinleyin ki, merhamete/hidayete nail olasınız.” (7/204). Cehennemlikler, Ahirette birbirlerine derler ki: “Şayet dinlese idik veya düşünse idik; burada olmayacaktık.” (67/10).  “Allah nezdinde canlıların en kötüleri, hakikate-doğru söze karşı sağır, lal ve kör olan insanlardır.” (8/22). “Sağır, lal ve kör yani ölü olanlar, dinleyemezler.” (30/52).

Selam vermek ve selam almak, yani sulh, selamet ve barış temennisi ile yabancılarla tanışmak ve diyalog başlatmak, İslam’ın “diyalog” ilkesidir. Diyalog başlatmak için,  herkese koşulsuz olarak selam verilir ve herkesin selamı da alınır: “Size selam veren kimseye, -dünya hayatının geçici menfaatini (ganimet) gözeterek- veya peşin hükümle, kin ile kesin-kör inanç ile: “sen mü’min değilsin” diyerek diyaloğu/selamı reddetmeyin.” (4/94).  Müminler, kendilerine sataşan veya laf atanlara karşı “Selam” der ve giderler (25/63). Düşman olunan topluluk ile yeniden diyalog imkânı daima vardır ve diyalog kapısı daima açıktır: “Allah, sizin ile düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).

Özetle, kimlik, kişilik ve karakter oluşturmanın doğru yolu, dinamik bir düşünme, dinleme ve diyalogdur. Merak, yaratıcılık, hayret etme, hayal gücü, kendini tanıma, sorgulama, şüphe etme, nöbetleşe olarak kendine geri çekilme ve ötekine gitme, herkes için zorunludur.

Hölderlin’in “İnsanoğlu çok şey yaşamıştır/Çünkü diyaloğuz biz/Ve bir diyalog, ancak bir başka diyaloğu dinleyebilir.” mısralarını Heidegger şöyle yorumlar: “ İnsan varlığı dilde temellenir; fakat bu aslında yalnızca diyalogda (konuşmada ve dinlemede) gerçekleşir. O andan itibaren insan kendisini süregiden her şeyin varlığına yerleştirir; ancak bundan sonradır ki insan kendisini değişebilir olana, geliş ve gidişe açabilir. Zamanın var olduğu andan beri diyaloğuz. Zaman doğduğu ve devam ettiği için tarihsel varlıklarız. Her ikisi de –diyalog halinde olma ve tarihsel olma- aynı yaştadır, bir birlerine aittir ve aynıdır.” (R. Kearney. Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler, çev: H. Arslan. İst. 2010. s 390.) R. Kearney ise bu konuda şöyle der: “Bu diyalog halini miras olarak geliştiren Gadamer ve P. Ricoeur, insan bilincinin kendini asla -Descartes ya da erken Husserl’in inandıkları gibi- dolaysız sezgi yolu ile bilemeyeceğine dikkat çekerler. Bilinç kendini işaretler, göstergeler, semboller ve metinler aracılığı ile bilebileceği bir hermenötik tura maruz kalmalıdır. Başka bir deyişle, bilinç, anlamını içerden ve kendisinden yola çıkarak silemez; bilinç, kendisini ait olduğu tarihsel cemaatin veya geleneğin metinleriyle diyaloğa girerek yorumlayabilir… Anlamı kendi başımıza mucizevi bir şekilde yaratamayız. Anlamı, bizden önce düşünen, yazan ya da konuşan başka insanlardan miras alırız. Mümkün her durumda bu anlamı kendi projelerimize ve yorumlarımıza göre yeniden yaratırız. Fakat daima biz burada ve şimdi sonradan kendi kendimize konuşmadan önce daha önce başka zamanlarda ve mekânlarda konuşulmuş olan şeyleri dinleme yükümlülüğümüz vardır.” (Kearney, a.g.e. 390-391).

Dogmatizm-Düşmanlık-Dayatma

Dogmatizm, mahiyetini salt “güç”ün oluşturduğu bir otoritenin emir, buyruk ve önerilerine koşulsuz boyun eğme ve itaat etmektir. Bir önermeyi, taşımış olduğu tutarlılık, gerekçe, metanet, mantıktan dolayı değil de; o yani otoriteden çıkmış olduğu için doğru kabul etmektir. Dogmatik olmanın kökeninde tembellik, çıkar ve korku yatar. Otorite, bir Tanrı imgesi/tasavvuru olabileceği gibi; bir put veya dinsel ve politik kişi veya kişiler (toplum), bir kurum (devlet-parti) de olabilir. Güç sahibi olmanın yanında, ona denk ahlaki bir kapasite ile gücünü sınırlayan otorite de olabilir. Bu tarz otoriteden çıkacak hükümler hakkaniyete, sağduyuya, vicdana, gerekçeye, mantığa dayanacağı için, saygın ve meşru otoritedir. Böyle bir otoritenin buyrukları idrâk ederek, anlaşılarak saygı ile itaat edilebilir ve boyun eğilebilir. Kur’an’daki Allah tasavvuru (esmâu’l-hüsna), böyle bir otoritedir: Merhametle yoğrulmuş, adaletle donanmış kudret.

Seküler olsun, dindar olsun dogmatik kişilik, kimlik ve karakter, insanlık için tehlikelidir. Dindar dogmatiklik biraz daha tehlikelidir. Çünkü arkasında “Tanrı” gibi mutlak bir güç vardır. Onu, kafasına göre -dogmatik olarak- memnun etmek isteyecek dindarın yapamayacağı şey yoktur. Hem de “Tanrı rızası” için. Dinler tarihi, sözde dindarların yarattığı şiddet ve zulümlerle doludur. Saymaya gerek yoktur.

Kur’an’a göre zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur (2/193). Dost-düşman ayrımı yapmanın kriteri ırk, dil, din, çıkar ayrılığı değil; adalet ve zulümdür: “ Allah, sizi dininize ait olduğunuz için/bu yüzden sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak sizinle dininize aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (60/8-9).

Modern Ulus devlet, milliyetçilik ve ekonomik çıkar (kapitalist) saikleri veya din ve mezhep saikleri ile yaratılan dost ve düşman ayrımlarının tümü tehlikeli ve sorunludur. Partizanlık ile yaratılan dost-düşman ayrımları da aynıdır. Etni site/ırk, dil, din, mezhep gibi antropolojik kimlik verilerinin politik vatandaşlıkta dost-düşman ayrımında kriter olması yanlıştır.

Uluslararası veya ulusal düzeyde güven ve düzen sağlamak için başvurulacak kriter adalet ve hakkaniyete dayanan ve müzakere, uzlaşma, oydaşma, konsensüs, icma ve şura ile oluşturulacak hukuk ve kurumlardır. Salt güce dayanarak çıkarılan kanunlar ile dayatma yaratmak zulüm ve zorbalıktır.

Bu üç kötülüğü A. Badiou muhteşem bir şekilde şöyle özetler: “Sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak (taklit/dogmatizm); kendi çıkarı uğruna bir hakikatten vazgeçmek (ihanet); ve bir hakikatin bütüncül gücüne inanmak (felaket)… O halde hakikat etiğinin bu kötülüklere karşı üç ilkesi şunlardır: 1- “Devam et” buyruğu altında feraset yani taklitlere kanma. 2- Hainliğe karşı cesaret, hakikate sadakat, vazgeçme. 3- Bütünlük ve kesinlik yani dayatma ve zorlama iğvasına karşı itidal. Hakikatler etiği, ne dünyayı bir Yasa’nın soyut hâkimiyetine tabi tutmayı; ne de dışsal ve radikal bir Kötü’ye karşı mücadele etmeyi amaçlar. Tam tersine hakikatlere gösterdiği sadakat yolu ile Kötü’yü –tam da bu hakikatlerin dublörü ya da karanlık yüzü olarak gördüğü Kötü’yü- savuşturmaya çabalar.” (Alain Badiou, Etik (Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme), çev: T. Birkan. İst. 2003. S. 92).

Sonuç

Şahsiyet, karakter, kişilik, kendilik ve birey olmak dinamik ve yaratıcı süreçlerdir. Kimlik, böyle oluşturulabileceği gibi; etnisite/ırk, dil, din, mezhep gibi Antropolojik/verili, daha ziyade durağan, edilgen, taklide dayalı ve dogmatik olarak da oluşturulabilir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma”nın, norm/normal olması gibi. Peygamberler, kimliği birinci tarzda oluşturmaya çalışmışlardır. Mezhepler ve teolojiler ise, zamanla ikinci tarza kaymışlardır. Kültürün, düşüncenin, dinlemenin ve diyaloğun öncelendiği toplumlarda dinsel kimlik de politik kimlik de daha sağlıklı, yaratıcı ve medeni olur. Politikanın öncelendiği toplumlarda ise, kimlikler kesin, kör, çelik çekirdekli, taklide dayalı yani dogmatiktir. Bu da kaçınılmaz olarak hınç, kin, nefret, düşmanlık, dayatma ve çatışma türetir. Bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Leave a Comment