Indepentdent Türkçe’den Naman Bakaç ile yapılan 29 Nisan 2021 tarihli özel röportaj – I. Bölüm
İslam düşüncesi ve İslam dünyasının uzunca bir süredir bir kriz içinde olduğu söylenir. Buna dair aydın, akademisyen, ulema, entelektüel ve siyasetçilerin farklı bakış açıları ve çözüm çabaları söz konusu.
Bu krizin teolojik, felsefik ve bilimsel nedenleri ve çözüm önerileri üzerine otuza yakın kitabı ve yüzlerce makalesi olan, Ankara Üniversite İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhami Güler ile uzun bir söyleşi gerçekleştirerek analiz etmeye çalıştık.
Sadece bununla kalmadık; aydınlanma, rönesans ve reform ile birlikte Batı düşüncesinin de teolojik kodlarını, modernizmi, Osmanlı’daki teolojik ve fikri serüveni, Kur’an ile tarihte şekil alan İslami uygulamaları, Kur’an’ın mahiyeti ve yorumunu, din dilini, mezhepleri, Atatürk’ün kurduğu yeni Cumhuriyeti, FETÖ’yü, Türkiye İslamcılığını, milliyetçiliği, İslami sol tartışmalarını, ulus devlet ve emperyalizmi, kurucusu olduğu HAS Parti’yi ve son olarak kendi fikri ve politik duruşunu konuşmayı da ihmal etmedik.
– İslam düşüncesi ve İslam dünyasının bir kriz içinde olduğunu uzunca bir süredir yazıp çiziyorsunuz. Bir ilahiyatçı olarak bu krizin tarihsel başlangıcını nerede görüyorsunuz? Krizin teolojik arka planına ve çözüm önerilerinize dair neler var? sorusuyla başlayalım.
Soru esaslı olduğu için biraz uzun tutabilirim. Düşünce krizinin arkaplanında Kur’an’ın indiği Arap toplumunun antropolojik yönlerinin çok büyük bir etkisi var. Kur’an Arap yarımadasında Araplara nazil oldu. İlahi hikmetin Arapları seçmesinin şüphesiz önemli sebepleri vardır.
Yani rastgele bir seçim değildir. Muhtemelen Arapların karakter yapıları, Arap dilinin önemi, coğrafyanın önemi gibi hususlar ilahi hikmetin mesajını Arap diliyle indirmesinde hikmeti olan unsurlardır denilebilir. Kur’an nazil olduğunda Arapların antropolojik olarak üç yönleri veya üç genetikleri vardı. İslam’ın tarihi süreç içerisindeki krizini anlamak için Arapların bu antropolojik niteliklerini bilmek gerekiyor.
Bu antropolojik veya genetik yapının ilki, kabilecilik. Arap toplumu kabileci bir yapıya sahipti. İkincisi, çölün doğurduğu ekonomik koşularından dolayı çapulcu bir yöne sahiptiler. Yani ganimet ekonomisine dayanan iktisadi bir yapıları vardı.
Her ne kadar Yemen ile Şam arasında ticaret yapan bir tüccar yapısına sahip olsalar dahi. Üçüncüsü Arapların şiddete teşne bir toplum olmaları. Demem o ki, kabilecilik, çapulculuk, şiddete teşne olma yapıları, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra adına büyük fitne dediğimiz hadisenin veya travmanın ortaya çıkmasını doğurdu.
İkincisi İslam toplumu daha doğarken maalesef karpuz gibi üçe bölündü. Allah’ın asla murat etmediği bir bölünmedir bu. Çünkü Kur’an “Dinlerini paramparça ettiler, her bir grup kendinde olandan memnun oldu” diye içine düşülen durumu eleştirdiği halde, İslam’ın daha ilk döneminde bu bölünme meydana geldi.
Nedir bu bölünme? Haricilik, Şiilik ve Sünnilik. Bütün İslam tarihi de bu üç Ortodoksinin, bu üç mezhebin tarihidir adeta. Bunun, Tanrının istediği bir şey olduğunu söyleyemeyiz. İslam’ın bu üç mezhep ile tarihe doğmuş olması, birtakım sorunları ortaya çıkardı.
“İslam düşüncesinin krizi, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an doktrini arasındaki çelişkiyle başlar”
İslam’ın krizinden bahsedeceksek, daha doğuş anında Kur’an ile tarih arasında, İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an’ın doktrini arasındaki bu çelişkiyi görmemiz gerekir. Bu çelişki görülmeden İslam düşüncesi üzerine konuşmak biraz zor geliyor bana.
Birincisi şu, Kur’an’a baktığımız zaman Kur’an, baştan sona kadar düşünmeyi, insanın vicdanını harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Kur’an baştan sona kadar, sokak insanını düşünür yapmaya çalıştı. Kur’an, iki temel hedef güttü.
Birincisi, insanları düşünür yapmak. Tabiat, ontoloji, felsefe konusunda değil, kendi davası konusunda sokak insanını düşünür yapmak. Kur’an’ın tefekkür, tezekkür, tedebbür, teakkul gibi kavramlarla yüzlerce defa düşünmeye çağırmasının sebebi, aktif düşünür kılmak içindi.
İkincisi, muhataplarının vicdanını canlı ve diri tutmak. Yasin süresini hatırlayın: “Sen ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin.” Dikkat edilirse Kur’an, insan vicdanının diri olmasını ve aklının başında olmasını özetle sürekli düşünür olmaya çağıran bu hedefini görüyoruz.
Hicri ikinci yüzyıla doğru gelirken, Kur’an’ın bu anlayışı, dinamik insanı sürekli vicdanıyla birlikte diri tutmaya çalışan bu damarı, adına Rey ehli dediğimiz Mutezile ve Hanefilik, Kur’an’ın bu yönünü devam ettirdi. Mutezile ve Hanefilik; işin içine insanın katılması gerektiğini, düşüncenin aktif olmasını, vicdanın diri tutulması gerektiğini anlamıştı ve bu çizgiyi de devam ettirdiler.
Sonra ne oldu? Sonra maalesef bunun arkası gelmedi. Arapların içinde çıkan İmam Şafi ve erken dönemde hadisi ön plana çıkaran Süfyân es-Sevrî, İbn Şihab Zuhrî gibi kimi hadis toplamayı ve hadisi önemseyen şahsiyetlerin ortaya çıkması ki bunlara da Ehl-i hadis diyoruz, demin belirttiğim çizginin tersi bir doktrinini savunur olmaya başladılar.
Bu çizgide özellikle Ahmed b. Hanbel ile İmam Şafi’yi merkeze alabiliriz. Mutezile ve Hanefilik, yani Ehl-i rey, İslam’ı evrensel bir dile kavuşturma çabası içindeydi. Ehl-i Hadis dediğimiz İmam Şafi, Ahmet b. Hanbel, İmam Malik gibilerinin etrafında oluşan yapı ise İslam’ı evrensel bir karaktere büründürmekten ziyade, bir Arap davası, bir gelenek, bir sünne davası kıldılar. Bunlara da Ehl-i Sünne ya da Ehl-i Sünnet diyoruz. Sünnet demek tarih demektir, geçmiş demektir.
Ehl-i Sünne, Arapların katı, gelenekçi, atalarını buldukları yol olan tarihi ve geleneği kriter olarak baz alıyorlardı. Kur’an-ı Kerim ise bunları reddetti. Kur’an adeta “Senin atan, geleneğin, geçmişin kriter olamaz” diyordu. “İnsanların vicdanı, akılları ve düşünceleri kriter olacak” diyordu Kur’an.
Ehl-i Hadis veya Ehl-i Sünne tarafından bu mantığın yani gelenek ve tarihin aynen Mekkelilerin atalarına ve geleneklerine bağlı kalması gibi tekrar geri getirildiğini görüyoruz. Dikkat edilirse ajanda bu sefer değişim geçirerek gelmiş oldu. İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in yaptığı Kur’an ve Hadisi mutlaklaştırmaktı. Ahmet b. Hanbel, bu mutlaklığa teolojik bir arka plan verdi.
Dolayısıyla Cahiliye ajandası gitti, yerini mutlaklaştırılan Hadis ve Kur’an’a bıraktı. Yani Kur’an’ın kadim olduğu tezini ileri sürdüler. Mutezile veya Rey ehli ki Ebu Hanife’yi de buraya dâhil ederek söyleyecek olursam, Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve bunun Allah’ın bir fiili olduğunu iddia ettiler. Oysa Ehl-i Sünne dediğimiz anlayış, Kur’an ezelde kadimdir, Allah’ın ilim, irade ve kelam sıfatlarına racidir şeklinde bir teori attılar.
İmam Şafi; Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas diye dört delili ortaya koyduğu zaman yaptığı şey, tümüyle aklı ve vicdanı ortadan kaldırarak yani Kur’an ve sünnetin ışığında, hadisin ışığında insan aklını ve vicdanının aktif olması yaklaşımını bir bakıma kenara itti.
İmam Şafi, İçtihad ve İstihsanı reddederek, sadece Kitab ve Sünneti mutlak kaynak olarak gördü, onları dondurdu ve bir keresinde tüm zamanlar için geçerli olduğunu iddia etti. İcmayı da bunun üzerine koydu. İcma da biliyorsunuz, Hz. Peygamberin ve sahabelerin fiilleri üzerine olan icmasıdır.
Kıyasa geldiğimiz zaman İmam Şafi, kıyası da ayetlerin altında olan mananın dışarıya çıkarılması, İstinbaz, İstiğraç olarak içtihadı da Kur’an’a indirgedi. Bu yaklaşımlarıyla, Müslüman insanı Kur’an ve Hz. Muhammed’in hadislerinin ışığında kendi aklını aktif tutmaya çalışan insanı (ki Hz. Ömer ve değişik sahabelerde gördüğümüz aktif olmayı) tümüyle yok sayarak, Kur’an ve Sünneti mutlaklaştıran tarzda, aklı ve vicdanı tümüyle ortadan kaldıran bir yapıya dönüştürdü. Krizin başlangıcı buradan başlıyor. Yani metodolojik düzlem.
“Allah ile insan arasındaki ilişki, canlı ve diyalektik bir ilişki olup, insanın özgürlüğüne dayalıdır”
Teolojik kriz ise daha berbat. O da şu. Mutezile, Maturidilik, Ebu Hanife vs İnsan ile Tanrı arasındaki ilişkiyi, bir dostluk ilişkisine benzettiler. Buradan da insan iradesinin özgür olduğunu hatta insanın denenmesi için iradenin özgür olması gerektiği tezini ileri sürdüler.
Tevhit ve adalet ilkesiyle de bunu vazettiler. Fakat erken dönemde ortaya çıkan Cebriye, ondan sonra gelişen Eşarilik ise, insanın özgür iradesini tümüyle ortadan kaldırarak, ilahi iradeyi mutlak ve de genelleştirerek, denenme zemini olan insanın iradesini tümüyle ortadan kaldırdı. Yani Müslüman insan doğmadan ölü olarak doğdu.
İradesi kadük, mefruç olarak doğdu. Burada kader kelimesini seçmeleri tesadüf değildi. Dikkat edilirse Kur’an’da kader, Allah’ın doğa ile olan zorunlu ve tek yönlü ilişkisini ifade eder. Oysa Sünnetullah kavramı, Allah ile insan arasındaki ilişkidir. İlk başlatıcının insan olduğunu bize söyler.
Sünnetullah ilişkisi insanın baştan sona kadar sorumlu olduğu, ilk adımı insanın attığı, Allah’ın da ona paralel olarak karşılık veya misliyle/misilleme de bulunduğu ilişkiyi ifade eder. Dolayısıyla Allah ile insan arasında, canlı ve diyalektik bir ilişki söz konusudur.
İnsanın özgürlüğüne dayalı bir ilişki. İmam Şafi’nin kurduğu ilişki ise tek yönlü bir ilişkiydi. Hikmetinde sual olunmaz onun temel mottosudur. Oysa Ehl-i Rey, Allah’ı eylemlerinde hikmetli ve adil bir varlık olarak tanımlamaya çalışıyordu.
Yani Kur’an’ın Rahman, Rahim olan ve adaletle merhametle yoğrulmuş dediği Allah’ın eylemlerinin insan tarafından anlaşılabileceğini söylerken, Eşarilik maalesef hikmetinden sual olunmaz anlayışı ile Tanrıyı adeta karanlık bir güç odağına dönüştürdü.
Dikkat edin Kur’an değil, İslam’ın tarihteki yürüyüşünün oluşturduğu Tanrı imgesi ile insan arasındaki bu ilişki, İslam düşüncesinin dolayısıyla İslam dünyasının krizinin temeli olarak gördüğümü söyleyebilirim…