“Kitabına Uydurma” veya “Hile-i Şeriyye” (II)

2- Kitabına Uydurma veya Hile-i Şeriyye

Kur’an’da “zina” fiili haram kılınmış olduğu halde “tecavüz” fiilinden bahsedilmemiştir. Sağduyu-vicdan, akıl, bu fiilin, zinadan daha zararlı ve adi bir suç olduğunu, haram olduğunu idrâk eder. Kölelik ve cariyelik, Kur’an’ın nazil olduğu ortamda, toplumsal-iktisadi ve ahlaki hazır-bulunuş koşullarından dolayı kesin olarak “haram” edilmemiş olsa da bugünkü insanlık vicdanı köle ve cariye edinmeyi “haram” olarak görmektedir. Benzer şekilde bugün insan sağlığına zararları herkesçe bilinen sigara ve uyuşturucu kullanmanın -Kur’an’da mevzubahis edilmediği için- “haram” olmadığını hangi aklı başında insan söyleyebilir? Sigara ile şarabın muhtevaları analiz edildiğinde hangisinin daha zararlı ve dolayısı ile daha “haram” olduğuna doktorlar karar verebilir; Tanrının gözüne girmek isteyen işgüzar din adamları değil. Kur’an’ı nazil olduğu ortamda Mekke’nin para babası tüccarların yoksullara tüketim amaçlı verdikleri ve bugün “tefecilik” olarak nitelediğimiz “faiz”in haramlığı ile bugünkü bankaların –enflasyonu hesaba katarak- vermiş oldukları “kredi”lerin “faiz” olup-olmadığı, eğer faiz ise günahının (zararının) derecesini tayin edecek olanlar ilahiyatçılar değil, dürüst “iktisatçı”lardır. Faiz ve “kumar” konusunda “nass” olduğu için hassas olanlar, kapitalist sistemin diğer ekonomik aparatları olan borsa ve döviz spekülasyonları ile -durduk yerde/havadan- para kazanmanın hükmünün ne olduğunu asla umursamamaktadırlar.

İslam hukukçuları, mukavvim-menkul ve koruma altındaki sahibi gerçek kişi olan malların çalınması suçu olan “hırsızlık”ı (bir baklava dilimi dahi olsa) kılı kırk yararcasına tahlil ettikleri ve cezasının ne olacağını tartışmışlardır. Ancak kamuya/herkese ait/devlet mallarının ve mülkiyetlerinin çalınmasında “haram”ın ne olduğu ve bu suçun gerektirdiği cezanın ne olacağı konusuna pek iltifat etmemişlerdir.

Dogmatik dinsel bilinç “şâri”nin bahsetmiş olduğu “haram”ları tabulaştırarak onları “şeytan”laştırırken, onlar kadar veya onlardan bin beter olan nesne veya fiillerin “haram”lığı karşısında kılını bile kıpırdatmamaktadır. Onları ahlaki-vicdani bir tutum ile adını koyup kavramsal-değersel bir statüye kavuşturamamaktadır.

Dogmatik dinsel bilinç helal-haram konusunda gerekçesiz “ya hep-ya hiç” ve “siyah-beyaz” mantığı ile hüküm verirken, helali ve haramı belirleyen Allah örneğin şarap ve kumar konusunda son derece gerçekçi ve nesnenin-olgunun doğasını dikkate alan (gri alan barındırabilen) gerekçeli bir açıklama yapmaktadır: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: ”Onlarda hem büyük günah (mahzur-zarar), hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Ama zararları, faydalarından çoktur…” (2/219). Başka bir örnek domuz etinin haramlığıdır. Müslümanlar zavallı domuzu “şeytan”a ve “günah keçisi”ne çevirmişlerdir. Domuz etinde zararlı unsurlar vardır. Hijyen ve sağlık açısından etinin yenmesi zararlıdır, bundan dolayı da haram edilmiştir. Ancak ondaki zararı abartarak domuzu ontolojik olarak “kötülük” odağı/kaynağı haline getirmek, başka alanlarda ondan yararlanmamak ne kadar doğrudur? Onun etini yiyen insanlarda doğurduğu zararın miktarı ne kadardır? Kitap Ehli (Yahudi-Hristiyan) konusunda benzer bir şeytanlaştırmaya Kur’an karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder; fakat onlardan öyleleri de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça, onu sana iade etmez. Bu da onların: “Bizim dinimizden olmayanlara (Ümmilere) karşı ahlaki bir sorumluluğumuz yoktur” demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylüyorlar.” (3/74). Bu titizlik ve insaf karşısında, Sünnilerin geliştirdiği “Daru’l-Harp”ta haramları helal sayma, örneğin faiz alıp-verme “fetvası”, ahlaksızlık anlamında “kitabına uydurmak” değil de nedir?

Sahibi bireyler olan mukavvim mal (örneğin: baklava dilimi) çalmanın “hırsızlık” olduğu ve hırsızın elinin kesilmesi gerektiği konusunda son derece titiz ve dikkatli olanlar, konu devlet malı ve mülkiyetinden, yani hazineden, kamudan, herkese ait olandan, devletten, tüyü bitmemiş yetimin hakkından çalmaya gelince oralı bile olmamaktadır. Oysa birincisi “küçük”, ikincisi “büyük” günah (zarar doğuran suç)tır, haramdır. Bunun sebebi Müslümanların tarihinde, hazine/devlet/kamu malı ve mülklerinin/tarım arazilerinin, çoğunlukla “ganimet” olarak “kâfirler”den elde edilmesidir. Aslında herkese/kamuya/devlete ait olan bu kaynaklar, hiç-kimseye ait olmayıp “Allahlık” veya onun yeryüzündeki gölgesi olarak görülen “Sultan”ın malı olarak görülmüş, yani keyfi olarak dağıtılmasında (Arpalık) veya elde edilmesinde “haram”lık görülmemiştir. “Türkçeye yerleşmiş “haydan gelen, huya gider” sözü bu kayıtsızlığı ifade eder. Osmanlı şairi Şeyh Galip’in bir beytinde: “Esrarımı Mesnevi’den aldım/Çaldımsa “miri malı” çaldım” demesi devlet malına karşı o günkü tebaanın genel tutumunu ifade eder.

Avrupa’da aynı dönemlerde mal-mülk, çoğunlukla feodal derebeylerine, krallara ve kiliseye aitti. Burjuva sınıfının yükselmesiyle ve Fransız İhtilali’nden sonra bunların hâkimiyetine ve mülkiyetine son verildi. Özel mülkiyet hukuki garanti altına alındı. Devlet gelirlerini -ağırlıklı olarak- vatandaşların ödediği “vergi”lerden oluşturmaya başladı. Kamu alanı (devlet), “herkesin” hissesi olduğu bir alan olarak kodlandı ve yetkileri-sorumlulukları hukukla belirlendi (Hukuk Devleti).

Cumhuriyet kurulduğunda Osmanlı’dan kalan ve devlete geçen toprak arazileri ve vakıf malları vardı. Siyasal iktidarlar bu mülk ve malların bir kısmını hakkaniyete ve hukuka fazla bağlı kalmadan taraftarlarının mülkiyetine geçirdiler. 1970’li yıllardan itibaren kamu arazilerinin talan edilmesine sıradan vatandaşlar da iştirak etmiştir (Gecekondu). Türkiye’de vergi ve elektrik kaçakçılığı sıradan insanların kamu malı çalma, yani “haram” yeme itiyadını gösterir. Siyasal iktidarlar kamu ihalelerinde yakınlarına ve taraftarlarına/partililere özel çıkar sağlamayı normalleştirmiştir. Bu itiyatlar “haram” olarak görülmez. Belediyeler “emsal” adı altında kamuya ait gökyüzünü –hiç kimsenin olduğu gerekçesi ile-  şehir sakinlerinin ufkunu, güneşini, rüzgârını, manzarasını örtecek şekilde, çoğunlukla da özel-grupsal (partizan) menfaat temin edecek şekilde satmaktadırlar. Belediye meclisinin oy çokluğu ile aldığı karar (kanun) meşruiyetin (helal oluşun) gerekçesi olmaktadır. Oysa her kanunun hak-hukuk-adalet (helallik) olmadığı bilinmektedir. Bu yüzden şehirler mimari-insani, estetik özellikleri olan meskenler olmaktan çıkıp beton çöplüğüne, beton ormanına dönüşmüştür.