KUR'ANİ HAYAT DERGİSİ O C A K / Ş U B AT 2024 | 9 3 . S AY I Söyleşi: İlhami Güler Söyleşen: Hatice İ. Erdem - Ahmet Polat
1.Vicdan Böyle Buyurdu kitabınızda vicdanın, dini-ahlâki hakikatlerin anlaşılmasında nasıl bir rol oynadığını vurguluyorsunuz. Bu bağlamda, vicdanın insan hayatındaki önemini nasıl tanımlarsınız?
Şöyle ki vicdan; metre, saat veya terazi gibi somut bir ölçer değil sübjektif ve soyut bir ölçer. Benim anlayabildiğim kadarıyla Tanrı’nın insanda yarattığı bir kapasite, iş yani. Kur’an’da bunun çeşitli adları var biliyorsunuz. Fuad, lübb, basiret, kalp… Allah’ın denemek için yarattığı varlıkta bir kapasite var ve bu açığa çıkarılabilir de çıkarılmayabilir de. Zaten insanın denenmesi bu kapasiteyi açığa çıkarabilir. Tanrı, vahiy ve peygamber göndermekle ne yapıyor? İnsanın vicdan kapasitesini kullanarak insana hitap ediyor. Tanrı insan vicdanını kullanarak yarattığı her bir insan tekinde akıl baliğ olduktan sonra ortaya çıkma kapasitesi olan bu yetiyi kutsal kitaplar dediğimiz vahiylerde keskinleştirmeye, aktifleştirmeye çalışıyor. İnsan bunu aktifleştiriyor ya da aktifleştiremiyor. Karşılığı da Kur’an’da hevâ. Hevâ bizim içgüdülerimiz, arzularımız, hayvansı ve şeytansı tarafımız değil mi? İstiğna, istikbar ve bir de aldırış etmeme, nankörlük, hayvan gibi yaşamak… Aslında dinin özünün insanda var olan bu kapasiteyi açığa çıkarma çabası olduğu kanaatindeyim. Kur’an’ın ziya, hikmet, ilim gibi isimleri var. Bunların hepsi aslında özü itibarıyla insandaki bu yetiyi kullanarak Allah’ın Cebrail vasıtasıyla insana konuşmasıdır. Dolayısıyla dinin özü aslında vicdanı aktüelleştirmesidir.
İnsanların iki ahlâki sorumluluğu yerine getirmesi gerekir: 1- Tanrı’ya karşı sorumluluğu, yani iman etmesi. 2- Hemcinsine karşı adil ve merhametli olması. Bütün dinlerin, peygamberlerin davası budur. Vicdanla din ya da ahlâk arasında çok fazla bir ayrım göremiyorum. Bunların hepsi neticede aynı şey. İnsan bunu yapabiliyor ya da yapamıyor. Kur’an’da müşrikleri eleştiriyor Allah, ne diyor? “Müşrikler Allah’ı gereği gibi takdir edemediler.” (Hac Suresi/74) Ehlikitabı eleştirirken de diyor ki: “Ve men azlemu mimmeniftera alallahi keziben: Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (En’am Suresi/93) Buradan şunu anlıyoruz: (Gerek ilahi din olsun gerekse insanların kendi uydurdukları dinler olsun) insanlar dindarlık adı altında yani kendilerince dindarlık yaptıklarını zannettikleri halde vicdansızlık yapabiliyorlar, bu mümkün. Bunun önüne geçme imkânı yok. Gayet samimi, çok ciddi bir şekilde vicdansızlık, ahlâksızlık yapabiliyorlar. Şimdi bunun önüne geçmenin yolu benim Kur’an’dan öğrenebildiğim kadarıyla sürekli tetikte ve teyakkuzda olmaktır. Üç şey söyleyeceğim: Birincisi; insanın bir Allah inancı, Allah tasavvuru oluşturması lazım. Kutsal kitap da zaten en başta bunu verir bize değil mi? Esma-ül Hüsna demek aslında Allah’ın kendini kendisiyle tanımlamasıdır. Dolayısıyla böyle sağlam, temiz bir imgenin olması gerekir. İki; insanın Allah’la olan iman ilişkisinde besmele, istiaze ve dua. Allah’a dua ederek, Allah’ı yardıma çağırarak kendinin doğru yolda olması yönünde Allah’tan yardım talep etmesi lazım. Üçüncüsü de kendisi bu süreç içerisinde son derece tetikte ve teyakkuzda olarak hiçbir zaman için kül yutmadan canlılığını, diriliğini sürdürmesi, soru sorarak Allah’ın yardımıyla hayatını yaşaması lazım. Bu üç husus bir arada olmadığı müddetçe “dindar” adı altında olsak da, inanıyor olduğumuzu iddia etsek de son derece zalimce, gaddarca, şeytanca işler yapabiliyoruz. Bunu başaramadığı takdirde bu iş olmuyor. Size Fazlurrahman’dan bir pasaj okuyacağım. Ben takvayı da böyle anlıyorum. Kur’an’daki takva tam olarak bu vicdan dediğimiz sahici dindarlık. Fazlurrahman’ın Allah’ın Elçisi ve Mesajı adlı kitabında ilk makale: “Takva kavramıyla ima edilen kendini inceleme/nefis muhasebesi, hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmez. Tam aksine takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de hiçbir zaman doğruyu seçeceği hususunda garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tek başına yeterli olsaydı hümanizm (yani aydınlanmanın Tanrı’yı ve dini bir tarafa atarak ‘Biz akla dönüyoruz, biz vicdana dönüyoruz’ dediği) mükemmelen işler ve böylece aşkına ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun imâ ettiği şey her ne kadar seçim, çaba, fiil bizimse de yapıp etmelerimiz hakkında nihayet gerçekten nesnel değerlendirme Allah’a aittir.” Dolayısıyla ben şu noktaya geldim. Evet, vicdan bizde önemli bir kapasite fakat Allah’tan koptuğumuz andan itibaren, Allah’ı dışlayarak vicdanın tek başına doğruyu bulma kapasitesinin son derece zor olduğunu düşünüyorum. Fakat imkânsız demiyorum bakın. Ateist bir insan veya herhangi başka bir insan, insani ilişkilerde ahlâklı olmaz diye bir kategori, öyle bir zorunluluk yok. Ama en azından Tanrı’nın hakkını bir defa başta inkar ettiği için katil olduğundan dolayı Tanrı’nın ipini koparmış olmasından dolayı böyle insanların mükemmelen ahlâki ve vicdani kapasitelerini ortaya çıkaramayacağı kanaatindeyim. Dolayısıyla benim geldiğim nokta burası. Kendimizde bu kapasite var. Allah bize bunu verdi. Çünkü bu olmazsa biz ne Tanrı’yı çıkarabiliriz ortaya, ne Tanrı’yı keşfedebiliriz ne de hemcinsimize karşı ahlâki kapasitemizi ortaya çıkarabiliriz. Tanrı’dan yardım talebiyle ancak bunu mükemmel bir şekilde aktüelleştirebiliriz.
2.Aslında ikinci soruyu biraz açtınız. O halde dört temel din üzerinden bakarsak takva kavramı, İslam’ın ve Kur’an’ın insanı tanımlarken diğer yaratılmışlardan ayıran bir özelliği olarak sayılıyor. Fakat son bilimsel çalışmalarda da hayvanların vicdanlı olup olmadığına dair birtakım araştırmalar var. Hristiyanlıkta, Yahudilikte temel insan aklı ve kalbinin arasındaki o sezgi duygusuna verdikleri isimler var. Bu bağlamda Kur’an’ın “akleden kalp” dediği o duyguyla vicdan arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyoruz? Hani Peygamber’e Kur’an diyor ya “Sen kitap nedir, iman nedir bilmezken çok yüce bir ahlâka sahiptin.” Kitap nedir, iman nedir bilmezden önce pek yüce bir ahlâka sahip olmak için vicdan tam olarak hangi boyutta bu aşamada? Akıl, kalp, vicdan üçlüsünü bir arada sayabiliyor muyuz yoksa vicdan bu ikisinin birleşimiyle, senteziyle, bizdeki eyleme dönük yönüyle oluşan bir şey mi?
Hayatımızı vicdanlı sürdürmemiz için iman gerekiyor. Yoksa vicdanın ortaya çıkması için Tanrı’ya iman gerekmiyor. Çünkü öncelik vicdandadır. Vicdanla biz ancak Tanrı’yı yaratabiliyoruz. Vicdan kapasitesi daha önce değil mi? Vicdan olmadan Tanrı’yı bulamazsınız, keşfedemezsiniz. Ben Jung’dan şunu öğrendim. Onun tipleri var biliyorsunuz. Dört tip: Duyumcul duyu verilerine, beş duyuya ağırlık veren tip, akla, duygulara ağırlık veren tip, bir de sezgisel tip. İnsanların toplamda bu dört tipten oluştuğunu söylüyor. Ve bunların da içe ve dışa dönük olanları var, sekize çıkarıyor. Şimdi benim Kur’an’dan anlayabildiğim aslında normal insan bu dört kapasitenin birlikte olmasıyla ancak sağlam çalışabiliyor. Ne mantık dışarıda bırakılması lazım, nedensellik, ne beş duyu verileri, ne ahlâki duygulanım, ne de sezgi. Kur’an’daki kalp dediğimiz; fuad, lübb, basiret dediğimiz şey bu dörtlü birlikteliği ifade ediyor. Kalbin iki tarafı var biliyorsunuz. Hasta olabiliyor, katılaşmış, paslanmış olabiliyor ama selim kalp de olabiliyor. Fuad öyle değil. Fuad, lübb, basiret bunlar pür pozitif yani içeriği tamamen iyilikle dolu olan yeti. Esas olan bu yetiyi oluşturmak, ortaya çıkarmaktır. İnsanın ilk vasıtası kendine ait bir irade, özgürlük diyebileceğiniz bir öz oluşturma. İnsan olmak bu özü oluşturmaktır. Bu özü oluşturamazsan ne oluyor? Hevâ ön plana çıkıyor, o zaman hayvan veya şeytanla özdeşleşiyoruz, hevâ aktüelleşiyor. Dik yürüyen, al yanaklı halimiz devam edebilir ama şeytanlaşabiliriz, hayvanlaşabiliriz de. Oradan kaçmanın yolu bu dörtlü birlikteliği korumaktır. Kur’an’da bunu hemen hemen her sayfada görebiliyorum. Kur’an asla beş duyuyu reddetmez. Beş duyu verilerini/mantığı/nedenselliği esas kabul eder. Ahlâki duygulanımı su ve inciye benzetiyorum. İnci biliyorsunuz bir bütündür. Parça inci, inci değildir. Dörde bölünmüş bir incinin bir parçası, inci parçasıdır ama değeri yoktur. Dolayısıyla sezgi, kalp, ahlâki duygu, beş duyu veya nedensellik; bunlardan bir tanesine kişilik ağırlığınızı verdiğiniz andan itibaren hapı yutarsınız. O zaman Kur’an’ın istediği anlamdan ideal insan ortaya çıkmıyor, eksik oluyor. Veya su gibi düşünün. O da H2O’dan oluşuyor. Suyu H2O’ya böldüğünüz zaman su özelliğini yitiriyor. Küpün dört yüzü veya bir kağıdın iki yüzü gibi bu saydıklarım. Buna Jung “ruhun yordamları” diyor, ben buna aklın boyutları diyorum. Vicdanın veya aklın toplamının boyutları…
İnsan merakla “Bu nedir?” ve “Bu nasıl oluyor?” sorularının cevabını arayabilir. Ama din dediğimiz zaman bu dörtlü birlikteliğe dayanması lazım ki bunun en ideal örneğini ben Kur’an’da görüyorum. Her sayfada, her satırda bu tansiyonu, bu birlikteliği çok rahat bir şekilde görüyorum. Dindarların trajedisi nedir? Bütün dinler için söylüyorum. Peygamberin, Tanrı’nın önerdiği vicdanın aktif tutulmasının terk edilerek taklit ve dogmatizm ile kör inanca dönüşülmesidir. Kör inanç dediğin ya bir metni kutsallaştırırsın, söylenmiş bir sözü veya bir kişiyi mutlaklaştırırsın. Bu Kur’an’ın istediği bir şey değil. Her an tetikte ve teyakkuzda olmayı, her bir insanlık durumunu tekil olarak değerlendirmeyi önceler Kur’an. Yani önceden söylenmiş söze itibar etmek “Galallahu Teala, Galen Nebi sallallahu aleyhi ve sellem” demek dindarlık değildir. Çünkü onlar bir ortamda bir insanlık durumunu yorumlamıştır. Sana düşen eğer sahici müminsen, sorumluysan aynen Allah’ın yaptığı gibi Muhammed’in yaptığı gibi sen de onlar gibi söz söyle, eylem koy ortaya. Çünkü onlar durumun gereği neyse ona uygun söz söylediler veya tavsiyede bulundular. Her bir mümine düşen de budur. Bunu terk ettiğiniz andan, yani dogmatik olduğunuz andan itibaren işiniz bitiyor, ahlâksızlık başlıyor. Bütün dinler tarihi bunu gösteriyor. Yahudiliğin, Hristiyanlığın İslam’ın tarihi de budur.
3.Vicdanın özellikle tarihsel, toplumsal ve kültürel bir yönü olduğundan bu soruyu biraz örneklerle açıklamanızı istemiştim. Rad Suresi 11’de “Bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez” ayeti bağlamında tekil vicdanlar üzerinden toplumsal bir vicdanın ortaya çıkması mümkün mü? Toplumsal vicdan dediğimiz şeyin tezahürü tam olarak nedir?
Çağın ruhu, gelenek, kültür dediğimiz kategoridir. Zeitgeist, egemen toplum veya Freud’un deyimiyle süperego. Bu Kur’an’ın asla kabul etmediği bir şey. Dikkat edin Kur’an toplumsal vicdanla kavga etmiş, direkt kafadan saldırmıştır değil mi? Toplumsal kültür din için bir kaynak/kriter değildir. Esas subaylarından bir tanesini yakalamışlar Tel Aviv’de yargılıyorlar. Hakim soruyor: “Niye o kadar masum çocuğu, kadını, insanları fırınlara gönderdiniz?” Adam diyor ki: “Kant’ın kategorik buyruğuna uyarak gönderdik.” Hiroshima’ya bomba atan pilotu sorgulayanlar, “O kadar insan öldü, ne diyorsun?” diyorlar. “Benim vicdanım rahat, toplumun bana verdiği görevi yerine getirdim,” diyor. Bakın bu çok tehlikeli. Bir toplumda egemen olan bir yapı asla bir hakikat ölçüsü olamaz. Benim en genel kanaatim bu. Dolayısıyla her zaman gelenek ve kültür karşıtı olmuşumdur. Bundan kaçamıyoruz biliyorsunuz. Ali Şeriatı “insanın dört zindanı” dedi. Bunlar zindan hakikaten. İnsan olmak, mümin olmak bu zindanlardan çıkmayı gerektiriyor. Bir toplumda egemen olan bir yapı doğal olarak bireye yansıyor değil mi? Süperego… İşte Freud bunu çok güzel söylemişti. Aslında bireysel vicdan, normalde toplumdaki otoritenin (toplumun/devletin/milletin/egemen dinin/teolojinin) bireydeki kristalleşmiş şeklidir. Kur’an da tam böyle bir toplumla karşı karşıya kaldı ve 23 sene boyunca bu toplumsal/kültürel kategoriyi dağıtmakla uğraştı. İnsanları kendi vicdanlarına geri döndürerek, kendi vicdanlarını aktüelleştirerek hakikati bulmaya çalıştı. Dolayısıyla sürekli Kur’an’ın düşünmeye davet etmesinin sebebi insanı diri tutmak, ayık tutmak ve bireysel olarak sorumlu/müdrik olmasını sağlamak. Toplumsal konfora, toplumsal yapıya, kültüre yattığımız andan itibaren orada artık körü hakem yapmış oluyorsunuz. İçinde bulunduğunuz toplum neye inanıyorsa; Hindistan’daysanız Budist oluyorsunuz, sınırı geçiyorsunuz Sünni oluyorsunuz Pakistan’da, orayı geçiyorsunuz İran’a gelip Şii oluyorsunuz, oradan bu tarafa geçiyorsunuz… Ülke sınırları hakikati beliriyor. Böyle bir şey olmaz. Tanrı böyle bir şeyi kabul etmez. Dünyanın neresinde olursan ol Allah’ın sana vermiş olduğu vicdan kapasitesini aktif kullanarak iki soruya cevap vermek lazım. Din deyince böyle illa çok detaylı ajanda gerekmiyor. Evrensel denenmenin iki koşulu vardır: 1- Hasbî olmak, 2- Muhasibî olmak. Dünyanın neresinde yaşarsan yaşa, kim olursan ol, akil baliğ olmuşsan ve insan haysiyetine haiz isen iki soruyla, iki ön koşulla muhatapsın. Bir, dürüst olacaksın. İki, muhasibi/kritikal/eleştirel olacaksın. Bunlar ilke şartı. Ajanda şartına gelince “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” diye bir soru sorup güneş sistemi, ekosistem ve insanın mükemmelliğinin bir hibe, bağış, ikram olduğunu idrak ederek Tanrı’ya inanacaksınız. Yani bir iman gerekiyor. İkincisi de hemcinsine karşı katil, gasip ve zalim olmayacaksın. Evrensel denenme budur. Yani dinsiz denenme. Bütün insanlık için illa din olması gerekmiyor. Peygamberlik dediğin şu ön Asya’da 3-4 bin senelik bir hikâye, lokal ve kısa bir süre. Oysa insanlık kaç bin seneden beri deneniyor. Kıyamete kadar da denenecek. Dolayısıyla esas olan vicdanla denenmedir, bireyin kendi kapasitesini açığa çıkarmasıdır. Tanrı lütfetmiş, bize ekstradan yardımda bulunmuş ve kendini bize Esma-ül Hüsna diye tanıtmış. Ve orada da vaatte bulunmuş. Demiş ki “Eğer benden yardım talep edersen sana yardım ederim.” Öyle değil mi? Mesela başka bir ayet diyor ki: “Kim Rahman’ı unutarak yaşarsa ona bir şeytan musallat olur ve o ona yaptıklarını süslü gösterir. O da sanır ki ben doğru yoldayım.” (Zuhruf Suresi/36) Dikkat edin bu ayet bize her ne kadar vicdanımız esas olsa da sağlam, temiz bir Tanrı imgesine sahip olmak, besmele, istiaze ve dua yoluyla ondan yardım talep etmenin daha kolaylaştırıcı bir yol olduğunu ortaya koyuyor. Dinlerin katkısı budur. Dolayısıyla Tanrı lütfetmiş bunu insanlığa, peygamberler göndermiş. İnsanlık bunda her ne kadar uzun süre direnmiş olsa da en sonunda neticede Tanrı meramını gerçekleştirmiş ve sözünü insanlıkta tutturmuş. Tanrı’yla vicdan arasında diyalektik bir ilişkiyi canlı tutmak gerekiyor. Vicdan tamam ama Tanrı da vicdan kadar önemlidir. Teolojilerin Tanrısı değil dikkat edin. Allah Yahudileri nasıl eleştirdi? “Bi/semâ ye/murukum bihi îmânukum in kuntum mu/minîn: Eğer iman ediyorsanız imanınız size ne kötü şeyler yaptırıyor.” (Bakara Suresi /93) “Fe men azlemü mim meniftera alellahi keziben.” Kadercileri Allah bu şekilde itham ediyor. Allah’ın yapmadığı işleri götürüp Allah’a iftira ediyorsun. (Yunus Suresi/17) Dolayısıyla dindarların altında bulundukları tehlike; yanlış Tanrı imgeleri oluşturarak Allah’ın yapmadığı şeyleri Allah’a iftira etme, Allah’tan kendilerince müsaade alarak ahlâksızlık yapma tehlikesidir. Buraya düşmemek için de sürekli teyakkuzda, tetikte olmak gerekiyor. Düşünmeyi emretmesinin en büyük sebebi de budur.
4.“Vicdan insanın içindeki peygamberdir” algısı, Sokrat’ın vicdandan “insanın içindeki ahlâki uyarıcı” olarak bahsetmesi. Victor Hugo’ya atfedilen “vicdan insanın içindeki Tanrıdır” ifadesi… Tüm bunlardan yola çıkarak felsefi anlamda da birtakım tanımlar yapılmış. Siz de İslam düşünce krizinin İslam’ın tarihteki yürüyüşü ile Kur’an doktrini arasındaki çelişkiyle başladığını düşünüyorsunuz. Yasin Suresi’nin Nebi’ye özellikle vurguladığı “Sen ancak vicdanı diri olanları uyarabilirsin” ifadesinden hareketle Peygamberlerin Kur’an vahyini insanlara taşımadaki vazifesi olarak da vicdanı ortaya çıkartmak veya var olan vicdanın potansiyelini fark ettirmek gibi bir vazife olabilir mi? İnsan bu tanımın neresindedir? Kur’an’ın insandan beklediği nedir?
Kur’an, Allah’ın son tarihsel vicdan çalışması. Evet, bu benim tespitim. Güncelleme, olay bu başka bir şey değil. Bazıları sanki Kur’an başka bir şey diyor. Hayır Kur’an neticede insanın vicdanını kullanarak insanın vicdanına hitap etmektir. Kadı Abdülcebbar ne diyor Kur’an’ı tanımlarken? “Kur’an Allah’ın Cebrail vasıtasıyla Hazreti Muhammed’in kalbinde yarattığı manadır.” Cümlelerin faili Allah’tır evet ama Allah, insan vicdanında çalışma yapıyor. Hazreti Muhammed’in vicdanını kullanarak insanların vicdanını diriltmeye çalışıyor. Bütün olay bu yani. Esma-ül Hüsna aslında Allah’ın bize yaratmış olduğu o doğruyu bulma kapasitesinin bu evrenin yaratıcısının nasıl, hangi vicdani/ahlâki niteliklere ait olduğu hakkında bilgi vermesidir. “Ben şöyleyim, şunu yaparım, bunu yapmam, şuna rızam var buna rızam yok.” Bu dediği şeylerin muhtevası nedir? Hepsi vicdan… Dolayısıyla o tanımların hepsine katılıyorum.
Peygamberlerin ölümünden sonra bütün dinlerin tarihi göstermektedir ki mü’minlerin dar görüşlülüğü, cehaleti, bağnazlığı, taklitçiliği, bencilliği, kibri, zayıflığı, hercailiği, vicdan yerine sürü mantığını benimsemeleri yüzünden peygamberlerin davası, büyük ölçüde tam tersi bir muhtevaya bürünür: “İnsanlar, dinlerini kendi aralarında paramparça ettiler; her mezhep de kendi yorumundan son derece emindir.” (Mü’minun Suresi/53) Her yeni peygamber taklitçi/dogmatik, kör-inanç sahibi, bağnaz mü’minlerin kendileri üzerine koymuş oldukları “…ağır yükleri ve boyunlarına-ayaklarına bağlamış oldukları zincirleri kaldırır…” (A’raf Suresi/157) Bu durum, ilanihaye sürüp gider. Esas olan, vahyin ve peygamberin yaptığı tecdidin, mü’minler tarafından hasbi ve muhasibi olarak daima sürdürülmesidir. Vicdan dumura uğrayınca vicdansızlık İslam dünyasında “kitabına uydurma” ve “hile-i şeriyye”ler ile işbaşında olmuştur.
5.Peki şu yoruma ne diyorsunuz? Bu benim bir çıkarımım ama Kur’an’ın ayetlerinde de vurguladığı bir şey var: “sizden daha iyi bir toplum yaratırız” iması. Özellikle Peygamber gönderdiği toplumların helakından sonra gelen bir ayettir bu. Acaba Allah daha vicdanı diri bir toplum için bir önceki toplumlarda bir deneme yapıp böyle tabiri caizse deniyor, sınıyor olabilir mi?
Hayır, öyle bir şey yok. Ayette diyor ki: “Öncekilerden de inananlar vardı, sonrakilerden de var.” Bu insanlığın imkânı dahilinde olan bir şeydir. Tanrı irade olarak, insanları yönlendirerek onları vicdanlı yapmaz, onların vicdanına katkıda bulunur. Vicdanını aktüelleştirmeleri, gürleştirmeleri için onların elinden tutar. Ama insanlar buna karar verirse, o dediğiniz sonradan gelen toplum buna karar verirse Tanrı bu işi yapar. Yoksa Tanrı’nın “Hadi siz de olmadınız, ben daha vicdanlı bir toplum yaratacağım,” demesi sünnetullaha ters. Çünkü Allah’la insan arasındaki bu ilişki diyalektiktir. Tanrı elinden tutuyor, sana yardım ediyor ama en az onun kadar senin de niyetli olman gerekir. Kur’an’da muğrib ve münib kavramları çok geçer. Münib, ibtidâen Tanrı’ya yönelen; muğrib ise yüz çevirendir. Muğrib ve münib olma insanın kendi tercihi. Sen münib ol. Mesela İbrahim münib değil mi? (reşid). İbrahim’i Tanrı mı yarattı? Hayır. İbrahim kendi genç entelektüel kapasitesini kullanarak Tanrı’ya yöneldi. Tanrı da onun elinden tuttu. Dolayısıyla yani bütün insanların hikâyesi budur. Dolmuş yazısıdır: “Kula bela gelmez Allah yazmayınca, Allah bela yazmaz kul azmayınca.”
6.Vicdanın, sezginin bilimsel kökenleri üzerine araştırmalar yapılmış. Patricia S. Churchland’ın Ahlâki Sezginin Kökeni: Vicdan kitabı da bunlardan biri. Dijitalleşmenin çok yoğun olduğu bir dönemde vicdanın ve ahlâki değerlerin teknoloji ve bilimde kendini göstermesi ya da o potansiyelin, o karar mekanizmasının ortaya çıkmasına nasıl bir faydası var veya var mı? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hayır yok. Heidegger’in çok güzel bir sözü var: “Son üç yüz yıldır Batı kültürü ruhtan zekaya geçiştir,” diyor. Ruh bütün peygamberlerin, eski filozof ve bilgelerin bahsettiği insandaki Tanrı’nın işi olan bu mahiyetini bilmediğimiz kapasitedir. , teknoloji toplumunu eleştiriyor. Teknolojik düşünme aslında zekaya geçiştir. Dijitalleşme Tanrı’nın ve ruhun inkâr edilmesi, yok sayılmasıdır. Dolayısıyla mevcut insanı bütünüyle materyale, beyine ve biyolojiye indirgeme çabasıdır ve yapay zeka da buradan gelir. Transhümanizmin yapmaya çalıştığı da robot yani yapay zeka ile robotları geliştirmek, bu çok tehlikeli bir şey. İnsanlığın bence sonu buradan olacak. Çünkü insanlık Tanrı’yı ve Tanrı’nın projesini iptal edip, reddedip kendisi yeni bir proje süreçlerini ileri sürüyor. Kur’an’da bunu ifade eden bazı ayetler var. Bir ayette diyor ki “Kafirler iş başına geldikleri zaman nesli ve harsı fesada uğratırlar.” Hars ekosistem, nesil de insanlık sistemi. Yani insan varlığı. Dikkat ederseniz özellikle tarım endüstrisiyle birlikte buraya doğru gidiş var. Tanrı’nın yarattığı tohumların deforme edilmesi ve en son geldiğimiz noktada insanın biyolojisinin değiştirilmesi, tekniğe dönüştürülmesi. Bu düpedüz Tanrı’ya meydan okumaktır. Ben bunu açıkçası böyle görüyorum. “Bilim düşünmez,” diyor bakınız, “Bilim sadece hesap eder,” diyor Heidegger. Teknoloji ise bilimin tanecik ve sayı olarak belirlediğimiz, istatistiğe dönüştürdüğümüz cisimsel varlıkların yeniden tekrar kurgulanmasıdır. Adına teknik dediğimiz, dijital dediğimiz bu. Dolayısıyla burada çok açık bir şekilde hem Tanrı’nın yarattığı doğaya hem de insana karşı bir meydan okuma var. En son geldiğimiz nokta burası.
Bugün modern teknoloji; her biri birer “ayet” olan insan, güneş sistemi, ekosistem ve insan mükemmelliği üzerinde düşünmekten kopararak Heidegger’in dediği gibi onu bir kafes içinde çepeçevre kuşatmıştır. Bu durum, ipek böceğinin son derece teknolojik olarak ördüğü kozanın içinde kalıp ölmesine benzer. Modern insan “tekno-city”lerde böceğe dönüştürülmüştür. Taş, toprak-tuğla, ağaç-ahşap, börtü-böcek, çim-çayırdan (doğadan), orta boy kasaba ve şehirlerden beton-asfalt, cam-çelik, teneke, plastikten oluşan metropollere sürüklenme/göç insanı solucanlaştırdı. Modern ulaşım vasıtaları, insanları birer turiste çevirdiği gibi modernite ile birlikte ruhtan zekâya geçiş ile masumiyet-masuniyet gerilerken kurnazlık-kurtluk gelişti. İnternet-iletişim, insanların kalbini/ruhunu kalbura çevirerek delik deşik edip onu malumat manyağına çevirmiştir. Herkes, elindeki telefonun içine düşerek kaybolmuştur. Artık birbirimizin yüzüne bakamadığımız gibi birbirimizle sohbet, muhabbet ve dostluk edemez hale geldik. Modern “birey”; kum tanesi gibi hafızasız, hatırasız, vefasızdır. Zira bunlar, ruhun/vicdanın yordamlarıdır.
Palyatif Toplum, Ötekini Kovmak, Psikopolitika, Şiddetin Topolojisi, Şeffaflık Toplumu, Zamanın Kokusu kitaplarının yazarı Alman filozof Byung-Chul Han, şu anda insanlığın geldiği noktanın ne kadar tehlikeli olduğunu, insanlığın ve doğanın sonunu getirebileceğini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Benim kanaatim de o. Şu anda Batı, özellikle Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünden itibaren, yavaş yavaş ruhu da bıraktı. Artık zekayla, teknikle, dijitalle gidiyoruz. Bu insanlığın da doğanın da sonunu getirecek bir sapıklıktır. Burada vicdan falan yok, burada ruh yok, burada Allah yok, burada ahlâk yok. Nietzsche “Will to power,” demişti, güç istenci… Onun bir sonraki aşaması “Will to will”dir, istemeyi isteme. İstemeyi istemenin de anlamı: “Ne mümkünse yapalım.” Ne mümkünse yapalım aşamasına gelmişsen artık sen serbestsin; senin haddin, hududun yok; sen ne Tanrı tanıyorsun, ne ahlâk, ne insan tanıyorsun. Şu anda insanlık maalesef böyle bir karanlığa doğru gidiyor. Benim kanaatim o.
Müslüman olduğunu iddia edenlere denecek şey ise: “Güneşi (ruhu-vicdanı-Kur’an’ı) ceketinizin astarında (teolojide) kaybettiniz; dinin ocağını söndürdünüz; elinizdeki “Vicdan Çalışması”nı okuyarak kendinize/özünüze (lübb-fuad-basiret) gelebilirsiniz: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine inen hakikatten etkilenerek kalplerinin ürperme zamanı (hâlâ) gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de -aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudi-Hristiyan)lar gibi olmasınlar. Onların çoğu, fasık (doğrudan yana görünüp, aslında ondan sapmış ve onu terketmiş) kimselerdir.” (Hadid Suresi/16)
7.Özellikle dindar olarak kendini tanımlayan insanlara, Müslümansa, vicdanlı olabileceği ön bilgisiyle yaklaşırız. Fakat günümüz dünyasında gördüğümüz vicdansız dindarlar ya da Müslüman vicdansızlar olarak birtakım prototipler ve örnekler üzerinden belli yaşanmışlıklar da görüyoruz. Vicdanın imanla ilişkisi açısından bu sınanmada çok başarılı olamadık mı? Müslümanlar olarak biraz da belki içeriye dönük öz eleştiri yapmalı mıyız?
Adına Müslüman denilen dünyanın -hepsi diyemem- şu anda içinde bulunduğu durum: Ne vicdanımız var ne de imanımız var. Vicdan ve iman olmayınca ortada ne kalıyor? İtikat bir de ibadet kalıyor. İbadetlerle, amentüyle Tanrı’yı kandırma oyunu oynuyor. Spinoza demişti ya, “Kitleler Tanrı’yı kandırma peşinde.” Dolayısıyla Kur’an bu Tanrı kandırmasına karşı savaşmıştır. Ayette “Siz iman ettik diye bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?” diyor. (Ankebut Suresi/2) Yahudiler de, Hristiyanlar da, Müslümanlar da böyle. Kur’an’ın Allah rızası, vicdan ve menfaattan oluşan ahlâki motivasyon kaynakları, sünnilikte sadece menfaate (cennet-cehennem) indirgenerek kısırlaştırılmıştır. Muhafazakârlar olarak çoğumuz itikat sahibiyiz ancak canlı imanımız yok. Helal-haramlarımız var ancak takvamız yok. Alışkanlığa indirgenmiş ibadetlerimiz var ancak huşumuz-saygımız yok. Vicdansız dindarlığın başlıca saikleri şunlardır: 1-Duyarsızlığın, cehaletin, tembelliğin oluşturduğu konformizm. 2- Zahmetsiz ve zorlanmaksızın mutlak hakikate malik olma zaafı, hamakati, kurnazlığı. 3- Fatura ödemeden Tanrı’nın gözdesi olma garantisi. 4- Ebedi kurtulmuş olma zannının rahatlığı. 5-Güç istenci, tahakküm arzusu ve kemikleşmiş kibrin (gurur) benliği kaplaması.
Dinlerde ahlâk-vicdan ve şuur yerine ibadetlerin öne çıkması ve zamanla şuursuz halde taklit ve alışkanlığa kayması bundandır. Bugün İslam dünyasında Ka’be, Kur’an ve Hz. Muhammed; medyatik ve manevi unsurlarını kaybedip “pagan” benzeri hale dönüşmüşlerdir. Bundan dolayı da ibadetler hiçbir manevi ve ahlâki bilinç-şuur ve vicdan rikkati yaratamamaktadır. İbadetler, müminleri ahlâklı olmaya karşı bağışıklı hale getirir. Vahyin buyruklarının zamanla müminler tarafından Tanrı’yı memnun edecek yegâne emirler ve hakikatler olarak görülüp mutlaklaştırılması, mumyalanması ve dondurulması, onlardaki hakikati sürekli görme vasıtası olan vicdan kapasitesini dumura uğratmasının, köreltmesinin en büyük vesilesi haline gelir. Bazı dindarların, coşku ile (bağnazca-yobazca-fanatikçe/cahilce) kötülük işlemelerinin nedeni budur. Vicdanı dumura uğratan ikinci önemli bir durum, kişilerin ekonomik-politik veya kültürel süreçlerde güçlü, meşhur, önemli (iktidar) pozisyonlara gelmeleridir. Kur’an şöyle der: “Her ülkenin önde gelenlerini hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız ama çevirdikleri entrikalar, kendi aleyhlerine döner fakat onlar bunu anlayamazlar.” (En’am Suresi/123) M. Esed, bu ayete şöyle bir yorum getirmiştir: “Önemli kimseler olmaları, onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden, önde gelenler (ekâbir), kural olarak kendi davranışlarının ahlâki yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar. Bu durumun sonucu olarak kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevk eder.” Hele buna bir de “İbadet dindarlığı” maskesi takılmış ise vicdansızlık iki katına çıkacak demektir.
8.Hikmeti vicdani açıdan nasıl tanımlıyorsunuz? Özellikle hikmetin vicdanla bağlantısı toplumsal ilişkilerde nasıl ortaya çıkıyor? Aktüelleştirmeden kastınız imanla yoğurulmuş aktif vicdan. Doğru mu anlıyorum? İslam tarihi örneği üzerinden değerlendirirsek vicdan ve hikmetin bir arada olduğu Emeviler’e, Abbasiler’e Allah Resulü’nün son dönemleriyle baktığımızda böyle bir dönem olmuş mu?
İmanla yoğurulduğu zaman hikmet oluyor. İmansız olunca ona philosophia diyoruz değil mi? Felsefe. Bilgi sevgisi yani. O ayrı. Yunanlılar hepsi meraklı, ilgi peşinde, teori yapmayı seviyorlar. Eyvallah da teorinin hikmetle alakası yok. Felsefenin hikmet diye çevrilmesinin tamamen yanlış olduğu kanaatindeyim. Hikmet Kur’an’ın sıfatıdır, ilimdir, vicdan da ilim ve hikmet işidir.
İslam felsefesi dediğiniz aslında Yunan felsefesinin İslamileştirilmesidir. Aslında kelâmın ve felsefenin Yunan’dan etkilenmesiyle Kur’an’ın ahlâk öğretisinden biraz uzaklaşıp ontolojiye dalmışlar. Cevher, araz, zat, sıfat… Kelâmın, felsefenin konularıdır bunlar. Oysa Kur’an’ın böyle bir derdi yok. Levinas biliyorsunuz çok güzel demişti. İlk felsefe ontoloji değil etikti. Etik de kutsal kitapların mirasıdır, peygamberlerin işidir. Peygamberler etik peşinde koşar. Yunanlılar ontoloji peşinde koşar. Ontoloji hikmet değildir, varlık bilimidir. Bilimlerle sadece varlığı arayabilirsiniz, varlığı analiz edersiniz. “Bu nedir? Bu nasıl oluyor?” gibi sorular sorarak. Hikmet ahlâktır, o da peygamberlerin çağrısı. İlk olarak bir Tanrı keşfetme, ikinci olarak da hemcinsine karşı adaleti ve merhameti ortaya çıkarmak hikmetin konusudur. İlahi dinlerin davasıdır ahlâk. Hikmetin aktüelleştiği şeyler var. Hakem, hekim, hâkim… Hakem bildiğimiz maçlarda hakemlik yapan, hâkim yargı veren, hekim de doktor. Hepsi hayatı koruyan, adaleti koruyan işler yapıyorlar. Doğru karar verme yetisiyle doğru iş yapmaktır hikmet. Dolayısıyla din de budur.
Sünniliğin Kur’an-Peygamber yani “İslam” adına işlediği bazı teolojik-dogmatik asli günahlara değinmek istiyorum: 1- Bir “Vicdan Çalışması” olan Kur’an’ın yirmi küsur sene boyunca her vesile ile ve sokak insanı için yoğun düşünme (tefekkür-taakkul-tezekkür-teemmül-tafakkuh-taabbur-nazar-rey…) talepleri ile diriltmeye çalıştığı ruhu/vicdanı/kalbi dondurarak-mutlaklaştırarak, müminleri taklide sevk ederek dumura uğrattı (ilmihal/itikad-ibadet Müslümanlığı). 2- Denenmenin temeli olan özgür iradeyi inkâr ederek (kader-cebir) müminleri köleleştirdi/kötürümleştirdi/felç etti. 3- Kur’an’ın politik ilkeleri olan emanet, ehliyet/liyakat, şura, adalet ilkelerini tağşiş ederek kişi kültünü/saltanatı ve teokrasiyi (zıllullah) meşrulaştırıp yöneticileri çoban yaptı; halkı da sürüleştirdi. 4- Mistisizmi meşrulaştırarak (tasavvuf) kiliseye benzer “din bürokrasisi” oluşturup (şeyh, veli, gavs, kutup, ricalu’l-ğayb…) hür cami cemaati olan müminleri, -ğassalın elindeki ölü gibi- müritleştirdi. 5- Kurucuları dahi “tüccar” olan; ahlâkı, veresiye (ahiret) ticaret üzerine kurulmuş; ticaret, tarım-hayvancılığı, üretimi, alın terini, ekonominin meşru temeli yapan bir dini “fütuhat”, “cihat”, “daru’l-harp” kavramları altında “ganimet ekonomisi”ne dönüştüren antropolojik (Arap-Türk) bir içgüdü/habitus.
9.Vicdanın özellikle bireysel ve toplumsal düzeydeki etkileşimlerinden bahsettik. Geleceğe dair öngörüleriniz neler? Vicdanı, insandaki o hikmetli bakışı açığa çıkartmak için teknolojiyi bir imkân, bir dönüştürme aracı olarak göremez miyiz? Bütün toplumların eline geçtiğinde aynı neden, aynı sonuca götürecek diye bir kaide söz konusu değil. Ahlâkı ve vicdanı harekete geçirmiş aktif ahlâk sahibi insanlar teknolojik imkânları elde ettiklerinde bunu hakikatin ve adaletin, doğrunun aktüelleşmesi ve toplumsallaşması için bir araç olarak göremezler mi? Sizce irade sahibi bir insan için bu mümkün mü?
O irade sahibi insanın iradesini ortaya koymasına bağlı. Eğer tövbe eder de “her ne mümkünse onu yapalım”dan vazgeçip belli ahlâki sınırlar koyabilirse, insanları ve doğayı koruyacak insanın onurunu, haysiyetini, bütünlüğünü Tanrı’nın yarattığı tarzda bugünkü halini koruma yönünde eğer bir irade ortaya koyabilirse o zaman teknolojiyi kendi emrinde hayatı kolaylaştırıcı hale getirecektir. Şimdiye kadar teknolojiye işimizi kolaylaştıran bir araç olarak bakıyorduk. Şu anda artık o aşamayı geçtik. Artık araç değil giderek yeni bir din ortaya çıkıyor, buna dataizm diyorlar. Kur’an ayeti ne diyordu? Onur, izzet, haysiyet, şeref; Allah’ın, peygamberin ve mü’minlerin hakkı. Biz bunu insana da teşmin edelim. İnsanın ahlâkı, insanın hakkıdır. Teknolojiyi ön plana çıkardığın anda Tanrı da, peygamber de, insan da güme gidiyor. Yani artık tamamen robotların egemen olduğu, dijitalleşmiş, kendini ebedileştirmek isteyen, Firavun gibi insanların kontrolünde bir dünya ortaya çıkacak. Orada da muhtemelen çok az sayıda insan hayatta kalacak. Gerisini ya köleleştirecekler ya da yok edecekler. Hristiyan, ateist veya Müslüman olsun hâlâ insanın korunmasından yanayım, ben insanı savunuyorum. Eğer insanı bugünkü haliyle koruyamazsak ben geleceğin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Teknolojiden öyle bir şey beklemek zor. Biz iradeden, vicdandan bekleyeceğiz.
İnsanı korumaktan kastınız insanın iradesini, aktif iradesini güçlendirmek değil mi?
İradesi, vicdanı evet. Zekadan bahsetmiyorum. Zeka matematikseldir, nedenseldir. Fiziğe biraz bağlıdır. Allah’ın “Ben ruhumdan insana üfledim” dediği o tanrısal yetiyi korumamız gerekir. O yeti kaybolursa ki şu anda kayboluyor, o zaman hevâ ortaya çıkar. Kur’an diyor ya: “Hevâsını ilah edineni gördün mü?” O zaman hevâ ilah olacak. Robotlar Tanrı olacak (dataizm). Onlar her şeye egemen olacak. O da doğru bir şey değil. Oysa Tanrı ruhun korunmasını istiyor, ruh çünkü tanrısal bir şey. Bizdeki tanrısallık Tanrı’nın niteliklerini aşıyor. Tanrı kendine benzer bir varlık yaratıyor. Tanrısal tarafımızı kendimiz korumamız lazım. Bunu koruyacak mıyız, korumayacak mıyız? Orası belli değil şu anda.
10.İki tür yabancılaşmadan bahsediyorsunuz kitaplarınızda: Tanrı’dan kader yoluyla, vahiyden dogma yoluyla yabancılaşma… Müslüman halkların tarihine baktığımızda akıl-irade ve vicdanla nasıl bir yabancılaşma görüyoruz, teolojik kökenleri nedir? Yeryüzündeki varlıklar olarak biz insanların bu yabancılaşması bir etkeni teknoloji evet, bundan bahsettik, ama akıl, irade ve vicdanın bir arada olabilmesi için din tek başına yeterli bir sebep mi?
Olmadı. olmadığını görüyoruz. Ne eksik? Bugün bizi harekete geçirecek o güç. Her şey bu kadar açık ve her türlü bilgiye bu kadar kolay ulaşılabiliyorken, kitap elimizde bu kadar netken, diğer dinler için de aynı şey geçerli ama hâlâ ahlâk konusunda dünya olarak sınıfta kalıyoruz ki işte son Filistin meselesi üzerinden insanlık vicdanının adalet duygusu üzerinden ayağa kalktığını görüyoruz ama bu hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor. Bugün yeryüzünde tüm insanların bir arada olup bir adalet duygusuyla birtakım tepkiler vermesi teknolojinin bir imkânı olarak dönüştürülebiliyor ama bunun hakikatte bir karşılığı, bir yaptırımı yok. Artık biz yeryüzündeki diğer insanların birtakım eylemlerle bir şeye tepki verdiğini görüyoruz ama bu bizi aktif ve aktüel bir imana sevk etmiyor ve daha fazla pasifize ediyor tam tersi. Başka birinin öteki tarafta onu yapmış olması beni burada nasıl olsa birileri yapıyor diye -bir vicdansızlık demek istemiyorum ama- bir vicdani tatmin duygusu oluşturuyor ve bu haz duygusuyla da çok benzer bir duygu. Korkutucu bir şey. Bunu bilmiyorum siz nasıl görüyorsunuz? Belki vicdanın geleceğine dair bir yorum olarak da okunabilir.
Kur’an’ın insanların elinde tahrif edilmeden bulunuyor olmasını insanlık için bir şans olarak görüyorum. İnsanlar eğer bu Kur’an’ın ne dediğine, neye çağırdığına itibar ederlerse; Kuran’ın metafizik ve ahlâki değeri, insanlık için taşıdığı değer entelektüel olarak düşünceyle keşfedilip dile getirilebilirse insanlığa katkısı olur. Şu anda bütün dünyaya, Avrupa’nın “Tanrı öldü” sözünden sonraki aydınlanmanın değerleri egemen. Bu egemenlik teknoloji ve ekonomiyle birlikte politikayı da kontrol altına aldı. Kapitalizm ve bugünkü mevcut ulus devlet yapıları büyük ölçüde insanlığı bu noktaya getirdi. Bu anlaşılmaz bir şey değil, insanların tarihsel yürüyüşünde gördüğümüz bir olay. Orta Çağ’da Hristiyanların, kilisenin çok büyük cinayetleri vardı ama o cinayetleri ileri sürerek tamamen dinin dışına fırlamak ve Tanrı’yı öldürmek insanlık için iyi bir şey olmadı. Ondan sonraki işlenen günahlara bakın. Kolonyalizm, İkinci Dünya Savaşı, faşizm, nazizm, holokost, komünizm en son geldiğimiz işte Gazze’deki katliam. Birkaç aydır sürüyor, kimse sesini çıkarmıyor. İçine girdiğimiz sürecin, hegemonyası altında olduğumuz kültürün tezahürü bunlar. Şu anda böyle bir durumdayız, bugünkü zamanın kokusu veya çağın ruhu dediğimiz olay bu. Tanrı’dan da insandan da umut kesilmez. Eğer insanlık Tanrı’ya yönelirse Tanrı da insanların elinden tutar. Öze dönme olayı dediğimiz insanın asli misyonuna, haysiyetine, onuruna, şerefine tekrar dönebiliriz ama böyle bir mecburiyet yok. Tanrı insanı yaratmakla riske girmiştir dedim ve hâlâ da bu cümlemin peşindeyim. Tanrı hakikaten insana özgürlük vererek riske girmiştir. Dolayısıyla biz de risk altındayız, Tanrı da risk altında. Bu işin şakası yok. İnsanlık gittiği yolun yanlışlığını görüp tekrar Tanrı’ya yönelirse Tanrı’nın eli hemen hazır, biz döndüğümüz andan itibaren Tanrı elimizden tutar ve kurtulabiliriz.
11.Son soruya cevap vermiş oldunuz, bir anlamda Filistin konusunda Müslümanların duruşunu temelsiz ve derinliksiz olarak görüyorsunuz. Dünyada kolektif bir vicdan inşa eden eylemler varken, Güney Afrika uluslararası hukuk mücadelesi veriyorken, Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin somut eylemsizliğini (hava sahasını kapatma, ticari ilişkileri sınırlandırma gibi), kayıtsızlığını nasıl değerlendirirsiniz?
Arapların durumu kötü, yani kör ve sağır olarak orada duruyorlar. Bu çok açık. Bu, imansızlığın ve vicdansızlığın bir sonucudur. İran da ikiyüzlü hareket ediyor, bir tarafta destekliyor ama diğer tarafta yine sesini çıkarmıyor. Türkiye’nin durumu siyasal olarak yine benzer bir iki yüzlülük var, bir tarafta miting/bağırma çağırma diğer tarafta ilişkilerinin sonuna kadar sürdürülmesi… Vicdanlı insanlar dünyanın her yerinde, Güney Afrika’da bile olayın durdurulması için harekete geçebiliyorlar. Yeni bir şey söyleyecek bir durum yok, vicdani kapasite burada da çok net ortaya çıktı. Vicdansızlığımız ve vicdanımızın gücü… Aylardır insanların gözü önünde şehirler yok ediliyor; çocuklar, siviller, kadınlar öldürülüyor ama insanlığın bunu durduracak bir ahlâki/hukuki mekanizması yok. Bu yokluk vicdansızlığın tezahürüdür. Vicdanlı olsaydık şimdiye çoktan oranın durdurulması, engellenmesi lazımdı. Vicdanı diriltmekten ve daha sonra Tanrı’yı yardıma çağırmaktan başka çıkar yol yoktur. Tanrı’nın rahmetinden de, insanlıktan da umut kesilmez.