Türkiye’de Siyaset-Muhalefet ve Devlet Adamlığı

Siyaset; Aristo, Platon, Kur’an ve Hz. Muhammed, Farabi, İbn Teymiyye ve İbn Haldun… açısından toplum yönetmede “Pratik Ahlak”tır. Aristo, “Demokrasi” ile toplumun bir kısmının ve Kur’an-Hz. Muhammed “Şûra” ile yönetimde toplumun tümünün sorumluluk almasını önerirken; diğerleri, bunu önemsemez. Tek kişi (Filozof, Halife, Kral) de olabilir. Bunun alternatifi olan siyaset tanımı, güç istenci-çıkar maksimizasyonu ve insanları kandırma sanatıdır. Firavunlar ve Krallar, güç istencinin; İslam tarihinde Muaviye, Batı tarihinde Makyavelli, kişisel güç istenci ve çıkarı için insanları “kandırma” anlamında siyaset sanatının pratisyen ve teorisyen örnekleridir.

1. Türkiye’de Siyaset

a) 1923-2000 Arası

Devrimden dolayı Türkiye’de siyaset, bir “Toplum Mühendisliği” olarak başlamıştır. Bu süreç, Tek-Adam ve Tek-Parti (CHP) ile sürdürülmüştür. Mistik bir kültürü haiz olan devlet (“Derviş Devlet” Osmanlı), bu kodların egemenliğinde çöktüğü için; devrimciler, dinsel kodlara ket vurmaya çalışmışlardır. Dinî kurumları (Hilafet-Şeriat ve Tarikat) ilga edip; dini, devletin kontrolü altına almaya çalışmışlardır. Bu durum, dindar kitlelerde derin bir uçuklama ve içerleme yaratmıştır. Devrimciler, çağdaş-seküler bir toplum ve “Ulus-Devlet” kurmaya çalışmışlardır. Devrimciler, davalarında son derece samimi idiler. Kozmopolit, mistik-dinin kontrolünde olan imparatorluk bakiyesi bir demografiden “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir “Türk” toplumu ve devleti oluşturmaya çalıştılar. Türk Ocakları, Halk Evleri, Köy Enstitüleri, Şehir Kulüpleri…bu çabaya hizmet eden kurumlardı. Seküler vicdana dayanan bir etik motivasyon, bu süreci idare ediyordu. 1960’lardan itibaren politik hayata ideolojik sol-sosyalist seküler bir vicdan-etik de eklenmiştir.

1950’de kontrollü olarak demokrasiye geçildi. Askeri bürokrasinin “vesayetinde” darbelerle 2000’lerin başına gelindi. Vesayetin arkasında 1945’lerden itibaren Türkiye’yi İngiltere ve Fransa’dan “NATO” dolayımı ile devralan ABD vardı. Muhafazakâr yönetimler, sek-seküler kültür politikalarını yumuşatmaya-gevşetmeye çalıştılar. Bu süreçte seküler vicdan motivasyonuna dinsel hamiyetten gelen sağcı-muhafazakâr dürüstlük (?) de eşlik etmiştir. Bu sağcı-muhafazakârlıkta “Anadolu İrfanı” ile “Şark-köylü kurnazlığı/fırsatçılığı” iç-içe, kol-kola yürümüştür. Olan her türlü politik “olay”, ABD’nin kontrolü ve gözetiminde olmuştur. 1980-2000 arasında Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme eklemlenmesi ile (T. Özal-ANAP) vicdana yaslanan seküler etik ile muhafazakârlıktan gelen -az da olsa- dinsel hamiyet de ciddi düzeyde buharlaştı (merkez sağın çöküşü). Katı muhafazakârlığın (Millî Görüş) -para ile tanışma arzusu ve hasreti, diğerleri ile aynı olsa da-; İstanbul başta olmak üzere, Anadolu’daki belediyelerdeki “Hizmet” başarısı (R. T. Erdoğan ve arkadaşları), 2000’lerden sonra siyasi hayatta tekrar siyasal umut haline geldi (AK Parti). 2003-2010 arası, toplumun tümünü kucaklayan bir performans ortaya kondu.

b) 2000 Sonrası Siyaset ve Başlıca Motivasyonları

Birinci husus, Muaviye’nin başlattığı siyaseti “kurnazlık/tuzak kurma” olarak icra etmek, Sünniliğin siyasal tarihini baştan sona kadar -ana hatları ile- keser. Peygambere atfedilen “El- Harbu, hud’atun=Harp, hiledir” hadisi, Sünni teori tarafından siyaseti “harp ve kurnazlık” olarak algılamayı doğurmuştur. Oysa, hadis, o günlerde vuku bulan fiili savaşlar ile ilgilidir ve doğrudur. Savaştaki taktik ve stratejiyi ifade eder. 2010’lardan itibaren de Türkiye’de muhafazakâr siyaset, The Cemaat (Hizmet Hareketi) ve siyaset (AK Parti) koalisyon halinde siyaseti, aleni bir demokratik “yarış” olmaktan çok; “Harp ve Hile (Takiyye)” kabulü/mantığı olarak sürdürmüştür. Türkiye’nin kuruluşundaki kültürel devrim (kurucu-şiddet), zamanla muhafazakâr siyasette “savaş ve kurnazlık” psikolojisini tekrar türetmiştir. Muhafazakârların kavga şairi N. F. Kısakürek, bu savaş psikolojisini, bir beytinde şöyle dile getirmişti: “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes/Ey kahpe rüzgâr! artık ne yandan esersen es.” Siyaseti savaş olarak yürütmek, daima güç, iktidar, zafer, güvenlik-kayıp… kaygılarını önde tutacağı için; toplumun temel ahlaki-hukuki, kültürel, bilimsel, eğitimsel, sanatsal problemleri ile hakkıyla ilgilenemez. Son 20 yıldır yaşadığımız şey, büyük ölçüde bu minvaldedir.

İkinci bir husus, Osmanlıdaki mülkiyet-devlet ilişkisi (mülkün devlete ait oluşu) miras olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne geçtiği için; siyaset, Batı’da olduğundan çok daha fazla “iktisat” ile iç-içedir. Yani iktisadi faaliyet, bireylerde-toplumda olduğundan (özel sektör) daha çok, devlet ve siyasetle ilgili bir kategori olmuştur. Siyasetin, Türkiye’de her şeyden (hukuk-bilim-sanat, din-ahlak) daha fazla önemli olması, bundan dolayıdır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, bu konuyu şöyle izah eder: “İnkâr edilemez ki, konak ve malikâne hayatında yahut yüksek payeli (rütbeli) devlet memurlarının elinde biriken servet/zenginlik (para-mal-mülk), sabırlı bir tasarruf sonunda birikmiş veya yoktan var edilmiş (kazanılmış-İG) değil; bilakis, mevcut bir servet yığının, başkasından alınması, yani sadece el değiştirmesi suretiyle meydana çıkmıştır. Mal ve servet ile içtimai paye ve mevki, -öyle görünüyor ki- yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi, emek ve istihsal (üretim) ölçüsü ile değil; belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst-üste tabakalandıkları ehramın (piramidin) kaide (taban) ve zirvesine yakın bir noktada yer almak sureti ile tayin edilir. Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi iktidar ve nüfuz sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst. 1981. S. 177).

Bu bağlamda, Osmanlı’dan intikal etmiş hazine arazileri hayli zengin bir ülke olan Türkiye’de, siyasi kadroların “kupon araziler (arsa-emlak)” üzerinden bir “İnşaat/Rant Ekonomisi” yürütmeleri, anlaşılmaz değildir. Siyaset adı altında yürütülen “iktisat” faaliyeti, üretim ve katma değer yaratmaktan ziyade; kendi bedeninin etini yemek anlamında bir “gelir transferi” faaliyetidir.

Türkiye’de emek, hizmet, üretim, icat çıkarma ve ticaret gibi “gerçek ekonomik” faaliyet yanında; döviz kuru, borsa, emsal/inşaat, bitcoin, altın, faiz, şans oyunları, uyuşturucu kaçakçılığı… gibi “Beleş=Bi-la-şey”, yani gerçek ekonomik nesnesi olmayan, havadan/spekülatif para kazanmanın ve harcamanın (“Haydan gelen, huya gider”) yaygınlaşmasının tarihi-genetik bir geçmişi vardır. Özel sektörün yürütmekte olduğu ekonomik faaliyetleri yasal olarak onaylaması gereken bürokrasinin kapısında “aracılık” adında yeni bir “iş kolu”nun türemesi de, bu tarihi-politik arka planla ilgilidir. Bu arada, siyasetle iç içe olan mafyöz ilişkileri de anmak gerekir. Hasılı, muhafazakâr tabanın, seçtikleri siyasiler hakkındaki: “Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” mottosu, kendilerinden olmayanların ve kendilerinin tanımı ve onamasını ifade eder.

Üçüncü bir husus, Türkiye’de siyasetin sığlaşmasının ve eğitimin, üniversitenin-bilimin, sorgulamanın, hiyerarşinin değersizleşmesinin önemli nedenlerinden biri de “Çağın-Ruhu (Zeit-Geist)” olan “Post-Modern Durum” dur. Aklın, bilimin, Pozitivizmin, her türlü asalet hiyerarşisinin ve otoritenin/ortadoxinin reddedilerek “Her şey gider” veya Nasreddin Hoca’nın deyimi ile “Sen de haklısın” tutumunun yaygınlık kazanmasıdır. Bu durum, herkesin her şeyi bildiği zannı/vehmi olarak “Enformatik Cehalet”tir. “Post-Truth=Doğruluk Ötesi/Hakikatsizlik” çağı olarak da nitelenen bu dönemde; gerçeklik, alabildiğine çoğaltıldığı ve büküldüğü; buna ilave, narsist bir benlik duygusu eşlik ettiği ve Tanrı-Baba-Toplum-Otorite-Hukuk (Utanma) etkisini yitirdiği, daha doğrusu, hakikate ilişkin ölçü/mihenk/mısdak zayıfladığı için; siyasette “söz verme (muhalefet)” ve “söz tutma (iktidar)” da zayıflamış durumda: “Günümüzde algı, sonsuz dijital ağda oradan oraya atladığından; (Mantıkî-Ahlaki-İG) çıkarsamaya varmaktan acizdir. Kendini tümüyle dağıtmıştır. Çıkarsamayı, düşünce dolu (contemplative) bir çaba becerebilir sadece. Gözleri kapamak, çıkarsamayı temsil eden bir harekettir. Resimlerin ve enformasyonun hızla değişimi gözleri kapamayı, düşünce dolu bir çıkarsamayı imkânsız kılar. Akılcı her şey, bir çıkarsamaysa; “Big Data” çağı, akıldan yoksun bir çağdır.” (Byung-Chul Han, Psikopolitika. Çev: H. Barışcan. İst. 2019. S. 77)

Böyle bir ortamda Sayın Cumhurbaşkanımız: “Ben, bir iktisatçıyım”, “Faiz sebep; enflasyon, sonuç” diyebildi (Nebati yaklaşım). İş çıkmaza girince de, hiçbir şey olmamış gibi, “Rasyonel/Bilimsel Ekonomi”ye (Şimşek yaklaşım) geri dönülebildi. “Dün, dündür; bugün, bugündür” ultra gerçekçiliğinden (!), “Dün aktı, bugün kara” ilkesizliğine varmış durumdayız.

Bu seneki üniversite sınavlarında sorulan 40 tane matematik sorusuna Türkiye ortalamasında sekiz doğru cevap verilmesi; 40 fen bilgisi sorusuna ortalama dört doğru cevap verilmesi…; yüz bin öğrencinin “0” puan çekmesi de, post-modern/post-truth durumun eğitimdeki sonucu veya semptomlarındandır. Geleneksel “ustalık” ile birlikte, modern “meslek”ler de yok olmaya yüz tutmuş; herkesin, her şeyi yapabileceğine inandığı/kendini layık gördüğü sekter/sapık bir aşamaya geçilmiştir. Üniversitelerin sayısı artırılarak, içine düşürüldükleri bilimsel performans durumu, bunun başka bir tezahürüdür. Market-mağaza zinciri mantığı ile “Her ile bir üniversite” projesi, “üniversite”yi bitirmiştir.

2. Türkiye’de Muhalefet

Türkiye’de 1950’lere kadar demokrasilerdeki anlamı ile legal “Muhalefet” yoktu. Çünkü demokrasi yoktu. Yeraltına çekilmiş/illegal bazı tarikat ve cemaatler vardı. 1950’lerden itibaren de 2010’lara kadar gerçek-demokratik anlamda “Siyasi” iktidar da yoktu. Askeri bürokrasinin kontrolünde “Vesayet” rejimi vardı. İktidarın güç/zorla elde edildiği ve “muhalefetin” isyan-fesat-zındıklık olduğu bir tarihten geliyorduk. Görünürde demokrasilerdeki “İktidar-Muhalefet Oyunu” oynanıyordu. Sosyalist sol ideoloji, 1960’lardan 1980’lere kadar “legal-illegal” bir muhalefetti. CHP, demokrasiye geçildikten sonra kendini dünyanın ve Türkiye’nin yeni koşullarına göre yenileyemediği için, “Katır Kuyruğu (Ne uzar-ne kısalır)” mesabesine düştü. Oysa, kendini Avrupa’daki “Sosyal Demokrat” partilere benzer bir duruma getirseydi; demokrasinin “iktidar yarışı” oyununda gerçek bir “Muhalefet” rolü üstlenebilirdi. Buna, 70’li yıllarda “Ortanın Solu” ideolojisi ile yaklaştı; sonra tekrar gericileşti.  “Atatürk-Çağdaşlık-Laiklik” sembolik kapitallerini tepe-tepe kullanmak, bunlardan geçinmek, tek başına bir siyasal “ideoloji” veya “parti” olmak anlamına gelmiyor. CHP’nin son genel başkanı, partinin muhafazakâr kitlelere karşı tarihte reva gördüklerini telafi etmek için “Helalleşme” diye bir öz-eleştiri tutumu benimsemişse de; genel olarak parti, Türkiye’yi kucaklamaktan öte, bir “köşe kapma” oyununa ve mezhep kliğine kaymıştır. Onca yenilgi, partide görev bırakmayı gerektirmiyorsa; post-modern durumda “Kayıp-Başarı”, “Onur-İstifa” kriterleri buharlaşmış demektir.

Son 20 yılda iktidarın, giderek devlet gücü ile aynılaşması, siyasetin “savaş” mantığı ile yürütülmesinden dolayı; muhalefetin silah-teçhizat (ideoloji) gücünden öte; irade gücünü hayli zayıflatmıştır. Fransız filozof A. Badiou’cu anlamda legal-illegal yönleri ile politik bir “olay” olan “Gezi Olayı”nı dışarda tutarsak; demokrasinin aparatları olan sendika-grev, protesto-gösteri, nümayiş ve mitingler (şimdilerde İsrail’de ve Fransa’da olduğu gibi), “Muhalefet” göstergesi olarak yok olmuş-edilmiş durumdalar. Siyaset iddiası/ısrarı/ideolojisi, programı/kimliği olmayan; prestij-para, makam-mevki peşinde koşan, kibir küpü, kifayetsiz muhterislerle dolu.

Milliyetçi-mukaddesatçılık ve dinsel mağduriyet, Türkiye’de -vesayet döneminde- siyasette iktidar olmanın “muhalif” ideolojik payandaları olarak hayli “iş” gördü; -sanal da olsa- “iktidar” çıkardı; “ekmek” yedirdi. Tek başlarına zayıflayınca, sonunda birlikte “Cumhur İttifakı” olarak tekrar “işe yaradı”. Türkiye’de 20 yıldır iktidar olabilecek alternatif bir parti ve program geliştirilemedi. Türkiye’nin içinde bulunduğu entelektüel/düşünsel ve etik kapasite buna yetmedi, yetmiyor. Türkiye’de siyaset (iktidar veya muhalefet olarak) Ülke/Toplum/Vatan “için/uğrunda” bir “dert/dâva”, amaç/gaye olmaktan ziyade; kişisel veya grupsal iş-çıkar, makam-mevki, prestij-itibar için yapılmaktadır. Partiler, şirket; üyeler, ortak; seçmenler, yatırımcılar veya oyunu salt-kişisel menfaat karşılığı “veren” çıkarcılar durumundadır. İstisnaları var tabii. Özetle, merhum şair Abdurrahim Karakoç’un “Vasiyet” adlı şiirinde dediği: … “Ölürsen de, hak yeme; hak yedirme/Aka kara, karaya ak deme/ Adaletten ayrılırsa mahkeme/ Bir hâkime, bir de kanuna tükür…” dediği “idealizm/ideoloji” günleri geride kaldı. Artık, post-modern (ve de post-İslamcılık) bir durumdayız: “Her şey gider/geçerli.”

3. Türkiye’de Devlet Adamlığı

“Devlet Adamı”, -ideolojik tutumundan bağımsız olarak- kendi egosu-ihtirası/güç istenci, çıkarı için çalışan değil; kendini toplumuna, devletine, ülkesine adamış siyasetçi demektir. Devlet adamı, kendi siyasal iktidarından olma pahasına, ülkesi/toplumu ve gelecek kuşaklar için -yakın vadede acı-zarar verse de-, doğru olanı söylemekten ve yapmaktan çekinmeyen siyasetçi demektir. Dünyadan örnek vermek gerekirse: M. Gandi, M.A. Cinnah, N. Mandela, A. İzzetbegoviç, W. Churchill, F. Castro, Y. Arafat… birer “Devlet Adamı”dırlar. Türkiye’ye gelecek olursak: M. Kemal ve İsmet İnönü için bu sıfat rahatça kullanılabilir. Rahmetli Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş için de bu sıfat, -belli ihtiraz kayıtları ile- kullanılabilir. Sonrası için Türkiye’de bir “Kaht-ı Rical=(Devlet) Adamlığı Yoksunluğu” yaşanmaktadır. Hepsi, kurnaz; yani “siyasetçi”dir.

Hukuk-Kurum-Kural ya da Lider-Kahraman-Karizma Olarak ‘Devlet’

İnsanlığın medeni gelişmesi, -toplumsal örgütlenme yani devlet kurma olarak- evrimsel bir süreç içinde kişi kültünden, lider/karizma/kahramanlıktan uzmanlığa, hukuka, kuruma, kurala; tek akıldan ortak akla, zorbalıktan/güç kullanmaktan uzlaşıya/konsensüse/icma’ya doğrudur. Kur’an, “Şûra” ilkesi ile (3/159, 42/38) bu sürece destek vermiştir; ancak, Müslümanlar, bu tavsiyeye kulak asmayıp; ikinci moda devam etmişlerdir (Halife-Sultan-İmam-Zıllullah)

1- KAHRAMAN-KARİZMA-LİDER

Toplumda her türlü ilişkinin, olay ve olgunun kendine has bir tekilliği olup; ahlaki açıdan hakkaniyete dayalı kendine has/tekil vicdani bir çözümü olması gerekirken; İnsan doğasının içgüdüselliği/hayvansılığı, vicdan kapasitesinden daha güçlü olduğundan dolayı, toplumun devamı için “Toplum Sözleşmesi” olarak “Devlet=Hukuk” a ihtiyaç duyulmuş ve icat edilmiştir. İnsanların adalet ihtiyacı, “Hakem” bulmayı; güvenlik ihtiyacı ise, “Kahraman-Kişi-Karizma” yani adam bulmayı intaç etmiştir. İkisini bir arada bulduğu “kişi”ler, dillere destan olmuştur (Nûşîrevan-Hz. Ömer). Kabile hayatında Reisin/şefin; devlet hayatında da Kralın ve ailesinin otoritesi, -özü itibari ile- gücünden ve halkın güvenlik ihtiyacını karşılamasından, onları korumasından doğar. Halk, “sürü” olarak kendine bir “çoban tutar”. Çobanı doğuran, sürüdür.

Sürü, insanların bireysel onur ve sorumluluk taşımamalarından; kurda karşı korunma uzuvları (boynuzları) ve kendilerini koruma cesareti olmamasından doğar. “Sürü, -uzun vadede- kurdu da çobanı da sahibini de besler.” Sürüleşmenin arkasında yatan diğer bir neden, konformizmdir. Kitle/sürü, elini sıcak sudan soğuk suya vurmak istemeyebilir; suya sabuna dokunmayı tercih etmeyebilir, elini taşın altına sokmamayı tercih edebilir, “oyuncu” değil; “seyirci” olmayı tercih edebilir. Çobanlık, zorla elde edilebileceği gibi; gönüllü/seçimle de olabilir. Çoban, “tutulur”. Çobanlık, tarım toplumlarında niteliksiz-mülksüz insanların itibar ettiği –koyunlara karşı- bir sorumluluk mesleğidir.

Bu tarz bir yönetim ilişkisini “Efendi-Köle” veya “Tanrı-Putlar” ilişkisi metaforları ile de izah edebiliriz. Hegel, çatışmada yaralanmayı veya ölümü göze alan “Efendi”; göze alamayan ise, “Köle” olur der. Politik hayatta da muhalifleri veya düşmanları ile çatışmayı göze alan, kahraman/karizma/lider olur; muhalifler, kahramandan korkar, boyun eğer, nefret eder; taraftarları ise, bu güce saygı duyar ve bazıları da tapar. Sümerler’de, Mısır’da, Persler’de, Roma’da, Japonlarda ve Abbasilerde (Zıllullah) Krala Tanrısal nitelikler verilmişti. Şiilerde İmam’a, Tarikatlarda Mehdi, Gavs, Kutup ve Şeyhlere de Karizmatik nitelikler verilmiştir.

Kral/Lider/Kahraman/Karizma, Tanrısal mutlak güce haiz olunca; onunla yakın ilişkide olanlar, avâneleri, aracılar/ortaklar (şirk-et) olarak putlaşırlar. “Şefaatçi”ler olurlar. Hukukun değil; Liderin yetki verdiği herkes (bürokrasi), lideri taklit eder; toplum, mafyalaşır; çeteler, türer. “Hal, sâridir.”, “Balık, baştan kokar”, “İmam, bunu yaparsa; cemaat, daha ne yapar.”, “Kıratın yanında duran ya suyundan ya da tüyünden alır… Özetle, lider, toplumu kendine benzetir. “Araplar’ın, “En-nas, ala dini mülukihim= İnsanlar, meliklerinin dini üzeredir.” sözü, bu gerçeği ifade eder. Bu durum, tersinden de doğrudur: “Tencere, yuvarlanır; kapağını bulur.” Oysa, siyaset felsefesinin dediği gibi: “Kontrolsüz güç, güç değildir.”, “Güç tefessüh eder; mutlak güç, mutlak tefessüh eder.” Tanrı bile, kendini ahlaki kurallarla (sünnetullah) sınırlamıştır. İnsanların da ahlaki/hukuki kurallara uymasını istemiştir: “…Bunlar, Allah’ın koyduğu kurallardır (hududullah), sakın bunları aşmayın; kim bunları aşarsa onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (2/229).

2- KURUM-KURAL-HUKUK

1215’te İngiliz Lordlarının kral John’a kabul ettirdikleri “Magna Carta (Büyük Sözleşme)”, Krallığın mutlak yetkilerinin insanlık tarihinde “Sözleşme/Hukuk” ile ilk defa sınırlandırılması idi. 1789 Fransız İhtilali, krallığın zorla devrilmesi ve yerine halk yönetimi olarak “Cumhuriyet”in kurulması oldu. Giderek Batıda devlet, “Toplum Sözleşmesi (Rousseau)” mantığı/kabulü ile “Anayasa/Kurallar” çerçevesinde bir “Hukuk” aparatı/aygıtı kurumu olarak gelişti. Bunu laiklik, demokrasi ve kuvvetler ayrılığı kurum-kural ve hukuku takip etti.
Devlet yönetimini –bir emanet olarak- alanında uzmanlaşmış, ehliyet ve liyakat sahibi kişilere tevdi etmek, Kur’an’ın da emridir (4/58). Bu da mantıki/zorunlu olarak her iş/alan/sorun için yetki ve sorumlulukları, ahlaki hakkaniyete/hukuka dayalı olarak oluşturulmuş kurallara bağlı kurumlar oluşturmayı gerektirir. Kuralsız, yetkisiz sorun çözme, vicdani olabileceği gibi; keyfi, içgüdüsel ve güç istenci ile de olabilir. Modern toplumun, modern devletin ve bugünkü politik ortamın doğurduğu sorunları, lider/kahraman/karizma ile çözmek, neredeyse imkânsızdır. Ortak akıl, kurum ve konsensüs zorunludur. Hukuk, kurum ve kurallı yönetim, yavaş işler; konsensüs sağlamak zor olabilir, ancak, doğru çözümler üretmek bakımından daha avantajlıdır. Hukuk devletlerindeki “Denge ve Denetleme” kurum ve kuralları, muhtemel zorlukları aşmak için vazedilmiştir. Kişi/Kahraman/karizma/lider, karar vermede hızlıdır, ancak, liderin kapasitesine göre, verilen kararların sonuçları, -geri getirilemeyecek oranda- ağır, tehlikeli ve külfetli olabilir.

3- SONUÇ

Hukuk, özü itibari ile Tanrılık bir iştir. Rahmaniyeti gerektirir. Rahmaniyete özenmedir. Özü, insaf, merhamet ve adalettir. “Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” anlamında “güç istenci” olarak her alanda “Tek-Adam”lık ise, -istiğna ve istikbar olarak- şeytanlığa yakındır. Kur’an, sınırsız güç istenci/tuğyan olarak, “Tağutluk” ile, şeytanlığı bir tutar. (4/60, 5/60, 16/36…)

Türkiye, bir kahraman/liderin (M. Kemal) öncülüğünde “Cumhuriyet” devrimi ile devleti hukuk, kurum ve kurallarla kurma istikametine yönelmiş; ancak, bu kahramanın ölümünden sonra, -ironik bir şekilde- putlaştırılarak yolda kalınmış; bir müddet yalpaladıktan sonra, kişi kültüne -siyaset başta olmak üzere- her alanda geri dönülmüştür. Halkı Müslüman olan ülkelerin çoğunda lider, kahraman, karizma, kral, Ayetullah, kaid, zaim… yani kişi kültü devam etmektedir. Bundan dolayı da kurum-kural ve hukuka bağlı bir “Devlet” kurup, toplumsal güvenlik, adalet ve huzurlarını sağlayamıyorlar.

FETÖ’nün Teolojisi

“FETÖ” olarak kodlanan bu hareket, Sünniliğin Türklerde yaygın olarak tezahür etmiş Tasavvuf boyutundan beslenmiş ve türemiş bir olgudur. Selçuklular döneminde Tasavvuf/Batınilikten türemiş olan Hasan Sabbah ve Osmanlılar döneminde oluşmuş olan Şeyh Bedrettin hareketlerine benzer bir olgudur. “Devir, “Tarikat” devri değil; “Cemaat” devri” diyen Said Nursi’nin oluşturmuş olduğu Tasavvuftan hayli su içmiş “Nurculuk” Cemaatinden türemiş modern bir versiyondur. Diğer cemaatlerden daha güçlü ve itibarlı olduğu için de “The Cemaat” olarak isimlendirildi. Diğer ismi “Hizmet Hareketi” idi. Hareketin ABD/CIA ile ilişkisi/ortaklığı (Simbiyoz yaşam) ileri sürülerek, muhafazakârlar tarafından “kökü dışarda” olarak şeytanlaştırıldı. Oysa, doğru olan durum, bu hareketin kökünün “içerde” olduğudur. Ancak, bunu kabul ettiğimiz takdirde, işin ucu -teolojik olarak- kendimize dokunacağı için, bu cesareti gösteremiyoruz.

Tasavvufun mistik tecrübe boyutunun, Kur’an-Sünnet’in (Şeriatın) dil/gramer-mantık ve fenomenler dünyasına bağlı (ahkâm) boyutunu aşkın, kendine has uçsuz-bucaksız, hadsiz-hudutsuz/sınırsız bir yanının olduğu bilinmektedir. “Melekût (Misal) Alemi”ne muttali olduklarını iddia eden bu zevatın, sözlü “Şatahat”ları malum olduğu gibi; davranış/amel sahasında “İbaha”ları da meşhurdur. Politik alan, normalde Şeriatın dil/gramer-mantık, ahlak ve fenomenler dünyasına bağlıdır. Cemaat, bu alanda liderinin “Melekût/Misal” alemine bağlı (Rüya-Vizyon) epistemolojisi ve ahlakı (ibaha) ile faaliyet göstermiştir. ABD/CIA ile işbirliğini, bu tarz (Batini/sezgisel) bir epistemoloji ile meşrulaştırmıştır: Allah’ın, ABD’yi Cemaatin hizmetine koştuğuna, bundan dolayı da onlarla işbirliği yapmanın meşru olduğuna inanmışlardır. ABD/CIA ise, Cemaati, kendi politik dünya hegemonyası için kullanmıştır. Vaktiyle Alman filozofu Martin Heidegger de, benzer bir mistik tecrübe ile Nazi Nasyonal Sosyalist Partisi’ne katılmıştır. Onda kendi tanrısı olan “Varlık”ın yeni bir tecellisini/tezahürünü görmüştü.

Yaygın resmî tez, Cemaat piramidinin “Altı, ibadet; ortası, ticaret; üstü ise, ihanet” olduğudur. Piramidin tepesi, kendi bilinçaltındaki iktidar ihtirasını, “İmamet/Mehdiyet” dolayımı (“Kâinat İmamı”) ile kutsamıştı. Piramidin tümünü ifade eden deyim: “Hem sevap hem kebap”tır. Cemaatin lideri Fetullah Gülen başta olmak üzere bağlılarının ve sempatizanlarının kahir ekseriyetinin dini bağlamda -kendilerince- davalarında son derece “samimi” olduklarını düşünüyorum. İslam’ı “temsil” yoluyla -“Tebliğ” yolu ile değil- dünyaya yaymak istiyorlardı. Dünyada açılan okulların “misyonu”, kendilerince bu idi. Kendileri Türkiye’de İslam’a “Himmet” ediyorlardı; yurt dışında görev alanlar ise, kendi nitelemeleri ile -sahabeler gibi- “Kardelen”ler olduklarını söylüyorlardı ve buna inanıyorlardı. Yurt dışındaki okulların finansmanının büyük bir bölümünün Anadolu sermayesi ile karşılandığını herkes bilir. Bağışta bulunan sempatizanlar ve bağlıları, bir taraftan “Allah Rızası” ve “sevap” kazanmayı umuyorlardı; aynı zamanda, cemaat içi dayanışma ile de dünyevi/maddi kazanç da sağlıyorlardı. Dershane, Yurt ve Okullarına çocuklarını gönderen ailelerin bir kısmının fakirliği, FETÖ’cü örgütlenmenin “avlanma” mantığını ele verir.

Samimiyet ve Cehalet

Bizim anlamadığımız, “samimiyet”in cehaletle birleşmesi halinde, “ihanet” ten daha ağır sonuçlar doğurabileceği gerçeğidir. Tıpkı erken dönemlerde “Haricilik” mezhebinde, “Hasan Sabbah/Haşhaşi”lerde, “Kilise”de ve günümüzde “IŞİD” örneklerinde olduğu gibi.  Dinde “samimiyet”, tek başına yeterli değildir ve çoğu durumlarda alabildiğine tehlikelidir. Samimiyet, dinde-ahlakta işin yarısıdır (İnneme’l-a’malu binniyet); diğer yarısı ise, işin/amelin sonuçlarıdır (İnneme’l-umuru bilhavatım). Bu yargıların her ikisi de, “Buhari” hadisidir. Yani, samimiyetle büyük günahlar/zulümler işlenebilir; kötülükler, haksızlıklar yapılabilir. Samimiyeti, dindar ve haklı olmanın yegâne ölçüsü haline getiren Sünni bilinç, samimiyetle kötülük işlenebileceğini görmeyip, olayı salt “ihanet”e bağlıyor. İhanet, bile bile, art niyetle kendi zevki-menfaati için başkasına zarar vermek, kötülük yapmaktır. En iyi örneği de “ajanlık”tır.

ABD ile işbirlikçiliği ve darbe teşebbüsünün, “kast-ı mahsus” olmak üzere, taammüden İslam dinine, Türk devletine, Türk milletine kötülük yapmak; millete zarar, acı, ıstırap, sıkıntı vermek için yapıldığı iddiası, bana inandırıcı gelmiyor. Bu durum, yaptıkları eylemin saydığımız sonuçları doğurmadığı anlamına da gelmiyor. “Paralel Yapı” kurarak, “Takiyye” yolu ile devlete sızdıkları doğrudur. Bu süreçteki “İbaha”larını da biliyoruz (soru çalmalar, kumpaslar…). Dostoyevski’nin dediği: “Eğer, Tanrı yoksa; her şey meşrudur” hükmü, tersinden de doğru olabilmektedir: “Eğer, Tanrı varsa; her şey meşrudur.” Cahil-bağnaz dindarların “Allah rızası” için yapamayacakları şey yoktur. Dinler tarihi, bunun binlerce kez şahididir. Çünkü böyle durumlarda “Tanrı’nın Rızası”nı, cahil ve bağnazın zannı-vehmi ve hevası belirlemektedir; Tanrı’nın veya peygamberlerinin dedikleri ve bunun doğru anlaşılması değil.

Devletin, “Vesayet” ekibinden muhafazakârların eline geçmesi için, AK Parti’nin, bu sürece göz yumduğu da bilinmektedir. AK Parti, demokratik prosedürlere uygun/legal yollardan iktidara geldiği halde; Cemaat, illegal yöntemlerle siyaset yaparak, meşrep/metot olarak AK Parti’den ayrı olduğu için, sonunda illegal yöntemle (15 Temmuz Darbe Girişimi) iktidarı AK Parti’den almak isteyerek AK Parti’ye “ihanet” etmiştir. Demokrasiye ve hukuka ihanet etmiştir. Kalkıştığı eylem, suçtur.

Destan-Direniş-Kahramanlık

O gece ortaya konan direniş, yedi yıldır “15 Temmuz Destanı” adıyla “Bayram” olarak kutlanıyor. O gece tam olarak nelerin olduğuna dair karanlık yönler bulunmasına rağmen; şayet darbe başarılı olsaydı, olabilecek felaketler göz önüne getirildiğinde veya o gece ortaya konan direniş hesaba katıldığında, bunu anlamak mümkündür. Bir darbeyi (27 Mayıs) “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlama ile mukayese edince de, darbeye direnişin ve başarının destansılığı, kahramanlığı ve bayramlığı anlaşılabilir. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var: Bu “destan/direniş/kahramanlık”, dışardan ABD’nin veya başka bir düşmanın zorbaca-doğrudan/cepheden saldırısına veya işgal girişimine karşı yazılmadı; baltanın “sapı (vekalet)” bizdendi; kendi vatandaşımız, hatta mezhebimizden olan insanların “dinsel” saikle yüklü bir zorbalığına karşı yazıldı. İslam tarihinde Cemel, Sıffin, Kerbela “destanları” veya “bayramları” yok. Bunlar, Müslümanlardan bir kısmının cehaletle-ihtirasla yoğrulmuş kin/hınç/nefret ve şiddetlerinin yol açtığı trajedilerdir. Bunlardan ancak ibret ve ders alınır.

The Cemaat’in, kuruluşundan beri ABD/CIA’in kucağında olduğunu Türkiye’de başta devlet ricali olmak üzere herkes biliyordu. Laik kesimler de biliyordu; muhafazakâr kesimler de biliyordu. Kurucularından biri olduğum HAS Parti’de bir toplantıda: “Partimizin, bu örgüte karşı mesafesini açıkça ortaya koyması gerekir” dediğimde; bugün AK Parti’de siyaset yapan ağır abilerden işitmediğim azar kalmamıştı. Peki bu suskunluğun, tepkisizliğin sebebi neydi? Reel politiğin icaplarının ötesinde, Tasavvufi tutumu olan Sünniliğin politik alanda “dost-düşman” ayrımı yapma a-politikliği/aymazlığı olmasın? ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne Sünniliğin “İslamcı” kanadının politik teşneliğini de biliyoruz. O zaman, dürüst olmak gerekir. Sünnilerin/Sağcıların -birazı değil- epeycesi yeryüzü tanrısına (!) yalakalık anlamında “Amerikancı”dır. Diğer türlü, Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi nasıl başarılı olurdu?

Demem o ki; FETÖ’nün sulandığı, beslenip büyüdüğü toprak, Anadolu-Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kökü içerdedir. Kendimize toz kondurmamak için, sadece bu yapıyı “şeytanlaştırıp” veya “günah keçisi” yapıp bütün günahları onların sırtına yüklemekle kendimizi temize çıkaramayız. Oturup adam gibi Sünniliğin politik alandaki kodlarını sökmek gerekir. Hâlâ Türkiye’de yetmişten fazla “tarikat”a vücut veren epistemolojisini (Rüya-Sezgi) ve devletten-kamudan geçinen (vakıflar-tahsisler-ihaleler) ahlakını sorgulamak gerekir. Bir “tarikat” grubunun, dinsel sembolik kapital imgesinden (varsayılan saygınlığından) dolayı, kamu kaynaklarından mal-mülk edinmesi, holdingler kurması, dinen “haram”; hukuk devleti açısından da “skandal”dır. Nefis terbiyesi ve züht iddiası ile oluşan sosyal-psikolojik bir olgunun/tarikatın, bugün kibir abideleri ve holdingler üretmesi, kara mizahtır. Aynı şekilde “Gavs” makamında (!) olup, bireylerin manevi-psikolojik hayatlarından öte, ontolojik dünyaya bile tasarruf yetkisinde Tanrısal bilgiyi ve gücü haiz olduğuna inanılan zevatın, politik alanda yarın başımıza yeni belalar açmayacağından kim emin olabilir? “Derviş Devlet” Osmanlı İmparatorluğu’nun politik hayatından çıkarılacak dersler vardır. Akademisyen-Tarihçi Zekeriya Işık’ın yazmış olduğu “Şeyhler ve Şahlar” (İst.-2017), “Devlet ve Tarikat” (İst.-2017) ve “Tekkedeki İktidar” (İst.-2017) adlı kitaplar, bu mevzuda bize ibret alacak zengin malumat vermektedir. Diğer türlü burnumuz pislikten çıkmaz. Devlet yönetiminde eşit vatandaşlık, ehliyet-liyakat, hukuk, emanet, adalet ilkelerini terk edip; sübjektif din saikli (alnı secde gören) ölçülerden (“Biz”den) her zaman hayır gelmez. Allah, emaneti/kamu işlerini “ehline” verin diyor; “sizden (?)” olanlara değil (4/58).

Başımıza gelen bu darbe teşebbüsünün azametini/korkunçluğunu ve o gece Genel Kurmay’ın önünde darbeye direnirken üzerimize FETÖ’cülerin kullandığı helikopterlerden yağan kurşunlar arasından çıkmış birisi olarak, kendimi Nietzsche’nin -Hristiyan-Tanrı’nın (imgesinin) Ölümünü/çürümesini haber veren “Kaçık Adam”ına benzetiyorum: “Kaçık adam, onların arasına sıçrayıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’” diye sorar. “Şunu da söyleyeceğim: Onu biz öldürdük; sizlerle ben! Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün bir ufku silmemiz için elimize bu süngeri (Teoloji-Mistisizm, İG) kim verdi? Dünyayı güneşin zincirlerinden koparırken, ona ne yaptık? Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz nereye gidiyoruz?… Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık, daha çok gece gelmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duyuyor muyuz? … Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü, gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı; kim temizleyecek bu kanı elimizden?… ” (Martin Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü. Çev: Levent Özşar. Bursa. 2001. S. 16-17).

Muhafazakârlık, Milliyetçilik ve Çağdaşçı Sekülerlik Kapanında Türkiye

1912’lerde Hamdullah Suphi ve Yusuf Akçura önderliğinde kurulan “Türk Ocakları”nın amacı, dağılmakta olan imparatorluğu kurtarma çabası olarak tezahür eden “Üç Tarz-ı Siyaset”ten İmparatorluğun “Asli-unsuru” olan Türkleri öne çıkarmak, ona dayanmak, ona bir kimlik kazandırmak (milliyetçilik) ve kurucu unsur haline getirmekti. İttihat ve Terakki partisi, üç tarzı siyaseti sentezleme çabası olarak çaba gösterdi. Kurulan yeni devlette bu sentez, bir nevi mevcuttu.

1- ÇAĞDAŞÇI-SEKÜLERLER

Osmanlı toplumu, her alanda skolastik (tedrisatçı, tahsilatçı, taklitçi/tekrarcı (“Bizim oğlan, “Bina” okur; döner döner yine okur”) kendini yenilemeyi başaramadığı için, bir organizma/beden olarak çöktü. “Hasta Adam”, ölümünden önce birtakım gayretlerde bulunduysa da (Tanzimat-Islahat Fermanı, Meşrutiyet, Mecelle…), çöküşü engelleyemedi. İttihat ve Terakkinin pragmatik/gerçekçi kanadının öncülüğünde Anadolu coğrafyasını kurtarmayı başardık. Kurtuluş savaşının önderlerinden olan bu pragmatik kanat (M. Kemal ve arkadaşları) bir kültür devrimi ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Tarihsel kimliğin/kültürün mevcut hali ve her alanda yükselen Batı, bu öncüleri ciddi düzeyde etkiledi. Ne Batıyı hakkı ile tanıma; ne de kendi kimliklerini öz-eleştiriye tabi tutacak entelektüel vüsatları ve zamanları/fırsatları olmadığı için; -“to be or nat to be” saiki ile- yeni kadro ve yapı, bir “Mutasyon” olarak doğdu: Ne bu-ne o/hem bu-hem o. Bu arada, “Mutasyon” olgusunun, sadece Türkiye’nin kaderi değil; Batı karşısında bütün Asya toplumlarının kaderi olduğunu belirtelim (Daryuş Şâyegân, Batı Karşısında Asya. Çev: Doç. Dr. Derya Örs. İst. 2008. S. 87 vd). Aktif düşünme geleneğinin, öz-eleştiri cesaretinin olmaması, M. Kemal’in ölümünden sonra bu yapıyı dondurdu-dogmatikleştirdi. Şahsını da fani-mümtaz bir “kişi” olmaktan çıkarıp “kült”e dönüştürdü. Bu yeni kadroların, Batıda olup bitenleri aktif-özne olarak takip etme kapasitesi olmadığı gibi; kadim kimlik kodlarını da baskılayarak halının altına süpürdü. Mütedeyyin halkın sembolik kapitallerine dokunulmuş olması, onlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmıştı. Yeni toplum, şizofren olarak doğdu.

2- MUHAFAZAKARLAR

1950’lerden itibaren demokrasiye geçişe paralel olarak –Amerikan etkisi altında- kadim kimlik kodları, Tarikat-Cemaat ve Siyaset olarak geri döndü. Kadim devlet-toplum-insan yapısını çökerten kavram ve kurumlarında hiçbir yenilik, tecdit, ıslah, bakım yapılmadan, anakronik olarak ortalıkta arz-ı endam etmeye başladılar. Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi, Türk muhafazakârlığı-mukaddesatçılığını hamasi bir “sağcılık” olarak şekillendirdi.

1980-2000 arasında muhafazakârların biraz “düşünce” ile tanışma fırsatı oldu. Dergiler, yayın evleri, paneller, sempozyumlar, konferanslar ile düşünce hayatında bir canlılık vardı. 2000’lerden itibaren Takiyye/Siyaset, “Gömlek Değiştirme” ve “Paralel Yapı” olarak iktidara geldikten sonra, ilk on yılda ayağına bir yer edinip, sonra da “Cemaat” ve Tarikat-Siyaset (AK Parti) kanatları arasında bir iç-çatışmadan (15-Temmuz Darbe Girişimi) sonra; Cemaat kanadı püskürtülüp, Tarikat-Siyaset kanadı/koalisyonu mutlak iktidar oldu. N. Fazıl Kısakürek’in şiirlerinde dile getirdiği (“Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya”) hınç-kin ve rövanş tutkusu, politik faaliyetin temel motivasyonu haline geldi. “Halife-Sultan” kişi kültü ve politik hafızası, “Dik Duran” bir “Lider” bulduktan sonra, yirmi yıldan fazladır peşinden ayrılmıyor. Kabaca yüzde elli olan bu seçmen kitlesinin önemli bir kesiminin desteğinin üç farklı motivasyonunu birbirinden ayırmak mümkündür: 1- Çağdaşçı elitler, siyasiler ve askerler tarafından geçmişte aşağılanmışların ve onların çocuklarının rövanş duygusu. 2- Partinin, oy beklentisi ile kamu bütçesinden yaptığı sosyal yardımlarından nemalananlar (yaklaşık yirmi milyon olduğu söyleniyor) veya partili yakınları ile iş bulanlar (İş bulma kurumu): “Al gülüm-ver gülüm”. “Win-Win”. 3- Devletten “Vakıf-Dernek” aracılığı ile mülk ve imkân devşiren Tarikat ve Cemaatler. “Dava”, iaşedir; İslam ise, cilası: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.” Bu arada, son bir yılda Meksika sınırından Amerika’ya kaçak yollarla girip yakalanan işsiz Türklerin sayısının 20 bin olduğunu hatırlatalım. Normal demokrasilerde on defa hükümet değişmesine sebebiyet verecek politik-iktisadi hatalar yapılmış olmasına rağmen (Fetö, Açılım, Suriye, Enflasyon,…) muhafazakâr seçmenin memnuniyetinin arkasında –muhalefetin çapsızlığı kadar- yukardaki “temelli” saikler mevcuttur. İki binlerin başında Liberal-Demokrat olarak siyaset yapmaya başlayan Ak Partisi, orta dönemlerinde İslamcılık-Ümmetçilik/Yeni Osmanlıcılık evresinden geçerek (bu politikanın duvara toslaması ile), sonunda popülist milliyetçiliğe demirledi.

3- MİLLİYETÇİLER

Türk Milliyetçiliği, seküler “Ulusçuluk” olarak CHP de kristalleşirken; “Sağcılık” olarak DP-AP-ANAP da “Mukaddesatçılık” olarak da MHP de kristalleşti. MHP ve “Ülkü Ocakları”, 1980 öncesi Komünist-Sosyalist sola karşı para-militer bir direnç olarak işlev görürken; 1980 sonrasında ise PKK ve Kürt Milliyetçiliğine karşı bir direnç noktası oluşturdu. Bir dönemler memleketi ve milleti karşılıksız seven “Ülkücü”ler (“Vatanım, ha ekmeğini yemişim; ha da uğruna bir kurşun”), Pandemi ve ekonomik kriz sonrasında bıçkın olanlar “mafyatik” ilişkilere terfi ederken; mesleksiz/masum olanlar, polis-bekçi ve uzman çavuş olarak iş bulabildiler.

Kürt sorununun şiddete/teröre dönüşmesi, politik düşünceyi/konuşmayı zaten bitirmişti. İki binli yıllardan sonra başvurulan “Açılım “projesinin akamete uğraması, konuşmayı toptan bitirdi.

4- SÖZÜN-DİNLEMENİN BİTME SÜRECİ

İki binli yılların başında Muhafazakârlar ile çağdaşçı laik-liberaller arasında fikir alış-verişi mevcuttu. Muhafazakârların muktedir olmasına/ayağının yer etmesine paralel olarak, konuşma zorlaştı. The Cemaat ile Ak Partisi arasında da –vaktiyle- bir konuşma mevcuttu. Cemaatin güçlenmesine paralel olarak bu konuşma da zorlaştı ve sonun da şiddet kullanımına vardı. Cemaat, tasfiye edildikten; Ak Parti de sayın R. T. Erdoğan’ın kontrolüne tamamen geçtikten sonra, muhalefete karşı kullanılan dil sertleşti. Bu da karşı tepkiyi doğurdu (“Erdoğan Karşıtlığı”). Politik iktidar zamanla kendi medyasını oluşturdu (Yandaş Medya). Muhalefet de kendine göre bir medya oluşturmaya çalıştı. Böylece “karşılıklı konuşma” bitti. İktidar ve muhalefet, kendi içinde konuşmaya başladı: Tartışma programları “Körler, sağırlar; birbirini ağırlar” a dönüştü. Televizyon kanallarının “Demirbaş” dibek döğücü (konuşmacı) ekipmanları türedi. Eskiden, herkesin dinlediği, düşüncesine itibar ettiği aydınlar, entelektüeller, sanatçılar, siyasiler vardı. Zıt görüşlerin birbiri ile tartıştığı kültürel, teolojik, politik programlar olurdu (“Siyaset Meydanı”, “Ateş Hattı”, “Aykırı Görüş”, “Teke Tek”, “32. Gün”…). Şimdilerde böylesi bir ortam neredeyse kalmadı. Sanat, kültür, düşünce ve üniversite çevreleri de buna göre vaziyet aldı. Muhalefetin kendi içinde Muhafazakâr (SP-GP-DEVA), Milliyetçi (İYİ Parti) ve Çağdaşçı-laik (CHP-HDP) olması, kendi aralarında zayıf da olsa, bir konuşma ve düşünce alış-verişi yapmalarına imkân verse de iktidar ile muhalefet arasındaki konuşma imkânı neredeyse tümden tükenmiş durumda. İktidar-muhalefet arasındaki son seçim yarışı dil olarak: “Vatansever-Vatan haini”, “Yerli-İşbirlikçi”, “Dinli-Dinsiz” …yaftalarına dönüştü.

5- ÇIKIŞ YOLU

Siyasetin entegrist/fundamantalist/dogmatik –ideolojik-düşünsel olmayan- “Ölümcül Kimlikler” (A. Maalouf) üzerinden yapılması, demokrasiyi tahrip eden temel husustur. Demokrasilerde siyaset ortak güvenlik, ortak maslahat, ortak gönenç üzerinden uzlaşı ile yapılır. “Vatandaşlık”, ülkede yaşayanların eşitliğini ifade eder. Bu eşitlik Anayasa, Hukuk ve Bürokratik Kurumlarla garanti altına alınır. “Parti”ler, birbirine kin/hınç/nefret duyan birer “Klan/Kabile” değil; ülkeye hizmet etmek isteyen yurttaşların üzerinde konsensüs sağladıkları programlar etrafındaki örgütlenmeler; siyaset ise, birbirleri ile yarışmalarıdır. Siyasetin etik özü Batılı anlamda “Honorial Duty”; İslami anlamda ise, “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” Batılılar ve Müslümanlar, bütünü ile böyle siyaset yapıyorlar demiyorum; ancak, demokrasi, “Açık Toplum” oluşturmanın medeni bir aparatı/prosedürü olarak Batılılar tarafından geliştirilmiştir. Haklarını yemeyelim: Dinin yarısı insaftır.

Yurttaşlık, etnisite/dil gibi “verili” kimlik bileşenleri ötesinde şahsiyet/benlik/karakter/kişilik; ötekine açık olmaklık, müzakere, dinleme, konuşma, eğitim ve düşünme ile sürekli gelişmesi, genişlemesi ve büyümesi gereken bir süreçtir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma” matah bir şey değildir.

İslam, katı-muhafazakâr/gelenekçi/sünnetçi/taklitçi” Cahiliyye” toplumunu, binlerce kez düşünmeye-dinlemeye, görmeye (Rey) tartışmaya/müzakereye, diyaloğa çağırarak, karşıtı olan medeni bir “Müslüman/Mü’min” toplumu oluşturdu. Allah’ın kendisi de toplumdaki herkesi “dinleyerek (3/181, 58/1) onlara makul-mantıklı cevaplar verdi. Ezber/hafıza yerine; aktif-diri vicdanı önerdi. “Sözleri dinleyip en güzeline uymak” (39/18) İslam’ın kimlik oluşturma “teknolojisi”dir. Siyasette aynı tutumu, “Şura” kavramı/edimi ile başta peygamber olmak üzere müminlere tavsiye etti (3/159, 42/38).

Bugün Türkiye’de siyaset ve kültür alanları adeta “Yer, demir; gök, bakır”, kasvetli/karanlık, müstağni/mütekebbir (Narsist), az anlayan-bol yargılayan, “Gönül Coğrafyası”ndan bahsederken; burnunun dibindekini görmeyen, cepheleşmiş (ittifaklar), sürekli iç-düşman/terör örgütleri yaratan, ötekini duvar/tehdit olarak gören, şizofren bir ortam mevcuttur. Siyasi kamplaşma, toplumu esir alarak kültürü-sanatı, teolojiyi-tartışmayı, konuşmayı-dinlemeyi, anlamayı, öz-eleştiriyi bitirerek sosyal medyada (“Bataklık”) ve medyada dırdırı-gevezeliği, kakafoniyi, küfürbazlığı tavan yaptırdı.

Medeni olmanın bir ölçütü, insanların aralarındaki ortak paydalar alabildiğine az olmasına rağmen; ortak hareket edebilme kabiliyetleridir. İlkel olmanın bir ölçütü de, insanların aralarındaki ortak paydalar, alabildiğine fazla olmasına rağmen; ayrı ayrı hareket etmeleridir. Medeni miyiz yoksa ilkel miyiz?

Türkiye’de Siyaset-Hukuk Dengesi(zliği) Üzerine

1-TANIM VE TARİH

Siyaset, organizmaların ve organizasyonların, toplulukların ve toplumların hayatta kalma, kendi olma, av bulma-av olmama, gelişme, güçlenme, palazlanma, hegemonya kurma içgüdülerinin bir tezahürüdür. Özünde biyo-ontolojik bir mevzudur. Platon, Aristo ve İlahi dinler, bu çabaya “Ahlaki” bir çerçeve çizmeye çalışmışlardır. Makyavelli ve Carl Smith, siyasetin amacını “Başarı” olarak kodlayıp içgüdüyü (Dost-Düşman) meşrulaştırmışlardır. Yunanlılar, içgüdüsel olanla ahlaki olanı sentezlemeye çalışan çeşitli siyaset tarzları/yönetim şekilleri denemişlerdir (Tiranlık, Oligarşi, Demokrasi, Aristokrasi…). Doğu toplumlarında da Tanrısal/ahlaki olan ile içgüdüsel olanı sentezleyen “Çoban-Sürü” kodu geliştirilmiştir. İnsanlık tarihinde “İmparatorluk” yapıları, Tiranlık ile Tanrılığın sentezi olarak çeşitli görünümler almıştır (Kayser, Kisra, Kral, Şah/Padişah, Firavun, Sezar, Papa, Sultan, Halife/Zıllullah…) Hammurabi ile başlayan “Hukuk” yapma faaliyeti, Roma İmparatorluğunda geliştirilerek siyaseti nispi olarak sınırlandırmaya başlamıştır.

Yunanlılar, “Demokrasi” yönetim tarzı ile halkın bir kesimini (erkek, hemşehri, hür, erişkin) yönetimde söz sahibi kılmaya çalışmışlardır. 1889’daki Burjuva sınıfının yapmış olduğu devrimden sonra Krallık ve Kilise devrilmiş; yerine halk meclisi/parlamento kurulmuş; önce cumhuriyete, sonra da tedrici olarak demokrasiye geçilmiştir. Milliyetçilik ideolojisinin yükselmesi ile “Ulus-Devlet” yapısı, başat kurum olmuş; “Hukuk”, Burjuva sınıfının ve egemen etnik grubun/dilin hegemonyasında şekillenmiştir. İki Dünya savaşından sonra da Demokrasi, Laiklik, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, İnsan Hakları, Avrupa ve ABD’nin kendi içini-evini dizayn eden kavram ve kurumlar haline gelmiştir. Avrupa’da ve Amerika’da siyaset, partiler olarak örgütlenen ideolojilerin veya iktisadi sınıfların, hükumet etme/devleti yönetmesi (Yürütme) olarak tezahür etmektedir. Yargı (Hukuk), siyasetin dışına çıkarılmış; Yasama (Kamusal Hukuk) ise, iktidar ve muhalefetin ortaklaşa/uzlaşı/oylaması ile gerçekleştirdikleri bir süreçtir. Dış politikada ise, egemen olan ilke: “Dost-Düşman” “Makyavelizm”, “Av bulma ve av olmama”dır yani “Tuzak Kurmak (Diplomasi)”dır.

Kur’an, Yemen bölgesinde Milattan önce kurulan Main ve Sebe Krallıklarında uygulanan (27/35) “Şûra”yı Müslümanlara tavsiye etmiştir (3/159, 42/38). Ancak, Müslümanlar, bu ilkeden Kurumsal/Hukuki bir yapı icat edememiş (Dört Halife Dönemi); sonunda civarda olan (Pers-Bizans) krallık yapısını (Saltanat) ve kutsama (Halifelik) faaliyetini tercih etmişlerdir. İslam Dünyasına hâkim olan Araplar, Türkler ve İranlılar tarih boyunca bu yönetim biçimini sürdürmüşlerdir (Emevi-Abbasi, Selçuklu-Osmanlı, Safavi…)

Kur’an, siyaseti emanet, ehliyet/liyakat, adalet/hukuk gibi ahlaki ilkelere bağlar. Buna “Rahmani Siyaset” diyebiliriz. Allah, 610-632 arasında hazır bulunmuş; bu süre zarfında cereyan eden siyasi olaylara-savaşlara müdahale etmiş ve direktifler vermiştir. Bu siyasetin icra edilme şekli de “Şûra”dır. Yani eşitlik. Toplumdaki herkes, sonucu gelip kendine dokunacak toplumsal sorunlarla ilgilenmek, sahaya inmek, elini taşın altına sokmak, sorumluluk almak zorundadır. Böyle de olmuştur.

Emevilerin, Bizans etkisi ile yönetimi Saltanata dönüştürmelerinden sonra; Abbasiler, Pers/İran etkisi ile yönetimi kutsallaştırdılar (Hilafet-Zıllullah). Selçuklular ile “kutsiyet”, kişi kültünden (Halife) “Devlet”e geçti. Türklerin Hakanlarında/Kağanlarında/Hanlarında gördükleri “kut”siyet (“Başın sağolsun”), devlete yeniden İslami bir bağlamda intikal etti: “Kutsal/Âli/Yüce Devlet”. “Hikmet-i Hükumet”. “Ya Devlet başa; ya kuzgun leşe.”

2- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Kendini koruma, kollama (güvenlik), geliştirme, zenginleşme olarak siyaset, meşru bir çabadır. Ancak, bünyesinde cehaletle birleşen bir samimiyet, sınırsız güç istenci ve muhaliflerini kandırma gibi “Şeytanilik” potansiyelleri barındırır. Hukuk ise, doğası gereği, bu şeytanilikleri önleme ve sınırlandırma çabası olarak “Rahmanilik” taşır. Hukuk, bu niteliğini insaf, vicdan, adalet, rıza, oydaşma aracılığı ve kurum-kurallarla yapar. Hukukta güç istencinin tezahürü olan kişi kültünün, karizmanın, kahramanın oluşması engellenir. Siyaset, kendini hukuk ve ahlak ile sınırlamadığı takdirde, şeytanileşir. Rahmanilik, siyasette dahi olsa, kendini/gücünü, ahlaki kurallar ile sınırlamaktır (Sünnetullah). Dış Siyasetin alanı, bazen veya daima “Kurtlarla Dans” olsa da; Rahmanilik, “Kurt Kanunu” olarak düşeni yememektir. İç siyaseti, sınırsız güç istencinden korumanın yolu, Anayasa/Hukuktur. Siyaset, dinamik; hukuk, statiktir. Siyasette yapılan hatanın telafisi yoktur. Hukukta ise, daima düzeltme imkânı/potansiyeli mevcuttur. Hukukun kökeni, ahlaktır (adalet idesi); güç istenci ve kişi kültünün egemen olduğu siyasette güç zehirlenmesi, mutlaklık ve tanrılık taslama tehlikeleri oluşur. Avrupa’da “Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı” ilkesi, bu tehlikeyi bertaraf etmek için geliştirilmiştir.

İslami açıdan Dış politika/Diplomasi, toplum-ülke güvenliğini korumak ve meşru çıkar elde etme faaliyetidir (60/7-9). Dış politikanın bir parçası olan “İstihbarat” faaliyetleri ise, başkalarına tuzak kurmak, av bulmak, avlanmak değil; avlanmamaktır: “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193). “Ey iman edenler, anlaşmalarınıza titizlikle uyun… Sizi Mescid-i Haramdan alıkoyanlara karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva üzere yardımlaşın; ama, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” (5/2). Siyasetin aleni olarak Din (Tanrı-Hakikat) üzerinden dolayımlanması din istismarı, otoriter dogmatizm ve totaliter zorbalık/şiddet doğurur. Dinler tarihi, bunun şahididir. “Rahmani Laiklik”, yaptıklarını makul-mantıklı bir dille maslahat-mefsedet, zaruret-imkân/ibaha, menfaat-mazarrat açısından ahlaki gerekçelerle ortaya koymaktır. Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı da budur.

Hukuk, Marxist jargonla siyasal egemenin-sınıfın kadife kaplı sopası olmak zorunda değildir; Hukuk, “bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu…; kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamaktır.” (Frederic Bastiat. Hukuk. Çev: Y. Arsan-A. Yayla. 2015. Ank. S. 14-15)

3- TÜRKİYE GERÇEĞİ

Osmanlının çökmesi ile kurulan yeni “Ulus Devlet”, rejim olarak “Cumhuriyet” ve “Tek Parti” yönetimi olarak şekillendi. “Hukuk” da bu yapı tarafından şekillendirildi. 1950’lerden sonra çok partili demokrasiye geçişle birlikte siyaset ve hukuk, askeri “Vesayet” tarafından etki altına alındı ve çeşitli “Darbe”ler yapıldı. İki binli yılların başından itibaren, görece siyaset ve hukuk, bağımsızlaştı. 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra ise, giderek siyaset güçlendi ve hukuk gerilemeye başladı.

Bir toplumda iç siyasetin yoğunluğu-yaygınlığı, toplumun ihtiyaç duyduğu sosyal-psikolojik, kültürel, ideolojik, kimliksel konsensüsün/uzlaşmanın sağlanamadığının göstergesidir. Teamüllerin, kuralların, kurumların (bürokrasi) egemen olduğu toplumlarda siyasetin rolü ve gündem oluşturması zayıftır. Herkes, kendi işine bakar. Siyaset, toplumu meşgul etmez. Siyasetçiler, kendilerini toplumun en “önemli” kişileri sanmaz.

Devletin cesametinin büyük ve kutsiyetinin olduğu toplumlarda siyaset güç, itibar-çıkar sağlamanın bir yoludur. Mesleği-mahareti ile topluma hizmet edemeyen küheylanlar, siyasete üşüşür. Toplum mühendisliği ile topluma şekil-kimlik vermeye kalkışan ukalalar, devleti ele geçirmeye çalışır.

Osmanlının katı gelenekçi kültür yapısı, devletin çökmesini doğurmuştur. Modernleşmeci İttihatçılar, bir Kültür Devrimi yaparak tarihe tutunmaya çalıştılar. Bu da, toplumda bir kimlik krizi doğurdu: “Laik-Muhafazakâr”. Ulus Devlet ve Milliyetçilik ideolojisi, ikinci bir kimlik krizi doğurdu: “Türk-Kürt”. Kutsal Devlet geleneği, başka bir ihtilaf yarattı: “Gece Bekçisi/Liberal Devlet- Kutsal/Baba Devlet”.

Bugün Türkiye’de Siyasetin yakıcı yoğunluğu, bu arka plana bağlıdır: “Kimlik Siyaseti”. Bu ortamda medeni bir toplum oluşturmanın yolu, Hukuk çerçevesinde siyasal tartışma ve müzakereden geçmektedir. Hukuku dışlayarak salt “siyasal olan”a yoğunlaşmak, barbarlık ve iç savaş potansiyeli taşır.

İttifakların Politik-Ahlaki Sosyolojisi Üzerine

Seçimi ufak-tefek olayların dışında “oylama kurallarına” uygun olarak ve yüksek bir katılımla tamamlamış olmamız, medeni kriterler açısından toplumumuz adına övünülecek bir husustur. Sonuç, milletimize hayırlara vesile olsun. Küresel düzlemde bu seçim, “Doğu-Batı” arasında bir seçim hüviyetini haizdi. Şöyle ki: Rusya, Çin, Türk Cumhuriyetleri, Afganistan/Taliban, Körfez Arapları, Balkanlardaki Müslüman azınlıklar, Cumhur İttifakı’nı; ABD, AB ve İsrail, Millet İttifakı’nı destekledi. Bunun analizi, ayrı bir konu. Oraya girmeyeceğim.

Kapitalizm çağında, teknolojik düşünmenin, -insan dahil- her şeyi stok, rezerv, kaynak, teçhizat, araç, fayda olarak gördüğü; insanlığı bir ipekböceği kozası gibi çepeçevre kuşattığı (Ge-stell/Heidegger); her şeyin haz-hız, üretim-tüketime endekslendiği bir ortamda; Türk Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu travmanın tezahürleri, -bir mutasyona uğramış olsa da- hâlâ devam ediyor. Toplumumuz, ana hatları ile laik-muhafazakâr olarak ikiye bölünmüştü. AK Parti’nin, daha doğrusu çatal yürekli/delikanlı/Kasımpaşalı/Reisin 20 yıllık başarısı, kapitalizmin/teknolojinin kitlelerde yaratmış olduğu “arzu” ile; “kadre uğramış” olduğuna inanan muhafazakâr kitlelerin “kültürel/dinsel” taleplerini birlikte karşılıyor olmasıdır. Bu gerçeklikle birlikte, “Yurdum İnsanı”, yüz yıllar, hatta bin yıllar boyunca gadre uğramanın karşısında hayata tutunmayı “akıllıca” zaten öğrenmişti. Buna amiyane deyimle “fırsatçılık” diyoruz. Şu deyimler, bu gerçeği ifade eder: “Gelene ağam, gidene paşam”, “Gemisini yürütene ‘kaptan’ denir”, “Her koyun, kendi bacağından asılır”, “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’ diyeceksin”, “Nerede beleş, orada yerleş”, “Salla başını, al maaşını”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun”, “Şık şık eden nalçadır, işi bitiren akçedir”, “Bükemediğin eli öpeceksin”, “Benim memurum, işini bilir”, “Ayağıma yer ediyim; bak sana neler edim”… Kısaca, ne pahasına olursa olsun, gücü tanımak/tapınmak ve hayatı devam ettirmek için, ona boyun eğmek, bir seciye-karakter halini almıştır. Deprem bölgelerinde felaketin ağırlığında AK Parti’nin 20 yıllık imar affı ve depremin ilk iki günündeki gecikme mesuliyetini unutarak Reisi desteklemeye devam etmesi, halkımızın Reise güvenmesine ve “ölenle ölünmez” ferasetine bağlıdır. “Anadolu İrfanı” denen şeyin yarısı, dini hamiyet ve vatanperverlik ise; diğer yarısı da, bu “işini bilme”, “işine gelme” ve “işine bakma”dır. Bir dönemler iktidarla “illegal” yöntemlerle iş tutup, sonra iktidar-çıkar kavgası yüzünden dışlanan grubun (The Cemaat) “tape”lerine veya kişilerin (S. Peker, M. Yakut, A. Yeşildağ) videolu “ifşaat”larına, muhafazakâr halkımız iltifat/itibar etmemiştir.

İttifaklarda “parti” kavramı, 2000’in başına kadar olan “ideolojik” içeriğini büyük ölçüde yitirmiştir. Genellikle, kişi kültü öncülüğünde bir “anonim şirket”e dönüşmüştür. Parti üyeliği veya taraftarlığı, artık ideolojik anlamda “partizan” anlamından daha ziyade; itibar, iş, ihale, istihdam elde eden; vakıf-dernek aracılığı ile menfaat temini, mülkiyet transferi demektir. Artık, kendini davasına adamış “militan-mücahit” yoktur; sosyal medyada “trol” vardır. Artık politik “slogan atma” yoktur; ağız dolusu sinkaflı- bolca “küfretme” vardır.

Bu seçimde ittifaklar, Kürt halkının taleplerini demokratik ilkeler çerçevesinde Türkiye’nin bütünlüğüne bağlama çabası yerine; onları (HDP ve HÜDA PAR) ötekileştirerek, “terör (PKK-Hizbullah)” üzerinden kriminalize ettiler. Siyaset, sorun çözme sanatıdır; beton dökme ameleliği değildir. HDP’nin, terör (PKK) ile arasına bir mesafe koyamaması da, onların demokratik zaafıydı. HÜDA PAR, bu mesafeyi koyabildi.

Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayının birinci turda HDP’nin oylarına talip olmasını, sayın Erdoğan, abartarak “vatan hainliği” olarak lanse etti ve halkı korkutarak sonucunu aldı. Din istismarı (Allah, ezan, cami, din-iman, Bakara-makara…) Cumhur İttifakı’nın başarısında ikinci etkendi. İşin kolayına kaçarak geleneksel dini bilinci-hafızayı rehabilite etme teşebbüsünde bulunmadı. Ondan geçinmeyi tercih etti. Genel ekonominin kötüye gitmesinin, “partili” tabanda yarattığı olumsuzluk, partili olmayanlar ile aynı düzeyde olmasa da; yine de muhafazakâr kitle, “soğan” yerine; “vatan”ı tercih etmiştir. İktidarın seçim sürecinde devletin bütün imkânlarını propaganda için kullanması; yarışın, hakkaniyet ölçüleri içinde yapılmadığının bir göstergesiydi.

Millet İttifakı’nın Bileşenleri

Millet İttifakı’nın öncüsü CHP, Kültür Devrimi’nin yaratmış olduğu seküler mutasyonun kristalleşmesidir. Batılılaşmış, muhafazakâr halka tepeden bakan, onu aşağılayan, onun, demokratik prosedürle işbaşına getirdiği iktidarlara sürekli “darbe” yapan askeri vesayet zihniyetinin politik tezahürü. CHP, M. Kemal’in yaptıklarını tartıp onu aşamayan, geliştiremeyen, onunla yarışamayan, onu bir totem ve tabuya dönüştüren muhafazakârlıktır. Kemal Kılıçdaroğlu ile (Helalleşme) bu tutumundan vazgeçme niyetini ortaya koysa bile; bu, sağcı-muhafazakârlar tarafından fazla itibar edilmeyen bir atraksiyon oldu. Ordunun, “vesayet” güvencesi olmaktan çıkması, CHP’yi demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla (parlamento, hukuk, eşitlik, adalet) savunmaya doğru evirdi. Kılıçdaroğlu’nun, girdiği onca seçimde ortaya bir “başarı” koyamamasına rağmen genel başkanlıktan çekilmemesi, “Kurultaylar Partisi” geleneğine ters bir tutumdur. Başarısız “dürüstlük”, toplumumuz tarafından genellikle satın alınmamaktadır; itibar görmemektedir. “Kendisi yesin; bizi de görsün-doyursun”, halkımızın genel kabulüdür: “Bal tutan parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”, “Win-Win”.

Millet İttifakı’nın ikinci bileşeni olan İYİ Parti, MHP’nin “taşralı” zihniyetinden kopup merkeze kayan, şehirli, eğitimli, orta-sınıf, yüzde10 bir kitledir. Demokrasiyi, laikliği ve hukuk devletini, yerli değerlerle (din-milliyetçilik) sentezleme teşebbüsüdür. Genel başkanının kadın olması, -İngiliz politik kültüründe olduğu gibi- uzlaşıyı ve toleransı temsil eder. İttifakın HDP ile temasını gerekçe göstererek partiden istifa eden Yavuz Ağıralioğlu da oldukça ılımlı bir isimdir.

Millet İttifakı’nın üçüncü bileşeni olan SP, DEVA ve Gelecek partileri ise, AK Parti’nin 20 yıllık iktidarında kişi kültü, hukuksuzluk ve yolsuzlukları gerekçe göstererek oradan kopup demokrasi, laiklik (dini istismar etmeme), hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık ve adaleti savunan muhafazakârları temsil ediyor. Kişi kültüne karşı çıkmalarına rağmen; kendileri eşitler arasında birinin sözcülüğünde bir konsensüs/icma/birlik sağlayamamışlardır.

Millet İttifakı’nın sol-sosyalist/komünist bileşenine gelecek olursak; onlar da dinsiz-imansız-Allahsız salt vicdandır. Kapitalizme, ekonomik sömürüye, ırkçılığa ve din sömürüsüne karşılar. Haklılar; ama, bu topraklarda pek bir alacakları yoktur.

Muharrem İnce’ye reva görülen “Kaset Kumpası”, Fetöcülerin başlattığı politik bir ahlaksızlık (belden aşağı vurma) geleneği olarak bu seçimlerde de Millet İttifakı tarafından itibar gördü.

Son anda Millet İttifakı’na katılan Zafer Partisi/Ümit Özdağ ise, salt göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş olduğu milliyetçiliği ile yüzde 2,5 ilgi gördü.

Devrimin üzerinden 100 sene geçmesi ile halkımızın tümüne yakını, seçimi/sandığı politik meşruiyetin temeli olarak görmektedir. Yarısı, katı-muhafazakâr olarak -ne pahasına olursa olsun- değerlerine bağlılığını sürdürmektedir. Diğer yarısı ise, Batı’nın geliştirdiği hukuk devleti, anayasal demokrasi, kuvvetler ayrılığı, şeffaflık/denetim, laiklik (sekülerlik değil) kurum-kural ve hukuku talep etmektedir. Tarihsel perspektiften bakarak Avrupa’nın bu kurumları geliştirmek için ödediği faturayı göz önünde tutarsak; sonuç, normaldir. Doğu-Batı arasında bir “köprü” olan Türkiye’yi “mutasyon”a uğramış bir “yer” olmaktan çıkarıp, insanlık için ahlaki bir “değer” haline getirmek uğrunda, umutsuzluğa mahal yoktur. 200 yıldır verdiğimiz değişim mücadelesinin verimli bir tohuma ve tomurcuğa dönüşememesi, üzüntü vericidir. Batı’nın geliştirmiş olduğu, toplumsal düzeni adalet, hukuk ve iç barış gibi maslahata mebni hukuk, kurum ve kuralları, Kur’anî perspektifle sentezlemek; bizim tarihsel-politik paçozluğumuz ile Batı’nın emperyalist emellerine karşı bir duruş ve eleştiriye ihtiyacımız var.

Dinin değer yitimi: Çölleşme

Dindarlık bir duyarlılık halidir; Allah ile ilişkide, ahiretle veya insanlarla olan ilişkilerde duyarlı olmak, farkında olmak. Kur’an, bu hali takva diye tanımlıyor. Yaşamı, hayatı yaşarken aynı zamanda Allah’la birlikte yaşamak. Yani Allah’ı hesaba katmak, O’nu unutmamak. Kur’an’da zikredildiği gibi Allah’ı sıkça hatırlama hali; işte dindarlığın özü budur aslında. Dinlerin doğduğu tarihlere baktığımız zaman- ki en geç gelen din de bundan 1400 sene önce gelen İslamiyet’tir- hepsi tarım toplumlarında doğmuştur. Yani insanlar doğanın içindeyken, O’nun nimetlerinin içindeyken doğdu bütün dinler. Genelde insanlar tanrıya muhtaç olarak hissediyordu kendilerini. Yani Tanrı’ya muhtaç olduklarını hissetmeleri ile dindarlık arasında veya insanların tanrıya borçluluk hissetmeleri ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıkıyor. İster ilahi dinler olsun ister insani dinler olsun, şu soru önemlidir: Neden yeryüzündeki tüm tarım toplumları dindarlardır? Sanayi devrimine kadar yeryüzü tümüyle dindardı. Endüstri devrimi, aydınlanma ve bilimlerin giderek kesinleşmesi ve artması ile birlikte dinin değer kaybına uğradığını görüyoruz. En genel anlamda, Avrupa’daki adlandırılmasıyla söylüyorum: Bir “ruhtan zekaya geçiş” durumu, sekülerleşme ve modernite; bütün bu süreçler Avrupa’da başladı. İşte bunlar aynı zamanda dinin değer yitimi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla tanrının unutulması veya tanrının yerine insanın ön plana çıkması, yani tanrı ve öte dünya inançlarının giderek zayıflaması ve insanın yeryüzüne saplanması, yeryüzüne kapaklanması, yeryüzüne hapsolması gibi bir durum var özetle. Metafizikten kopuş, tanrıdan kopuş, ahiretten kopuş. Diğer tarafta ise aydınlanmayla birlikte insanın değer kazanması, hümanizm, insana vurgu ve dünyaya vurgu giderek artıyor. “Sekülerleşme = dünyevileşme” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu süreci dile getiren farklı filozofların kullandıkları çok çarpıcı kavramlar da mevcut. Bunlardan bazılarına bakalım:

Nietzsche: “Tanrının ölümü”

“Tanrı öldü, tanrı çürüdü” sözü, Nietzsche’nin bir ateist olarak tanrıya karşı kinini ifade eden bir cümle değildir. Bu ifade esasında Avrupa’daki dönüşümü tasvir etmekte; bir tespittir yani.

Martin Buber: “Tanrı tutulması” Tanrının kaybolması.

T.S.Eliot: “Çoraklaşma”

Max Weber: “Kutsal kubbenin çöküşü”

Karl Marx: “Katı olanın/ kutsal olanın buharlaşması”

Hölderlin: “Tanrıların göçüp gitmesi”

İnsanlık tarihi süreç içerisinde sürekli tanrı ve/veya tanrı imgesi yaratıyordu. Fakat son süreçte (aydınlanma, Rönesans, reform, sanayileşme) tanrılar göçüp gitti ve artık insanlık tanrı imgesi yaratamıyor diyor özetle.

Nietzsche: “Çölleşme”

Tanrının kaybını, “tanrının ölmesi” olarak ifade ettiği tabiri, başka bir metafor ile dile getiriyor. “Böyle buyurdu Zerdüşt”, çok çarpıcı bir ifadedir. Devamında: “Çöl büyüyor, vay haline çölü görmezden gelenlerin” diyor.

Heidegger, Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünün ne anlama geldiğini bir yazısında ele aldı. Orada çölleşme metaforunu da izah ediyor. Çok enteresan bir şey söylüyor, diyor ki: “Çölleşme, maddi anlamda yeryüzünün çölleşmesi gibi değildir. Çünkü o tehlike iklim değişikliği ile veya sulama ile telafi edilebilecek bir olgudur. Fakat zihnin veya düşüncenin çölleşmesi anlamındaki bu tanrı kaybının tekrar geri getirilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır; çok daha derin ve tehlikeli bir metafordur Nietzsche’nin “çöl büyüyor” ifadesi.”

Ana hatlarıyla kavramsallaştırmalar bu şekilde.

İçinde bulunduğumuz ve aşağı yukarı birbirine paralel süreçler olan bilim, teknoloji ve ekonomi çağlarının gelişimi ile birlikte, insanlık başka bir moda geçti. Artık dinlerin ocağı söndü; zemin gitti. Bu saatten sonra insanların din ve iman yaratması biraz zor gibi. Şu anda ortalıkta bazı ocaklar tütüyor, büsbütün söndü demek doğru olmaz. Fakat bu çölleşme bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. İslam toprakları da dahil, tekin yerler değil, bir vaha değil yani. “Biz burada tohumlarımızı ekeriz, dini tekrar yeşertiriz” olmuyor; olay o kadar kolay değil maalesef. Bütün bu metaforlar gezegenin toplamı için söylenmiş laflardır. İster bilim olarak ele alalım ister teknoloji, isterse ekonomi veya kapitalizm; artık dünyada bu gerçeklerden müstağni kalmış olan coğrafya yok denecek kadar azdır. İşte böyle bir vaziyet ile karşı karşıyayız.

Şimdi Hadid Suresi (57), 16. ayete bakalım. Bana göre bu ayet antropolojik olarak insanlığın durumunu ifade ediyor. Müminlere yani Müslümanlara hitap ediliyor. Müminlerin Allah’a karşı saygı duymalarının ve O’ndan inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesinin zamanı/vakti gelmedi mi diye soruyor Allah. Dikkat ederseniz hitap Müminlere. Yani o dönemin müminlerine hitap ederek diyor ki, Allaha karşı huşu duyma ve O’ndan inen hakikate karşı saygılı olma zamanı gelmedi mi? Sonraki cümle daha da önemli: “Onlar kendilerinden önce kendilerine kitap verenler gibi olmasınlar.” Yani Yahudiler ve Hristiyanları kastediyor. Ne demek peki onlar gibi olmasınlar? “Onların üzerinden uzun zaman geçti”. Yani kurucu tecrübeden, peygamberlerinden sonra aradan uzun zaman geçti, “kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimseler oldu” diyor. Müminlere hitap ederek kitap ehlini kastediyor. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmesin diye uyarıyor. Yani bir insanda gerçekleşebilecek bir durumu ifade ediyor aslında; zaman geçtikçe insanların kalpleri katılaşıyor ve çoğu da yoldan çıkıyor. Şimdi bize uygulayalım:

Aradan 1400 sene geçti. Şu anda bizim durumumuz ile ehli kitabın durumu arasında bir fark yok benim gördüğüm kadarıyla. Yani Allah’ın bu uyarısı müminler için de gerçek oldu. Aradan uzun zaman geçince insanların kalpleri katılaşıyor. Şimdi o ayetin devamında, ilginç bir uyarı daha var, 16. ayet ile bağlantılı kanımca, “Allah, öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltiyor” diyor. Bunları birbiriyle bağlantılı olarak düşünürsek tekrar ümitvar olabiliriz aslında. Demek ki çölleşme olsa bile, insanlar istedikleri takdirde tekrar vaha ortaya çıkabilir. Bunu da bir lütuf olarak değerlendirebiliriz. İnsanlık istediği, tanrıya dönmeye kara verdiği takdirde, tanrı da elini uzatarak insanları bu durumdan bir kez daha kurtarabilir. Bunu hesaba katmamız gerekiyor.

Bugünkü durum aşağı yukarı ortada. İslam dünyasına baktığımız zaman, dürüst olmak gerekirse, sahici anlamda çok fazla iman aktivitesi göremiyorum. Değişik yerlerde var ama böyle düzgün bir iman ve sağlam bir vicdan göremiyoruz. Bu Hristiyanlar için de, Yahudiler için de böyle. Bunu söylerken çok abartarak, yeryüzünde Hristiyan kalmadı, Yahudi kalmadı, Müslüman kalmadı demiyorum ama hepsinin de durumu ortada; hepsinin durumu biraz zayıf. Vicdanlar dumura uğramış durumda. İmanlarına gelince, onlarda da her üç din için geçerli olan ciddi sorunlar var.

Doğru imanın ortadan kalkması

Peygamberlerin hepsi aynı şeye çağırmış olmalarına rağmen bugünün gerçeğinde üç farklı din görüyoruz. Halbuki Allah’ın dini bir tanedir; yani peygamberlerin hepsi aynı dini vazettiler. Ama bugün Yahudilerin itikadı farklı, Hristiyanlarınki farklı, Müslümanlarınki farklı. Hadi biz son din olmamızdan ötürü en sahih olanın bizimki olduğunu kabul ediyoruz doğal olarak ama diğer din müntesiplerini ikna edebiliyor muyuz? Herkes kendinin son olduğunu, herkes kendinin en doğru olduğunu söylüyor. Oturup da sağduyuya dayalı bir şekilde konuşamıyoruz maalesef. Oysa Tanrı eğer peygamberlerin hepsini aynı gaye için gönderdiyse, o zaman bir ortak paydada buluşabilmemiz lazım gelmez miydi? “Aramızda ortak bir kelimeye varalım”; Kur’an’ın daçağrısı bu değil miydi (3:64)? Bunu ne Hristiyanlar kabul etmişti ne de Yahudiler. Bugün de başaramıyoruz bunu. Birinci handikap bu. Bu dinlerin mümessilleri bir araya gelip de “biz aslında aynı diniz, fakat işte tarihi süreç içinde bir takım yorum sorunları ortaya çıktı. Gelin bir ortak paydada buluşalım da hiç olmazsa ateistliğe karşı, dinsizliğe karşı, duyarsızlığa karşı bir ortak cephe oluşturalım” diyemiyor maalesef. Demem o ki birinci sorunumuz istikamet sorunu. İnanacağız da neye inanacağız? Sahih itikat, doğru iman nedir, hangisidir? Allah Yahudileri eleştirirken onlara “eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” demişti (2:93). Bu Hristiyanlar için de geçerli. Çuvaldızı kendimize batıralım: Şu anda Sünniler ve Şiiler bir özeleştiri yapıp da “hakikaten Allah’ın Kur’an’da bizden istediği yol üzere miyiz, doğru istikamet üzere miyiz?” diye şüphe edip kendi itikatlarını en azından bir araya getirme gayretine giriyorlar mı? Şiilik ve Sünnilik arasında bir yakınlaşma olsun diye Takrib cemiyeti kurulmuştu bu yüzyılın başında. Epey de gayretli oldu. Ama maalesef şu ana kadar Şiilik ve Sünnilik arasında, dogmalaşmış, katılaşmış, fosilleşmiş olan itikatları sökerek, bunları bir özeleştiriye tabi tutarak, Kur’anı hakem kılıp bir ortak itikat üzerinde mutabık kalınamadı. Sahih bir itikat oluşturma problemi ister geniş anlamda Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık.

Ayet bağlamına geri dönecek olursak, zaman geçince imanın ortadan kaybolması ve ölü itikada dönüşmesi söz konu. Yani iman zail oluyor, iman gidiyor, iman yok oluyor. Sadece itikat sahipliği kalıyor. Bugününün İslam dünyasına bakacak olursak da çoğunluğun itikat sahibi olduğunu görüyoruz; iman sahibi insanı ise maalesef aynı oranda göremiyoruz. Çünkü imanın olabilmesi için insanların Tanrı ile olan ilişkilerini sürekli canlı tutmaları gerekiyor. İman artan ve eksilen bir şeydir. Yani bir insan imansız olabilir; imanı sıfıra da iner. Ama imanı arta da bilir. Barometre gibi düşünün; 37’ye çıkar, 40’a çıkar veya 0’a da düşebilir. İman canlıdır. Duygusal derinlik yaşantılarıdır iman. Allaha karşı huşu duyma, kaygı duyma, korku duyma, güven duyma, vs. Allah’a âşık olmayı bunlardan beri tutuyorum şahsen; o tanrının insanlardan istediği bir şey değil. Fakat insanların Allah’a hürmet duymaları duygusal değerin bir yansımasıdır. Demem o ki şu anda dindarlarda bu duygusal yaşantı durumları gerçekleşmiyor. Öyle olunca herkes itikat sahibi oluyor; canlı iman olmayınca da amel ortaya çıkmıyor. Seküler yaşam için geçerli olmasa da dinsel ahlakta, iman ile ahlak arasında canlı bir ilişki vardır. İman ahlakı ortaya koyar; iman amel doğurur. Canlı iman olmayınca sahih amel de olmuyor. İnsanların kodladıkları bazı davranışları var, ibadetler, helaller, haramlar; onları yerine getirerek dindarlıklarını tamamladıklarını sanıyorlar. Oysa akşama kadar, gün boyu ve her ilişkide canlı bir dindarlık gerekmektedir. Tarihin büyük bir bölümüne baktığımızda genelde ilmihal Müslümanlığı ile karşılaşırız. İlmihal Müslümanlığı kitaptan çıkarılan birkaç tane ibadet, birkaç tane de helal haram ile tamamlanmış olur; bunları yerine getirdiğimiz zaman kendimizi müminlerden sayıyoruz.

Bir de düşünme daha doğrusu düşünmeme sorunumuz var. Dindarlığın gerçekleşebilmesi için bugün ne yapmalı? Bu çağda imanı tekrardan oluşturabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Yani benim Kur’an’dan görebildiğim kadarıyla, önce düşünmenin başlaması lazım.

Düşünmeyi öğrenmek lazım

Dikkat edersiniz, Kur’an insanları sürekli düşünmeye çağırıyor. Bu, sıradan bir insan için mümkün müdür peki? Evet, mümkündür. Bence bunun en güzel örneği Sokrates’tir. Kimdir Sokrates? Bir filozof değil, bir sokak insanıdır. Esnaftır. Ama düşünmeyi öğrenmiştir. Sürekli soru soruyor ve cevap üretiyor. Sofistler gibi profesyonel değil, tüccar değil, filozof değil. Bilgisini satma peşinde de değil. Sıradan, sokaktan geçen bir adam. Düşünen bir insan. Tanrının istediği de işte tam olarak böyle bir tip olsa gerek: Duyarlı, düşünen bir insan. Yani sokak insanını düşünür hale getirmek. Düşünür derken bilim adamı filozof falan değil; ahlaki anlamda düşünür. Yaşam üzerine düşünen insan. Dini düşünmenin iki kolu vardır:

1) Allah’ı düşünme yetisi: Allah’ın var olduğunu, nimetlerini, insana verdiği nimetleri düşünerek takdir etmek, O’na iman etmek.

2) İnsanlarla olan ilişkilerde düşünme yetisi: “Ben bu eylemi yaparsam, bunun sonucunda ne çıkar?” Her bir insan teki Allah’ın verdiği kabiliyeti kullanarak bu düşünmeyi başarabilir. Düşünmeyi öğrenemediğimiz sürece dine dönebileceğimizi zannetmiyorum. Burada da düşünme derken yine meslek eğitimini, filozof olmayı, bilim adamı olmayı kastetmiyorum. Hayır; her bir bireyin başarabileceği, uhdesinde var olan, muktedir olduğu ve Allah’ın kendisine yaratılışta vermiş olduğu düşünme kapasitesini kullanabilmesinden bahsediyorum. Tanrıyla olan ilişkisini canlı tutma, insanlarla olan ilişkisini istikamet üzere tutma; yani yaptığı eylemin doğurduğu sonuçları hesaba katma becerisi. Yaptığım eylemin sonucu ne olur, maslahat mı çıkar, mazarrat mı çıkar? Zulüm mü çıkar, adalet mi çıkar? Denenme kapasitesini Allah insana vermişse, o halde her bir insan tekinin akil bağlı olduktan sonra, düşünür olma ve davranışlarını buna göre biçimlendirme mecburiyeti ve sorumluluğu vardır.

Ata baba dinini Allah reddeder

Eğer biz yeniden iman etmek istiyorsak, imanı edinmek istiyorsak, bu bir çaba gerektirir. Dolaysıyla taklit yoluyla atalardan, toplumlardan alınan inanç Kur’an’a göre meşru değildir, olamaz. Bu gayet açık ve nettir. Atalardan, babalardan geçmişten, gelenekten; miras yolu ile alınan itikat ve inançlar Kur’an’a göre zerre değeri olmayan inanç şekilleridir. Bir körün bir rehber ile olan ilişkisine benzer. Rehber eğer iyi niyetliyse, doğru yoldaysa seni bir yere götürür, yok iyi niyetli değilse, gider seni uçurumdan aşağı atar. Dolayısıyla körü körüne taklit etmek bir mazeret değildir. Bu sebeple de her bir insan tekinin kendi imanını kendi düşünerek edinmesi gerekiyor. Bu imanı edinemediğimiz müddetçe, dinin tekrar geri gelebileceğini düşünemiyorum.

Vicdan Kapasitemiz

Allah’ın insanı denemek için verdiği diğer özellikler de özgür irade ve vicdan kapasitesidir. Her bir insan tekine verilmiş olan bu özelliklerin aktif olması gerekiyor. Vicdanın sürekli işler halde olması gerekiyor ki din tekrar geri gelebilsin. Mesela, şu anda hemen hemen hepimizde olan vicdanın önünde birkaç temel engel sayalım: Gelenek, alışkanlık, tarikat, cemaat, mezhep, partizanlık, aşiret, kabile, kavim, hemşerilik; bunların hepsi, dikkat ederseniz, insanların günlük yaşamlarında eylemlerini ortaya koyarken onları çepeçevre kuşatan şeylerdir. Bizler eylemlerimizi büyük ölçüde bunlara göre şekillendiriyoruz. Bunlara göre yapınca da vicdan ortaya çıkamıyor. Hal böyle olunca da norm yaratamıyoruz, uzlaşamıyoruz. Buralardan çıkamadığımız sürece de diri bir vicdan elde edemeyiz.

Doğaya Dönüş

Bir başka husus da doğa; tabiata dönmediğimiz sürece dindarlık bana pek mümkün görünmüyor. Almanya’yı ben biraz istisna tutuyorum, burası tabiatın içerisinde. Ama diğer ülkelerin çoğunda şehirlere hapsolmuş durumdayız. Teknoloji bizi bir ipek böceği kozası misali, çepeçevre kuşatmış. Teknolojinin yaratmış olduğu bu örümcek ağından biraz uzaklaşıp da doğaya dönemediğimiz müddetçe dinin ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Esasında doğa kelimesi de seküler bir kavram; burada benim maksadım tanrının yaratmış olduğu tüm ayetler, tüm nimetlerin, rızıkların ve emanetin oluşturduğu çevre; işte onların içine dönemediğimiz müddetçe, kendi elimizle yaratmış olduğumuz bu ipek böceği kozalarının içinde, acizane, dinin var olacağına asla ihtimal vermiyorum. Çünkü bizim yarattığımız bu dünyanın kendisine göre bir psikolojisi, bir ruh hali var; buralardan asla din çıkmaz.

İnsana Dokunmak

Narsizm, çağımızın en önemli hastalıklarından biri; kendi kendine yeterlilik hali tabiri caizse. Aklımızın giderek daha fazla ermesinin yanı sıra teknolojinin ve ekonominin yarattığı imkanlar bütünleşerek bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme bir yanı ile iyi, bir yanı ile ise kötü bir şeydir. Doğu toplumları aşırı derecede birbirine kenetlenmiş durumda, kimse başını kaldıramıyor. Batıda ise aydınlanma, Rönesans, reform, özgürlükler falan derken herkes birer kum tanesine dönmüş vaziyette. Kimse kimseye dokunamıyor. Herkes bir tanrı; herkes kendi burnunun doğrultusunda gidiyor. Bu da doğru değil, bu da insanlık değil. En iyisi kirpi mesafesi; ne dikenlerimiz birbirine batacak kadar yakın duralım ne de nefesimiz birbirimizi ısıtmayacak kadar uzak. Bu denge önemli. Doğru olan mütevazi bir şekilde insanların birbiriyle ilişki kurmalarıdır; bu olmadığı müddetçe dinin mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Dinin oluşabilmesi için dostluğun ve sohbetin var olması gerekiyor. Zaten Müslümanlık da kardeşliktir biliyorsunuz; bir yakınlık olması lazım. Bir öteki olması lazım, ötekini hesaba katabiliyor olmak lazım; kendimizi kurarken, ötekiyle birlikte kurmamız lazım. Bu olmadığı zaman Kuran’da istifçilik diye geçen, cimrilik tarzında bir psikoloji insana egemen oluyor.

İstifçilik yani tekasür, taaddüt, çoğaltma, biriktirme, arttırma…

İnsan bir kere kapıldığı zaman bu psikolojiye, din iman hak getire. Ancak ötekine yönelerek, öteki ile dostluk ilişkisi kurarak ve vererek yani infak, paylaşma, ötekini buyur etme; insan olmanın ve dahi mümin olmanın en temel iki şartı kanımca: Misafirperverlik ve paylaşmak. Ötekini kabul edebilmek, ötekine açık olabilmek, evinin kapısını ötekine açık tutabilmek, ötekinin derdi ile ilgilenebiliyor olmak, sadece kendine kapanık olmamak… Fakat bugün, bütün Avrupa’ya, bütün dünyaya egemen olan insan tipi Spinoza’nın “Conatus Essendi” dediği, yani kendi kendini zincirleme, kendi kendini kapatma tarzıdır. Buradan kurtulmak lazım. Buradan çıkamadığımız müddetçe, bu narsisizmden, bu istifçi karakterden kurtulamadığımız müddetçe, asla dine dönemeyiz. Ne din ne de Tanrı tekrar geri gelmez.

Açıkçası, tanrıların göçüp gitmesi veya tanrı tutulması kavramları bana çok yabancı gelmiyor. Yani bunu Kur’an’da da rahatça görebiliyoruz. Bir ayet var, diyor ki, “onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”(59:19). Yani biz tanrıyı unuttuktan sonra, tanrı da kendini bizim gözümüze sokmuyor. Tanrı kendini geri çekiyor. (17:8) “نْدُع مُْتْدُع نِْاَو“ ”ۢ – bu ayet çok temel bir kuraldır. “Siz dönerseniz biz de döneriz. Siz beni unutursanız, ben sizinle hiç ilgilenmem. Hiç de size muhtaç değilim. Beni unuttunuz, bana kulluk etmiyorsunuz, kafirsiniz; tamam, canınız cehenneme.” Diyor.

Tanrı kendisini gözümüze sokmaz

Bu tamamen bize bağlı, ilk adımı sen atacaksın. Çünkü borçlu olan sensin. Sen tanrıya yönelmedikçe, O’nu aramadıkça, çağırmadıkça, O’na saygı duymadıkça, tanrı sana kendini göstermez. Dolayısıyla “tanrı tutulması” ve “tanrının göçüp gitmesi” günümüzü de çok güzel ifade eden betimlemelerdir. Tanrının geri gelebilmesi için de yukarıda saydığımız maddelerin insanlar tarafından dikkate alınması ve başlatılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece, çölleşmenin giderek artacağını düşünüyorum. İnsanlık ve gezegen toptan gidip bir yere çarpabilir, kendimizi kendi ellerimize bir uçurumdan aşağı atabiliriz. Din veya tanrı kendini geri getirmeyecek; buna insanlık karar verecek. Yunus kavmi ile ilgili Kur’an’da bir ayet var: Allah en son Yunus kavmini helak etmeye karar vermişti hani. Bunun üzerine Yunus kavmi tehlikeye doğru giderken, helakın emarelerini görüp tekrar iman etmişti, Allah da “biz de onlardan helakı kaldırdık” demişti. Kur’an, sadece Yunus kavminin bunu böyle yaptığını belirtiyor. Şimdi bunu biraz önceki ayetle birlikte tekrar düşünürsek: İnsanlık eğer kendisi, kendi iradesiyle karar verip de tekrar geri dönerse, tanrı da insanların elinden tutar ve yardım eder. Böylelikle tekrar kurtuluşa erebiliriz. Ama insanlık buna prim vermeyip de kendi burnunun dikine gitmeye devam ederse, acizane, tanrının buna müdahale edeceğine veya yardım edeceğine inanmıyorum…Vesselam.

*Prof. Dr. İlhami Güler’in 2022 yılında Berlin Türk Eğitim Derneğin’de vermiş olduğu Ehlikitap konulu konferans kaydının Sn. Rüştü KAM tarafından yazıya getirilmesiyle hazırlanmıştır.

 

 

 

 

 

Muhafazakârlığın Müslümanlığa Ettikleri

Müslümanlık

Müslümanlık, Kur’an’da özü itibari ile daima hasbî ve muhasibi/münekkit (eleştirel-critical) bir halet-i ruhiyedir. Kur’anî bir kavram olan “Takva”, müminin/Müslümanın sürekli teyakkuzda, tetikte olma, dikkatli olma, kül yutmama, uyanık olma, kendini kandırmama, mukallit olmama; müçtehit ve mücahit olmasıdır. Vicdan kapasitesinin (lübb, fuad, basiret) düşünür olma (tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür, taabbur, nazar, rey…) halidir. Ahlak alanında cehalet, oralı olmama, sorumsuzluk, nadanlık, mazeret değil; suçtur. İçgüdülere uyma (heva), haddi aşma ve tuğyan, zulüm ve hayvanlıktır. Tekebbür-istiğna, kendini beğenme, şeytanlıktır, küfürdür. Müslümanlık, Kur’an’da yüzlerce kez tekrar edildiği gibi “İman ve salih amel” ve amelin, imandan kopmamasıdır.

Taklit, yani içinde doğulan toplumun, tarihin, geleneğin değerlerine körü körüne, sorgulamadan, seçmeden, itiraz etmeden, olduğu gibi uymak, meşru değildir. Kur’an, 23 sene boyunca böylesine katı muhafazakâr-mukallit bir (Hamiyyetu’l-cahiliyye) tutum ile mücadele ederek Müslümanlığı oluşturmuştur. Müslüman âlimlerin bir kısmı, bu gerçeği görüp taklidi “haram” olarak gördükleri halde; çoğunluğu, yeni dönemde kendilerinin mutlak hakikati yorum yolu ile (mezhep) ortaya koydukları zannı ile avama/halka taklidi meşru görmüşlerdir: “Avamın dini, mezhebidir.” Sünnîlik, Şiîlik ve Haricîlik, böylece Müslüman ahalinin “din”i olmuştur. Yani Cahiliye döneminin taklit ve katı muhafazakârlığına kısa sürede yeni bir teolojik ajanda ile geri dönülmüştür. Tıp biliminde olduğu gibi, dinde de “Ulema” grubunun oluşması meşru olsa da; “Koruyucu Hekimlik” ve “Halk Sağlığı” kavramlarında olduğu gibi, asıl olan, herkesin sağlığını koruyup hasta olmaması ve hasta olduğunda da uzman bir hekime başvurma itiyadının herkese kazandırılması ve herkesin, kendini ilgilendiren dini-ahlaki konuları düşünmesi ve bilmesidir. Hz. Muhammed’in söylediği gibi, nihayetinde “Fetva”yı kalbinden/kendinden/vicdanından almasıdır. Öncelikle Kur’an da, aynı şeyi teyit eder:  “Hakkında bilgin olmayan şeylerin peşine körü körüne takılma; kalp, göz ve kulak, bundan Ahirette sorguya çekilecektir.” (17/36). “Onlar, sözü dinler, en güzeline uyarlar.” (39/18). Ahirette cehennemlikler şöyle derler: “Şayet akletseydik veya dinleseydik; burada olmayacaktık.” (67/10)…

Muhafazakârlık

a) Politik İçerik: Muhafazakârlık, İngilizce kavramsallaştırılması ile “conservatism”; Fransız Devrimi ve Aydınlanmanın dini değerleri kökten reddetmesine aksülamel olarak, İngiltere’de ortaya çıkmış politik-kültürel bir ideolojidir. Dini değerleri modernitenin değerleri ile sentezlemeyi ve yenilemeyi ifade eder. Kendini sürekli yenilemenin (tecdit-update) ve eleştirellik, kapsayıcılık ve ahlaki mükemmelleşme anlamında “Modernleşme”nin (Tecdit/Yenilenme) mutlak iyiliğine karşı, yine de kültürel-politik tıkanma/donma sonrası için doğru bir tutumdur: Yaratıcı-Organik yenilenme teşebbüsü.

b) Psikolojik Halet-i Ruhiye: Muhafazakârlık, aynı zamanda bir yaşlılık psikolojisidir. Metabolizma yaşlanınca, değişim, dinamizm, yenilenme, cesaret ve risk alma kapasiteleri zayıflar. Katı-Muhafazakârlık, tutuculuk, taassup/cimrilik karakteridir; istifçilik (çöp ev) karakteridir. Bilinçli ısrardan ziyade, kör inattır: “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma.” Muhafazakârlık bir yenilik alerjisi veya gerçeklik ve olgusallığın dinamizminden kopuş; nostalji, hayal, romantizm ve şizofreni barındırır.

c) Teolojik İçerik: Geleneksel toplumlarda değişim yavaş olduğu için taklit, yani kalabalığa/topluma uymak esastır, güvenlidir, risksizdir. “Taklit ile tok olan, hakikatte açtır.” Tanrı’nın mutlaklığı, dokunduğu insani siferi de –insanların zannınca- kendine benzetir/mutlaklaştırır. Mezhepler böyle oluşur. Bireyler, bireysel sorumluluk üstlenerek, düşünerek, vicdanlarını diri tutarak şuurlu bir şekilde ahlaki eylem tercihinde bulunmaktansa; yerleşik kanaatleri/inançları sürdürmeyi kolayca ve konformist olarak tercih ederler: “İtikat-İbadet-İlmihal Dindarlığı”. Diğer taraftan, kurnaz dindarlar, yükte hafif olan itikat ve ibadetleri, “dindarlık”ın tamamı olarak kodlayıp; pahada ağır olan iman ve ahlakı ıskalar: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir” (Spinoza).

“Temsil” iddiasındaki kurumsal din bürokrasisinin (din adamları, kilise, tarikat, cemaat, parti, vakıf, dernek…) oluşturduğu “muhafazakârlık” ile sıradan/saf dindarın, avamın, halkın muhafazakârlığı da aynı değildir. Sahici dindarlık, hasbîlik ve muhasibilik iken; muhafazakârlık, ciddi düzeyde hesabîliktir. Müslümanlık amatör ruhu iken; muhafazakârlık, profesyonelliktir. Müslümanlık, çiçek çiçek gezerek bal yapmak iken; muhafazakârlık, hazır şeker yiyerek bal yapmaktır. Muhafazakârlık, “Ne şiş yansın ne de kebap” ve gelin kızın: “Hem giderim hem ağlarım” psikolojisidir. Kur’an’ın deyimi ile: “… ne bunlara ne şunlara bağlananlardır.” (4/143). Tüccarlıktır, kurnazlıktır, din istismarcılığıdır. Muhafazakârlıkta dinsel dil, “…sürekli bir üstünü kapatma aracı olarak işler… Dinsel girişim, ekonomik boyutlu bir girişimdir; ancak, bu niteliğini itiraf etmez; ekonomik boyutunun bir tür sürekli yadsınması dahilinde çalışır.” (P. Bourdieu, Pratik Nedenler. Çev. Hülya Tufan. İst. 1995. s. 202, 206.) Dinin simgesel, sembolik, kutsal kapitalleri/kavramları kullanılarak politik güç, meşruiyet, ekonomik güç, mal, para, rant, itibar, çıkar elde edilir. Kur’an: “İnsan, menfaate aşırı (şedit) düşkündür.” (100/8) der. Marx’ın da toprağı bol olsun; çoğunlukla haklı çıkıyor. Din/İslam, iman ve salih amel-ihsan (adalet-merhamet) ile bu menfaatin “Ahiret”e tecil edilmesidir.

Türkiye Muhafazakârlığı ve Müslümanlık

Batı’ya komşu/sınır olan Osmanlı’nın, katı-muhafazakâr, skolastik, taklitçi/dogmatik, geleneksel ısrarı, Batı’nın meydan okuması, yani Endüstri Devrimi, Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi karşısında sendeleyerek çökmesine sebep oldu. Osmanlı’nın, “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” süreçlerinde kendini yenileme/modernleşme çabaları, hayatiyetini sürdürmek için yetmedi. Aydınlar ve askeri-sivil bürokrasi de kendine yabancılaşarak Batı’yı da hakkıyla tanımayan, Batı hayranı, İranlı düşünür S.A. Ferdid’in deyimi ile “Garpzede”, mutasyona uğramış, ne öteki/ne kendi olabilen bir grup, “Devrim” yaparak yeni bir seküler “Ulus Devlet” ve “Çağdaş-Laik” bir toplum oluşturmaya çalıştı. Oysa Batı, kendi yenilenmesini, uzun süre içinde eleştiri-düşünce ile “Kanon”lar oluşturarak, -sunî değil- daha sağlıklı ve organik olarak yapmıştı.

Bu kültür ve politika devrimi karşısında taklitçi-dindar halk yığınları da kendi içine kapanarak, bir içerleme-uçuklama psikolojisi ile bu duruma direndi. 1950’lerden itibaren yönetici/siyasi-bürokratik ekip içinden “Sağcı-Amerikancı” muhafazakâr bir mutasyon daha yaşandı. Askeri bürokrasinin ve CHP’nin kültürel-politik hegemonyası ile mukallit-mütedeyyin halk kesimi arasında arabuluculuk yaptı. 1970’lerden itibaren bu Sağcı-Amerikancı muhafazakârlık içinden merhum N. Erbakan’ın öncülüğünde “Millî Görüş” adı altında “İslamcı (Mücahit)” bir kırılma oluştu. Şairler (N. Fazıl, S. Karakoç, İ. Özel…) ve Şeyhler-Tarikat-Cemaatler, bu oluşuma destek verdi. 2000’li yılların başına gelinceye kadar bu süreçte “Hasbilik” ile “Hesâbilik”in (Köylü-Esnaf kurnazlığı) iç içe olduğunu söylemek mümkündür.

2000’li yılların başından itibaren merkez sağın ahlaki-politik olarak çökmesinden sonra, “İslamcı Millî Görüş”ün içinden “Gömlek değiştirerek” ve kendini “Muhafazakâr” olarak kodlayan “Kazan-Kazan” mantığı ile -sanayi ve teknolojik üretimde tarihsel olarak behresi olmadığı için- daha ziyade “Müteahhit” meşrep (İnşaat-Eser Siyaseti/Rant içgüdüsü) politik bir mutasyon daha yaşandı (AK Parti). Bu mutasyon, aynı zamanda, askeri vesayet döneminde uzun süre “Mürteci-Şeriatçı-Mutaassıp- Örümcek Kafalı” olarak aşağılanan ve ekonomik olarak periferide (yoksul/yoksun) kalmışlar, rövanş almak için bilge bir “Devlet Adamı” arayacak halleri/mecalleri olmadığı için; “Deli Yürek/Çatal Yürekli/Kasımpaşalı-Delikanlı” bir kahraman arıyorlardı; sonunda buldular da (R. T. Erdoğan). Aynı genetiği haiz ikinci-benzer bir mutasyon da, 1980’lerden itibaren “Nurculuk” Cemaatinin içinden F. Gülen’in öncülüğünde “The Cemaat/Hizmet Hareketi” olarak oluştu. Bu iki muhafazakâr mutasyon, işbirliği yaparak “Takiyye” ve “Kumpas”larla (Paralel Yapı) “Askeri Vesayet”e son verdi. Daha sonra da, -Sahabe dönemindeki iç savaş/“Büyük Fitne”de olduğu gibi-teolojileri aynı olmasına rağmen, kendi içlerinde politik ihtilaftan/ihtirastan dolayı çatışmaya girdiler (15 Temmuz). Cemaat, koşulsuz olarak Amerikancıydı; AK parti ise, -haklı gerekçelerle- Amerika’dan, AB’den giderek koparak bağımsızlaşmaya ve Rusya’ya doğru dönmüştü. Siyasi iktidar, Cemaati tasfiye etti (FETÖ). Bu olaydan sonra, işbirliğinin komplo (darbe teşebbüsü) ile bitmesi sonucu; demokrasi, salt seçim/oy sandığına indirgenerek; Parlamento/Meclis, Kuvvetler Ayrılığı, Hukuk Devleti… kavram ve kurumları es geçilerek; “Başkanlık” adı altında ve “istikrar” uğruna, “Hilafet-Saltanat (II. Abdulhamit)” hafızasına ve Atatürk dönemi “Tek Adamlık (Lider)” rejimine tekrar geri dönüldü. Partide, devlette, bürokraside lidere “sadakat” ilke haline getirilerek, “Bölgecilik-Karadeniz” hegemonyası perçinlendi: “Bize her yer Trabzon”. Ülkede bir sürü eğitimli/meslek/ehliyet sahibi genç insan işsiz-güçsüz gezerken; halk deyimi ile: “Karadeniz’de eşeklere bile iş bulundu (Bölgecilik, Akrabacılık, Partizanlık)”. Muhafazakârlık markası altında etnik olarak Türk ve Kürtlere de bazı “Taşeronluk”lar verildi. Lidere sadık olanlar kaldı; diğerleri tasfiye edildi.

Milliyetçiliğin (MHP), mukaddesatçılıktan -erken dönemde- Muhsin Yazıcıoğlu ve -son dönemde- Sinan Ateş tasfiyeleri; merkezlilikten de “İYİ Parti” kopuşu ile yer yer mafyalaşmaya doğru olan mutasyonu (S. Peker, A. Çakıcı), sonunda “Cumhur İttifakı” adı altında Karadeniz hegemonyasına “Yerlilik-Millilik” tekeli altında eklemlendi. AK Parti, “Rabia” işareti ile dış politikada çıkmış olduğu “Ümmetçilik (Yeni Osmanlı, Stratejik Derinlik, Komşularla Sıfır Sorun)” idealinden, reelpolitikanın pis/acı gerçekleri ile karşılaşması sonucu, tekrar “Rabia”nın mutasyonu (Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Devlet) ile muhafazakâr-milliyetçiliğe geri döndü. Bu arada Türkî Cumhuriyetlerle ilişkiler geliştirildi. Balkanlardaki Osmanlı bakiyesi topluluklar ile sıcak ilişkiler kuruldu. Afrika açılımını da kaydetmek gerekir.

Sonuç

20 senelik muhafazakâr iktidar döneminde başta altyapı (ulaşım, iletişim, enerji) olmak üzere sağlık ve silah teknolojisi ve son dönemlerde üretim alanlarında -yatırım öncelikleri ve ekonomi bilimi açısından doğru veya yanlış- gelişmeler sağlandı. Eğitim, üniversite, kültür, hukuk, mimari, sanat ve din alanlarında ise ciddi tavsamalar, gerilemeler oldu. Sözde ve görünürlükte (Kisve-Cami) din artarken; içerik/mahiyet epeyce boşaltıldı. Hâsılı muhafazakârlık -İngiliz tarzı- kendi geçmişi ve Batı Modernitesi üzerine ciddi bir eleştiri yapıp, düşünceye dayanan bir iman ve vicdan yenilemesi (tecdit-update) gerçekleştirip; özgün bir kültür/kimlik/kişilik/karakter oluşturamadığı için, anakronik taassup/taklit tezahürleri (Tarikat-Cemaat) veya mutasyona uğramış bir kişilik ile ağırlıklı olarak itibar ve kazanç kapısına dönüştü. Muhafazakârların kendi yorumu ile: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar”. İşini/görevini/mesleğini, ibadet saiki ve ahlaki sorumluluk ile yerine getiren dürüst dindarları tenzih ederim.