Yeni… Ehline duyurulur…
I) Hareketli Cevher Olarak İslam
Bugünkü “Yurdum İnsanı”nın ahlaki kapasitesi/duruşu veya karakteri ne durumdadır? Bu yazıda bunun üzerinde duracağız. Soru sormak, ya varlıklar ve olup biten karşısında duyulan “merak”tan doğar veya insanların içinde bulunduğu durum ve haller karşısında hissettiği “hayret”ten. Birincisi “bilimsel” soruları; ikincisi, ahlaki soruları doğurur. Soru (sual) sormak, bizatihi ahlaki sorumluluk/mesuliyettir. Soruya açık olmamak, ya hayvanlıktır veya istiğna/istikbar olarak şeytanlıktır.
Kur’an, toplumların oluşturmuş oldukları kültüre/geleneğe kategorik olarak doğru-yanlış veya iyi-kötü olarak bakmaz. Geleneğin/kültürün iyi-doğru yanını “Maruf” olarak kabul ederken; yanlış-kötü tarafını da “Munker” olarak reddeder. “Her topluma yaptıklarını süslü (iyi-doğru) gösterdik; dönüşleri Allah’adır, O da, yapmakta olduklarının (doğru-yanlış, iyi-kötü) hakikatini onlara bildirecektir.” (6/108). Ayrıca toplumların ahlaki-kültürel karakterinin sabit değil; dinamik olduğu bilinmektedir. Olduğun gibi kalmak, ölüm getirir: “Nerde hareket, orda bereket”. Diğer taraftan, toplumların kendilerine has bir kimlik/kişilik/karakter/kültür/gelenek oluşturmaları da zorunludur (“Hareketli Cevher”). Modern Kapitalist ve teknolojik çağda bu değişim ve dönüşüm, iyice hızlanmaktadır. (“Akışkan Modernlik-Postmodernlik”).
Kültür Devrimine maruz kalmış yurdum insanının kimliği, kişiliği ve ahlaki karakteri sorunludur; bilinci yaralıdır (“Yaralı Bilinç”/D. Shayegan). Geleneksel kültür/kimlik/kişilik/karakterinin mükemmel olduğu da söylenemez. Eğer öyle olsaydı, kendini “Devrim”e maruz bırakmayacak bir şekilde ıslah edebilirdi, yenileyebilirdi, geliştirebilirdi, evirebilirdi. Bu, ayrı bir konudur. Bu yazıda biz, mevcut durumu ahlaki açıdan tasvir etmeye çalışacağız.
Meziyetlerimiz
Önce ahlaki meziyetlerden başlayalım. Yurdum insanının, -hiçbir ayrım yapmaksızın- etnik kökenlerinden veya İslam’dan gelen “Anadolu İrfanı” da denen ahlaki meziyetleri şunlardır:
1- Geniş aile yapısından “Çekirdek Aile” yapısına geçmiş olmamıza rağmen; bahçeli-avlulu “Ev”lerden, ayağımızı yerden kesip “Apartman Dairesi”ne taşınmış olmamıza rağmen; birçok İslami ve insani değer, örneğin şefkat-merhamet, dayanışma, fedakârlık, paylaşma, sevgi, hamiyet… “Aile” kurumunda gerçekleşir, vücut bulur. Son dönemlerde ağır yara almış olmasına rağmen; birçok başka toplumla mukayese edildiğinde, Anadolu insanının aile değerleri varlığını korumaktadır.
2- Vatanseverlik: Bu değer, aşınmalara rağmen, hâlâ yurdum insanında varlığını korumaktadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatan, ah vatan demiş” sözü, Anadolu’da söylenmiştir. Vatan sevgisinin imandan geldiğine inanılmıştır. Vatanın güvenliği tehlikeye düştüğünde “Ölürsem, Şehit; kalırsam, Gazi” diyerek “Allah-Allah” nidaları ile savaşa koşanlar da Anadolu’nun “Kınalı Kuzu”larıdır. Anadolu’da bir kabristanda mezar taşına şu cümle yazılmıştır: “Kardeşlerim milletime, dine, devlete ve vatana sahip olunuz; bana da bir Fatiha okuyunuz. Salih oğlu Mustafa Şahin. 22.10.1950”.
3- Misafirperverlik: “Tanrı Misafiri” kavramı; yurdum insanı misafiri Tanrı’nın gönderdiğini varsayar. Misafire “Aç mısın?” diye soru sormamak ve evde “Misafir Odası” oluşturmak, orayı en güzel bir şekilde tefriş etmek, yurdum insanının insani meziyetidir. “Her geleni Hızır; her geceyi Kadir bil” sözü, yine bu coğrafyada söylenmiştir. Son zamanlarda bu hasletin zayıflamaya başladığı, misafirlerin otellerde yatırılmasından anlaşılmaktadır.
4- Yardımlaşma-Paylaşma: Malını, variyetini yoksullarla, dostlarla, fakirlerle paylaşma, cömertlik ve fedakârlık, yurdum insanının genel meziyetidir. Anadolu’nun kabadayısı, eşkıyası ve mafyası dahi yardımseverdir.
5- Ariflik: Türk Müslümanlığında -modern eğitim almamış kitlelerde- “sezgisel” bir ahlaki kapasite mevcuttur. “Anadolu İrfanı” diye atıf yapılan husus budur. Bazı örnekler verelim: Bir genç ile “Bilmece” yarışında, gencin ihtiyar bir kadına: “Hadi söyle bakalım, İslam’ın şartı kaçtır?” sorusuna, ihtiyar kadının: “Hadi oradan, İslam’ın şartı mı olurmuş” cevabı, “İslam”ın toplamının ne olduğuna ilişkin böyle bir “irfan”ın sonucudur. Yaşlı anasına “Adalet Bakanı”nı tanıştıran milletvekili, annesinin: “Bakan”, ne demek?” sorusuna, milletvekilinin: “Hakimlerin amiri” cevabına karşılık, yaşlı kadının: “Vay yavrum, hakimlerin “amiri” mi olurmuş; hakimlerin amiri, ‘Allah’tır” cevabı, böyle bir irfanın neticesidir. Balkan Savaşlarında İngilizlerin Osmanlı’ya yardım edeceğini konuşan aydınlara halkın cevabı: “Ayıdan post; gavurdan dost olmaz” olmuştur ve yardım gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan siyasal seçimlerin sonuçları da genellikle “Anadolu İrfanı” olarak yorumlanır.
Rezilliklerimiz
1- Kamu kaynaklarından hırsızlık yapmak: Anadolu’nun “Evliyası” bile bu konuda güvenilir değildir. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” sözü, bu topraklarda türetilmiştir. Çünkü “Kamu (herkes) Malı” kavramı yoktur. Devlet malı vardır. O da, “hiçkimse”nindir. Allahlıktır. Miri-malıdır. Ganimet olarak gavurlardan talan edilmiştir. Hazinenin içindeki herkesten alınan “vergiler” görmezlikten gelinmiştir. Devlet malında “Tüyü bitmemiş yetimin (herkesin) hakkı” olduğu, yok sayılmıştır. Utanmadan “Hay (Allah) dan gelen (ganimet), Hu (Allah)’ya gider” denmiştir. Anlamı, “emeksiz, gasp/talan edilen mal, boşa harcanır/israf edilir; bu da normaldir”. Sadece kamu malı değil; birbirlerinin mülküne bile tecavüz ederler.” Bir dönemler, Anadolu’da hukuki ihtilafların yüzde 80’i arazi/sınır/sinor ihlalleri idi. Şehirlere yapılan göç (1960-90) esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, kamu malı hırsızlığının/gaspının/talanının iyi bir örneğidir.
2- Kişi kültü tapınımı: Yurdum insanı sorumluluk üstlenmez, elini taşın altına veya ateşe sokmaz, sahaya inmez, “maşa” kullanır. Hep kahraman arar. Bu, din alanında böyle olduğu gibi; politik hayatta da böyledir. Velilere, şeyhlere, onların ölmüş hallerine/ruhlarına bel bağlanır, çaput bağlanır (Türbe, Yatır, Ziyaretgâh). Siyasette sultan, halife, hakan, kağan, başbuğ, bey, lider, karizma…arar.
3- Düşüncesizlik: Yurdum insanı düşünmeyi sevmez. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olur. Kolayca ahkâm keser. Her konuyu bilir. Haddini bilmez. “Cahil, cesur olur” atasözünü üretmiştir ve buna tamı tamına uyar. Düşünmeye “kara” çalar: Düşünceli olana: “Niye kara kara düşünüyorsun?” diye sorar. Düşünmeye devam edene de: “Niye böyle düşüncelisin?” diye sorarak ona acır veya “Düşün, düşün; b…tur işin” diye onu kınar. Hayatı gelenek, töre, örf, adet, alışkanlık, taklit ve itiyatla yaşar.
4- Fırsatçılık: Yurdum insanı, genellikle kendi arasında fırsatçıdır. Pek “Açık yürekli” değildir. Pusu kurar, kumpas kurar, puştluk yapar, dek-dolap-dümen-dubara çevirir. Üçkâğıtçıdır. Mertliği-yiğitliği düşmana karşıdır. “Gelene, ağam; gidene, paşam” der. “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın” der. İşini ciddiye almaz; “Salla başını, al maaşını” der. “Nerde beleş, orda yerleş” der. “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’” der. Zahmete girmez; kısa yoldan “Köşe dönme”ye çalışır. “Karıncaya tecavüz et; belini incitme” der. “Nitelikli dolandırıcılık” suçunun en yoğun olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir.
5- Politikada “takiyyeci”dir. Siyaseti hile (yalan söyleme-kandırma) olarak görür. Dinde “Hile-i şeriyyeci”dir. “Kitabına uydurma”cıdır.
6- Kadercilik. Eş’ari teolojisi (Tekke-Medrese) onu büyük ölçüde kaderci yapmıştır. Özgür iradeyi ve sorumluluğu üstlenen bazı sözler söylemiştir. Örneğin: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” “Kula bela gelmez, Allah yazmayınca; Allah, bela yazmaz; kul azmayınca.” Ancak, genel tutumu kadercidir. Baht, talih, kısmet, alın yazısı kavramları, bunu ifade eder. Allah’ın küllî iradesinin, insanın cüzî iradesine bağlı olduğu şeklindeki (Sünnetullah) Kur’anî görüş yerine; Cüzî iradenin, külli iradeye mutlak olarak bağlı olduğu şeklindeki “Cebriyeci” görüşü benimsemiştir. Ekonomik alanda “rızk”ın Allah tarafından taksim edildiğine inanır: “Nasibin varsa; gelir Hint’ten-Yemen’den; nasibin yoksa, gider elinden”. “Çiftçinin bağrını yarmışlar; ‘inşallah, bir daha ki bahara çıkmış’.” “Allah, isterse, insanın mermere geçirir dişini; istemezse, muhallebi yerken, kırar dişini”. İnsan cinsi için Allah tarafından belirlenmiş ömrün son sınırına (Ecel) varmadan gerçekleşen “erken” ölümlerin nedenlerini araştırma ve ortadan kaldırma/ömrü uzatma yerine; bütün bu ölümlerin gerekçelerini, Allah’a iftira etmekten çekinmez: “Ecel geldi cihana; baş ağrısı, bahane”. “Vadesi gelmiş/dolmuş”. Kötü gibi görünen “bazı” olayların sonunda hayır olsa da (2/216); bunu abartarak: “Her (kötü) olayda/işte bir hayır vardır” demiştir. Olan her olayı kadere bağlamıştır: “Olacağı varmış”, “Olacağı, buymuş”. “Akacak kan, damarda durmaz”…
Sonuç
Faziletlerimizi sürdürmek ve artırmak; rezilliklerimizi azaltmak ve izale etmek insan ve Müslüman olmamızın gereğidir.
Din adamı”, kendini dinsel hakikatin mutlak temsilcisi ve tebliğcisi olarak gören kişidir. Resmen olmasa da fiilen “Peygamberlik” rolünü bile aşarlar. Peygamberlik görevi sadece tebliğdir (3/20, 5/92, 13/40, 16/35,24/54…). Peygamberler, hata/günah işleyebildikleri halde (17/74, 80/1-10); bunlar kendilerini “masum” olarak görür. Dinsel hakikate mutlak olarak haiz olduğuna ve bunu insanlara tebliğ etmesi gerektiğine inanır. Bu olgusallığın arkasında cehaletten doğan samimi bir dinsel bilinçle birlikte; çoğunlukla kişisel kurnazlık, tevazu görünümlü kibir, menfaat ve çeşitli psiko-patolojik saikler vardır. Sakal, sarık, cübbe, şalvar… gibi kisve ve şemail, bu “temsil” iddiasının riyakâr/gösterişçi sembolleridir. Bu tipolojinin niteliklerini ortaya koyabilmek için, sahici/samimi “Dindar” ve “Âlim” tiplerinden ayırmamız gerekir.
1-DİNDAR
Dindarlık, Allah’ın insan cinsine yüklemiş olduğu ahlaki sorumluluk (“Emanet”) davasını (33/72) yeryüzünde onun “Halifesi” olarak (2/30) aleni “temsil” iddiasında bulunmadan icra/ifa ve ihkak etmeye çalışmaktır. Bu da iman ve salih ameldir. Mümin, Müslim, Muhsin, Muttaki…dindarın genel sıfatlarıdır. Allah’a karşı doğru (müstakim) ve canlı bir iman, insanlara karşı adaletli ve merhametli olmak, dindarlığın içeriğidir. Özetle “Hasbî/dürüst-samimi” ve “Muhasibî/eleştirel” olmak. Bu iki nitelik, tetikte-teyakkuzda olmak anlamında Kur’an’da “Takva” kavramında birleşir. Masum/meymenetli bir yüze veya gözlere sahip olmanın ötesinde, dindarlık için herhangi bir kisve ve şemail gereksizdir. Tevrat’a inanan Yahudilerden “dindar” olanlar, kendini Rabb’e (Rahmana) adamış kişiler olarak “Ribbiyyun” (3/146) olarak nitelenmiştir. Yahudilerin melekleri, nebileri ve âlimleri (Rabbaniyyun-Ahbar); Hristiyanların, Hz. İsa’yı, annesi Meryem’i ve kendilerinin icat ettiği (57/27) Ruhbanları (din adamı) “Temsil” yolu ile ilahlaştırmaları (“erbaben”), Kur’an tarafından reddedilmiştir (3/64,80; 9/31). Peygamberlerin varisleri olarak Yahudi âlimlerin (Rabbaniyyun-Ahbar) ve Hristiyanların icat ettiği Ruhbanların kendilerini “temsil” yolu ile “din adamı” makamı oluşturarak insanları sömürmeleri ve kutsiyet aracılığı ile üstünlük/kibir taslamaları, Kur’an tarafından yine reddedilmiştir (9/34).
2- ÂLİMLER
Peygamberlerin almış oldukları vahyi/kitabı “tebliğ” etme ve doğru yorumlama veya etrafta olup-biten çetrefilli/karmaşık ahlaki olayları-olguları din açısından doğru yorumlama (Te’vilu’l-ahadis, 12/6,21) misyonu, peygamberlerle birlikte “Âlim”lere verilmiştir. “Ulema-u Beni İsrail (Rabbaniyyun-Ahbar)” (26/197), “Verrasihune fî’l- ilm” (3/7), kavramları, Yahudi âlimlerini; “Felyetefakkahu fi’d-din” (9/122) ifadesi ise, İslam’da böyle bir gurubun oluşmasının meşruiyetini ifade eder. Sağlık alanında “Tıp bilimi” ve “Doktor”un zorunluluğu gibi. İslam toplumlarında oluşan ve âlimlerin içtihatlarını halka “Fetva” olarak ileten “Müfti”ler, doktorlara benzer. Yanlış teşhisler/fetvalar mümkündür. Âlimlerin otoritesi, gerekçeli bilgi ve ilmi vukufiyetlerinden, bir de takvalarından gelir. Kutsiyetleri ve temsil yetkileri yoktur. İçtihatları, diğer âlimler tarafından gerekçeli olarak kabul veya reddedilebilir. Halk da istediğini -taklide başvurmadan- tercih eder. Onlar, içimizden birileridir. “Allim meccanen, kema ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi, karşılıksız öğret” mottosunda olduğu gibi, misyonlarını icra ederken herhangi bir menfaat gözetmemeleri asıldır. Modern dönemlerde/devletlerde üniversitelerde “ilmî” veya “Bilimsel” meslek olarak (Teolog-İlahiyatçı) istihdam edilmektedirler.
3- DİN ADAMI
Yahudilikte ve Hristiyanlıkta tarihi süreç içinde “Mabet (Havra-Kilise)” oluştuğu için, ibadetleri yönetmek için de zorunlu olarak “Din adamı” oluşmuştur. Kendini mabede adama şeklindeki “Mabet Görevlisi” ile “Din adamı” nı ayırmak gerekir. İslam’dan önce Arabistan’da da “Kâbe (mâbed)” ile ilgili görevler vardı ve İslam’da da meşru görülmüştür. Ancak, “Hacc” ibadetini veya “Namaz/Salat” ibadetini gerçekleştirmek için “Din adamı” zorunlu değildir. Hatta Namaz ibadeti için “mabet/mescit/cami” bile zorunlu değildir: “Yeryüzü mescittir” (Hadis). Yahudi âlimleri (Ahbar-Rabbaniyyun) ve Hristiyan “Ruhbanları/Rahipleri/Papazları” kendilerini dinsel hakikatin ve Tanrının mutlak “Temsilcisi” olarak kutsal/masum “din-adamları”na dönüştürmüşlerdir. Bu, meşru değildir. İlmi sorumluluklarını ahlaki kriterlere uygun olarak yerine getirmeyen Yahudi âlimlerini Kur’an, “Kitap yüklü eşekler”e benzetmiştir (62/5). İslam tarihinde ise Şiîlikte Mehdiler, İmamlar, Ayetullahlar, Seyyitler, Huccetu’l-İslamlar, Şerifler; Alevilikte Babalar, Dedeler; Sünnilikte ise Veliler, Şeyhler, Zıllullahlar, Gavslar, Kutuplar, Ricalulğayb, Şeyhu’l-İslamlar, … oluşmuştur. Bunların hepsi, kendilerini -kisve ve çeşitli şemailler ile- dinsel hakikatin “temsilcileri” olarak kutsal (Kuddise sırruhu) görmüşlerdir. “Velayet” makamı, “Nübüvvet” makamı ile; Veli, peygamber ile; Keramet, mucize ile yarıştırılmıştır. Gavslara, Kutuplara, Kutbu’l-Aktablara “Paralel Tanrılık” misyonları atfedilmiştir.
“Fütuhat”, İslam adına; “Haçlı Seferleri”, Hristiyanlık adına; “Siyonizm” ise, Yahudilik adına tarihsel olarak ortaya konmuş siyasal “temsil” pratikleridir. Kilise, Cemaat, Tarikat ve İslam dünyasında bazı siyasal Partiler (“Hizbullah” gibi) de, “örgütlü” dini temsil iddiasındaki kurumsal yapılardır.
4- DİN ADAMLARINA ELEŞTİRİLER
Hz. İsa, kendilerini “din adamı” olarak gören Yahudi âlimleri şöyle eleştirmiştir: “Kimse sizi “Rabbî” diye çağırmasın. Çünkü sizin bir tek öğretmeniniz var. Hepiniz, kardeşsiniz. Yeryüzünde kimseyi “Baba” diye çağırmayın. Çünkü bir tek babanız var; o da göklerdeki babanızdır. Kimse sizi “Önder” diye çağırmasın. Çünkü bir tek önderiniz var; o da Mesihtir. Aranızda üstün olan, diğerlerinin hizmetkârıdır. Kendini yücelten (kibir), alçaltılacak; kendini alçaltan (tevazu), yüceltilecektir. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliğinin kapısını insanların yüzüne kapatıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz ne de girmek isteyenlere müsaade ediyorsunuz. Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Tek bir kişiyi dininize döndürmek için denizleri ve kıtaları aşarsınız; dininize döneni de kendinizden iki kat daha cehennemlik yaparsınız… Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz, ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıkla doludur. Ey kör Ferisi! Sen, önce bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar. Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu olan badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru kişilermiş gibi görünürsünüz; ama içte ikiyüzlülük ve kötülükle dolusunuz. Sizi gidi yılanlar! Sizi gidi engerekler soyu! Cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız?” (Matta. Bab: 23)
Hz. İsa’nın Yahudi din adamlarına yaptığı eleştiriler, ironik bir şekilde Hristiyanlığın başına da gelmiştir. Nietzsche, “Deccal (Hristiyanlığa Lanet) “adlı kitabında Kilise ve Rahip tipi hakkında şöyle diyor: “Doğaya her türden aykırılık, günahtır. En günahkâr insan, Rahiptir. O, doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan, nedenler değildir; tımarhanedir (Deccal, 103). “Aldanmayalım: “Yargılamayın!” derler; ama, yollarında duran her şeyi cehenneme gönderirler. Tanrının yargılamasını sağlayarak kendileri yargılarlar. Tanrıyı yüceltmekle, kendilerini yüceltirler. Tam da kendi elde edecekleri – daha doğrusu üstte kalmak için gereksedikleri- erdemleri teşvik etmekle, kendilerine erdem uğruna savaşıyorlar, erdemin egemenliği için savaşıyorlar görünümünü veriyorlar. “Biz iyi için savaşıyoruz, ölüyoruz, kendimizi “hakikat” için, “ışık” için, “Tanrının melekûtu için” kurban ediyoruz” derler. Aslında yaptıkları, yapmadan edemeyecekleridir. Ödlekçe tarzlarıyla sinerken, bunu bir “ödev” haline sokarlar. Ödev olarak görülünce, yaşamları alçakgönüllü gibi gözükür. Alçakgönüllülükleri, erdemlerinin bir kanıtı olur. Ah! Bu alçakgönüllü, iffetli, iyi yürekli yalancılık!” Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S. 65)
Merhum Nurettin Topçu ise, “İslam ve İnsan” adlı eserinde, İslam toplumlarında oluşan “Din adamları”nı şöyle eleştiriyor: “İslam dünyasının kavuklu müftülerle sırmalı-taylesanlı şeyhülislamlara ihtiyacı yoktur. Kalbinde analığın sırrını taşıyan, sabır ve sevgi mürşidi ilk öğretmenlere, hizmet ve şefkat âşığı hastabakıcı hemşirelere, telkinci ve temizleyici, aynı zamanda ruhlara teselli sunan, kinleri unutturan hapishane hizmetlilerine ihtiyacı var. Kavuklular değil; kalpliler “din adamı”dır…” Din görevlisi”, ahlakı ile halka örnek olan kimsedir. Onun en baştaki görevi, insanların sefaletlerinin yanında yaşamak; ister vücut ister ruhta gözüksün, lâkin, herhalde, ruhu sefalete sürükleyecek olan acıların yıktığı varlıklara (insanlara-hayvanlara-İG) uzanıp, onları yerden kaldırmaktır. “Din görevlisi”, ruhların kurtarıcısı; ahlak yaralarımızın doktorudur…. Âyin, terennüm, teganni (örneğin: kaside-ilahi-mevlit okumak; güzel sesle Kur’an okuma yarışmaları yapmak…İG) temcit, onun işi değildir. Böyle bayağı hareketler, ruhları selamete kavuşturma mesuliyetini omuzlarına yüklenen, ruhlarımızın sahibi olan insanların işi olmaktan uzaktır. İslam’da aslen ruhban sınıfı olmadığı gibi; işi-gücü merasim, teganni olan din adamları sınıfı da yoktur. Bunlar, sonraki saltanat devirlerinin uydurmalarıdır. İmam, müezzin, müftü, bu görevleri ile kendilerini “din adamı” zannetmesinler. Esasen, bunların “ilahi görev” organları olarak tanınmadıkları da son yıllardaki Diyanet projelerinde hep kendilerine yüksek maaş bağlanması davası üzerinde durulmasından anlaşılıyordu.” (N. Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s. 38-39)
5- SONUÇ
“Takva” canlı iman, diri vicdan/düşünceli olmak ve salih amel olarak herkesin sorumluluğu; “Tebliğ”, peygamberlerin ve âlimlerin sorumluluğu; “Temsil” ise, hiç kimsenin haddine değildir. Sonucu yine rahmetli Topçu ile bağlayalım: “ Müslümanlık bugün müminlerine namaz kılmak, oruç tutmak gibi bir takım hareket kaideleri veren ölü dinlerdendir. Bundan daha öteye gitmiyor; ruhlara hiçbir gıda vermiyor; sanki ruhunu kaybetmiş gibidir. Yalnız bir takım hukuk ve hareket kaideleri sunmaktadır. Müminleri içerisinde pek zor teneffüs edilen geleneksel bir hayatın örfleriyle kaidelerinden örülmüş bir ağın içerisine hapsetmiştir. Onların içsel dileklerine hiçbir doyum getirmiyor. Ruhu eziyor; onu ne yükseltiyor, ne de kurtarıyor. Yüzyıllardan beri İslam dünyasında dini hareket görünmüyor. İslam, hâlâ Arap istilaları devrinde olduğu gibidir. Neşriyat ve tedrisatları hep aynı şekildedir. Bunlar, din-adamlarının dairesinin dışını aydınlatmamaktadır. Büyük ruhlar yetiştirmiyor. Müslümanları birbirine bağlayan yegâne bağ, başka dinden olanlara karşı düşmanlıklarıdır; gelenekleri ile muhafazakârlıklarıdır. Onlar, yabancılar hakkında taşıdıkları kinle yaşamaktadırlar. İslam dünyasında meydana çıkan mezhepler ve gün ışığına çıkan bütün hareketler, hep yabancılar halkkında yaşattıkları kinin ederidir.”(N.Topçu, İslam ve İnsan. 1972. s 18-19)
Sosyoloğumuz Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik adlı eserinde Batı toplumlarının kültürel ve politik değişmesinin “Devrim” den ziyade; Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sekülerizm, Muhafazakârlık kavramları ile toplumların tarihi ve geleneği ile eleştirel ve diyalektik ilişki içinde, parça parça ve tedrici olarak, herkesin okuduğu-paylaştığı “Klasik”ler ve “Kanon”lar yaratarak gerçekleştiğini ortaya koyar. Sağlıklı olan da budur. Marxist, İtalyan düşünür Althusser de, toplumun “Organik Aydınları”ndan bahseder. Organik aydınlar, geleneğin -Sunî/Devrimci değil-; yaratıcı ve organik yenilenmesini yaparlar. Cumhuriyet döneminde “İstiklal Marşı”, “Kur’an Meali”, “Ezan”, “Yemen Türküsü” dışında toplumun tümünün okuduğu veya dinlediği bir “Kanon/Klasik” oluşturulamamıştır. Ayrıca, sekülerler nezdinde “Nutuk”; Solcular nezdinde ise “Kapital”, kanon/klasik hüviyetini haizdir.
Meşrutiyet ve Tanzimat süreçlerinde de -epeyce geç kalmış olarak- Osmanlı aydınları bunu yapmaya çalışıyorlardı: “Üç Tarz-ı Siyaset” (Batıcılar, Türkçüler ve İslamcılar). Araya Birinci Dünya Savaşı’nın girmesi, Osmanlı’nın yıkılması ve Kurtuluş Savaşı’nı verme mecburiyetinde kalışımız, bu süreci akamete uğrattı. İttihat ve Terakki Partisi’nde toplanan Batıcı ve Türkçü asker ve aydınlardan “Batıcı”ların (M. Kemal ve arkadaşları) hegemonyasında radikal “Devrim”ler yapılarak seküler bir “Ulus Devlet” olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Gelenek (Şeriat-Hilafet ve Tarikat) toptan ilga edildi. Batıcı ve Milliyetçi (Türkçü) aydınların, ontolojik var-kalma (Conatus Essendi/Spinoza) güdüsünü anlamak mümkün olsa da; giriştikleri işin, dünyada çok nadir olarak (Fransız Devrimi, Rus/Ekim Devrimi, Çin/Kültür Devrimi) girişilen bir macera olduğu malumdur: “Kimlik/Kültür Değiştirme”, “Toplum Mühendisliği”, “Jakobenizm”. Bunların içinde en kansız olanı da, “Türk Devrimi”dir.
Laikler
Yenilmiş bir toplumun, donmuş bir kültürün çocuklarının köklerinden koparak, egemen Batı kültürünü taklit yolu ile içine girdikleri bu yeni süreç, hayli sancılı olmuştur. Muhafazakâr halk yığınlarında ciddi bir uçuklama ve içerleme yaratmış; halkın çoğunluğu, -isyan etmese de- bu sürece gönüllü olarak katılmamıştır. Şair N. Fazıl Kısakürek’in “Sakarya (Anadolu)” şiiri/türküsü/ağıtı, bu içerlemeyi dile getirir: “…Bir şapka, bir maymun, bir eldiven ve inkılap.”
Devrime rağmen, bu süreci geleneksel kültür/kimlik köklerine bağlı olarak sürdürmek gerektiğini savunan aydınlar olmuştur. Erken dönemlerde Ziya Gökalp, Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri, Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacı, Peyami Sefa, Şemsettin Günaltay, Hasan Ali Yücel, Mümtaz Turhan; geç dönemlerde Sabri Ülgener, Şerif Mardin, Fuat Sezgin, Alev Alatlı…, “Kökü mazide olan âti” sloganı ile, “Batı tarzı” bir modernleşmeyi savunmuşlardır.
Devrimin mottosu “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” olmasına rağmen; kurulan yeni üniversiteler, -ruh taklitçi olduğu için-, ne fen bilimlerinde ne de sosyal bilimlerde -sponsorluktan öte-, meraktan doğan ciddi bir başarı ortaya koyamamışlardır. Sanat ve mimari alanlarında da benzer bir başarısızlık söz konusudur. Erken dönemde devrim, taraftarlarında seküler-etik bir romantizm (Köy Enstitüleri) yaratmış olsa da (Vatanperverlik); fazla uzun sürmemiştir. Toprağın, Ruh’la olan metafizik bağı, derin olarak kavranamadığı için, “Yurttan Sesler” ya işitilmemiş veya “gürültü” olarak algılanıp bakımı ve sağaltımı yapılmamıştır. Genel olarak “yeni seslere” kulak kabartılmıştır.
Kurucu önder M. Kemal, son derece gerçekçi ve pragmatik bir kişilik olduğu halde; dogmatik bir “kişi kültü”ne dönüştürülerek (Atatürk), yaptıkları dondurulmuş ve dogmatik bir “ideoloji”ye dönüştürülmüştür (“Atatürkçülük/Kemalizm”). Türk tarihinin bir “parçası” olarak yaptıklarının değeri, eleştirel olarak ele alınamamış, hakkı ile takdir edilememiş, işlenmemiş ve ilerletilememiştir. Devrim, ancak bilge kişilerin elinde başarılı olur; dogmatik politik muhterislerin ellerinde kangrene dönüşür. Askeri bürokrasi, -onun “Ehli- Beyt”i olarak-, onun sembolik kapital değerini, politik olarak “Askeri Vesayete (Darbe-Müdahale)” ve ekonomik olarak da kurumsal konformizme (“Ordu Evleri”) dönüştürmüştür.
Solcular
Cumhuriyet döneminde oluşan Sol ideoloji de, Çağdaşlık/Batıcılık/Laikçilik gibi, katı-dogmatik bir veçheye bürünmüştür. “Bilimsel Sosyalizm”, “Tarihsel Materyalizm” ve “Alt Yapı-Üst Yapı” dogmaları, asla aşılamamıştır. “Frankfurt Okulu/Eleştirel Teori (T. Adorno, M. Horkheimer, J. Habermas, H. Marcuse, W. Benjamin, R. Luxemburg…)”, Türkiye’de pek fazla yankı bulmamıştır.
Komünist Parti, oluştuğu her toplumda, Tanrı’nın veya Kilisenin rolünü gasp etmiştir. Parti, kişisel yaşamı totaliter bir şekilde belirleyerek bireyleri ve toplumu karınca veya koyun sürüsüne dönüştürmüştür. Sonuna kadar “ideoloji” olan bir gövdeye “bilim” maskesi takmak, militanlara havariler veya sahabeler gibi bir kesinlik/hakikat ve üstünlük rüçhaniyeti vermiştir. Marxist düşünür Alain Badiou’nun dediği gibi hakikate -“bilim” iddiasında bulunarak- taklit yolu ile haiz olunduğu ve onu herkese teşmil etme ayartısı, kötülüğün/terörün/şiddetin temel kaynaklarından biridir. (A. Badiou, Etik, çev: T. Birkan. İst. 2016. S. 92). Marxizm, görünüşte bir eşitlik ve adalet arayışı iken; derinde/bilinçaltında çoğu zaman -Nietzsche’nin vurguladığı gibi- ayak takımının, zayıfların (proletarya) haset, kin, hınç, intikam, başkaları üzerinde tahakküm kurma, güç istenci ve tepesi her an atmaya hazır şiddet tutkusunun totalitarizmi olmuştur. Grup aidiyetinin verdiği huzur ve Mesihçi bir kibir, Marxist ideolojinin albenileridir.
Erken dönemde Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, Mihri Belli, Nurettin Topçu; geç dönemlerde Atilla İlhan, İhsan Eliaçık gibi yerli değerlerle sosyalizmi sentezleme girişimleri olsa da; genel olarak Türk Solu, taklitçi ve dogmatik olmuştur. Şair Nazım Hikmet, şiirlerinde Anadolu ruhunu, kuru bir “Materyalizm” ile sentezleme garabetini işlemiştir. 60’lı ve 70’li yıllarda genç kuşaklar üzerinde hayli etkili olan sol ideoloji, “Devrimci/Öncü Şiddet” yorumunu benimseyerek, ciddi düzeyde militan bir terör estirilmiştir. (“Anarşi(s)t”). Leninist-Stalinist/Rusçu, Maoist (Goşist) ve Enver Hocacı (Pırasacı)… bin bir çeşit, her biri diğerinden kesin/keskin fraksiyonlar oluşmuştur. NATO ve Amerikan Emperyalizmine karşı ahlaki-politik bir duruş sergilemiş olsa da; Sovyetler Birliği’ne karşı aynı tutum sergilenememiştir.
1960-80 arası düşünce, sanat, edebiyat, roman, şiir, sinema alanlarında sol entelektüellerin diğerlerine nispetle görece üstünlüğünü kabul etmek gerekir.
1980’lerden itibaren Sovyet Rusya’nın ve Komünizmin çökmesi ile birlikte, Türk solu da entelektüel hegemonyasını kaybetmiştir. “Eski Tüfek” solcular, melankolik bir konformizme savrulmuşlardır. Eski “Mücahit”lerin, sonraları “Para”ya kavuşmaları gibi; onlar da, “Biraz da biz ölelim” moduna girmişlerdir. Bu arada “Birikim” dergisi ve “İletişim” yayınları etrafında kümelenen grup, varlığını hâlâ sürdürmektedir.
Sonuç
Gerek laiklerin gerekse solcuların, yerli değerleri ve Muhafazakârları muhatap olarak alıp ciddi bir şekilde “eleştirme” yerine “aşağılama”ları (irtica-mürteci söylemi), tarihi süreç içinde onlarda bir kin/hınç ve intikam duygusu yarattı. Son 20 yıldır AK Parti ve onun lideri sayın Erdoğan üzerinden şikâyet edilen “Kutuplaştırıcı/ayrıştırıcı/nefret söylemi”, işte bu geçmişin rövanşıdır, dışavurumudur. Umarım, bu badireyi atlatarak sağlıklı bir iletişim ve diyalog dili geliştirerek ortak “Kanon” ve “Klasik”ler yaratabiliriz. Toplumlar, gaflete düşerek askeri, ekonomik, politik, teknolojik alanlarda yenilgiye uğrayabilirler, kaybedebilirler. Osmanlı toplumu da böyle olmuştur. Önemli olan, toplumsal birliğin dağılmaması veya korunmasıdır. Osmanlı’nın siyasal aklı, dili ve dini birbirinden farklı milyonlarca insanı yüzyıllarca bir arada tutmayı başarmıştır. Bir toplumda politik-kültürel ihtilafların olması da normaldir. Önemli olan, herkesin iştirak edebileceği, kanon ve klasik yaratacak ahlaki ilkeleri ayakta tutabilmektir: Allah, her zaman “sizin ile, düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir. (60/7)”. Daha da önemli olan, şu ilahi çağrıya kulak asabilmektir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (evrensel ahlak ilkelerine -İG) sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de; O, sizi oradan kurtarmıştı. Allah, ayetlerini, sizlere böyle açıkça bildiriyor ki, doğru yola erişesiniz.” (3/103).
Hilafet-Şeriat-Tarikat kurumları ile varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu, Sanayi Devriminden sonra Batı ve Rusya tarafından saldırılara uğradı. Bu saldırılara karşı koyamayıp parçalanma sürecine giren imparatorluğu kurtarmak için “Üç Tarz-ı Siyaset” geliştirildi: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. İslamcılık ideolojisini II. Abdülhamit öncülüğünde “Sebilurreşat”, “Sırat-ı Müstakim”, “Volkan”, “İslam” … mecmuaları etrafında kümelenen aydınlar savundu. Abdülhamit, Batıcı ve Türkçü ağırlıklı “İttihat ve Terakki” partisi tarafından tahtından indirildi. Birinci Dünya savaşına sokulan devlet, dağıldı. Ülke işgal edildi. M. Kemal’in öncülüğünde Milli Mücadele başlatıldı. Bugünkü topraklarımız kurtarılarak bir dizi politik-kültürel devrimlerle bugünkü devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Şeriat, Hilafet, Tarikat lağvedilerek seküler bir ulus devlet kuruldu. Bu yazıda Cumhuriyet döneminde tekrar yeşeren “İslamcılık” politik ideolojisinin ahlaki performansı üzerinde duracağız.
İslamcıların entelektüel performansı devleti ve düzeni kurtarmaya yetmedi. Buna şahit olan Batıcılar ve Türkçüler, yeni devleti çağın egemen paradigması olan Milliyetçilik ve Seküler değerler üzerine kurdular. Şeriat, Hilafet ve Tarikat ilga edildiği gibi; toplumun bazı dinsel sembolik-kültürel kapitalleri ile de oynandı. Ezan, Türkçeye çevrildi, şapka giyme mecburiyeti getirildi, alfabe değiştirildi, Kur’an öğretimi yasaklandı, Hacca gitmeye sınırlamalar getirildi, Ayasofya camisi müzeye çevrildi. Devlet dairelerinde ve eğitimde başörtüsü yasaklandı. İllegal/yeraltı Cemaat (Nurculuk) ve Tarikat (Nakşilik) oluşumları cezaî takibata uğradı. Bu uygulamalar, muhafazakâr halk yığınlarında devlete ve seküler elitlere ve politikacılara karşı ciddi bir içerleme ve uçuklama yarattı.
1950 sonrası demokrasiye geçilince, Demokrat Parti, bu uygulamalarda bazı gevşetmeler yaptı. Muhafazakâr halkın sempatisini kazandı. Seküler elitler ve askeri bürokrasi, kendilerine “iç-hizmet kanunu” ile verilen “Devrimi kollama ve koruma” misyonu ile, bu adımları “karşı devrim” gibi algılayarak darbe ile seçilmiş hükumeti devirdi ve üç önderini idam etti. Bu olay, muhafazakârlardaki içerleme ve uçuklamayı derinleştirerek kangren haline getirdi. 1960-2000 arası sağcı muhafazakâr politikacıların (Demirel, Erbakan, Özal) daha dikkatli davranmalarını doğurdu. Çünkü Askeri vesayet devam ediyordu. Buna rağmen muhtıra ve müdahaleler devam etti (12 Mart muhtırası, 1980 darbesi, 28 Şubat…)
Osmanlı döneminde epeyce “Vahdet-i Vücut” şarabı içmiş mistik-mutasavvıf Türk Müslümanlığı, gayri müslim ahaliye son derece toleranslı olmuşken (Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana’nın söylemleri); Kur’an’da yaratılan “İman-Küfür” ve “Adalet-Zulüm” ikilemini de ciddi düzeyde sulandırdığı bilinmektedir.
Siyasal erk/Sultan, tarikatlar (tekke) ile simbiyoz bir ilişki geliştirmiştir (Derviş Devlet). Medrese ve Tekkede kristalleşen Sünnilik, bireysel vicdanı diriltmek veya Kur’an’a dayanan bir dindarlık yerine; “Amentü (Akaid)” ve “İlmihal-İbadet” e ve kişi kültüne (şeyh, veli, lider) dayanan ajandası belirlenmiş (İslam’ın beş şartı, 32 farz, 54, farz…) taklide/tekrara dayanan bir dindarlık oluşturmuştur. Oysa, Kur’an’da ortaya konan “dindarlık”, ayık olunduğu süre/gün boyu, her tekil ilişkide canlı bir iman ve diri bir vicdanı gerektiren, tetikte/teyakkuzda (takva) olmayı muhtevidir.
Siyasal, iktisadi, hukuki, ahlaki, bilimsel alanları son derece sorunlu olan; bu yüzden de devleti deruhte edemeyen, son yüz yılda bazı yenileşme çabaları gösteren bu teoloji, Cumhuriyet döneminde, anakronik olarak yeraltında korunmaya ve yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet dönemindeki Cemaatler, Tarikatlar, Şairler (N. Fazıl, S. Karakoç, İ. Özel…) ve siyaset (Millî Görüş ve AK parti) bu çabanın failleridir. Dini hayatta bir tecdit, ihya, rönesans yaratılamamıştır; taklit, tekrar, itiyat, görenek, ezber ve taassup egemendir.
Geleneksel fıkıh mirasından “Daru’l-Harp” kavramına haiz olan muhafazakâr bilinç, Cumhuriyeti/devleti “meşru” görmediği için, devletle ilişkisinde bazı “haram”ları kendilerine “mübah” görmüştür. Oysa Kur’an, Müslüman olup, -Hicretten sonra- Mekke’den Medine’ye sığınan mümin kadınlara müşrik kocalarından aldıkları mehirleri geri vermelerini; mümin erkeklere de müşrik karılarını boşadıktan sonra, harcadıkları mehri, yeni evlendikleri müşrik kocalarından geri almalarını emretmiştir (60/10). Yani, savaş hali veya düşmanlık durumu dahil, hiçbir koşulda ahlaksızlık yapılamaz. Bilge devlet adamı A. İzzet Begoviç’in dediği gibi: “Savaşta düşmana benzediğimiz takdirde, “savaş”ın anlamı kalmaz.”
Siyaseti “Harp/Hile” olarak gören bu bilinç, “Takiyye” yapmayı da meşru görerek, kendini siyasal ahlaka karşı ciddi düzeyde “kayıtsız” addetmiştir. Fetö, bunun en tipik örneğidir. Seküler devlet elitlerinin muhafazakârlara karşı uygulamış olduğu “Kurucu şiddet” veya işlemiş olduğu asli günah (aşağılama), muhafazakârlarda bir kısas/rövanş, hınç/kin, intikam duygusu yaratmıştır: Devleti ele geçirmek için, -şiddet hariç- adetâ her yol meşrudur.
İki binlerden sonra kurulan Ak parti ve onun “çatal yürekli”, “gözünü budaktan sakınmayan”, “omurgalı”, “dik-duran” “karizmatik” lideri (halife/sultan), bu rövanş politikasını demokratik seçimlerle iş başına gelip, devlet gücünü önce parti ile sonra da kendisi ile özdeşleştirerek yürütmektedir. Muhafazakârlar, aradığı “Lider”i bulduğu için, peşini bırakmamıştır. Bahsetmiş olduğumuz tarihsel bagaj/hafıza, onu, hikmetli bir “Devlet Adamı” olmak yerine; bir “Kahraman” olmaya sevk etmiştir. Kahramanlığının başlangıcında okumuş olduğu şiir (“Minareler, süngü-Kubbeler, miğfer/Camiler, kışla-müminler, asker”), bunun dışavurumudur. Sayın Erdoğan’ın, kendini “Hakikat (Sünni İslam)” ile özdeşleştirmesi, siyaseti, “Hukuk” yani Anayasal çerçevede, kurum, kural, istişare, uzlaşma, icma ile yürütme yerine; daha ziyade, kendi “doğru”ları çerçevesinde yapmaktadır: ”Kanun Devleti”. Bu durum, örneklik olarak vatandaşlara da sirayet eder: “Balık, baştan kokar.” Vatandaşlar, aralarında bir anlaşmazlık çıktığında “polis çağırma”, “mahkemeye başvurma/verme” yerine; mafyöz ilişkilere girme, kendi sorununu kendi çözme, intikam alma, sokak çatışmalarına girme artmaktadır.
Mutlak hakikate haiz olma vehmi, elinden geldiğince, gücü/iktidarı/devleti elde tutma güdüsünü doğurur. Kamuoyunda sık sık dile getirilen “Nefret söylemi”, “Kimlik siyaseti”, “Kutuplaştırıcı dil”, iktidarda kalmanın “siyasi” bir aparatıdır. Bu durumda, da siyasal ahlakın ciddi düzeyde ihlale açık olduğu, izahtan varestedir.
Cumhuriyetin erken döneminde İslam dünyasına sırtını dönüp (“Ne Arap’ın yüzü; ne Şam’ın şekeri”); yüzünü Batı’ya çeviren bir dış politika takip edildi. 1950 sonrasında NATO’ya girdik; daha sonra da Avrupa Birliğine girmek için kapıda elli sene bekletildik. Son yirmi yılda bu politika yavaşça değiştirildi (“Eksen Kayması”). Yüzümüzü İslam coğrafyasına, Afrika’ya ve Doğu’ya çevirdik (“Sıfır Sorun”, “Stratejik Derinlik”, “Gönül Coğrafyamız”). Batı ile de “Eşit Onura dayanan”, “Win-Win” politikası izlendi. Hakkaniyete, eşitliğe, maslahata dayanan bu politikalar, kanaatimce doğrudur. Son yirmi yılda “Kürt Sorunu” konusunda da –öncesi ile mukayese edilince- ciddi ahlaki adımlar atılmıştır. “Alevilik” konusunda aynı performans gösterilememiştir. Bütün İslam imparatorluklarında gayri müslimlere dahi devlet bürokrasisinde görevler verildiği halde; son yirmi yılda, örneğin, bir tane dahi Alevi “Vali” veya “Rektör” atanmamıştır. Halbuki, Alevi vatandaşlarımız da, Sünniler kadar eşit haklara sahip ve “Müslüman”dır.
Muhafazakârlık veya İslamcılığın iktisadi alandaki performansına gelecek olursak, kamu kaynaklarına/malına (Beytu’l-mal/Hazine) karşı sıfır bir duyarlılığa sahip olduğunu söylemek, dürüstlüğün gereğidir. Bunun, 1400 yıllık tarihsel bir geçmişi/bagajı/ajandası vardır. Fütuhatla birlikte devletin gelirleri, halktan toplanan vergiler (zekât, cizye, haraç, öşür…) ve savaşlar ile ele geçirilen ganimetlerden oluşmaktadır. “Ganimet”in Kur’an’da müşriklerin saldırılarına karşı haklı/koruma savaşında elde edilmesi hasebi ile “Helal” oluşu ile; Dört Halife dönemi (Hz. Ömer) ile başlayan savaşları/seferleri, birbirine karıştırmamak gerekir. Tarım toplumunda “mülk” büyük ölçüde topraktan oluşmakta ve “mülkiyet”i devlete aittir. Halife/Sultan ise, “Zıllullah” olarak mülkün “sahibi”dir; “Allah’ın hazinelerinin anahtarıdır”; tasarruf yetkisi, onundur. Mülk, “Allahlık”tır, Arpalıktır, Hiç kimsenindir. Miri malıdır. “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Fıkıh literatüründe devlet malına karşı işlenmiş “Hırsızlık” suçu ve cezası yoktur. Halk, da bu durumu: “Devlet malı deniz; yemeyen, domuz” olarak yorumlamıştır. Osmanlı’da “Vakıf”lar, siyasilerin, devlet mülkünü-“Herkesin/Kamunun” mülkü olarak görülmediği için-, kendi avenelerine, akrabalarına, destekleyicilerine peşkeş çekmenin bir aparatıdır. Osmanlı veziri Sokullu Mehmet paşanın 1500 parça gayrimenkulü olduğu rivayet edilir. Padişahların, kendilerini destekleyen Tarikatlara devlet mülklerini “Vakıf” üzerinden transfer ettiği bilinmektedir. Vakıflar, doğuş gayelerinden büsbütün uzaklaştırılarak, kamudan çalınan malların meşrulaştırılması/aklanması aparatına dönüştürülmüşlerdir. Cumhuriyetin kuruluşunda da Devlet, en büyük mülkiyete haizdi. Yöneticiler, bu malı/mülkü, istedikleri gibi tasarruf edebiliyorlardı. Muhafazakâr/sağcı iktidarlar ve “İslamcılar” da aynı itiyadı sürdürmektedirler. 1970-80’lerde yaşanan göç ile ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, halkımızın da bu duyarsızlığa teşne olduğunun kanıtıdır.
AK Partinin muhafazakâr tabanı, cumhuriyet döneminde görece ekonomik kaynaklardan uzakta/periferide tutulduğu için, oldukça yoksul kitlelerdi. İki binli yıllardan sonra devletin ele geçirilmesi – “The Cemaat”le iş birliği halinde- tamamlandıktan sonra, devlet kaynakları, taraftarlara dağıtılmaya başlandı. İhale kanunun iki yüz kere değiştirilmesinden tutun da, memur sınavlarında “mülakat” a varıncaya kadar, bin bir çeşit “yol/yöntem” bulundu. Muhafazakârlar arasında sözde “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” edebiyatı dolaşımda olduğu halde; pratikte çoğunluğu, gözünü kırpmadan “Kamu malı” na el uzatabilmektedir: Çünkü “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Oysa, “Hay” da “Hu” da Allah’tır; O da: “Emaneti (kamusal olan işleri) ehline/liyakatlisine verin (4/58)” ve “Mallarınızı aranızda batıl (haram) yollarla yemeyin ve onu, hakim olanlara vermeyin (2/188)” diye buyurur.
Tarihsel-Teolojik Arka Plan
Kendisine ortakların koşulduğu bir ortamda Tanrı, kendini ortakları olmayan mutlak muktedir (“Meikin muktedir”-54/42,55), siyasal bir Kral gibi tanıtmıştır: O, “İnsanların melikidir” (114/2); “mülkü dilediğine veren, dilediğinden çekip alan; dilediğini aziz, dilediğini zelil eden; her şeye hakkıyla gücü yetendir” (3/26). “Putlar, yaptıkları (varsayılan) fiillerden sorumlu tutulacağı halde; O, yaptıklarından sorguya çekilemeyen” (21/23) biridir. “Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi tavsiye eden; utanmazlığı, her türlü kötülüğü, her türlü azgınlığı yasaklayan” (16/90); “bilgelerin en bilgesi bir kral gibidir” (95/8).
Oysa, Sebe Krallığı’nın “Senato”ya dayanan yönetim tarzının zıddına, “Doğu Despotizmi”nin kralları, Sebe melikesinin yorumu ile: “… bir memlekete girdiğinde; orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler; onlar, böyle yaparlar.” (27/34). Bu, Sebe Kraliçesi’nin, her ikisi de Tevrat’ın adalet ilkesine bağlı birer “Bilge Kral” olan Davut ve oğlu Süleyman’ın (27/16-44, 21/78,38/17-30) yönetim tarzını yanlış yorumlamasıdır.
Kur’an, Kabile asabiyetine dayanan müşrik toplumu, iman kardeşliğinde eşitleyen bir müminler topluluğuna (millet) çevirdi. Politik yönetime gayrimüslimleri de ortak etti (ümmet). Kabile şeyhlerinin politik ve kültürel/dinsel “Kanaat Önderliği” veya oligarşik (“Daru’n-Nedve”) yönetim pozisyonlarını reddederek (33/67); bireysel sorumluluğu ve politik sorunlarını çözme konusunda da Yemen’den gelen ve herkesin siyasal sorumluluk üstlendiği “Şura” ilkesini tavsiye etti (3/159,42/38). Yani Kur’an, teolojide reddettiği şirki/şeriki (ortaklığı) politikada şart koştu. Din, bir yönü ile “Ticaret” olarak vazedilirken (2/14-16,282; 4/29; 9/24 …); siyaset de, “Şura” üzerinden “Şirket” olarak vazedildi. Halkın, politik iradesini/onayını adalet ve hakkaniyet karşılığı olarak yöneticilere vermesi de, “Bey’at=Alış-Veriş” kavramı ile ifade edildi. (48/10, 18; 60/12).
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Araplar, Allah tarafından ona tevdi edilen ve mutlak olmayan, eleştiriye-itiraza açık Karizmatik otoritesini siyasette sürdürmeye çalıştılar. Hariciler, karizmatik otoriteye/kişi kültüne itibar etmeyerek “Takva” kriterini benimsediler. Ancak, objektif kurallara dayanan kurumsal bir yapı oluşturamadıkları için; sübjektifliğe gömülüp, “Tekfir”ciliğe/dinsel-teokratik şiddete kaydılar. Şiiler, Hz. Ali soyundan/irsiyet yolu ile karizmatik kişi kültünü devam ettirdiler (İmamet). Sünniler ise, Hz. Muhammed’in karizmasını/dinsel otoritesini, Kabile/Kureyş kültü üzerinden -onun “temsilcisi” olarak- “Halifelik” olarak sürdürdüler: “Hülefa-i Raşidin” Muaviye’nin zorla iktidarı ele geçirmesi ile Ümeyye oğulları, “Halife”liğe itibar etmeyip; Kabileciliği, Pers ve Bizans’tan etkilenerek Krallığa dönüştürdüler: Emevi İmparatorluğu. Abbasiler ise, kabilelerini tekrar “Halifelik” dolayımı/temsili ile kutsayarak karizmatik/teokratik bir kisveye büründürdüler (Zıllullah).
Mısır’da, Mezopotamya’da ve Doğu Akdeniz’de politik ve dinsel hayatta egemen olan Pastoral “Çoban-Sürü” kodu, Müslümanlara da egemen oldu. Yemen’de gelişen Şura/Senato, Arap kabilelerinde devam edip Kur’an’da aktüelleştirilmeye çalışılırken; Doğu Despotizmi ve kişi kültü, Müslümanlara da galip geldi. 1400 senedir de devam ediyor; Hz. Osman’ın iktidara geliş ve iktidardan düşürülüş biçimi ile; Humeyni’nin, Saddam’ın, Kaddafi’nin… iktidara geliş ve gidiş biçimleri aynı (devrim-darba=güç). Doğu cephesinde/despotizminde değişen bir şey yok.
Modern Batı’da Siyaset
Batı’da 1200’lerde İngiltere’de Kralın yetkileri belli oranlarda sınırlanırken (Magna Carta); 1789’da Fransız İhtilali ile birlikte, kendini Tanrı’nın temsilcisi olarak gören Kilise ve Krallığın politik yetkilerine son verilerek; yönetim yetkisi, “Cumhuriyet” kavramı ve “Parlamento” kurumu ile birlikte halka geçmiş oldu. Yunan demokrasisi, yeniden keşfedildi. 20’nci yüzyıl, “Seçimle Gelen Krallar”a (Duverger) şahit oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi, kurumsal olarak daha da gelişti: Anayasal Demokrasi, Sivil Toplum, Muhalefet, Hukuk Devleti, İnsan Hakları, Kuvvetler Ayrılığı… gibi kavram ve kurumlar gelişti. Temsili Demokrasinin sorunları ortaya çıktıktan sonra; Yerel Demokrasi, Radikal Demokrasi, Yerinden Yönetim, Yönetişim (Governance) …pratikleri gelişti.
Türkiye’de Durum
Cumhuriyet devrimleri Hilafet/Saltanat, Şeriat ve Tarikatları ilga etti. Seküler bir “Cumhuriyet” kuruldu. 1950’ye kadar “Tek Parti/Tek-Adam” yönetimi vardı. 1950’den sonra Demokrasiye geçildi. 1960’ta ordu, ihtilal yaparak yönetimi devirdi. 1960’tan 2000’li yılların başına kadar “Askeri Vesayet” altında demokrasi kör-topal kurumları ile devam etti. 2000’lerin başından itibaren iki dinsel figür belirdi. Biri, demokratik parti örgütlenmesi ile R.T. Erdoğan; diğeri, Cemaat örgütlenmesi ile Fetullah Gülen. İkisi işbirliğine girerek Askeri Vesayet yönetimine son verdiler. Daha sonra aralarında ihtilaf çıktı. 2015’te Fetullah-Cemaat, darbe girişiminde bulundu ve tasfiye oldu. Akabinde, referandumla “Başkanlık” sistemine geçildi. Bu sistemin -Batı’da olduğu gibi- gerektirdiği yasal düzenlemeler yapılmayarak fiilen “Tek-Adam” yönetimine geri dönüldü. Adına da “Türk Tipi Başkanlık” dendi. Sayın Erdoğan, seçilmiş “Halife/Sultan” rolünü benimsedi: “III. Abdulhamit”. Diğer partilerin de pek farklı olduğu söylenemez. Belki, biz niye böyle güçlü bir “Lider” çıkaramıyoruz diye hayıflanıyorlardır.
Bu yönetim tarzı, müşriklerin Allah ve putlar arasında kurmuş oldukları “Şefaat” sistemine hayli benziyor. Müşrikler, putlar için: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı.” (10/18). “Biz, onlara, sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (39/3). Allah, mutlak kozmik egemen güç; putlar ise, ondan aldıkları yetki/pay ile insanların arzu-ihtiyaçlarını Allah’a ulaştırıp, onları Allah’a yaklaştırıyordu (zülefa).
Türkiye’de bugünkü yönetim tarzında da Saray’daki müşavirler, danışmanlar, bürokratlar, akrabalar (Nepotizm), Karadenizliler, bakanlar, milletvekilleri ve nihayet partililer, adetâ birer “Şefaatçi” rolünde “Başkan”ın nüfuzunu, mutlak gücünü, imgesini kullanarak -“Devlet”-“Başkan” dolayımı ile- kendilerine iş, itibar, menfaat, prestij devşiriyorlar ve etraflarında bağlılar (putperestler/çıkarcılar) oluşuyor. Yukarda sayılan gurupların hepsi böyledir demiyorum. İstisnalar çıkabilir.
Mutlak güç atfedilen Reis/Başkan, Tanrı gibi mutlak bilgi sahibi olmadığı; normal insan olduğu için, doğal olarak aşağıyı her zaman kontrol edemiyor. Onlar da, bu zaaftan istifade ederek, onun yetkisini/nüfuzunu istismar ederek birer “Şefaatçi”ye dönüşüp kendilerine bağlı kullar/çıkarcılar oluşturuyorlar. Özetle, “şirket” olarak vazedilen siyaset, Cahiliyye dönemindeki gibi dinsel “şirk”e dönüştürülmüş gibi. Partililer ve geniş halka olarak milliyetçiliğin de dahil olduğu “Cumhur İttifakı”, haklı-doğru “Biz/Dost”u oluştururken; muhalefet, bâtıl ve yanlışı, yani “Ötekiler/Düşman”ı oluşturuyor: “Hak geldi, batıl zail oldu”. Böylece siyaset; adalet, özgürlük ve güvenlik arayışı olarak bir “rekabet” süreci olmaktan çıkarak; âdetâ -Sahabe arasında olduğu gibi- iç “savaş” havasına dönüşüyor.
Olması Gereken
Kur’an’ın önerdiği “Şura” ve “Biat”, siyasalın, yönetimin (güvenlik ve adalet arayışı) ahlaki ve hukuki gerekçeler ile halka devredilmesiydi. Batı da, bu işi, Yunan demokrasisine dönerek ve menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma”yı keşfederek başardı. Yoksa, Kur’an’ın önerdiği ahlaki gerekçeler (şura, biat, emanet, adalet, ehliyet) ile değil. Batı’nın, kendi evinde kurduğu barışı, dış politikada fesat çıkarma olarak icra etmesinin nedeni budur. Bugün Türkiye’nin yapması gereken, Kur’an’ın önerdiği ve Batı’nın da kendi evinde uyguladığını, hem iç politikada hem de dış politikada benimsemektir. Türkiye, dışarda yaptığını (Cihanda barış), içeride de yapmalıdır (Yurtta barış).
Tarihselcilik”, teolojik/Kur’anî temelini Nesh-Tebdil-İmha (2/106, 16/101, 13/38-39) uygulamalarından alan; Sahabeden Hz. Ömer ve Tabiinden Ata b. Ebi Rebah ve Ebu Yusuf, Necmeddin Tufi gibi âlimlerin içtihatlarında mülhem; İmam Maturidi’nin “İçtihadi Nesh” olarak isimlendirdiği yorum metodolojisinin çağdaş Hermenötik disiplininin katkıları ile yeniden isimlendirilmesidir. Tarihselcilik, İslam’ın evrensel ruhunun, doğmuş olduğu yedinci yüz yılın Arap bedeni ve elbisesinden(şeriat) çıkarılarak yeni bedenlerde tezhür/tecelli etmesini(tecdit-update) sağlamaktır: “Sabit Din Dinamik Şeriat”. Mutezilenin geliştirmiş olduğu “Mahluk Kur’an” teorisi, bu metodoloji ile paraleldir. Ahmet b. Hanbel’in dogmatik “Kelam-ı Kadim” görüşü ve İmam Şafii’nin “er-Risale” adlı kitabında geliştirdiği Fıkıh Usulü yani “Kaynaklar” ve bu kaynakları yorumlama teorisi/teolojisi (Edille-i Şeriyye)” siyasal iktidarların desteği ile Sünniliğin resmi görüşü haline gelmiştir.
Tarihselciliğin çağdaş yorumunu, Pakistanlı İslam âlimi Fazlurrahman yapmıştır. Bu teoriyi Fazlurrahman şöyle özetliyor: “Bu teori, İslam’ın bugün uygulanabilmesi için, ilk planda yapılması gerekenin Kur’an’ın arka planını anlamak olduğunu; böylece onun ahlaki, manevi ve sosyo-ekonomik alanlarda ulaşmak istediği hedefleri ve gayeleri belirleyebileceğimizi ileri sürer. Onun vurguladığı noktalardan biri de Kur’an’ın uygulanmasının günümüz şartlarında lafzi olamayacağı; çünkü, bunun Kur’an’ın bizzat gayelerini yok etme sonucunu getireceğiydi. Ve yine diğer yandan, geçmiş on üç küsur asır boyunca Fukaha ya da Ulemanın ulaştığı veriler ciddi bir biçimde incelemekle ve kıymetlerinin teslim edilmesi ile birlikte, birçok durumda bu bulguların ya hatalı; ya da, bugünün ihtiyaçlarını karşılayamayacağını iddia eder.
Bu (Tarihselci) yaklaşım, öylesine devrimci ve şimdiye dek kullanılan yaklaşımlardan o kadar köklü biçimde farklıdır ki; yalnızca Fıkıh ve Sünnet değil, Kur’an’ı da sıkı bir tarihsel incelemeye tabi tutmaktadır ve, bu sebeple de, yalnızca gelenekçiler değil; modernistlerin çoğu da, onu kabullenmekten cidden kaçındılar. Fakat bu yaklaşım, Müslümanların tarihi serancamını değerlendirmenin ve Kur’an ve Peygamberin hedeflerini gerçek anlamda uygulayabilmenin tek dürüst yöntemi gibi görünmektedir. Bu tür bir yaklaşıma ve onunla ulaşılan sonuçlara şiddetle karşı koyuş olacaktır… Eğer böyle olmazsa, biz, İslam’ın bir süre daha duygusal bağlılığı cezbedecek olan bir ibadetler setine indirgenmesi dışında başka bir seçeneğin bulunmadığını düşünüyoruz.” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme. Çev. A. Çiftçi. Ank. 2003. S. 86)
Fazlurrahman, yetmişli yıllarda bir müddet Erzurum’da (İslami İlimler Akademisi) ve Ankara’da (İlahiyat Fakültesi) bulundu. Ankara İlahiyattaki seküler hocalar, onu “gerici/şeriatçı” olarak nitelerken; muhafazakâr hocalar, “modernist/oryantalist” olarak nitelemişlerdir. Ankara İlahiyat Fakültesinde Hadis hocamız M. S. Hatipoğlu, onunla fikri münazaralarda bulunmuş ve onun Tarihselcilik görüşlerini benimsemiştir. M. S. Hatipoğlu, seksenlerde yayınlanan “İslami Araştırmalar” dergisine yazdığı “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine” (Cilt:1, Sayı:1.1986) adlı makalesinde kendi çalışmaları ile Tarihselcilik (Mahallilik) teorisine katkı yapmıştır. Daha sonra aynı dergide yazan İlhami Güler, “Fazlurrahman’ın Kur’an’ı Yorumlama Metoduna Kur’an Açısından Kelâmi Bir Katkı” (Cilt:5, sayı:2.1991) adlı makalesi ile tarihselciliği aleni olarak benimsemiştir. Daha sonra Ömer Özsoy, “Kur’an Hitabının Tarihselliği ve Tarihsel Hitabın Nesnelliği Üzerine” (İslami Araştırmalar, cilt: 9. Sayı:1-4. 1996) adlı makalesini yazarak Tarihselciliği savunmuştur.
Fazlurrahman’ın “İslam” adlı kitabı ilk kez 1981 de M. Dağ ve M. Aydın tarafından çevrilmiştir. “Ana Konuları ile Kur’an” adlı çalışması ise, 1985 de A. Açıkgenç ve H. Kırbaşoğlu tarafından çevrilmiştir. İslami Araştırmalar dergisi, “Fazlurrahman” özel sayısı yayınlamıştır (1990. Cilt. 4. sayı: 4) Doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren yayın hayatına başlayan “İslamiyyat” dergisi ve daha önce faaliyete başlayan “Ankara Okulu” yayın evi Fazlurrahman’ın kitaplarını çevirterek bu görüşün Türkiye’de neşv-ü nema bulmasını sağlamıştır. İstanbul Belediyesi, 1997 de “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” adlı bir uluslararası sempozyum düzenlemiştir. Doksanlı yıllarda “Bilgi Vakfı” nın düzenlediği “Kur’an Sempozyumları”nda “Tarihselcilik” teorisi, ana tartışılma konusu olmuştur. Tarihselcilik yorum teorisi, İlahiyat Fakültelerinde teveccühle karşılanmış ve birçok Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Doçentlik tez konuları ile taraftar bulmuştur. İki binli yıllara gelinceye kadar, bu teoriyi çekinmeden benimseyerek, kitap yazarak katkı verenler: M. S. Hatipoğlu (“İslam’ın Aktüel Değeri”), Adil Çiftçi (“Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek” –Doktora tezi-), İlhami Güler (“Sabit Din-Dinamik Şeriat”) ve Ömer Özsoy (“Tarihselcilik Yazıları”) dır.
İki binlerden sonra ise, M. Öztürk (“Kur’an’ın Dili ve Retoriği”) ve Hayri Kırbaşoğlu (“Müslüman Kalarak Yenilenme”) katkı vermiştir. Mustafa Öztürk, tefsir malzemesini kullanarak yapmış olduğu birçok çalışma ile “Tarihselcilik” in kitap okuyan muhafazakâr camiada tanınmasına katkıda bulunmuştur. Ayrıca medyada (Tv-Video) yaptığı programlar ile bu teorinin ilgili kamuoyuna ulaşmasına vesile olmuştur.
Fazlurrahman’ın “Tarihselcilik” teorisi, Türkiye’de Hadis çalışmalarına da ciddi katkılarda bulunmuştur. Başta Hayri Kırbaşoğlu’nun çalışmaları olmak üzere (örneğin: “Sünneti Çağa Taşımak”) birçok çalışma yapılmıştır. İstanbul’da kurulan “Kur’an Araştırmaları Merkezi (KURAMER)” Tarihselcilik teorisi merkezli bir çok sempozyum düzenlemiş ve yayınlar yapmıştır. Ayrıca Türkiye’de İslam Tarihi ve Siyer çalışmaları da Tarihselcilikten ciddi düzeyde etkilenmiştir. Mehmet Azimli, İsrafil Balcı, Enver Arpa, Adnan Demircan’ın… çalışmaları, buna örnek olarak verilebilir.
Bazıları da, “Tarihselcilik” kavramının, yerli-geleneksel değil; Batı kökenli “Hermenötik disiplinine ait olmasından irite olarak benzer görüşleri, “Makasıt” kavramı ile ifade etmeye çalıştılar. Makasıt teorisi, Tarihselciliğin yaslandığı netafizik-ahlaki zemindir. Ancak, Tarihselcilik, buradan kalkarak somut adım atma ve söz/hüküm vermek iken; Makasıta vurgu yapanlar, -çekindiklerinden mi bilinmez- somut bir şey söylemiyorlar. Örneğin: Şahitlikte iki kadının bir erkeğe denk olmasının(2/282) bugünkü “makasıt”ı hakkında ne düşündüklerini bilmiyoruz.
İlahiyat Fakültelerinde veya dışarda (Tarikat-Cemaat) Gelenekselci veya katı Muhafazakâr çevreler, bu yaklaşıma şiddetle tepki göstermiştir. “Babam öyle diyo” çocuk psikolojisi ile geleneksel sünni teoriyi (Kelam-ı Kadim) şiddetle korumaya çalışmışlardır. Fazlurrahman’ın dediği gibi “dürüstçe” Tanrının muradını aktüel olgular içinde arama cüretini ve cesaretini gösteremeyen bu tepkinin, arkasında biri ” samimi olarak” Tanrının sözünden çıkmamak saiki; biri de, sözden çıkmama olarak “çocukça bir korku” barındırdığı kanaatindeyim: “Selefilik”. Bunlar, Tarihselciliği, Kur’an’ı “tarihe gömmek” olarak itham ettiler. Tarihselcilerin cümlelerini cımbızlayarak sosyal medyada linç kampanyaları düzenlediler. Çalıştıkları kurumlardan atılmaları için davalar açtılar. Tarihselcilik, tarihsel olguları yorumlamada sosyal-bilimsel bir teori olduğu halde (Historical-Critical Approach); onlar, bunu, yeni bir “sapıklık” veya “mezhep” olarak algıladılar.
Oysa, yetişkin/âkil-baliğ olanlar, sözden değil; yoldan çıkmamakla mükelleftirler. Yoldan çıkmamak için, gerektiğinde sözden çıkılır. Tanrı, hikmetle buyurur. “İman” konusu ve değişmez buyruklar (Tevhit-Mead-Nübüvvet), “anlama” konusu buyruklardan (ahlak-hukuk-siyaset-iktisat) farklıdır. Tanrının bütün buyrukları, bir kere ve bütün zamanlar için değişmez değildir; vahiy tarihi, bunun şahididir.
Bir de “Only Kur’an” diyen “Evrensel Kur’an”cılar var. Bunlar, Fıkıh ve Hadis konusunda kolayca Tarihselci oluyorlar. Hatta zahmete girmemek için bu malzemeyi “Emevi Uydurması” deyip toptan reddederek kolayca işin içinden sıyrılıyorlar. Bunlar, Tarihselciler gibi; Kur’an’ın bazı hukuki hükümlerinin, bugün aynı ile uygulanamayacağına vicdanen kanaat getirmiş oldukları halde; bunların yenilenmesi gerektiğine –Allahtan veya İnsanlardan korktukları veya dogmatik oldukları için- dilleri varmadığından dolayı; kelimelere, kavramlara ve ifadelere çeşitli dil cambazlıkları ile takla attırıyorlar. Örneğin “vadribuhunne”(4/34) ifadesindeki “da-ra-be” fiilinin bin dört yüz senelik tarihsel ve toplumsal bağlamdaki “dövme-vurma” anlamından kaçmak için, lügatte bulunan otuz anlamından beğendiklerini verdiler. Bir başka örnek, “Fektau eydiyahuma=Ellerini kesin” (5/38) ifadesini, sentaks (kullanım) ve tarihsel bağlamından kopararak/kıvırarak, ona mecazi bir anlam olan (ellerini çekin/engelleyin) anlamını yüklediler. Böyle yüzlerce örnek mevcuttur. Oysa Wittgenstein’ın dediği gibi anlam, lügatte değil; kullanımdadır, sentaksta ve tarihsel bağlamdadır.
Tarihselcilik tartışmaları, bir de “İpini kırmak” veya “Evden kaçmak” isteyenler için, bulunmaz Bursa kumaşı olmuştur. Geç öğrenenlerin sesi çok çıkar. Bunlar, soyut, felsefi, derin düşünme yerine; kolay ahkâm kesmeyi marifet sanan, sığ silahşörlerdir. Tarihselciliği vesile yaparak “Deizm”e kaymışlardır. Türkiye’de Deizm tartışması, felsefi-teolojik bir tartışma değil; mevcut teolojik(sünni) ve pratik temsilcilerin performansından doğmuş bir dinden soğuma-nefret ve kopma durumudur.
Fazlurrahman’ın teorisini yazdığı “Tarihselcilik” ile hiçbir ilişkisi olmayan bir tarzdaki yorumlarda ya “Lafız-mana ayrımı” yaparak, vahyin Hz. Muhammed’e bütün olarak veya mana yolu ile geldiği; onu cümlelere dökenin kendisi olduğu yollu ılımlı veya Kur’an’ın doğrudan Hz. Muhammed tarafından vazedildiği gibi iddialarda bulundular. Bunlardan bazıları, Kur’an’daki bazı konuları veya bazı ifadeleri, kendi kafalarındaki Tanrı tasavvuruna yakıştıramayarak, bu cümlelerin, olsa olsa, Hz. Muhammed’e ait olduğunu iddia ettiler. Tarihselciliği “mal bulmuş Mağribî” gibi harcadılar. Kendi kişisel itibarlarına malzeme yaptılar. Çarçur ettiler.
Fazlurrahman’ın gayesi, Kur’an’ın evrensel mesajını tarihin enkazı altından çıkarıp, modern çağın metafizik, etik ve sosyo-politik sorunlarına bir “mukabele”de bulunmak iken; bazıları, her gün Kur’an’dan veya Tefsir kaynaklarından yeni bir “tarihsel” mevzu bulup, Kur’an’ın “mesajının”, halk nezdinde buharlaşmasına, itibardan düşmesine katkıda bulundular. Fazlurrahman’ın yöntemi, Kur’an’ın nazil olduğu çağa gidip, ondaki tarihsel olan unsurları teşhis edip, evrensel mesajı alıp buraya gelmeyi ve somut-pratik ahlaki, hukuki, iktisadi ve politik sorunlarımızı, bu ilkeler ışığında çözmeyi içerirken; onlar sadece oraya gidip, buraya gelemediler. Fazlurrahman’ın dini bir kaygısı, derdi-davası varken; onlar bu teoriyi salt akademik tartışma malzemesi, tebliğ konusu, program mevzusu yaptılar.
Hasılı, Tarihselciliği, -benim formüle etmemle “Sabit Din Dinamik Şeriat” -,Türkiye’de asaletini koruyan ve tarihin enkazı altında olan Kur’an’ın evrensel mesajını, çağın metafizik, ahlaki, hukuki, iktisadi ve siyasi sorunlarının çözümü için bir “mukabele” de bulunma “dava”sı olarak görenler ve bu uğurda emek harcayanlar olduğu gibi; onu, evden kaçmak veya ipini koparmak için, izin olarak görenler ve kişisel itibar için malzeme olarak kullananlar da mevcuttur.
Kültürel-Tarihsel Arka Plan
Mezopotamya, Ön-Asya, Doğu Akdeniz ve Mısır’da siyasal ve dini düşünceye “Çoban-Sürü” kodu egemendir. Bu durum, doğal olarak toplumsal hayatta “örnek” yerine “ölçü”; kurum kurma, kural koyma yerine “Kişi-Kahraman”; toplumsal-ahlaki hakikatin tekilliği/biricikliği ve bunu görmek için göz, kulak, fuad/kalp, düşünme yerine dondurulmuş, dogmatik (dinamik olmayan) kutsal Kitap/Yasa/Şeriat; teori yerine Teokrasi; içtihat yerine İcma; Nesh yerine Nass; tetikte-teyakkuzda (Takva) olma yerine taklit; şura yerine sultan… üretir. Çoban-Sürü ilişkisinin dezavantajı, bir Macar atasözünde ifade edildiği gibi: “Çoban yolunu kaybettiğinde; sürü, bunu bilemez” olmasıdır. Bu kodu benimseyenler ise, çobanın kişisel sorumluluk bilinci üzerine güzelleme yaparlar; insanları hep “sürü” olarak görürler. Oysa “Cahilin sofusu/sürüsü, şeytanın maskarasıdır.” Cenap Şahabettin’in dediği gibi: “Zavallı koyun sürüsü; çobanı, çoban köpeklerini, kurtları ve sahibini besler.”
Arapların politik hayatında Şeyh, Halife, Sultan, Zaim, Emir, Kaid…; Perslerin politik hayatında Şah, Padişah, Şahinşah, Kisra…; Türklerinkinde ise Hakan, Kağan, Han, Bey, Başbuğ, Hünkâr, Hükümdar… mutlak politik-askeri otoritedir. Kişi kültü oluşturmak, evrensel bir insan doğası değil; antropolojik/kültürel, sosyal-psikolojik bir mizaç meselesidir.
İslam’ın tarihsel politik hegemonyasını üstlenen Araplar, Türkler ve İranlılar, genellikle Kabileler, Sülaleler, Boylar, Klanlar ve Beylikler halinde yaşamışlardır. Dinsel hayatları ise, genellikle mezhepler, tarikatlar ve cemaatler halinde olmuştur. Şiîlikte “İmam”lar, “Molla”lar “Ahunt”lar, “Ayetullah”lar, “Seyyit”ler, “Şerif”ler; Türklerde-Tarikatlarda Şeyhler, Veliler, Gavslar, Kutuplar… ortaya çıkmıştır. Sünnilikte ise Âlimler, Allameler, Müçtehitler oluşmuştur. İlmi otorite, dinsel otorite gibi katı/kapalı/kutsal değildir.
İnsanlarda salt güç istenci ve şiddet eğilimi, Efendi-Köle ilişkisinde olduğu gibi, korkuya dayanan gayri meşru bir otorite oluşturur. Uzmanlık/beceri, bilgi, adalet, cesaret ve fedakârlık (kahramanlık) ise meşru bir itibar, saygınlık ve otorite yaratır. “Karizma”, Tanrı tarafından aleni olarak desteklenen insanlarda (peygamber) oluşan otoritedir. İslam’da “Âlim”ler, peygamberlerin karizmatik olmayan varisleridir (el-Ulema, veresetu’i-Enbiya- Hadis). Herhangi bir kutsiyetleri yoktur. Otoritelerini, -eleştiriye açık olarak- ilmi derinlikleri ve ahlaki kemallerinden alırlar. Hz. Muhammed’in Karizmatik otoritesi, Sünni siyasette Kabile/Kureyş üzerinden “Halife” olarak devam ederken; Şiilikte Hz. Ali üzerinde (sıhriyet) “İmamet” olarak devam etmiştir. Her iki yapı da, özgür/gönüllü “Biat”, “Ahit/Misak” ve “Şura”ya dayanması gereken siyasi alanın kutsallaştırılarak/karartılarak/kapatılarak istismara boğulmasıdır. Tasavvufta ise, “Sırları Kutsanmış (Kuddise Sırruhu)” -Rahiplere/Papazlara benzer- “Temsil” makamında olan bir “Ulular/Veliler” sınıfı oluşturularak (Şeyh-Gavs-Kutup…) din istismarına kapı açılmıştır.
Taklit/Dogmatizm, “Hakikat” adına terör saçan bir psikoloji yaratır. Oysaki din ve siyaset alanları, herkesin bireysel sorumluluk üstlenmesi gereken alanlardır. Bu alanlarda dinsel “karizma”nın oluşması, sürekli istismar ve şiddet doğurur. Bunun istisnası yoktur. Dinler tarihi, bunun şahididir.
“Kâhin, Papa, Sultan ve Emir…: Bir av için, yüz avcı.”
“Taç giyenler ve mabetteki rahipler, onun harap tarlasından vergi alıyorlar.” (M. İkbal)
Kur’an’ın Önerisi/Öğretisi
Kur’an, peygamberleri ve onlara inanan mü’minleri “Örnek” kişiler olarak sunmuş (60/4, 6; 33/21) ve sonradan gelenlerin de onlar gibi, sorumluluklarını bireysel olarak üstlenmiş mü’minler olmalarını istemiştir. Peygamberlere devredilen “otorite”, hiçbirinde mutlak-sorgulanmaz/kapalı/kutsal olmamıştır. İçimizden birileri olarak hata yaptıklarında Allah tarafından uyarılmış, eleştirilmiş, hatta kınanmıştır (9/43, 28/10 80/1-10). “İsmet” sıfatları, onların samimi-dürüst kişiler olduklarını; din davasına ihanet etmediklerini ifade eder. Yoksa yanılmadıklarını veya günah işlemediklerini değil. Onlardan ve bağlılarından mutedil, aşırılıklardan uzak “vasat” ve “örnek” bir “toplum” olmalarını istemiştir (2/143, 3/104). Bir grup “Âlim”in (Rasih-Fakih) düşüncede derinleşmesini ve onların da, halkı tebliğ ve irşat ile kendilerine “çekerek” aynı seviyede eşit sorumluluk üstlenen kişiler olmalarını istemiştir (9/122, 3/7). Tanrı’nın tavsiyesi/önerisi sokak insanının Lokman, Davut, Süleyman, Havariler, Mağara Arkadaşları, Akhenaton, Ali, Ömer, Ebubekir, Osman, Hasan-i Basri, Sokrates… gibi, “Rüşd”üne ermiş, “Hikmet” sahibi olmalarını istemiştir. Allah, insanların özgürleşmesini istemiştir; biri ile özdeşleşmesini (kişi kültü yaratma) değil. Böyle bir sokak insanı düşünür genci (Feta)/İbrahim’i (21/60) Allah peygamber yapmış ve onunla birlikte olanları, insanlara örnek göstermiştir: “İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için bir ‘örneklik’ vardır. Onlar, toplumlarına: ‘Biz, sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi.” (60/4). Aynı şekilde, Hz. Muhammed’e inananların, inanmayan akrabalarına ve kabilelerine olan bağlılıklarını koparmalarını istemiştir (60/1-3). Allah’ın insanı yaratırken ona verdiği iyiliği kötülükten ayırma kabiliyetini (91/7-8) aktif hale getirerek, insanı aklı başında, yaptıklarından sorumlu, rüştüne ermiş bir hale getirmek, Kur’an’ın ana çabası olmuştur.
Kur’an, Arapların cahiliye dönemindeki katı-muhafazakâr dinsel tutumlarını defaatle ve şiddetle eleştirmiş; onları yüzlerce, binlerce kez düşünmeye (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur…), söylenenleri işitmeye, duymaya, dinlemeye, kulak kesilmeye ve ahlaki-dinsel hakikatleri görmeye (nazar, rüyet, basiret) çağırmıştır. Dinsel kanaat önderlerine-büyüklerine taklit ile körü körüne itaat etmelerini meşru görmemiştir (33/67). Haklarında bilgi/fikir/idrâk/düşünce sahibi olmadıkları hususların peşinden körü körüne gitmelerini, “mukallit” olmalarını kınamıştır. Ahirette bilgi aktlarının, bundan sorumlu olacağını hatırlatmıştır. (17/36). Kur’an, özgür-sorumlu bireylerden oluşan özgür ve sorumlu bir toplum/millet (Biz) oluşmasını tavsiye eder. Çil yavrusu gibi dağılmış, kum tanesi gibi başıboş “birey” olmak, marifet olmadığı gibi; sünepe ve sürü olmak da, marifet değildir. Her biri bir enstrüman çalan bir “orkestra” oluşturmak, İslam’ın birey-toplum hedefidir. Koro şefi de, semboliktir; temsilci değil. “Temsilcilik” düşüncesi, “Kişi kültü”nü doğurur. “Kurum” sallaşma (kural-hukuk), bunu önler. İslam toplumları, bunu başaramamıştır.
Bu konuda merhum Hasan Hanefi şöyle diyor: “Tabii bir din olarak İslam, ferdiyetçidir. Tabii bir din, bireyin otonomisini ve dini sistemle direkt kendi başına ilişki kurmasını kabul eder. İnsan, kendi kişisel sorumluluğuna sahiptir. Onun adına kimse günah işleyemez ve onu kimse kurtaramaz. Tabii bir din, “Aslî Günah”ın, Biri aracılığı ile kurtuluşun (şefaat) ve kendi yerine birini feda etmenin (Kefaret) olmadığı bir dindir. İnsan, niçin Hz. Adem’in işlediği günah ile Hz. İsa’nın, onu bu günahtan kurtarmasının arasında öylece pasif olarak kalıyor? Adem’in sorumluluğu sadece kendine aittir. O, günah işledi ve pişman oldu ve tövbe etti; Tanrı da, bağışladı. Herkes, günahsız olarak doğar; sadece, akil-baliğ olduktan sonra yaptığından sorumludur. Hz. İsa, yaptığı iyilikler ile sadece kendini kurtarabilir; başka bir kimseyi değil. İlkel dinlerde ise insan bir kurtarıcıya muhtaçtır: Bir Mesih’e, bir rehin kurtarıcıya. Tabii bir din olarak İslam, insanı Allah ile doğrudan ilişkiye sokar. İslam, rahiplere, papazlara ve Kiliseye sahip değildir. Bir kurumun ve onun tarih içindeki sapmasının doğurduğu tehlike yoktur. (Tarikat ve Hilafet hariç. İ.G). Tabii bir din reformasyona ihtiyaç duymaz; çünkü o, başlangıçtan itibaren reformist, rahipsiz ve papazsız bir dindir. İnsanın otonomisi, açıkça beyan edilmiştir. İtaat, yalnızca Allah’adır. İnsan aracılığı ile günah çıkarılmaz. Dua ve istiğfar, yalnız ona yapılır. İlkel dinler, gelecekten haber verirler. Kişi ile Tanrı arasında tavassutu zorunlu görürler; akla dayanan ince bir tavassutu başaramazlar. Aracılar canlı veya tabii nesnelerdir. Tabii bir din olarak İslam’da Tanrı ile insan ve insan ile yeryüzü arasında sağlam bir bağ kurulmuştur…” (Hasan Hanefi. Dini Değişme ve Kültürel Tahakküm. Çev. İlhami Güler. İslami Araştırmalar. Cilt:6, sayı: 3, 1992. S. 158-159.)
Türkiye’de Durum
Osmanlı İmparatorluğu (“Derviş Devlet”) hem siyasal bağlamda hem de dini bağlamda kişi kültünün egemen olduğu bir yapıydı. Siyasette “Sultan”, dinde “Şeyh” hayata egemendi. Hatta bazı Sultanlar, şeyhlerin kontrolünde idi. Birisi dünyanın sultanı; diğeri ruhların sultanı. Ahali, sultanın kulları; müritler, şeyhin kullarıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’ne gelince, devrimler Hilafet, Şeriat ve Tarikatı lağvetti. M. Kemal Atatürk, bir Osmanlı paşası, Kurtuluş Savaşı’nın mümtaz önderi (kahraman) ve devrimlerin banisi olarak “Tek-Adam” şeklinde kristalleşti. Giderek “yüce”, “ulu” sıfatları kazandı. “Anıt Kabir”de anıtsallaştı. Kalplerde minnettarlık/saygı mercii olma yerine; ritüeller ile tapınım nesnesine dönüştürüldü.
Dindar muhalefet, “Said Nursi”nin dinsel karizması ile “Nurculuk” olarak bir “Cemaat” şeklinde kristalleşti. 1950’lerden sonra da Adnan Menderes, muhalefetin politik önderi olarak değer kazandı. Askeri bürokrasi tarafından idam edilmesi, onu muhafazakâr halk hafızasında “Karizmatik” kıldı. Bir de “Sultanu’ş-Şuara”mız vardı (N. Fazıl). 1960-2000 arasında Demirel, Erbakan, Özal, Türkeş (Başbuğ), politik “lider”ler olarak belirginleşti. 2000’lerin başından itibaren Şeyh figürünün yeni tipi karizmatik Fetullah Gülen; halife ve sultan tipinin yeni karizmatik figürü olarak da Recep Tayyip Erdoğan parladı. Birincisi “Cemaat” kurmuştu; ikincisi “Parti”. Önce ortak oldular, sonunda düşman. Kozlarını paylaştılar. İkinci, birinciyi püskürttü ve birincisi “FETÖ” oldu. İkincisi, adı konmamış halifemiz ve sultanımız olarak devam ediyor.
Sonuç
Allah, Kur’an’da sokak insanından Lokman gibi, Sokrates gibi insanlar yetiştirmeye çalışıyordu. Oysa Müslümanlar, Kitap Ehli gibi (23/53) dinlerini parçaladılar, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere bölünerek, taklitçi sürülere dönüşerek din adamlarını veya kendilerini Allah’a nispet eden (Zıllullah, Kaim Biemrillah, Muiz Lidinillah…) siyasi-teokratik/karizmatik “Halifeler” oluşturarak kendi sorunlarını “Şura” ve özgür/gönüllü itaat/seçim (Biat) ile çözmekten vazgeçtiler. İşlerini bir kişiye havale etmeyi, zorla boyun eğdirmeyi marifet sandılar. Aslında sorumluluktan kaçarak tembellik ettiler. Tek kişinin, yanılabileceğini veya insanları kandırabileceğini, kolayca kandırılabileceğini hesaba katmadılar. Ortak akıl ile, içtihat ve icma ile, kurallar ile çalışan kurumlar kurmadılar. Kendi vicdanlarını ayık tutarak (takva), bilmediklerini bilenlere sorup “öğrenmek” yerine; sürü içgüdüsü ile taklitçi oldular. Allah da, “Sünnetullah”ı gereği: “Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır.” (10/100).
Türk Müslümanlığı, klasik dönemde Mâverâünnehir ve Orta Asya’da Hanefî-Mâtürîdî-Yesevî-Nakşibendî çizgisinde oluşmuştur. Hanefî-Mâtürîdî çizginin Hindistan’da-Pakistan’da ve oradan etkilenen, modern dönemde Taliban’daki yorumu-pratiği, etnik köken ve coğrafyanın farklılığı ile farklılaşmıştır. Türk Müslümanlığı, Hive, Buhara, Semerkand, Horasan’da…, dinin düşünce-duygu ve davranış boyutlarını birlikte içerir. Anadolu’daki “Âhilik”, bu yorumun pratiği ve uzantısıdır. Klasik dönemdeki Medreseler, Selçuklu ve Osmanlıda olduğu gibi, ağırlıklı olarak birer “dini tedris” mekânları değil; “Üniversite” kavramına daha yakındılar. Timur’un kurmuş olduğu devlet, kendinden sonra da, uzun bir süre ilmi ve bilimi birlikte deruhte etmiştir. Uluğ bey, Ali Kuşçu, onun soyundan gelen bilim insanlarıdır. Timur, Anadolu’yu istila ettikten sonra, geri dönmeseydi, kaderimiz nasıl olurdu diye insan merak etmiyor değil.
Medrese, minare, cami ve türbe, şehirlerin abidevi-mimari yapılarını oluşturuyor. Yatay mimariyi hala sürdürüyorlar. Medreselerin ve taç kapılarının mimari haşmeti ve büyüklüğü, dünyaya “evet” demeyi ifade ederken; türbelerin haşmeti, -Tasavvufun etkisiyle- kişi kültüne bağlılığı, onları kutsamayı yansıtıyor olsa da; bir türbenin taç kapısına “Kâle Sokrates…” diye Sokrates’ten bir cümleyi yazma cesaretini/özgüvenini de göstermişler. Minarelerin mimari kalınlığı, tuğla/toprak yapısı, süslemesi ve uzunluğu, -ezanın ötesinde- metafiziğin, fiziğe dönüşmesini ifade ediyor; Çelikten yapılmış Paris’teki materyalist “Eyfel Kulesi”ne zıt-inat bir şekilde. Klasik dönemde Mâverâunnehir’de ortaya konan yaşam, zanaatın-sanatın-mimarinin, ipekböceği kozası olarak “teknoloji”ye dönüşmeden öncesine ait olarak; İslam’ın, pratize ve estetize edilmesiydi.
Türkler, Kur’an’da vücut bulan “Şeriat”a Araplar’da (Şafii-Eş’âri) olduğu gibi lafzi/literal itibar etmekten çok; Hz. Muhammed’in ahlaki örnekliğine ve Kur’an’ın akli yorumuna (Rey Ehli) daha fazla itibar etmişlerdir. Türkler, Kur’an’ı ve Peygamberi “örnek” olarak alırken; Araplar (İmam Şâfii-Eşâri) “Edille-i Şeriyye”yi vazederek Hadisleri “ölçü” seviyesine çıkarmışlardır. En büyük hadis toplayıcıların Buharalı (Buhari) ve Tirmizli (Tirmizî) olmaları, tesadüf değildir. Anadolu Türkleri, bu sevgiyi, sarayda ve medreselerde “Buhari” okumak yerine, biraz daha popülist/vulger olarak, “Mevlid-i Şerif” okumak-dinlemek -adetâ bir ibadet- olarak sürdürmüşlerdir. Neyzen Tevfik’e izafe edilen “Şeriat, bu kuluna kaba geldi, ya Resulullah” cümlesi, -şikâyet mercisi olarak peygamberi seçerek- Türklerin sosyal psikolojisini ve şeriatla ilişkisi hakkında bize bilgi verir.
Moğol istilası ve yıkımından sonra, kültür ve mimari, kendini kısa sürede tekrar toparlamayı başarmıştır. Geç dönemlerde Rus ve Çin işgalleri, ikinci bir kültürel yıkım ve ekonomik değişim getirmiştir.
Rusya, seküler modernitenin alt bir önermesi (Marxizim-Komünizm-Sosyalizm) ile Ortodoxluktan çıkıp bir müddet burada eylendikten sonra, Kapitalizme evrildi. Çin de, aynı önerme ile (Mao’nun kültür devrimi) Budizm’den çıkıp, Kapitalizme evrildi. Türkler, Rusya ile Çin arasında bu maceralara girmeyip “Müslüman” kalmaya devam ettikleri için, Rusların ve Çinlilerin esiri oldular. Medreseler, ortaçağlarda ortaya koydukları “Aydınlanma”yı sürdüremediler. Çin’deki Uygur Türkleri hala esir. Rusya’da Komünizm çöktükten sonra, Türkler, kendilerini Rusya baskısından kurtarmaya çalışıyorlar. Bağımsızlaşmaları ve kendi kültürlerine/kişiliklerine bağlı, hukuki olarak adil, ekonomik olarak eşit fırsatlara haiz bir toplum oluşturmaları zaman alacaktır. Rejimleri, hala tek parti/otokratik olarak devam ediyor. Rusya’nın Komünizm döneminde demografi ile oynaması, etnik problemler olarak devam ediyor.
Özbekistan’da İslam Kerimov, -despotluğuna rağmen- tarihi yapıları eski görkemine kavuşturmak, Fetullah’ı ülkeden kovmak, Selefilerin ülkeye girmesine mani olmak ve sigara yasağı ile çok doğru işler yapmış.
Geziyi düzenleyen İslam tarihçisi Prof. Dr. Mehmet Azimli ve Prof. Dr. Fatih Erkoç, tur için doğru bir lokasyon (Hive-Buhara-Semerkad-Taşkent) ve iyi bir zaman (altı gün) belirlemişler. Otel, ulaşım, rehberlik ve lokantalar da mükemmeldi. 2022 Eylülünün ilk haftasında 23 kişilik grubumuzla geldiğimde burada gördüklerime gelince, aynı dilin biraz değişmiş lehçelerini konuşmak ve etnik köken aynılığının yarattığı empati-sempati ile birlikte, aynı dine/mezhebe/yoruma inanmanın doğurduğu yakınlık, “kanın (canın) kaynaması”nı doğuruyor: Kendini “yabancı” olarak görmediğin, ata yurdu ziyareti. Rusların dayattığı Kiril Alfabesinden Latin alfabesine geçmeleri, levhaların yarısını anlamamızı sağlıyor. Türkiye’den geldiğimizi duyunca, yüzleri gülüyor. Sıkça selam veriyorlar, selam alıyorlar. İnsanların yüzünden meymenet-masumiyet akıyor. Yaşlı amcaların ve teyzelerin yüzünden nur ve hüzün akıyor. Çocukların yüzleri çok masum ve sevimli. Biz “teşekkür” ediyoruz; onlar, “rahmet” diliyorlar. Onlarınki daha derin.
Semerkant’da mihmandarımız El Nur’un akrabalarının bir düğününe davet edildik. Biz de, aramızda para toplayıp hediyemizi alarak katıldık. Mükellef düğün sofrası, görülmeye değerdi. Yok, yok. Adet gereği katılan aileler adına birer konuşma yapılıyormuş. Bizden de rica ettiler. Bir arkadaşla ben, kısa birer konuşma yapıp intibalarımızı anlattık; oğlumun, Namangam’da mühendis olarak çalıştığını ve onların eniştesi olduğunu söyleyince, salonu alkışa boğdular. Müzik, bize çok yakın, hepimiz ayak uydurarak oynadık.
Arapların Peçe-Çarşaf, İranlıların Çador, Afganlıların Burka, Anadolu Türklerinin Türban takıntılarına karşı, Özbek kadınları, boğaz-diz-altı, tek parça pamuk-ipek, değişik desenli giysileri (elbise), bana göre İslam’ın “tesettür” emrine daha yakın. Kadınlar, dişiliklerini ve doğurganlıklarını/anaçlıklarını koruyorlar.
Özbek pilavı, Semerkand (kırmızı değil, sarı havuç kullanılıyor) versiyonu ile tek başına mükemmeldi. Bizim bulgur pilavı, fakir işi. Diğer yemekleri de öyle. Yemeklerde –besmele çekmede mahsur görmeden-alkollü içki tüketimi, Ruslardan kalma bir itiyat olsa gerek. Yaygınlığının derecesini bilmiyorum.
Çocuklarına genellikle peygamber, sahabe ve İslam’a-Allah’a izafetle oluşturulan isimler(Necmeddin-Abdullah, Medine, Elif…) koyarak, akil-baliğ çağına gelinceye kadar, “isim-müsemma etkis”i ile çocukları “dindar” yapıyorlar.
Bize şimdiye kadar “İslam Medeniyeti” olarak hep “Endülüs” ve Bağdat-Basra-Kufe (Abbasi-Arap) propagandası yapıldı. Mâverâünnehir’de Türklerin ortaya koyduğu performansın, onlardan geri yanı olmadığı gibi; fazlası vardır. İslam ve Tasavvuf yorumları, -ben, bu parçalanmaya teolojik olarak karşı olsam da- Selçukluların (Ahilik müstesna) ve Osmanlıların (“Derviş Devlet”) yorumundan daha sağlıklı ve doğru olduğuna inanıyorum: Ebu Hanife-Mâtürîdî-Yesevî-Nakşî çizgisi/sentezi (Düşünce-Duygu-Davranış).
Taşkent’in göbeğinde muhafaza edilen yeşil alanın genişliği, beni hayrete düşürdü. Anadolu şehirlerinin Muhafazakâr siyasetçi ve müteahhit Belediye başkanlarımız tarafından betona boğulmasından utandım. Bizdeki şehir “meydan”ları, burası ile mukayese edilemez. Bizim müteahhitler, onları da kandırarak çok katlı binalar dikmeye başlamışlar bile.
“Müstakillik Meydanı”nda, önünde sürekli ateş yanan yaşlı bir ana heykeli, adları tek tek yazılmış İkinci Dünya savaşında Ruslar tarafından ön cepheye sürülüp geri gelmeyen 1.5 milyon Özbeğin anısını yaşatıyor. Yerel tezyinatla süslenmiş Taşkent metrosu, Rusların Özbeklere yaptığı nadir iyiliklerden biri.
Özbekistan’ın zengin ekonomik kaynaklarına rağmen, gelir dağılımının dengesizliği, bütün Türk cumhuriyetlerinde ve Araplarda olduğu gibi, İslam adına utanılacak bir husus. Alt kesimin iş bulmak için Rusya’ya ve Türkiye’ye aktığı bilinmektedir. Umarım, aç-gözlü, muhteris politikacıları, kendi kese-kasalarını doldurduktan sonra, ülke gelirlerini, halka dağıtırlar. Üretim yetersizliğinin temel neden olduğunu unutmamak gerekir.
Din konusunda FETÖ, Taliban, El-Kaide, IŞİD tecrübelerinden sonra ürkek olmaları, son derece anlaşılır bir şey. Bizim tarikatçılar, buradaki paçozluklarını, “Kaynağımız sizsiniz” diyerek oraya taşımak istiyorlar. Umarım, buradaki “İlahiyat” birikimi ile sağlıklı bir etkileşim geliştirirler. Özbeklerin, Türk devletlerinin/kavimlerinin en “Medeni/Terbiyeli”si olduğuna dair Türkiye’de bir kanaat mevcut. “Medeniyeti”, gezegenler arası yolculuk değil; “insani ilişkiler” ve içinde huzurla yaşanan “Şehir kurma” bağlamında tanımlarsak; -onca badireye rağmen- Özbekler, acaba bizden de daha medeni olmasınlar? Onların Rus hayranlığı, bizim Batı taklitçiliğimizden daha zayıf.