Dinin değer yitimi: Çölleşme

Dindarlık bir duyarlılık halidir; Allah ile ilişkide, ahiretle veya insanlarla olan ilişkilerde duyarlı olmak, farkında olmak. Kur’an, bu hali takva diye tanımlıyor. Yaşamı, hayatı yaşarken aynı zamanda Allah’la birlikte yaşamak. Yani Allah’ı hesaba katmak, O’nu unutmamak. Kur’an’da zikredildiği gibi Allah’ı sıkça hatırlama hali; işte dindarlığın özü budur aslında. Dinlerin doğduğu tarihlere baktığımız zaman- ki en geç gelen din de bundan 1400 sene önce gelen İslamiyet’tir- hepsi tarım toplumlarında doğmuştur. Yani insanlar doğanın içindeyken, O’nun nimetlerinin içindeyken doğdu bütün dinler. Genelde insanlar tanrıya muhtaç olarak hissediyordu kendilerini. Yani Tanrı’ya muhtaç olduklarını hissetmeleri ile dindarlık arasında veya insanların tanrıya borçluluk hissetmeleri ile dindarlık arasında zorunlu bir ilişki ortaya çıkıyor. İster ilahi dinler olsun ister insani dinler olsun, şu soru önemlidir: Neden yeryüzündeki tüm tarım toplumları dindarlardır? Sanayi devrimine kadar yeryüzü tümüyle dindardı. Endüstri devrimi, aydınlanma ve bilimlerin giderek kesinleşmesi ve artması ile birlikte dinin değer kaybına uğradığını görüyoruz. En genel anlamda, Avrupa’daki adlandırılmasıyla söylüyorum: Bir “ruhtan zekaya geçiş” durumu, sekülerleşme ve modernite; bütün bu süreçler Avrupa’da başladı. İşte bunlar aynı zamanda dinin değer yitimi olarak ifade ediliyor. Dolayısıyla tanrının unutulması veya tanrının yerine insanın ön plana çıkması, yani tanrı ve öte dünya inançlarının giderek zayıflaması ve insanın yeryüzüne saplanması, yeryüzüne kapaklanması, yeryüzüne hapsolması gibi bir durum var özetle. Metafizikten kopuş, tanrıdan kopuş, ahiretten kopuş. Diğer tarafta ise aydınlanmayla birlikte insanın değer kazanması, hümanizm, insana vurgu ve dünyaya vurgu giderek artıyor. “Sekülerleşme = dünyevileşme” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu süreci dile getiren farklı filozofların kullandıkları çok çarpıcı kavramlar da mevcut. Bunlardan bazılarına bakalım:

Nietzsche: “Tanrının ölümü”

“Tanrı öldü, tanrı çürüdü” sözü, Nietzsche’nin bir ateist olarak tanrıya karşı kinini ifade eden bir cümle değildir. Bu ifade esasında Avrupa’daki dönüşümü tasvir etmekte; bir tespittir yani.

Martin Buber: “Tanrı tutulması” Tanrının kaybolması.

T.S.Eliot: “Çoraklaşma”

Max Weber: “Kutsal kubbenin çöküşü”

Karl Marx: “Katı olanın/ kutsal olanın buharlaşması”

Hölderlin: “Tanrıların göçüp gitmesi”

İnsanlık tarihi süreç içerisinde sürekli tanrı ve/veya tanrı imgesi yaratıyordu. Fakat son süreçte (aydınlanma, Rönesans, reform, sanayileşme) tanrılar göçüp gitti ve artık insanlık tanrı imgesi yaratamıyor diyor özetle.

Nietzsche: “Çölleşme”

Tanrının kaybını, “tanrının ölmesi” olarak ifade ettiği tabiri, başka bir metafor ile dile getiriyor. “Böyle buyurdu Zerdüşt”, çok çarpıcı bir ifadedir. Devamında: “Çöl büyüyor, vay haline çölü görmezden gelenlerin” diyor.

Heidegger, Nietzsche’nin “tanrı öldü” sözünün ne anlama geldiğini bir yazısında ele aldı. Orada çölleşme metaforunu da izah ediyor. Çok enteresan bir şey söylüyor, diyor ki: “Çölleşme, maddi anlamda yeryüzünün çölleşmesi gibi değildir. Çünkü o tehlike iklim değişikliği ile veya sulama ile telafi edilebilecek bir olgudur. Fakat zihnin veya düşüncenin çölleşmesi anlamındaki bu tanrı kaybının tekrar geri getirilmesi kolay kolay mümkün olmayacaktır; çok daha derin ve tehlikeli bir metafordur Nietzsche’nin “çöl büyüyor” ifadesi.”

Ana hatlarıyla kavramsallaştırmalar bu şekilde.

İçinde bulunduğumuz ve aşağı yukarı birbirine paralel süreçler olan bilim, teknoloji ve ekonomi çağlarının gelişimi ile birlikte, insanlık başka bir moda geçti. Artık dinlerin ocağı söndü; zemin gitti. Bu saatten sonra insanların din ve iman yaratması biraz zor gibi. Şu anda ortalıkta bazı ocaklar tütüyor, büsbütün söndü demek doğru olmaz. Fakat bu çölleşme bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. İslam toprakları da dahil, tekin yerler değil, bir vaha değil yani. “Biz burada tohumlarımızı ekeriz, dini tekrar yeşertiriz” olmuyor; olay o kadar kolay değil maalesef. Bütün bu metaforlar gezegenin toplamı için söylenmiş laflardır. İster bilim olarak ele alalım ister teknoloji, isterse ekonomi veya kapitalizm; artık dünyada bu gerçeklerden müstağni kalmış olan coğrafya yok denecek kadar azdır. İşte böyle bir vaziyet ile karşı karşıyayız.

Şimdi Hadid Suresi (57), 16. ayete bakalım. Bana göre bu ayet antropolojik olarak insanlığın durumunu ifade ediyor. Müminlere yani Müslümanlara hitap ediliyor. Müminlerin Allah’a karşı saygı duymalarının ve O’ndan inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesinin zamanı/vakti gelmedi mi diye soruyor Allah. Dikkat ederseniz hitap Müminlere. Yani o dönemin müminlerine hitap ederek diyor ki, Allaha karşı huşu duyma ve O’ndan inen hakikate karşı saygılı olma zamanı gelmedi mi? Sonraki cümle daha da önemli: “Onlar kendilerinden önce kendilerine kitap verenler gibi olmasınlar.” Yani Yahudiler ve Hristiyanları kastediyor. Ne demek peki onlar gibi olmasınlar? “Onların üzerinden uzun zaman geçti”. Yani kurucu tecrübeden, peygamberlerinden sonra aradan uzun zaman geçti, “kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimseler oldu” diyor. Müminlere hitap ederek kitap ehlini kastediyor. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmesin diye uyarıyor. Yani bir insanda gerçekleşebilecek bir durumu ifade ediyor aslında; zaman geçtikçe insanların kalpleri katılaşıyor ve çoğu da yoldan çıkıyor. Şimdi bize uygulayalım:

Aradan 1400 sene geçti. Şu anda bizim durumumuz ile ehli kitabın durumu arasında bir fark yok benim gördüğüm kadarıyla. Yani Allah’ın bu uyarısı müminler için de gerçek oldu. Aradan uzun zaman geçince insanların kalpleri katılaşıyor. Şimdi o ayetin devamında, ilginç bir uyarı daha var, 16. ayet ile bağlantılı kanımca, “Allah, öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltiyor” diyor. Bunları birbiriyle bağlantılı olarak düşünürsek tekrar ümitvar olabiliriz aslında. Demek ki çölleşme olsa bile, insanlar istedikleri takdirde tekrar vaha ortaya çıkabilir. Bunu da bir lütuf olarak değerlendirebiliriz. İnsanlık istediği, tanrıya dönmeye kara verdiği takdirde, tanrı da elini uzatarak insanları bu durumdan bir kez daha kurtarabilir. Bunu hesaba katmamız gerekiyor.

Bugünkü durum aşağı yukarı ortada. İslam dünyasına baktığımız zaman, dürüst olmak gerekirse, sahici anlamda çok fazla iman aktivitesi göremiyorum. Değişik yerlerde var ama böyle düzgün bir iman ve sağlam bir vicdan göremiyoruz. Bu Hristiyanlar için de, Yahudiler için de böyle. Bunu söylerken çok abartarak, yeryüzünde Hristiyan kalmadı, Yahudi kalmadı, Müslüman kalmadı demiyorum ama hepsinin de durumu ortada; hepsinin durumu biraz zayıf. Vicdanlar dumura uğramış durumda. İmanlarına gelince, onlarda da her üç din için geçerli olan ciddi sorunlar var.

Doğru imanın ortadan kalkması

Peygamberlerin hepsi aynı şeye çağırmış olmalarına rağmen bugünün gerçeğinde üç farklı din görüyoruz. Halbuki Allah’ın dini bir tanedir; yani peygamberlerin hepsi aynı dini vazettiler. Ama bugün Yahudilerin itikadı farklı, Hristiyanlarınki farklı, Müslümanlarınki farklı. Hadi biz son din olmamızdan ötürü en sahih olanın bizimki olduğunu kabul ediyoruz doğal olarak ama diğer din müntesiplerini ikna edebiliyor muyuz? Herkes kendinin son olduğunu, herkes kendinin en doğru olduğunu söylüyor. Oturup da sağduyuya dayalı bir şekilde konuşamıyoruz maalesef. Oysa Tanrı eğer peygamberlerin hepsini aynı gaye için gönderdiyse, o zaman bir ortak paydada buluşabilmemiz lazım gelmez miydi? “Aramızda ortak bir kelimeye varalım”; Kur’an’ın daçağrısı bu değil miydi (3:64)? Bunu ne Hristiyanlar kabul etmişti ne de Yahudiler. Bugün de başaramıyoruz bunu. Birinci handikap bu. Bu dinlerin mümessilleri bir araya gelip de “biz aslında aynı diniz, fakat işte tarihi süreç içinde bir takım yorum sorunları ortaya çıktı. Gelin bir ortak paydada buluşalım da hiç olmazsa ateistliğe karşı, dinsizliğe karşı, duyarsızlığa karşı bir ortak cephe oluşturalım” diyemiyor maalesef. Demem o ki birinci sorunumuz istikamet sorunu. İnanacağız da neye inanacağız? Sahih itikat, doğru iman nedir, hangisidir? Allah Yahudileri eleştirirken onlara “eğer iman ediyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” demişti (2:93). Bu Hristiyanlar için de geçerli. Çuvaldızı kendimize batıralım: Şu anda Sünniler ve Şiiler bir özeleştiri yapıp da “hakikaten Allah’ın Kur’an’da bizden istediği yol üzere miyiz, doğru istikamet üzere miyiz?” diye şüphe edip kendi itikatlarını en azından bir araya getirme gayretine giriyorlar mı? Şiilik ve Sünnilik arasında bir yakınlaşma olsun diye Takrib cemiyeti kurulmuştu bu yüzyılın başında. Epey de gayretli oldu. Ama maalesef şu ana kadar Şiilik ve Sünnilik arasında, dogmalaşmış, katılaşmış, fosilleşmiş olan itikatları sökerek, bunları bir özeleştiriye tabi tutarak, Kur’anı hakem kılıp bir ortak itikat üzerinde mutabık kalınamadı. Sahih bir itikat oluşturma problemi ister geniş anlamda Yahudilik, Müslümanlık, Hristiyanlık arasında olsun, isterse bir alt başlık olarak Müslümanlar arasında olsun; ortada ciddi bir sorun olduğu gayet açık.

Ayet bağlamına geri dönecek olursak, zaman geçince imanın ortadan kaybolması ve ölü itikada dönüşmesi söz konu. Yani iman zail oluyor, iman gidiyor, iman yok oluyor. Sadece itikat sahipliği kalıyor. Bugününün İslam dünyasına bakacak olursak da çoğunluğun itikat sahibi olduğunu görüyoruz; iman sahibi insanı ise maalesef aynı oranda göremiyoruz. Çünkü imanın olabilmesi için insanların Tanrı ile olan ilişkilerini sürekli canlı tutmaları gerekiyor. İman artan ve eksilen bir şeydir. Yani bir insan imansız olabilir; imanı sıfıra da iner. Ama imanı arta da bilir. Barometre gibi düşünün; 37’ye çıkar, 40’a çıkar veya 0’a da düşebilir. İman canlıdır. Duygusal derinlik yaşantılarıdır iman. Allaha karşı huşu duyma, kaygı duyma, korku duyma, güven duyma, vs. Allah’a âşık olmayı bunlardan beri tutuyorum şahsen; o tanrının insanlardan istediği bir şey değil. Fakat insanların Allah’a hürmet duymaları duygusal değerin bir yansımasıdır. Demem o ki şu anda dindarlarda bu duygusal yaşantı durumları gerçekleşmiyor. Öyle olunca herkes itikat sahibi oluyor; canlı iman olmayınca da amel ortaya çıkmıyor. Seküler yaşam için geçerli olmasa da dinsel ahlakta, iman ile ahlak arasında canlı bir ilişki vardır. İman ahlakı ortaya koyar; iman amel doğurur. Canlı iman olmayınca sahih amel de olmuyor. İnsanların kodladıkları bazı davranışları var, ibadetler, helaller, haramlar; onları yerine getirerek dindarlıklarını tamamladıklarını sanıyorlar. Oysa akşama kadar, gün boyu ve her ilişkide canlı bir dindarlık gerekmektedir. Tarihin büyük bir bölümüne baktığımızda genelde ilmihal Müslümanlığı ile karşılaşırız. İlmihal Müslümanlığı kitaptan çıkarılan birkaç tane ibadet, birkaç tane de helal haram ile tamamlanmış olur; bunları yerine getirdiğimiz zaman kendimizi müminlerden sayıyoruz.

Bir de düşünme daha doğrusu düşünmeme sorunumuz var. Dindarlığın gerçekleşebilmesi için bugün ne yapmalı? Bu çağda imanı tekrardan oluşturabilmek için ne yapmamız gerekiyor? Yani benim Kur’an’dan görebildiğim kadarıyla, önce düşünmenin başlaması lazım.

Düşünmeyi öğrenmek lazım

Dikkat edersiniz, Kur’an insanları sürekli düşünmeye çağırıyor. Bu, sıradan bir insan için mümkün müdür peki? Evet, mümkündür. Bence bunun en güzel örneği Sokrates’tir. Kimdir Sokrates? Bir filozof değil, bir sokak insanıdır. Esnaftır. Ama düşünmeyi öğrenmiştir. Sürekli soru soruyor ve cevap üretiyor. Sofistler gibi profesyonel değil, tüccar değil, filozof değil. Bilgisini satma peşinde de değil. Sıradan, sokaktan geçen bir adam. Düşünen bir insan. Tanrının istediği de işte tam olarak böyle bir tip olsa gerek: Duyarlı, düşünen bir insan. Yani sokak insanını düşünür hale getirmek. Düşünür derken bilim adamı filozof falan değil; ahlaki anlamda düşünür. Yaşam üzerine düşünen insan. Dini düşünmenin iki kolu vardır:

1) Allah’ı düşünme yetisi: Allah’ın var olduğunu, nimetlerini, insana verdiği nimetleri düşünerek takdir etmek, O’na iman etmek.

2) İnsanlarla olan ilişkilerde düşünme yetisi: “Ben bu eylemi yaparsam, bunun sonucunda ne çıkar?” Her bir insan teki Allah’ın verdiği kabiliyeti kullanarak bu düşünmeyi başarabilir. Düşünmeyi öğrenemediğimiz sürece dine dönebileceğimizi zannetmiyorum. Burada da düşünme derken yine meslek eğitimini, filozof olmayı, bilim adamı olmayı kastetmiyorum. Hayır; her bir bireyin başarabileceği, uhdesinde var olan, muktedir olduğu ve Allah’ın kendisine yaratılışta vermiş olduğu düşünme kapasitesini kullanabilmesinden bahsediyorum. Tanrıyla olan ilişkisini canlı tutma, insanlarla olan ilişkisini istikamet üzere tutma; yani yaptığı eylemin doğurduğu sonuçları hesaba katma becerisi. Yaptığım eylemin sonucu ne olur, maslahat mı çıkar, mazarrat mı çıkar? Zulüm mü çıkar, adalet mi çıkar? Denenme kapasitesini Allah insana vermişse, o halde her bir insan tekinin akil bağlı olduktan sonra, düşünür olma ve davranışlarını buna göre biçimlendirme mecburiyeti ve sorumluluğu vardır.

Ata baba dinini Allah reddeder

Eğer biz yeniden iman etmek istiyorsak, imanı edinmek istiyorsak, bu bir çaba gerektirir. Dolaysıyla taklit yoluyla atalardan, toplumlardan alınan inanç Kur’an’a göre meşru değildir, olamaz. Bu gayet açık ve nettir. Atalardan, babalardan geçmişten, gelenekten; miras yolu ile alınan itikat ve inançlar Kur’an’a göre zerre değeri olmayan inanç şekilleridir. Bir körün bir rehber ile olan ilişkisine benzer. Rehber eğer iyi niyetliyse, doğru yoldaysa seni bir yere götürür, yok iyi niyetli değilse, gider seni uçurumdan aşağı atar. Dolayısıyla körü körüne taklit etmek bir mazeret değildir. Bu sebeple de her bir insan tekinin kendi imanını kendi düşünerek edinmesi gerekiyor. Bu imanı edinemediğimiz müddetçe, dinin tekrar geri gelebileceğini düşünemiyorum.

Vicdan Kapasitemiz

Allah’ın insanı denemek için verdiği diğer özellikler de özgür irade ve vicdan kapasitesidir. Her bir insan tekine verilmiş olan bu özelliklerin aktif olması gerekiyor. Vicdanın sürekli işler halde olması gerekiyor ki din tekrar geri gelebilsin. Mesela, şu anda hemen hemen hepimizde olan vicdanın önünde birkaç temel engel sayalım: Gelenek, alışkanlık, tarikat, cemaat, mezhep, partizanlık, aşiret, kabile, kavim, hemşerilik; bunların hepsi, dikkat ederseniz, insanların günlük yaşamlarında eylemlerini ortaya koyarken onları çepeçevre kuşatan şeylerdir. Bizler eylemlerimizi büyük ölçüde bunlara göre şekillendiriyoruz. Bunlara göre yapınca da vicdan ortaya çıkamıyor. Hal böyle olunca da norm yaratamıyoruz, uzlaşamıyoruz. Buralardan çıkamadığımız sürece de diri bir vicdan elde edemeyiz.

Doğaya Dönüş

Bir başka husus da doğa; tabiata dönmediğimiz sürece dindarlık bana pek mümkün görünmüyor. Almanya’yı ben biraz istisna tutuyorum, burası tabiatın içerisinde. Ama diğer ülkelerin çoğunda şehirlere hapsolmuş durumdayız. Teknoloji bizi bir ipek böceği kozası misali, çepeçevre kuşatmış. Teknolojinin yaratmış olduğu bu örümcek ağından biraz uzaklaşıp da doğaya dönemediğimiz müddetçe dinin ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Esasında doğa kelimesi de seküler bir kavram; burada benim maksadım tanrının yaratmış olduğu tüm ayetler, tüm nimetlerin, rızıkların ve emanetin oluşturduğu çevre; işte onların içine dönemediğimiz müddetçe, kendi elimizle yaratmış olduğumuz bu ipek böceği kozalarının içinde, acizane, dinin var olacağına asla ihtimal vermiyorum. Çünkü bizim yarattığımız bu dünyanın kendisine göre bir psikolojisi, bir ruh hali var; buralardan asla din çıkmaz.

İnsana Dokunmak

Narsizm, çağımızın en önemli hastalıklarından biri; kendi kendine yeterlilik hali tabiri caizse. Aklımızın giderek daha fazla ermesinin yanı sıra teknolojinin ve ekonominin yarattığı imkanlar bütünleşerek bireyselleşmeyi doğurdu. Bireyselleşme bir yanı ile iyi, bir yanı ile ise kötü bir şeydir. Doğu toplumları aşırı derecede birbirine kenetlenmiş durumda, kimse başını kaldıramıyor. Batıda ise aydınlanma, Rönesans, reform, özgürlükler falan derken herkes birer kum tanesine dönmüş vaziyette. Kimse kimseye dokunamıyor. Herkes bir tanrı; herkes kendi burnunun doğrultusunda gidiyor. Bu da doğru değil, bu da insanlık değil. En iyisi kirpi mesafesi; ne dikenlerimiz birbirine batacak kadar yakın duralım ne de nefesimiz birbirimizi ısıtmayacak kadar uzak. Bu denge önemli. Doğru olan mütevazi bir şekilde insanların birbiriyle ilişki kurmalarıdır; bu olmadığı müddetçe dinin mümkün olamayacağı kanaatindeyim. Dinin oluşabilmesi için dostluğun ve sohbetin var olması gerekiyor. Zaten Müslümanlık da kardeşliktir biliyorsunuz; bir yakınlık olması lazım. Bir öteki olması lazım, ötekini hesaba katabiliyor olmak lazım; kendimizi kurarken, ötekiyle birlikte kurmamız lazım. Bu olmadığı zaman Kuran’da istifçilik diye geçen, cimrilik tarzında bir psikoloji insana egemen oluyor.

İstifçilik yani tekasür, taaddüt, çoğaltma, biriktirme, arttırma…

İnsan bir kere kapıldığı zaman bu psikolojiye, din iman hak getire. Ancak ötekine yönelerek, öteki ile dostluk ilişkisi kurarak ve vererek yani infak, paylaşma, ötekini buyur etme; insan olmanın ve dahi mümin olmanın en temel iki şartı kanımca: Misafirperverlik ve paylaşmak. Ötekini kabul edebilmek, ötekine açık olabilmek, evinin kapısını ötekine açık tutabilmek, ötekinin derdi ile ilgilenebiliyor olmak, sadece kendine kapanık olmamak… Fakat bugün, bütün Avrupa’ya, bütün dünyaya egemen olan insan tipi Spinoza’nın “Conatus Essendi” dediği, yani kendi kendini zincirleme, kendi kendini kapatma tarzıdır. Buradan kurtulmak lazım. Buradan çıkamadığımız müddetçe, bu narsisizmden, bu istifçi karakterden kurtulamadığımız müddetçe, asla dine dönemeyiz. Ne din ne de Tanrı tekrar geri gelmez.

Açıkçası, tanrıların göçüp gitmesi veya tanrı tutulması kavramları bana çok yabancı gelmiyor. Yani bunu Kur’an’da da rahatça görebiliyoruz. Bir ayet var, diyor ki, “onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”(59:19). Yani biz tanrıyı unuttuktan sonra, tanrı da kendini bizim gözümüze sokmuyor. Tanrı kendini geri çekiyor. (17:8) “نْدُع مُْتْدُع نِْاَو“ ”ۢ – bu ayet çok temel bir kuraldır. “Siz dönerseniz biz de döneriz. Siz beni unutursanız, ben sizinle hiç ilgilenmem. Hiç de size muhtaç değilim. Beni unuttunuz, bana kulluk etmiyorsunuz, kafirsiniz; tamam, canınız cehenneme.” Diyor.

Tanrı kendisini gözümüze sokmaz

Bu tamamen bize bağlı, ilk adımı sen atacaksın. Çünkü borçlu olan sensin. Sen tanrıya yönelmedikçe, O’nu aramadıkça, çağırmadıkça, O’na saygı duymadıkça, tanrı sana kendini göstermez. Dolayısıyla “tanrı tutulması” ve “tanrının göçüp gitmesi” günümüzü de çok güzel ifade eden betimlemelerdir. Tanrının geri gelebilmesi için de yukarıda saydığımız maddelerin insanlar tarafından dikkate alınması ve başlatılması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece, çölleşmenin giderek artacağını düşünüyorum. İnsanlık ve gezegen toptan gidip bir yere çarpabilir, kendimizi kendi ellerimize bir uçurumdan aşağı atabiliriz. Din veya tanrı kendini geri getirmeyecek; buna insanlık karar verecek. Yunus kavmi ile ilgili Kur’an’da bir ayet var: Allah en son Yunus kavmini helak etmeye karar vermişti hani. Bunun üzerine Yunus kavmi tehlikeye doğru giderken, helakın emarelerini görüp tekrar iman etmişti, Allah da “biz de onlardan helakı kaldırdık” demişti. Kur’an, sadece Yunus kavminin bunu böyle yaptığını belirtiyor. Şimdi bunu biraz önceki ayetle birlikte tekrar düşünürsek: İnsanlık eğer kendisi, kendi iradesiyle karar verip de tekrar geri dönerse, tanrı da insanların elinden tutar ve yardım eder. Böylelikle tekrar kurtuluşa erebiliriz. Ama insanlık buna prim vermeyip de kendi burnunun dikine gitmeye devam ederse, acizane, tanrının buna müdahale edeceğine veya yardım edeceğine inanmıyorum…Vesselam.

*Prof. Dr. İlhami Güler’in 2022 yılında Berlin Türk Eğitim Derneğin’de vermiş olduğu Ehlikitap konulu konferans kaydının Sn. Rüştü KAM tarafından yazıya getirilmesiyle hazırlanmıştır.