FETÖ’nün Teolojisi

“FETÖ” olarak kodlanan bu hareket, Sünniliğin Türklerde yaygın olarak tezahür etmiş Tasavvuf boyutundan beslenmiş ve türemiş bir olgudur. Selçuklular döneminde Tasavvuf/Batınilikten türemiş olan Hasan Sabbah ve Osmanlılar döneminde oluşmuş olan Şeyh Bedrettin hareketlerine benzer bir olgudur. “Devir, “Tarikat” devri değil; “Cemaat” devri” diyen Said Nursi’nin oluşturmuş olduğu Tasavvuftan hayli su içmiş “Nurculuk” Cemaatinden türemiş modern bir versiyondur. Diğer cemaatlerden daha güçlü ve itibarlı olduğu için de “The Cemaat” olarak isimlendirildi. Diğer ismi “Hizmet Hareketi” idi. Hareketin ABD/CIA ile ilişkisi/ortaklığı (Simbiyoz yaşam) ileri sürülerek, muhafazakârlar tarafından “kökü dışarda” olarak şeytanlaştırıldı. Oysa, doğru olan durum, bu hareketin kökünün “içerde” olduğudur. Ancak, bunu kabul ettiğimiz takdirde, işin ucu -teolojik olarak- kendimize dokunacağı için, bu cesareti gösteremiyoruz.

Tasavvufun mistik tecrübe boyutunun, Kur’an-Sünnet’in (Şeriatın) dil/gramer-mantık ve fenomenler dünyasına bağlı (ahkâm) boyutunu aşkın, kendine has uçsuz-bucaksız, hadsiz-hudutsuz/sınırsız bir yanının olduğu bilinmektedir. “Melekût (Misal) Alemi”ne muttali olduklarını iddia eden bu zevatın, sözlü “Şatahat”ları malum olduğu gibi; davranış/amel sahasında “İbaha”ları da meşhurdur. Politik alan, normalde Şeriatın dil/gramer-mantık, ahlak ve fenomenler dünyasına bağlıdır. Cemaat, bu alanda liderinin “Melekût/Misal” alemine bağlı (Rüya-Vizyon) epistemolojisi ve ahlakı (ibaha) ile faaliyet göstermiştir. ABD/CIA ile işbirliğini, bu tarz (Batini/sezgisel) bir epistemoloji ile meşrulaştırmıştır: Allah’ın, ABD’yi Cemaatin hizmetine koştuğuna, bundan dolayı da onlarla işbirliği yapmanın meşru olduğuna inanmışlardır. ABD/CIA ise, Cemaati, kendi politik dünya hegemonyası için kullanmıştır. Vaktiyle Alman filozofu Martin Heidegger de, benzer bir mistik tecrübe ile Nazi Nasyonal Sosyalist Partisi’ne katılmıştır. Onda kendi tanrısı olan “Varlık”ın yeni bir tecellisini/tezahürünü görmüştü.

Yaygın resmî tez, Cemaat piramidinin “Altı, ibadet; ortası, ticaret; üstü ise, ihanet” olduğudur. Piramidin tepesi, kendi bilinçaltındaki iktidar ihtirasını, “İmamet/Mehdiyet” dolayımı (“Kâinat İmamı”) ile kutsamıştı. Piramidin tümünü ifade eden deyim: “Hem sevap hem kebap”tır. Cemaatin lideri Fetullah Gülen başta olmak üzere bağlılarının ve sempatizanlarının kahir ekseriyetinin dini bağlamda -kendilerince- davalarında son derece “samimi” olduklarını düşünüyorum. İslam’ı “temsil” yoluyla -“Tebliğ” yolu ile değil- dünyaya yaymak istiyorlardı. Dünyada açılan okulların “misyonu”, kendilerince bu idi. Kendileri Türkiye’de İslam’a “Himmet” ediyorlardı; yurt dışında görev alanlar ise, kendi nitelemeleri ile -sahabeler gibi- “Kardelen”ler olduklarını söylüyorlardı ve buna inanıyorlardı. Yurt dışındaki okulların finansmanının büyük bir bölümünün Anadolu sermayesi ile karşılandığını herkes bilir. Bağışta bulunan sempatizanlar ve bağlıları, bir taraftan “Allah Rızası” ve “sevap” kazanmayı umuyorlardı; aynı zamanda, cemaat içi dayanışma ile de dünyevi/maddi kazanç da sağlıyorlardı. Dershane, Yurt ve Okullarına çocuklarını gönderen ailelerin bir kısmının fakirliği, FETÖ’cü örgütlenmenin “avlanma” mantığını ele verir.

Samimiyet ve Cehalet

Bizim anlamadığımız, “samimiyet”in cehaletle birleşmesi halinde, “ihanet” ten daha ağır sonuçlar doğurabileceği gerçeğidir. Tıpkı erken dönemlerde “Haricilik” mezhebinde, “Hasan Sabbah/Haşhaşi”lerde, “Kilise”de ve günümüzde “IŞİD” örneklerinde olduğu gibi.  Dinde “samimiyet”, tek başına yeterli değildir ve çoğu durumlarda alabildiğine tehlikelidir. Samimiyet, dinde-ahlakta işin yarısıdır (İnneme’l-a’malu binniyet); diğer yarısı ise, işin/amelin sonuçlarıdır (İnneme’l-umuru bilhavatım). Bu yargıların her ikisi de, “Buhari” hadisidir. Yani, samimiyetle büyük günahlar/zulümler işlenebilir; kötülükler, haksızlıklar yapılabilir. Samimiyeti, dindar ve haklı olmanın yegâne ölçüsü haline getiren Sünni bilinç, samimiyetle kötülük işlenebileceğini görmeyip, olayı salt “ihanet”e bağlıyor. İhanet, bile bile, art niyetle kendi zevki-menfaati için başkasına zarar vermek, kötülük yapmaktır. En iyi örneği de “ajanlık”tır.

ABD ile işbirlikçiliği ve darbe teşebbüsünün, “kast-ı mahsus” olmak üzere, taammüden İslam dinine, Türk devletine, Türk milletine kötülük yapmak; millete zarar, acı, ıstırap, sıkıntı vermek için yapıldığı iddiası, bana inandırıcı gelmiyor. Bu durum, yaptıkları eylemin saydığımız sonuçları doğurmadığı anlamına da gelmiyor. “Paralel Yapı” kurarak, “Takiyye” yolu ile devlete sızdıkları doğrudur. Bu süreçteki “İbaha”larını da biliyoruz (soru çalmalar, kumpaslar…). Dostoyevski’nin dediği: “Eğer, Tanrı yoksa; her şey meşrudur” hükmü, tersinden de doğru olabilmektedir: “Eğer, Tanrı varsa; her şey meşrudur.” Cahil-bağnaz dindarların “Allah rızası” için yapamayacakları şey yoktur. Dinler tarihi, bunun binlerce kez şahididir. Çünkü böyle durumlarda “Tanrı’nın Rızası”nı, cahil ve bağnazın zannı-vehmi ve hevası belirlemektedir; Tanrı’nın veya peygamberlerinin dedikleri ve bunun doğru anlaşılması değil.

Devletin, “Vesayet” ekibinden muhafazakârların eline geçmesi için, AK Parti’nin, bu sürece göz yumduğu da bilinmektedir. AK Parti, demokratik prosedürlere uygun/legal yollardan iktidara geldiği halde; Cemaat, illegal yöntemlerle siyaset yaparak, meşrep/metot olarak AK Parti’den ayrı olduğu için, sonunda illegal yöntemle (15 Temmuz Darbe Girişimi) iktidarı AK Parti’den almak isteyerek AK Parti’ye “ihanet” etmiştir. Demokrasiye ve hukuka ihanet etmiştir. Kalkıştığı eylem, suçtur.

Destan-Direniş-Kahramanlık

O gece ortaya konan direniş, yedi yıldır “15 Temmuz Destanı” adıyla “Bayram” olarak kutlanıyor. O gece tam olarak nelerin olduğuna dair karanlık yönler bulunmasına rağmen; şayet darbe başarılı olsaydı, olabilecek felaketler göz önüne getirildiğinde veya o gece ortaya konan direniş hesaba katıldığında, bunu anlamak mümkündür. Bir darbeyi (27 Mayıs) “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlama ile mukayese edince de, darbeye direnişin ve başarının destansılığı, kahramanlığı ve bayramlığı anlaşılabilir. Ancak, madalyonun bir de öteki yüzü var: Bu “destan/direniş/kahramanlık”, dışardan ABD’nin veya başka bir düşmanın zorbaca-doğrudan/cepheden saldırısına veya işgal girişimine karşı yazılmadı; baltanın “sapı (vekalet)” bizdendi; kendi vatandaşımız, hatta mezhebimizden olan insanların “dinsel” saikle yüklü bir zorbalığına karşı yazıldı. İslam tarihinde Cemel, Sıffin, Kerbela “destanları” veya “bayramları” yok. Bunlar, Müslümanlardan bir kısmının cehaletle-ihtirasla yoğrulmuş kin/hınç/nefret ve şiddetlerinin yol açtığı trajedilerdir. Bunlardan ancak ibret ve ders alınır.

The Cemaat’in, kuruluşundan beri ABD/CIA’in kucağında olduğunu Türkiye’de başta devlet ricali olmak üzere herkes biliyordu. Laik kesimler de biliyordu; muhafazakâr kesimler de biliyordu. Kurucularından biri olduğum HAS Parti’de bir toplantıda: “Partimizin, bu örgüte karşı mesafesini açıkça ortaya koyması gerekir” dediğimde; bugün AK Parti’de siyaset yapan ağır abilerden işitmediğim azar kalmamıştı. Peki bu suskunluğun, tepkisizliğin sebebi neydi? Reel politiğin icaplarının ötesinde, Tasavvufi tutumu olan Sünniliğin politik alanda “dost-düşman” ayrımı yapma a-politikliği/aymazlığı olmasın? ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne Sünniliğin “İslamcı” kanadının politik teşneliğini de biliyoruz. O zaman, dürüst olmak gerekir. Sünnilerin/Sağcıların -birazı değil- epeycesi yeryüzü tanrısına (!) yalakalık anlamında “Amerikancı”dır. Diğer türlü, Amerika’nın “Yeşil Kuşak” projesi nasıl başarılı olurdu?

Demem o ki; FETÖ’nün sulandığı, beslenip büyüdüğü toprak, Anadolu-Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kökü içerdedir. Kendimize toz kondurmamak için, sadece bu yapıyı “şeytanlaştırıp” veya “günah keçisi” yapıp bütün günahları onların sırtına yüklemekle kendimizi temize çıkaramayız. Oturup adam gibi Sünniliğin politik alandaki kodlarını sökmek gerekir. Hâlâ Türkiye’de yetmişten fazla “tarikat”a vücut veren epistemolojisini (Rüya-Sezgi) ve devletten-kamudan geçinen (vakıflar-tahsisler-ihaleler) ahlakını sorgulamak gerekir. Bir “tarikat” grubunun, dinsel sembolik kapital imgesinden (varsayılan saygınlığından) dolayı, kamu kaynaklarından mal-mülk edinmesi, holdingler kurması, dinen “haram”; hukuk devleti açısından da “skandal”dır. Nefis terbiyesi ve züht iddiası ile oluşan sosyal-psikolojik bir olgunun/tarikatın, bugün kibir abideleri ve holdingler üretmesi, kara mizahtır. Aynı şekilde “Gavs” makamında (!) olup, bireylerin manevi-psikolojik hayatlarından öte, ontolojik dünyaya bile tasarruf yetkisinde Tanrısal bilgiyi ve gücü haiz olduğuna inanılan zevatın, politik alanda yarın başımıza yeni belalar açmayacağından kim emin olabilir? “Derviş Devlet” Osmanlı İmparatorluğu’nun politik hayatından çıkarılacak dersler vardır. Akademisyen-Tarihçi Zekeriya Işık’ın yazmış olduğu “Şeyhler ve Şahlar” (İst.-2017), “Devlet ve Tarikat” (İst.-2017) ve “Tekkedeki İktidar” (İst.-2017) adlı kitaplar, bu mevzuda bize ibret alacak zengin malumat vermektedir. Diğer türlü burnumuz pislikten çıkmaz. Devlet yönetiminde eşit vatandaşlık, ehliyet-liyakat, hukuk, emanet, adalet ilkelerini terk edip; sübjektif din saikli (alnı secde gören) ölçülerden (“Biz”den) her zaman hayır gelmez. Allah, emaneti/kamu işlerini “ehline” verin diyor; “sizden (?)” olanlara değil (4/58).

Başımıza gelen bu darbe teşebbüsünün azametini/korkunçluğunu ve o gece Genel Kurmay’ın önünde darbeye direnirken üzerimize FETÖ’cülerin kullandığı helikopterlerden yağan kurşunlar arasından çıkmış birisi olarak, kendimi Nietzsche’nin -Hristiyan-Tanrı’nın (imgesinin) Ölümünü/çürümesini haber veren “Kaçık Adam”ına benzetiyorum: “Kaçık adam, onların arasına sıçrayıp, bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı nerede?’” diye sorar. “Şunu da söyleyeceğim: Onu biz öldürdük; sizlerle ben! Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün bir ufku silmemiz için elimize bu süngeri (Teoloji-Mistisizm, İG) kim verdi? Dünyayı güneşin zincirlerinden koparırken, ona ne yaptık? Nereye gidiyor şimdi dünya? Biz nereye gidiyoruz?… Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok karanlık, daha çok gece gelmiyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka koku duyuyor muyuz? … Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü, gitti! Onu öldüren de biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız? Dünyayı şimdiye kadar elinde tutan en kutsal, en güçlü olan, bizim bıçaklarımızla kana bulandı; kim temizleyecek bu kanı elimizden?… ” (Martin Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü. Çev: Levent Özşar. Bursa. 2001. S. 16-17).