Vatanseverliğin ve Vatan Hainliğinin Kriterleri Üzerine

9.7.2018

Son dönemlerde siyasette bir vatanseverlik ve vatan hainliği söylemi gırla gidiyor. Herkes, kendinin vatansever, muhaliflerinin vatan haini olduğunu iddia ediyor. Ortada bir kavram kargaşasının olduğu muhakkak. Bu iki kavramın mantıki ve sağduyuya dayanan bir kriteri olması gerekir. Bu yazıda bu konu üzerinde duracağız. Bu iki kavram, dinsel toplumlardaki “mümin-kâfir, zındık, sapık… “kavramlarına, ayrımlarına benzer -seküler- bir işlev görmektedir.

İhanet, tarafların özgür iradeleri ile gerçekleştirmiş oldukları ahit’e (sözleşme) kasıtlı olarak uymayarak, sözleşmenin içerdiği maddelerden birini, bir kaçını veya tümünü ihlal etmeleridir. İhanet, bir kişiye, gruba veya topluma/vatana olabilir. İhanetin olabilmesi için, sözleşmenin özgür irade ile yapılması gerekir. Zorla boyun eğdirilmiş taraf, anlaşmayı ihlal etmeyi “ihanet” olarak görmeyecektir. Siyasi düzlemde icat edilen Demokrasi, toplum sözleşmesini “oylama” , “temsil” ve “çoğunluk” ile tesis etmiştir. “Türkiye”, bir toplum sözleşmesi ile değil; “devrim” ile (zorla) kurulmuş bir ülkedir. Demokrasiye geçtikten sonra, kendilerine yanlış veya haksızlık yapıldığı kanaatinde olan kesimler, tahayyüllerindeki “düzeltme” leri, demokrasi aparatı ile yapmakla yükümlüdürler. Darbe ve isyan girişimleri, -doğurabileceği muhtemel kamusal zararlardan dolayı-,“Vatan”a ihanettir. Örneğin, 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi.

Vatan sınır, yurt-toprak ve yurttaş(insanlar)lar dan oluşan –modern- bir kategoridir. Burada kurulan yönetim mekanizmasına “Devlet” denir. Bayrak, bu devleti ve ülkeyi “temsil” eder. Vatanseverlik, ülkede yaşayan insanlardan her birinin, diğerlerinin( herkesin) güven, çıkar, onur, özgürlük ve huzuru gibi “ortak maslahatlar”ın korunması ve devamı için gösterdiği gayreti ifade eder.

Aidiyeti ve duygudaşlığı yoğun olarak yaratan hususlar, aynı dine inanıyor olmak ve aynı etnik kökene/dile sahip olmaktır. Ancak, bir yurtta/yerde/yerleşkede (şehir-kasaba-köy) birlikte yaşamak, aynı dili konuşmak, kendiliğinden bir komşuluk, tanıdıklık, aynı havayı teneffüs etmek, tarih, gelenek, ortak bir duygudaşlık da yaratır. Anadolu, böyle bir coğrafyadır. Bununla etnik köken veya din birlikteliğini kastetmiyorum. Bu coğrafyayı yurtlaştıranlar ve nüfusun yarısını oluşturanlar, “Türk” lerdir. Birinci Dünya savaşından sonra, Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen ve farklı etnik kökene sahip Müslüman ahali ile “Türkiye”, eskisine oranla daha da müslümanlaştırılmıştır, Ancak, bir miktar Müslüman olmayan “dinsel azınlık (Yahudi-Hristiyan) cemaatler” de bulunmaktadır. Cumhuriyet kurulurken, “Türk” ismi, Türkiye’de yaşayan ve “vatandaşlık” bağı ile birbirine bağlanan herkese ortak isim olarak tercih edilmiştir. Kürtlerin bir kısmı hariç, bu ortak isme pek fazla itiraz eden olmamıştır. Kürtlerin birkısmı bu ismi, etnisite ismi olarak algılayarak, kendilerinin asimile edileceği duygusuna kapılmışlardır. Cumhuriyet döneminde izlenen “Laiklik” ve “Milliyetçilik” politikaları, vatandaşların epeyce bir kısmını hayli rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlıkları gidermenin yolu, yukarda saydığım “ortak maslahat” ların “vatandaşlık” kriteri olarak alınarak demokrasinin işletilmesidir.

Kendi özel çıkarı için, diğerlerinin/herkesin veya bir kesimin saydığımız maslahatlarının azalmasına veya ortadan kalkmasına sebebiyet veren herkes, vatan hainidir. Örneğin, tarttırdığı dört tane parmak sucuk’un fiyatı çok geldiği için, ikisini geri bırakıp, ancak ikisini alabildikten sonra: “Allah, fakirlere yardım etsin” diyebilen yaşlı kadın, vatanseverdir. Askerlik yapmak ve gerektiğinde savaşmak, vatanseverlik; bunları yapmamak, vatan hainliğidir. Hainliği belirleyen birinci kriter, başka ülkelerin lehine; kendi ülkesinin aleyhine sonuçlar doğuracak eylemlere girişmektir. İkinci kriter, vatandaşlardan bir grubun, ait oldukları din, mezhep, etnik grup ve zümre… lehine ve diğerlerinin aleyhine olacak şekildeki eylemleridir. Diğerlerinin aleyhine (zararına) sonuçlar doğurmayacak grup davranışlarına “ihanet” değil; “hamiyet” denir.

Türkiye’de, farklı dinden-mezhepten ve farklı etnik kökenlerden gelen çok sayıda insan yaşamaktadır. Bu din ve etnik kökenden gelen insanlardan herhangi birilerinin, ait oldukları din veya etnisite lehine ve diğerlerinin aleyhine olacak şekilde yukarda saydığımız “temel maslahatlar” dan birini veya bir kaçını kasıtlı olarak ihlal etmesi, vatan hainliğidir. Ehliyet ve liyakat sahibi olmadan, kendi çıkarı uğruna (köşe dönme)  kamu işlerine talip olup, kamuya sayılan maslahatlardan biri veya birkaçı üzerinden kasıtlı olarak zarar veren herkes vatan hainidir. Kamu görevi üstlendiği halde, samimiyetli (vatanseverlik duygusu veya zannı) olmak kaydıyla, kamuya “cehalet” i yüzünden zarar verenlere hain değil; “gafil” denir. Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Suriye ve Rusya politikaları, kamuya büyük zararlar vermiş bu cinsten davranışlardır. R. T. Erdoğan’ın FETÖ ve PKK tarafından “kandırılması” da, bu tip davranışlar zümresindendir. Gafletin doğurduğu zararın sorumluluğu, birinci derecede Tanrıya karşı değil; zarara uğrayanlara karşıdır. Verdiği zarar, hıyanetten doğan zarar ile aynı oranda/cesamette veya daha da büyük olabilir; ancak, bunlara “hıyanet” denemez.  Kamu kaynaklarından haksız olarak bireysel çıkar temin etmek, kamuya zarar veriyorsa “ihanet”; vermiyorsa, bencilliktir.

Siyasi partilerin veya ideolojik grupların “vatan/ülke, vatandaş” tanımlarını, kendilerini, “asıl/kriter” olarak alıp; kendi gibi olmayanları, yukarda saydığım “ortak maslahat”lara karşı açık-aleni-hukuken ispatlanmış bir gerekçe/suç olmadan “öteki-hain” kategorisine koymaları, skandal ve vatana ihanettir. Farklı etnik köken ve dinlerden, mezheplerden oluşan ”Vatandaşlar”ı, -ortak bir dili konuşmak-kullanmak zorunda olsalar da-, onları bir, etnisite veya din-mezhep içinde eritmeye, asimile etmeye zorlama teşebbüsleri, diğerlerine ihanettir. Yukarda saydığımız “ortak maslahatlar”ın dışında başka bir “vatandaşlık” kriteri aranamaz. İhaneti, bağımsız mahkemelerce tescillenmemiş kişileri “hain” kategorisine koyarak –listeler oluşturup- insanları ölüm veya ülkeyi terk etmek ile tehdit etmek, vatana ihanettir.

Muhafazakâr-Sağcı Siyasetin 1950 Sonrası Serancamı Üzerine

24.06.2018

Sünniliğin, Avrupa’da meydana gelen Rönesans-Reform-Aydınlanma –Fransız Devrimi  ve Teknoloji-Endüstri devriminin yarattığı etkileri karşılayamaması sonucu, taşımış olduğu Osmanlı imparatorluğu bedeni çöktü.  Milliyetçiliğin yükselişi  ile birlikte, bu enkaz üzerine bir çok “Ulus-Devlet” kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti de, seküler devrimler ile modern bir ulus devlet olarak kuruldu. Dinin enkaz hali olan o günkü “Şeriat-Hilafet ve Tarikat” ilga edildi. Yani din, halı altına süpürüldü. 1925 de 1950 ye kadar son derece sek/sert bir laiklik uygulaması yapıldı. Devletin asli ahalisi(dindarlar) evden kovuldu ve “mürteci/mülteci” olarak aşağılandı.

1950 den sonra Türkiye’nin NATO şemsiyesi altında ABD’nin kontrolüne girmesi ile, Ordunun içinde “Gladyo” diye Amerikancı subaylardan oluşan bir örgütlenme oldu. Osmanlıdan kalma milli/yerli subaylar emekliye sevk edildi. 1960 İhtilali, bu örgütün halkta Menderes öncülüğünde “Allah(Ezan)” diyerek oluşan eve tekrar geri dönme talebinin/dalgasının kırılmasıdır. Altmış ihtilalinden sonra muhafazakârların başına gelen Demirel’li yıllar(1965-1980), halkın eve dönmese de, hiç olmazsa avluya dönme talebinin Askeri Vesayet rejimi tarafından onaylanmasıdır. Evden sürülmenin akabinde oluşan derin bir içerleme(Nurculuk), devlet tarafından sürekli takip edilmiştir. Yetmişlere gelince ikinci bir uçuklama(Milli Görüş) daha olmuştur. Bu arada Askeri Vesayet rejimi açısından Milliyetçi bir “çıban” da(MHP) oluşmuştur. Bu ikinci uçuklama ile çıbanın, Vesayet rejimi tarafından muhalefeti paralize etmek için yaratıldığı söylenir ki, doğruluk payı vardır. Seksen ihtilalinden sonra, Askeri Vesayet rejiminin bütün proje partilerine rağmen, kültürel kodun tekrar yeşermesinden oluşan ANAP-Özal aktörü/faktörü, sürgünün avluya yerleşmesinin garantisi oldu. 1980’e kadar yerli şairler(M. Akif,  N. Fazıl, S. Karakoç) ve tarikat-cemaatlerden beslenen muhafazakârlar, seksen sonrası Mısır(S. Kutup), Pakistan(Mevdudi) ve İran(A. Şeriati) dan yapılan çeviriler ile kendilerini iki binlere kadar “İslamcı” olarak kodladılar. İktidar olduktan sonra da, muhafazakârlığın konformizmine(hem kendini, hem de Tanrıyı kandırma girişimi) geri döndüler. Tayyip beyin, değiştirdiği gömleği tekrar çıkardığı 2010 sonrası “Ümmetçi-İslamcılığını” ifade eden ve  Mısır İhvan’ının yaşamış olduğu trajediyi(haksız katliamı-2013) paylaşma anlamına gelen “Rabia” işaretinin, giderek(2016 dan sonra) “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Vatan” içeriğine kayması;  “İslamcılık” ütopyası ile “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma” tehlikesini itiraf edip, geri dönen bir tür milliyetçiliktir. Bu dönüşün, derin bir akıl tarafından kotarıldığı iddiası, bir tartışma konusudur. Daha önceleri(2010’a kadar) “ayaklar altına alınan” milliyetçilik, 24 Haziran seçimlerinde “Cumhur İttifakı” nın ideolojisi olmuştur.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Kürtlerin “esamesi” okunmamıştı; “hesaba” katılmamışlardı. Asimile edilmeye karar verilmişlerdi. Asimilasyon, nispi olarak başarılı oldu. 1980’lerden itibaren, Kürtlerin bir kısmı asimilasyona başkaldırmaya başladılar. İki binlerden itibaren “Devlet”, bu politikadan vazgeçerek kültürel anlamda ciddi adımlar attı. Politik ve ekonomik alanlarda bir ayrımcılığın olmadığı zaten ortada idi. Kürtlerin bir kısmı, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen Batılılar ile işbirliğine girerek(PKK) silahlı mücadeleye kalkıştı. Devlet de, bunu bastırmakla meşgul. Türkiye, bütünlüğü içinde bu soruna bir çözüm üretmek zorundadır.

Böylece Türkiye’de başlıca dört ana politik-ideolojik kimlik/cemaat oluşmuş durumdadır: Seküler-Alevi Türkler(CHP), 2-Milliyeçi-Sünni Türkler(MHP), 3-Muhafazakârlar(AKP), 4-Kürtler(HDP). Bu ana kimlik/cemaatlerin birer de nüanslı eşeyleri mevcuttur: Vatan Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Hüda-Par. Başlıca üç tane de “terör” örgütümüz mevcuttur: FETÖ, PKK, DHKP-C. Bu örgütlerin oluşumunu, salt dış güçlerin Türkiye’ye ihanetine bağlamak yerine; oturup miras aldığımız Sünniliğin teolojik yapısı ve kurduğumuz ulus devletin kuruluş mantığı üzerine ahlaki açıdan düşünmek zorundayız. The Cemaat’ın, kırk sene boyunca muhafazakârlar ile aynı dili konuşması, devlet kurumlarına gizlice sızması ve ABD ile aleni-açık simbiyoz ilişkisi yaşaması, bu tutumların her biri ciddi birer sorun olarak ele alınıp, kritik edilmesi gerekir.

1990-2000 arası, siyasi merkezin dağılması ve Askeri vesayet rejiminin muhafazakârları son defa sıkıştırması(28-Şubat) sürecidir. Seksenlerden sonra, Nurculuk’ un bir kanadı, gömlek değiştirerek ABD ile siyasi ilişkiye girip küresel bir nitelikte “The Cemaat” ismini aldı. Ülkenin Sünni Türk-Tasavvuf Müslümanlığı kodu ile aynı genetiğe sahip olduğu için, muhafazakâr iktidar ve seküler muhalefet tarafından beraberce desteklendi. 28.Şubattan sonra  Milli Görüş de gömlek değiştirip “AK Partisi” adını aldı ve iki binden sonra sürekli iktidarda kaldı. Yani, evden sürgün edilen madun-mağdur-muhafazakâr halk, aradığı çatal yürekli-yiğit temsilcisini bulduğu için(R.T.Erdoğan), tekrar eve(devlete) muzaffer bir halde dönmüş oldu.

Cuhuriyet tarihinde Mustafa Kemal, askeri kabiliyetleri olan pragmatik bir liderdir.  Siyasi kararları(devrimler), ülkede –taraftarları ve karşıtları arasında- daima tartışma konusu oldu. Said Nursi ve Fetullah Gülen, kendilerinde “mehdilik” vehmeden, taraftarlarınca dinsel karizmatik kişilerdir. T. Erdoğan ve A. Öcalan ise, temsilcisi oldukları kesim, devletin politik baskısında kaldıkları için, “bilge” likten ziyade, sadece ölümü göze almaları(cesaret), onları bağlıları nezdinde “Karizma/Kahraman” yapmaya yetmiştir.

2000’lerin başlarından itibaren biri Cemaat, diğeri siyaset(Ak Parti) İki paralel yapı, ittifak yaparak seküler ‘Askeri vesayet rejimini’ tasfiye etti. Daha sonra, İllegal olan paralel yapı(The Cemaat), bir atraksiyon daha yapıp, legal olan Ak Partiyi iktidardan düşürmeye çalıştı. Başarılı olamadı. FETÖ olarak kodlandı; daha sonra da tasfiye süreci başladı. İkinci paralel yapı(Ak Partisi), 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra, -bunu fırsat bilerek- iyice devletleşmeye veya devlete yerleşmeye başladı. Bu esnada AK Partinin önünde iki yol vardı: “ ….Ya sistemin işleyiş değerlerini demokratik ilkeler doğrultusunda dönüştürerek toplumsal bütünleşmeyi sağlamak ve böylece cemaatçiliği aşan bir “kazanma” kavramını ilk defa  siyaset sahnesine sokmak; ya da siyasi geleneğini takip ederek sistemin işleyişinde kendi kimliğini belirleyici hale getirerek dindar cemaatın imkânlarının diğerleri aleyhine genişlemesini siyasetin kazancı olarak görmek. AK Parti ikinci yolu tercih etti.”(Etyen  Mahcupyan. KARAR. 31.5.2018) Bunun sebebi, Sünniliğin, siyaseti daima tarih boyunca  koyun gütmesi(Rai-Raiyye) at terbiyesi(Seyis-Siyaset) veya hile, kumpas, kandırma, oyalama, dek, dubara, numara vb. ile sonunda ne pahasına olursa olsun, “kazanma” olarak kodlamasıdır. Devleti ele geçiren muhafazakârlar, on beş küsur senedir devletin zengin gayri menkul arazilerini ya kendi partililerine tahsis ediyorlar veya Başbakanlık ve Belediyeler aracılığı ile bu arazilerin arsa komisyonculuğunu yapıyorlar. Vicdanlarını temizlemek için de, “hayır” olarak müteahhitlerden Cami, İmam-Hatip, Kur’an Kursu binası yapmalarını talep ediyorlar: Emlak Rantı(İnşaat! Ya resulullah). Bunun da sebebi, taşradan-periferiden merkeze geç gelmeleri hasebi ile,montaj-sanayi ve ticaret alanlarının dolu olması idi. Bilim ve Teknoloji ile katma değer üreten “marka” lar yaratacak(G. Kore örneği) halleri yoktu. Ne yapacaklardı?

Ak Partisi, NATO’nun Türkiye’ye biçmiş olduğu rolün dışına çıkarak, birinci dünya savaşı ile birlikte kaybettiği imparatorluk hinterlandında kayıp akrabalarını(TİKA ve Diyanet İle) aramaya başladı(İslamcılık-Ümmetçilik). Bu alan, ABD ve AB’nin nüfuz ve pazarı olduğu için, hoşuna gitmedi ve Türkiye’yi sıkıştırmaya başladılar. Ak Parti, daha doğrusu R.T.Erdoğan, içerde ve dışarda bir birine denk olacak derinlikte kırılmalar yarattı. Hem Batı ile, hem de içerde din üzerinden “öteki” leşmeler hasıl oldu. Sayın Erdoğan’ın dış politikası ile Ortadoğu’da yarattığı itibar ve Batıda(AB-ABD)  yarattığı nefret-düşmanlık; iç politikaları ile muhafazakâr tabanda yarattığı itibar ve seküler-kürt kesimde yaratmış olduğu nefret ve düşmanlık, birbirine paraleldir. Erdoğan, sosyal-psikolojik olarak muhafazakârların Batıya ve Türkiye’deki “Batıcılar” a olan birikmiş kininin intikam ifadesi; aynı zamanda uzun süre merkezden uzak tutulmuş periferinin, Devletten nemalanması içgüdüsüdür. Bu kırılmaların bir kısmı gerekliydi. Çünkü Doğulu(Müslüman) bir toplumu(Osmanlı), -yıkıldığı için- zoraki(devrimler ile) “Batılı” yapma ve gösterme çabasını içeriyordu. Bu devrimlerin bir kısmı, hayatta kalmak için belki gerekliydi; ancak bir kısmı da, toplumun değişik kesimlerinin kimlik kodları ile oynamaydı. Muhafazakâr toplum, buna içerleme ve uçuklamalar ile tepki verdi.

Toplumun yeni bir kimlik edinmesi, birilerinin “kültür devrimi” kararı ile olacak bir hadise değildir; herkesim ile birlikte verilecek ortak bir karardır. Böylesine kişisel/radikal kararlarla olmamalıdır.  Ancak tersinden, son on beş yılda giderek içerde “Ak Parti”, dışarda ise “Türkiye” gölgeleşmeye başladı. Parti ve Türkiye bir liderin arkasına bağlandı. İçerde ve dışarda bu lideri “totaliter” olarak nitelemeye başladılar. Bunun bir sebebi, o gelinceye kadar Türkiye’yi bu güçlerin kontrol etmesidir. Ancak, diğer taraftan, onun da “Demokrasi” den anladığı; muhafazakâr seçmenin kendisini seçmesidir(sandık). Seçim ile kendisinin Kral/Karizma(Sultan-Halife) olmasını istemektedir. Her iki durum da, bu gidişat hem Ak Partisi, hem de Türkiye açısından doğru değildir. Kültür devriminin yarattığı travmanın Rövanşı, nispi olarak alınmıştır. Artık bu raddeden sonra, ikinci bir zoraki(devlet eliyle) kimlik/kültür değiştirme macerasına gerek yoktur. Bu teşebbüs, içerde kırılma-kavga yaratır. Kurumsal ve örgütsel-ortak aklı(şura-demokrasi) keşfetmek, hem partiye hem de Türkiye’nin hayrına olacaktır.

Haniflik ve Deizm Farkı Üzerine

5.6.2018

Son dönemlerde Türkiye’de değişik mahfillerde “Deizm”in giderek artmakta olduğu ileri sürüldü. Muhafazakâr siyasetçi ve bazı bürokratlar ise, bu iddiaya tepki gösterip toplumun dini yaşamında bir değişikliğin olmadığını iddia etti. Öncelikle, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Toplumda konuşulduğuna göre, böyle bir gerçeklik yadsınamaz. İkincisi, sosyal medyayı takip edenler, böyle bir tartışmayı görmezden gelemez.

Önce Türkiye’de yaşananın doğru teşhis edilmesi gerekir. Türkiye’de olan gelişmenin, kanaatimce iki farklı kesimde iki farklı saik ile olduğunu görmek gerekir;

1- Seküler kesimin azınlık bir bölümünde zayıf olan dini bağın giderek iyice kopması. Uzun süreden beri “Şeriat”ı zaten reddedip İslam’ın itikat-ibadet ve ahlak ilkelerine sözde bağlılığını sürdüren bazı insanlar, Fetö olayı ve son on beş senelik muhafazakâr iktidarın din adına veya din dolayımı ile yaptıkları uygulamalarından sonra, İslam ile kalan bu zayıf bağlarını da koparıp, dinden çıkarak kendilerince bir Allah-Ahlak ve bazen de Ahiret inancına sahip olmalarıdır.

2- Muhafazakâr kesimin yeni kuşakları, ebeveynleri tarafından veya imam-hatipler kanalı ile kendilerine öğretilen güncellenmemiş-arkaik dini bilgi ve kültürden bunalarak, internetten edindiği bilgiler ile kendilerine öğretilen İslam’dan kopmalarıdır. Onlar da kendilerince bir Allah-Ahiret ve Ahlak anlayışı geliştirmektedirler. İslam’ın pratik-tarihsel gövdesi olan “şeriat”, bir dönemler Türkiye’de “gericilik” olarak ağır bulunurken; şimdilerde “Sünnilik”, dinsel dogmalar ve pratikler olarak bazı toplumsal kesimler tarafından anakronik bulunmaktadır.

Bu gelişmeler, Avrupa’da Felsefi-Teolojik bir akım olan “Deizm” ile –asılsızca- irtibatlandırılmaya çalışıldı. Bazıları ise daha ileri giderek bu gelişmeyi selamlayıp, “Deizm” ile “Haniflik” arasında irtibatlar tesis etmeye çalıştı. Bu yazının amacı, “Haniflik” denen ve özünde Hz. İbrahim’in kişisel dini tecrübesini niteleyen özellikler ile Deizm arasında kurulmak istenen bu benzerliğin sathi ve asılsız olduğunu ortaya koymaktır.

Y. N. Öztürk’ün ömrünün sonuna doğru yazmış olduğu “Tanrıdan Başka İnsan Üstü Tanımayan İnanç: Deizm” (İst.2015) adlı kitabı, sap ile samanın birbirine karıştırılması olarak İslam tarihindeki akla vurgu yapan herkesi, aynı çuvala (Deizm) doldurma teşebbüsüdür. Kurumsal dinin(şeriat) çöküşünden doğan umutsuzluk, onu, İslam düşüncesindeki rasyonal teolojiyi mesnetsiz bir şekilde “Deizm” olarak nitelemeye sevk etmiştir.

Deizm, Ortaçağlarda Aristo felsefesini yedeğine alarak kendini rasyonalize eden Hristiyanlık ve Kilisenin skolastik öğretilerinin, Aydınlanma felsefesi ile 17. yüzyıldan sonra tekrar gözden geçirilmesi ve bir bölümünün reddedilmesi faaliyetidir. İtalya, Fransa ve İngiltere’de gelişen Deizm, Protestanlığın attığı adımların, Felsefi düşünme tarzı tarafından Protestanlığın devamı şeklinde daha ileri doğru atılmış bir adım olarak görülebilir.

Başlıca dört türlü Deist olduğu ileri sürülür.

1- Tanrının varlığını kabul edip, onun Dünya ile ilgilenmediğini kabul edenler.

2- Tanrının varlığını ve onun Dünyada yaşananlar ile ilişkisini kabul edip, ahlaki iyi ve kötü ile ilgilenmediğini yani vahiy/peygamber göndermediğini iddia edenler.

3- Tanrının varlığını ve onun Evren ile ilişkisini kabul edip, Ahireti inkâr edenler.

4- Tanrıyı ve ilahi vasıflarını kabul edip, ahlaki doğrunun vahiy ile değil, akıl ile belirlenmesi gerektiğini ileri sürenler.(1) Avrupa’da Deizmi doğuran temel husus, örgütlü dinin (Kilise) kitleler üzerinde yarattığı baskı ve öğretilerinin, gelişen felsefe ve bilimsel düşünce ile arz ettiği yoğun çelişkilerdir.

“Haniflik” içeriği ile Deizm arasında bir yakınlığın olduğu iddiası yerine, müşriklerin Tanrı ile evren arasında kurdukları evreni yaratma ve başka bir şeye karışmama tarzındaki ilişki (29/61-63), “Deizm”e daha yakın görünmektedir. Diğer taraftan, Arabistan’da Hz. İbrahim gibi, Hz. Muhammed’den önce toplumundaki müşrik yapıdan rahatsız olan tek tük insanların bulunması da mümkündür. Bunlardan kalkarak Arabistan’da İslam’dan önce sosyolojik anlamda “Haniflik” diye bir “din” veya dinsel topluluk olduğunu iddia etmek mümkün değildir.(2)

Yaygın olan kanaate göre “Haniflik” bir “din” ismidir.(3) Kur’an’da Hz. İbrahim’i niteleyen ahlaki-psikolojik bir sıfat olan “Hanif” kavramından hareketle, ondan bir din ismi türetilmiştir. Yine kanaate göre, Hz. Muhammed’den önce Arabistan’da da bu din mensuplarından bulunmaktaydı. Oysa Dinler Tarihinde “Haniflik” diye bir “Din” ve bu dinin müminleri (sosyolojik topluluk) yoktur. Bu kavram, özü itibari ile Hz. Nuh peygamberin (M.Ö: 3500) tutmayan Tevhit ve Ahlak davasını, M.Ö. 2000’lerde aynı coğrafyada kendiliğinden- düşünerek (düşünür olarak) başlatan İbrahim’in (37/83) müşrik toplumundan kopup-yüz çevirip tek Allah’a yönelişini ifade eder. Altı defa Mekki, altı defa Medeni surelerde geçen kavram, bunların sekizinde Hz. İbrahim’i nitelerken (2/135, 3/67, 3/95, 4/125, 6/161…); diğerlerinde aynı ruhun Hz. Muhammed’de ve İslam’da devamını ifade eder (6/79, 10/105, 22/31..).

Hz. İbrahim, Deistler gibi, Tanrının evren üzerindeki hakimiyetini (melekût) kavradığı gibi (6/75); o, ne bir müşrik, ne muharref Yahudi ve Hristiyan da değildi (3/67). Hz. İbrahim’in, kendinden sonra gelen peygamber-vahiy öğretisinin ana tezlerini ortaya koyan bir düşünür olduğunu söyleyebiliriz.  Karakter olarak ince ruhlu (halim), yumuşak başlı ve merhametli (evvah), Tanrıya dönük (münib) olan biriydi (11/75). Bu niteliklerin toplamı olarak “Kalb-i selim” sahibi biri olan (37/84) İbrahim’in düşünme tarzı, insanın duyu, düşünce, duygu ve sezgi yetilerini birlikte kullanan bir tarzdır. Bu düşünme tarzını, beş duyu ve mantığa dayanan (nedensellik) Felsefi-Bilimsel (Yunan-Batı) düşünme ve onun bir ürünü olan “Deist” düşünme ile karıştırmamak gerekir.

Hz. İbrahim, ömrünün sonuna doğru “Peygamberlik” ile ödüllendirilmiştir (2/125). O, oğlu İsmail ile birlikte yine -Deistlerden farklı olarak- Tanrıya “ibadet” etmek istemiş ve yeryüzünün ilk tek Tanrıya adanan ibadet evini (Kabe) yapmıştır (2/124-127). Düşünür sıfatı ile kendine vahiy aracılığıyla bildirilen yeniden dirilme (Ahiret) fikrini sorgulamış ve Tanrıdan ekstra kanıt istemiştir (2/260). Hz. İbrahim ile Tanrının arasındaki özel yakın/dostluk (halil) ilişkisi(4/125), Tanrının, ondan en sevdiği oğlunu (İshak-İsmail) kurban etmesini isteme noktasına vardırmış ve İbrahim, bu ağır denenmeyi kazanmıştır (37/103-106).

Hz. İbrahim’in özel hayatına bu derece girebilen bir Tanrının, toplumsal hayatın ahlaki sorunlarına müdahale etmediğini düşünmek, mantıken çelişiktir. Dolayısıyla,” Hanif”ce tutum, insanın kendine yabancılaşma sonucu yaratmış olduğu putlar ve onlar aracılığı ile kurumsallaşmış dinden “Kalb-i selim” ile Tanrıya ve onun ile canlı ilişkiye tekrar dönüştür. Tarihsel Yahudilik ve Hristiyanlık/Kilise, İbrahim’den sonra, İbrahim’in mücadele ettiği dinsel yabancılaşmanın, onun mirasında da ortaya çıkmasıdır.

Geçen yüzyılda tartışılan kurumsal “şeriat-hilafet-tarikat” kavramları, İslam toplumlarında dinin özüne bu yabancılaşmayı ifade ediyordu. Günümüzde de “Sünnilik” kavramı, dogmatik/teolojik yabancılaşmayı ifade ettiği gerekçesi ile tartışılıyor. Hanifçe tutum, kafana göre(deizm), Tanrıdan kopuk bir yol tutmak değil; Tanrıdan başka sığınacağın bir yerin olmadığını bilip, lütfu gereği, insanlara yol göstermek için peygamberler gönderen bir Tanrının, peygamber göndermediği zamanlarda  da: “gayret göstererek kendine yönelenlere, doğru yollarını ilhamla gösterdiğini” (29/69) bilmektir.

DİPNOTLAR:

1) Geniş bilgi için bkz. Kardaş, Meryem, “Deizmin İncilinde Tanrı ve Din Kavramı”, DEİZM (sempozyum metinleri) Van 2017, s. 15 vd.

2) Kaplan, Hasan, “Bir İnanç Aşaması olarak Haniflik”, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:10(2017), s. 7 vd.

3) Kuzgun, Şaban, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, Kayseri 1985.

TV Programı Duyurusu

Yusuf Özkan ÖZBURUN’un sunumuyla Kur’an ve Ramazan’a dair konuların konuşulduğu İftar Saati programına bu akşam İman ve Ahlak ilişkisi konusunu konuşmak üzere Prof.Dr. İlhami GÜLER konuk oluyor. Program Bugün Saat 19:00’da Hilal Tv’de.

Nüfuz Hırsızlığı

18.5.2018

Kamusal otoritesi özel kişilerce suistimal edilebilecek iki tane otorite vardır: 1-Tanrı. 2-Devlet. Tanrı’nın otoritesini, O’nu veya dinini “temsil” iddiasında bulunan “din adamları” istismar ederken; devletin otoritesini, onu temsil eden siyasetçiler ve bürokratlar istismar eder. Kur’an’da Yahudi ve Hristiyan din adamlarının Tanrı’nın otoritesini kötüye kullanarak özel-kişisel çıkar sağlamaları şiddetle eleştirilmiştir: “Hahamlardan ve Rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yolla yiyorlar; insanları Allah’ın yolundan saptırıyorlar; altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek Allah yolunda harcamayanlar için elim bir azabı müjdele…”(9/34). Devlet otoritesini istismar edenlere ise şu uyarıda bulunulur: “Birbirinizin mallarını aranızda haksız yollarla yemeyin. Mallarınızdan, sizi yönetenlere rüşvet olarak vermeyin.”(2/188).

Meşru kazanç miras ve hibenin ötesinde, meslek sahibi olmakla girişilen ticaret, emek ve üretim ile elde edilir. Esas itibari ile ekonomik veya ahlaki bir değerin, “emek” dışında başka bir hak ediş kriteri/gerekçesi yoktur: “İnsan için sadece çalışmasının/emeğinin/amelinin bir karşılığı vardır.” (53/39). Bu emeğin, kafa veya kol emeği olması veya ahlaki-ekonomik olması önemli değildir, fark etmez. Siyasetçiler ve bürokratlar, kamunun vergilerinden aldıkları maaş ile görevlerini icra ederler. İktisadi ve hukuki konularda karar verecekler (siyasetçiler ve bürokratlar), -anne ve babaları başta olmak üzere- akrabaları dahi olsa; adaleti gerçekleştirmekle emrolunmuşlardır (4/135). Kamusal (siyasi-iktisadi-hukuki) işlerin, “emanet” olarak nitelenerek “Ehliyetli (uzman-meslek sahibi-adil)” kişilere verilmesi emredilmiştir (4/58). Kur’an’da kişinin kendi servetinden yapacağı yardımın, önce yakın akrabalarından başlaması tavsiye edilir (3/177,4/8,16/90…). Yakınlarda bir iktidar milletvekilinin, Kur’an’daki bu tavsiyeden, devlet imkânlarını siyasi ve bürokratik ekibin yakınlarına peşkeş çekmesini çıkarması, tam bir hamakattır. “Nüfuz”, bir insanın, kendine ait olmayan Tanrı/Din veya Devlet otoritesini/saygınlığını- gücünü, insanlar ile ilişkisinde kendi üzerine almasıdır. İslam’ın erken döneminde devlet otoritesinden doğabilecek nüfuz hırsızlığına (rüşvet) karşı ciddi uyarılarda bulunulmuştur.

Hz. Muhammed: “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir.” demiştir. Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülaziz’in bu konuda ne kadar titiz davrandıkları bilindiği gibi, Ümeyye oğullarından Hz. Osman ve babası para ile Müslüman olmuş Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin yine bu konudaki kayıtsızlıkları (Kabile asabiyeti) da bilinmektedir. Birinciler, Beytu’l-Mal’ı (Hazine) titizlikle korumaya, onu kamuya adaletli hak ediş ilkesine göre dağıtmaya çalışmışlar iken; ikinciler, onu, kendi akrabalarına/kabilelerine peşkeş çekmişlerdir. Kaynaklarda her iki gruptaki kişilerin pratik tutumlarına-uygulamalarına ilişkin yüzlerce örnek mevcuttur. Birincilerde “Devlet” dolayımı ile bir “Kamu” düşüncesi oluşmuş iken; ikincilerde“Devlet”in yerini halâ “Kabile” işgal etmeye devam ediyordu.

“Nüfuz Hırsızlığı”, devlet katında kamusal görev yapan siyasetçi veya bürokratların, devletin gücünden veya saygınlığından gelen otoriteyi kullanarak kamu kaynaklarını, yukarda saydığımız hak edişlerin dışında, kendi yakınlarına keyfi olarak/haksızca devretmesidir. Ehliyet-Liyakat ve hak edişte eşit olanlar arasından akraba, hemşehri, mezhepdaş ve partili “tercih” edilebilir mi? Bu ciddi bir sorudur. Kanaatimce edilemez. Memurların görev yeri atamalarında olduğu gibi “kura” çekilmelidir.

Türkiye’de kamu siyasetçilerinin ve bürokratların nüfuz hırsızlığı yapmasını, halk onaylamıştır: “Bal tutan parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”, “Şık şık eden nalçadır; işi bitiren akçadır.”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.” sözleri ve bir Osmanlı şairimizin: “Selam verdim; rüşvet değil deyü almadılar.” deyişi, bu onayı ifade eder. Bunun sebebi, toprak mülkiyetinin devlete ait olması münasebetiyle, yoksul-çorak Anadolu halkının bu onay ile kendisine de “Devletlu”lardan bazı kırıntıların ulaşması umudu ve beklentisidir.

(İşlemiyor da değil) Son seçimler için iktidar partisi 13 milyon kaçak konut için vergi barışı getirirken; muhalefet partilerinden biri de 4.5 milyon kredi kartı borcunu devletin satın alacağını vaat ediyor. Rüşveti alan da veren de memnun. Olan, hukuka uyan vatandaşlara (dürüstlere) oluyor. Bunun sebebi, Türkiye’de “Devlet”in modern toplumlarda olduğu gibi, bir “Toplum Sözleşmesi” mantığı ile “Kamuyu/Halkı” temsil eden bir dolayım değil; tarihsel olarak Tanrı ve Sultanı temsil eden bir dolayım olarak görülmesidir. İkinci bir husus, Devlet’in mallarının (mülk/arazi) ganimet/yağma yolu ile elde edilmiş olmasıdır. Dolaysıyla hiç kimse, Kamuya/Devlete ait mülkü “herkesin mülkü-kul hakkı” olarak görmüyor; tam tersine, “hiç kimsenin mülkü/Allahlık-Arpalık” olarak görüyor olmasıdır.

Ülkemizde siyasetçi veya bürokrat hükümet üyelerinin yakın akrabalarının devlet ile yaptıkları işlerden ne kadar zengin oldukları, herkes tarafından bilinmektedir. Bu işler, işe talip olanlar/eşitler arasından meşru gerekçeler ile hak ediş elde etmiş iseler, denecek bir şey yoktur. Ancak, siyasetçi ve bürokratın “nüfuzu” ile “elde” etmiş iseler, bunun “Nüfuz hırsızlığı” olduğu ortadadır. Akrabalığın yanında hemşehrilik, mezhepçilik ve particilik de “yakınlık” işlevi görüyorsa, durum değişmez. Bu konularda meşhur Fıkıh Usulü kaidesi geçerlidir: “Batıl, makisun aleyh olamaz.” Yani “Bizden öncekiler, böyle yapıyordu; biz de “kısas” gereği böyle yapıyoruz” denemez. Mekkeli müşrik eşinden –mümin olduktan sonra- kaçıp Medine’ye sığınan kadından müşrik eşinden aldığı “mihir”in geri verilmesi istenmiştir (60/10). O halde, haksızlık konusunda “misilleme/rövanş” olamaz.

Kamu kaynakları, ülkede yaşayan herkese ait olduğu için, Nüfuz Hırsızlığı, “Büyük Günah” lar arasındadır ve haramdır. Çünkü günahın büyüklüğünün bir kriteri de, etkilediği insan kitlesi oranındadır. Konuyu bir örnek ile bitirelim. 15 Temmuz Darbe Girişiminin kahraman şehitlerinden olan Ömer Halis Demir’in kardeşi, 24 Haziran seçimlerinde Niğde’den milletvekili adayı olmuş. Bu olay, adayın kahramanımızın “Kahraman” lığının istismarıdır. O kahramanlık, siyasiler tarafından kahramanın akrabalarına “rüşvet” olarak verilemez. Bu, düpedüz, kahramanlığın istismarıdır. Kutsiyetin istismarı ile kahramanlığın istismarı arasında fark yoktur.

Sünniliğin Tarihi – Güncel, Teolojik ve Politik Krizi Üzerine

                                                                                                                                  28.4.2018

“Söylemekten doğan zarar, söylememekten doğan zarardan daha azdır.”

İslam toplumunun ilk yüz yılda yaşamış olduğu iç savaştan sonra Hâricîlik-Şiîlik ve Sünnîlik olmak üzere üç Teolojik-Politik “mezhebe” bölündüğü bilinmektedir. Bunlardan Hâricîlik, zamanla marjinalize olmuş; Şiîlik, Yemen mitolojisi ve İran antropolojisi ile karışık olarak oluşmuş, uzun süre muhalefette kalarak varlığını sürdürmüş; Sünnîlik ise, Arap seciyesi-kültürü kökenli olarak İslam toplumlarının ana gövdesini oluşturmuştur.

Konumuz, Ortadoğu’da “Selefilik (Suud ve El-Kaide – Daiş), Pakistan-Afganistan’da “Taliban” ve Türkiye’de 15-Temmuz Darbe Girişimi (FETÖ) ve şimdilerde Deizm’in genç kuşaklar arasında yayılması semptolarını veren Sünnîlik olacak.

Sünnîliğin “Selefî” damarı, günümüzde Suud-i Arabistan ve DAİŞ olarak performans gösteriyor. Selefî olmayan Sünnîliğin performanslarından biri “İhvan-ı Müslimîn”; diğeri ise, “Türk İslamcılığı”dır. İhvan’ın Mısır kanadı, “Arap Baharı” ile birlikte kısa bir iktidar deneyiminden sonra
askeri ihtilal ile iktidardan düşürüldü. Şimdilerde –geçmişte olduğu gibi- “illegal” olarak varlığını sürdürüyor. Suriye’deki kolunun başlatmış olduğu ayaklanma, trajik olarak sonlandı. Filistin’deki “HAMAS” kanadı ise, İsrail’e karşı daha önce Marksistler tarafından kontrol edilen direnişi örgütleyip sürdürüyor. Sünnîliğin Pakistan-Afganistan damarı, “Selefiliğe” öykünen “Taliban” olarak kristalleşirken; Uzakdoğu (Malezya-Endonezya) kanadı, modernleşmeyle bir sentez başarmış görünüyor.

Biz, bu yazıda son günlerde yapılan” Deizm” tartışmaları münasebetiyle, sorunun kaynağı olan Sünnîliğin teolojik bünyesi ve bu bünyenin modern versiyonları olan “Selefî” ve “Türk İslamcılığı’nın taşımış olduğu bazı problemleri üzerinde duracağız. “Selefilik”, -teolojik içeriğinden/ajandasından bağımsız olarak-, aslında kendinden önceki dinsel geleneği dondurma, mutlaklaştırma ve kutsama ve taklide dayalı olarak cahiliyye döneminde, İslam’dan sonra bazı Arap Müslümanlarda ve günümüzdeTürkiye’de tarikat-cemaat ve siyasette devam eden zihinsel-psikolojik (dogmatik) bir tutumdur.

1-Teorik/Teolojik – Tarihi Problemler

Her iki kanadıyla “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, Arapların cahiliye döneminden (Antropoloji) gelen şiddete teşne olma (Erken dönem iç-savaş, Daru’l-İslam- Daru’l-Harp- Fütuhat), Kabilecilik, Katı-Gelenekçilik (Sünnîlik-Selefîlik) ve Kadercilik kodlarını İslam döneminde de sürdürmüştür. Dışardan ithal ettiği politik kod ise Saltanattır. İslam toplumlarında politik ideoloji, daima dinsel olduğu için, yöneticileri, daima Tanrı’nın “rölüne” soyunmaya motive etmiştir. Politik aktın kendini “Çoban-Sürü” ilişkisi, Halifenin sıfatı olarak “Zıllullah” ve “Ennas, ala din-i mulukihim= İnsanlar, meliklerinin dini üzeredir.” özdeyişi, bu gerçeği ifade eder.

Toplum, sorumluluk almaktan (Şura) ve biyolojik “Hücre” misali/modeli “örgütlenmekten/ortak akıldan” istifa etmiş demektir. Ortak akıl/konsensüs/icma kabiliyeti olmayan kitleler, tekli iradeyi tercih ederler. Çokluk ile “başı-bozukluk”, “kaos”, “her kafadan bir ses”, “istikrarsızlık” (‘Çatal kazık, zor çakılır’, ‘Horozu çok olan köyün, sabahı geç olur’…) arasında doğrudan bir koşutluk kurulur. Metafizik-ahlaki hakikatın tekliği(sırat-ımüstakim/sebilullah/hidayet…), bunu son kez ve bütün zamanlar için kutsal kitapta(Kur’an’da) bütün insanlığa verildiği ve bunun “heva”lı/zayıf” insan teki tarafından kesinlikle, taklit ile temellükedilebileceği inancı, İslam toplumlarında Hakikat=İslam=Hilafet/saltanat=dayatma-şiddetdoğurmuştur. Evet, Hristiyanlıktaki gibi, kurumsal bir “Kilise” olmamıştır; ancak, siyasal erk, bu işleviepeyce icra/temsil etmiştir.

Selefî olmayan damarın ithal ettiği kültür kodlarından biri “Felsefe”; diğeri de, Tasavvuftur. Felsefe, dar bir çevrede, kısa süreliğine yaşayabilmiştir; daha sonrada sönümlenip kaybolmuştur. Tasavvuf kodu, daha ziyade Türk Müslümanlığı’nda (Selçuklu-Osmanlı) mündemiç olmuştur. Selefî ve Selefî olmayan damarda “Gelenekçilik”, Hadis-Sünnet-Eser veya “Edille-i Şeriyye (Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas)” kavramları ile “Fıkıh Usulü”nde sürerken; Kelamda “Kelam-ı Kadîm” teorisi ile sürdürülmüştür. Oysa Mu’tezile, Kelam’ın/Kur’an’ın “mahluk” olduğunu savunmuştu. Mahluk Kur’an imgesi dinamik iken; diğeri donuk/mutlaktır.

Cahiliye döneminin Kaderciliği (Dehr), -Mu’tezile’nin özgür irade ve sorumluluk vurgusuna rağmen-; İslam döneminde (Sünnilikte) “Kader/Cebr” doktrini ile devam etmiştir. Hz. Ömer’in dinamik Vahy algısına rağmen, Kur’an ve Sünnet/Hadis, zaman ve mekândan bağımsız olarak mutlaklaştırılmıştır. “Şeriat”ın (yedinci yüzyıl tecdid’inin), sabit olan “Ed-Din’in (Dinu’l- Kayyime- Kütübün Kayyime)” tarihsel bir örneği(usve) olarak alınması gerktiği halde, “ölçü (mizan)” olarak konması, müslümanların realite-hayat ile ilişkisini sağlayan aklını ve vicdanını dumura uğratmıştır. Sıradan insanlar, vicdanlarını kullanmaya müsaade edilmediği için, “Müfti”lerin “Fetva”larına mahkûm edilmiştir. En basit ahlaki sorunların cevabı vicdanda değil; daima “kitaptaki yeri”nde aranmıştır. Kur’andaki gibi, akla ve vicdana başvuran “Rey Ehli (Mu’tezile-Hanefîlik- Mâtürîdîlik ve Mâlikîlik) zamanla sönümlenmiş veya Gelenekçi (Hadis Ehli/Ehl-i Sünnet) ekolün kontrolüne girmiştir.

Eş’arîlik tarafından teorize edilen “Kader” teorisi/teolojisi ise, müslüman bireylerin iradesini felç etmiştir: “Her şeyde bir hayır vardır” ve “Hayır da şer de Allah’tandır”, “La faile illelah-La halike İllellah = Allah’tan başka fail-yaratıcı yoktur.”… akide ilkeleri, bu gerçeği ifade eder. Kur’an’ın “Şura” ve “Ehliyet”e dayanan politik tavsiyesi göz ardı edilerek, benimsenen Saltanat rejimleri, halkları sürüleştirirken (Reaya); Hz. Ömer’den sonra benimsenen “Devlet Mülkiyeti” uygulaması ve sistemi (Has-Tımar- Zeamet-Arpalık…) özel mülkiyeti zayıflatarak, özgürlüğün maddi/ekonomik temelini İslam toplumlarında zayıflatmıştır. Araplar arasında “dahi” sözcüğü, siyasette kurnazlık ve hilebazlık anlamına gelirdi. “Duhatu’l-Arap=Arabın dâhileri” diye bilinen Ebu Sufyan, Oğlu Muaviye, Amr İbnu’l- As ve Muğire b. Şube böyle şahıslardı.

Üçüncü yüz yıldan itibaren gelişen Tasavvuf ise, Müslüman bireyin dünya hayatı ve içgüdüleri (nefis) ile olan bağını gevşetmiş/zayıflatmış (Züht-Çile), mü’minlerin yönünü -yukarını/Allah’ınn gözetiminde- dünyadan/yeryüzünden (yatay) Allah’a ve Ahiret’e (dikey) döndürmüş; epistemolojik bağlamda ise, akıl/mantık ve gramerden kopararak, “Bâtın” denen “İrrasyonelizme” kitlemiş; ve “Tarikat” denen örgütlenme tarzı ile de onları, Şeyhlerin(ğassal) emrinde/elinde cenazeye çevirmiştir.

Abbasiler döneminde Yunandan, Hint’ten, İran’dan yapılan çeviriler (Ulum-i Dahile) ile gelişen Felsefî ve Bilimsel düşünme (Nedensellik-Merak), -Arapların, Türklerin ve İranlıların genetiğinde bulunmadığı için-, daha sonra giderek kaybolmuştur. Nedenselliğin yerine benimsenen atomcu “sürekli yaratma” ontolojisi, doğası gereği nedenselliğe dayanan bilimsel düşünmeyi imkânsız hale getiriyordu: “Her an her şey olabilir; bugün bana, yarın sana.” Sihir, tılsım, keramet, simya, ebced/cifr hesabı, müneccimlik ile meşgul olmak yaygınlaşmıştır. Bunun bir göstergesi olarak, Balkan savaşlarında Bulgar askerlerinin gece kullandıkları el fenerlerini, Yeniçeriler, “cin” sanmaları manidardır.

Bütün bu olanlar, Düşünce-Duygu ve Davranıştan oluşan Kur’an’daki dini aktın, Kelamda “kuru akılcılık”; Hadisçilerde/Selefiyyede “kör taklitçilik/nakilcilik”; Fıkıhta ahlaktan kopan (Hile-i şeriyye, Kitabına uydurma) ve kılı kırk yaran “şekilcilik” ve Tasavvufta duygularda boğulmaya (aşk, fena, ittisal, hulul, vüsul, istiğrak-sekr/sarhoşluk, bükâ/ağlamak, kabz/daralma-bast/genişleme….) dönüşmesi ile gerçekleşmiştir. Diğer bir ifade ile bütün bu olanlar, dinin bütüncül temeli olan ve Kur’an’da baştan sona kadar işleyen insan ruhunun bütüncül işlevleri (duyu-duygu- düşünce/mantık ve sezgi) birlikte dikkate alınmaması ile hasıl olmuştur.

İman-amel ilişkisinde (kimlik) sorunun, “parça (Mürcie/Sünnîlik)-bütün (Hâricîlik-Mu’tezile)” veya “bilgi/tasdik (Mürcie)-duygu- amel (Hâricîlik) şeklinde ele alınması, imanın düşünce kadar duygusal değerlilik yaşantıları içermesini (artması-eksilmesi) ve amel/ahlak ile olan zorunlu “ilişkisi”ni gözden kaçırmıştır. Ahlakın/amelin imandan “kopuk/ayrı” olduğu ve itikadın (La ilahe illallah) nihai kurtuluş (Müslüman kimlik) için yeterli olduğu teorisi (Mürcie/Sünnilik) ve “tövbe”nin, günahtan kesin (nasuh) dönüş olması gerektiği yerine; “sözlü telaffuzu” olduğu ile yetinilmesi, Kur’an’da mevcut olan iman-amel “birlikteliği” ve dindarlığı (takva-istihkak) hayli zayıflatmıştır. Hâsılı, Sünnîlik, teolojik düzeyde İslam’ın özünden ciddi düzeyde bir inhiraftır. Bazılarının iddia ettiği gibi, İslamiyet’i, onun tarihi-teolojik bir yorumu (mezhep) ile eşitlemek/özdeşleştirmek, büyük bir yanılsamadır.

2- Şimdiki Durum

Selefîliğin günümüzdeki performansı berbattır. Bir tarafta petro-dolara/katran’a (ABD) bulanmış Suud ve Körfez Krallıkları; diğer tarafta, gırtlağına kadar şiddete bulanmış El-Kaide ve DAİŞ.

Türkiye Sünniliğine/İslamcılığına gelecek olursak, bunun da “Tarikat-Cemaat” ve siyasi “Milli Görüş-AKP” olmak üzere iki kanadı mevcuttur. Öncelikle, genel olarak, Türkiye İslam’ının hoşgörü, merhamet-yardımlaşma, aile değerleri, vatanperverlik ve misafirperverliğini vurgulamak gerekir. Diğer taraftan, merhum Mehmet Akif, “Safahat” adlı eserinde geçen yüzyılın başlangıcında Osmanlı çöktüğünde İslam’ın hal-i pür melâlini tasvir eder. Cumhuriyet, bu çöküşe bir aksülamel olarak, dini toplumsal hayattan halının altına sürerek/süpürerek seküler bir toplum kurmaya çalıştı. 1950’den itibaren yavaş yavaş; 2000’lerden itibaren de hızlı bir şekilde din, olduğu yerden Tarikat-Cemaat ve Siyaset olarak tekrar dışarı çıktı; geri geldi.

Tarikatler ve cemaatler, dini hafıza ve duyguyu toplumda bu süreç içinde taşımanın araçlarıolmuşlardır. Bu yapılar, yukarıda saymış olduğum teolojik olumsuzlukların tümünün kristalleştiğiyapılardır. Kendi içlerindeki dayanışma ruhu, bireylerin ahlâkî/vicdânî kapasitesini çürüterekdışardakilere karşı merhametsiz/ikiyüzlü bir kişiliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Aklın-iradenin-vicdanın yok edildiği; kişi kültünün egemen olduğu, görece ekonomik olarak zayıf kitlelerin içlerinde barındığı ve siyasal yapı ile “simbiyoz” birer ilişkinin hüküm sürdüğü benlik/kendilik çürüten (mürit) yapılardır. Bu yapılarda bireyler, “kendi” olmaktan çıkarak grubun içinde “hiç kimse”, anonim, adsız, erimiş bir “bütün”e dönüşmektedirler. Bunlardan bir tanesi, zombileştirdiği elemanları ile 15Temmuz’da Türkiye’yi az kalsın batırıyordu. Diğerlerinin ne yapacağı henüz belli değil. Arkaik-tekfirci dilleri, siyasete meftun niyetleri, holdingleşmiş ticaretleri, şeffaf olmayan (karanlık) yapıları ile ortalıkta kol geziyorlar. 1960’lardan başlayan göç olgusu, cemaat ve tarikatları, şehirlerde karşılayan ekonomik-sosyal “Ensar” makamına çıkarmıştır. Biyolojik “Hücre” sistemine göre örgütlenen modern-metropol toplumlarda “Cemaat/Tarikat” yapıları ve totaliterlik eğilimleri, Erich Fromm’un teşhisi ile birer ”Hürriyetten Kaçış“ semptomudur. İdeolojik mahrumiyet ve sosyal ağ eksikliğinin bir tezahürüdür.

Türkiye’de son zamanlarda genç kuşak arasında “Deizm”in sempati ile karşılanması -özellikle dinsel müfredat alan İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakültelerinde-, Sünnîliğin arkaik ajandasının/dilinin yeni kuşaklarda fazla mantıki bulunmadığı anlamına gelir. “Dindar nesil yetiştirme”
programınım geri tepmesidir. Olup-biten şey, düşünsel/teolojik bir arayış değil; tepkisel bir dinden çıkmadır. Cumhuriyet tarihinde baskılanan Sünniliğin “İslamcılık” olarak aktualleşen performansına (siyaset-cemaat- tarikat) karşı vicdani bir tepkinin ifadesidir. Hristiyanlıkta Kilise (ve
dedikleri-yaptıkları), Deizm’i doğurmuştu. Bizde ise ortodox sünniliğin “Şeriat” imgesi ve onun pratik yansıması olan “Tarikat-Cemaat- Siyaset” in söyledikleri ve yaptıkları, bu sonucu doğurmaktadır.

Ak Partiye gelecek olursak, doğal olarak Sünniliğin negatif teolojik – politik tarihi bagajını taşıyarak 1970 lerde kristalleşen “Milli Görüş”ün devamı siyasi bir hareket olarak, ortak/örgütlü akla (Şura), ehliyete/liyakate, kurumsal demokrasiye görece uzaktır. Bin dört yüz yıllık politik geleneğin doğal uzantısı olarak kişi kültüne bağlı; demokrasiyi, Halife/Sultan “seçimi/sandık” olarak algılayan bir oluşumdur. Egemenliğin/otoritenin/sorumluluğun kitle tarafından “temsil” yolu ile parlemento yerine bir kişiye devredilmesidir.

Sayın cumhurbaşkanımızın ve tabanının, 1400 yıllık bu geleneği benimsediği aşikârdır. Ancak, onun hakkında yaratılmak istenen “diktatörlük” imgesi, Büyük Şeytan ABD’nin iç ve dış şürekâsı ile ona karşı giriştiği kumpaslar ve onun bu kumpaslara karşı “ölümü öldürerek” giriştiği cesur direnişten kaynaklanmaktdır. Erken dönem jakoben/toplum mühendisliği projesi olan cumhuriyeti (“Eski Türkiye”) siyasi düzlemde “düzeltme” motivasyonu, siyaseti ahlaki bir “dava” olmanı yanında, daimi iktidarda kalma “strateji”sine (İttihat ve Terakki’de olduğu gibi) kaydırırken; demokrasilerin temel ilkesi olup, bizde zayıf kalan “Kuvvetler Ayrılığı” veya “Hukukun Üstünlüğü/Tarafsızlığı/Bağımsızlığı” ilkelerini ve kurumsal yapıları zayıflatmaktadır. Osmanlı döneminde dahi kamusal alan bağlamında “Hukuk” kuramamış; daimi olarak “siyaset” makamında olan/kalan bir toplumuz. Rahmetli T. Özal ve T. Erdoğan önderliğindeki Ak Partisi, seksen yıllık “vesayet rejimi”ni ortadan kaldırarak gerçek “siyaset”i hakim kılmışlardır. T. Özal, demokrat iken; T. Erdoğan, ona nispetle daha otokrat bir tabiattadır. Hukukun zayıflığı, günümüzde sokaklarda karşılaştığımız kişisel intikamlar (üçüncü sayfa haberleri), kan davaları, tabela kirliliği, kaldırımların işgali, trafik karmaşası, Çiftlik Bank olayı, mafyöz ilişkiler, futbolda şikeler, işyeri-saha basmalar… vb. ile sokaklara yansımaktadır.

Kültür devriminin yaratmış olduğu muhafazakâr kesimlerdeki içerleme – aşağılanma ve Türkiye ekonomisinin zayıflığı, bu partide siyaset yapanları “Halka-Hakka Hizmet” davası yanında, bazılarını kişisel “itibar” davasına koşarken; partiyi de taban nezdinde “iş bulma” kurumuna çevirmiştir. Partinin bir kısım siyasi-bürokratik şefler kadrosu, “ihale-emlak rantı”ndan zengin olmaya çalışmışken; tabanın bir bölümü de devletten “sosyal yardımlar” ile nemalanmaktadır. Muhafazakârların tarihsel mağduriyeti/mağlubiyeti/maduniyeti ve dinsel inançtan gelen hedefin ulviliği (hakikat/sırat-ı müstakim) inancı, kendi üyelerinin yaptıkları yolsuzlukları-kötülükleri, “kol kırılır yen içinde” düsturu ile kendilerine kolayca meşrulaştırılabilmektedir. Ayrıca, bozkır Anadolu’nun yoksul ahalisi de geleneksel olarak “Devletlu” olmaya ilişkin bu genetiği zaten: “Bal tutan, parmağını yalar” ve “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.” sözleriyle onaylamıştır. Partinin tümü böyledir demiyorum. “Harp Hiledir” hadis-i şerifi, sünni muhafazakâr kesimde “siyaset yapma” bağlamında genellikle hile-kumpas, halkı ve muhalefeti kandırma ve düzenbazlık olarak yorumlanmıştır.

Türkiye’ nin 1980 sonrası Batıya/Kapitalizme eklemlenme politikaları, şehirlere göç edenleri, tüketime teşvik ederken; zaten zayıf olan üretim motivasyonu, iyice zayıflamıştır. Son bir-iki yılda hükümet “üretim”in zorunluluğunu anlamışa benziyor. Kültür-kimlik alanında ise, geleneği estetize ve tekrar etmenin ötesinde, sahici bir yenilenme yaratılamamıştır. Partinin, hükümet olarak son dönemlerde Türkiye’yi NATO’nun sadık bir “bekçisi” olmaktan çıkarıp, İslam dünyasının görece “hamisi” rolüne sokması, -ülkenin gücünü dikkate almak kaydı/koşuluyla- doğru bir politikadır. Ak Parti’nin İslamcılık kapasitesini/performansını bu politik-ekonomik-kültürel zeminde değerlendirmek gerekir.

Sonuç olarak Sünnilik, tarihsel/teolojik (yorumsal) bir kategori olarak, İslam Dünyasını 1400 yıl taşımış olmasına rağmen; sonunda bu “taşıma” kapasitesi çökmüştür. Teolojik gövdesi, ciddi sorunları barındırmaktadır. Bunlardan bazıları, ta baştan beri süren “teolojik” yanlışlıklar; diğer bazıları ise, miadını doldurmuş kavramsal-kurumsal eskimeler, çürümeler ve yıpranmış yapılardır. Ciddi bir “Tecdit” e ihtiyacı olduğu ortadadır. Ancak, Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri, bu teolojik yapımın/yapının sorunlarını anlayacak/görecek ve yenileyebilecek kapasitede görünmüyor. İslam’da kurumsal otoritenin yerine, mutlak olmayan (yorumsal/içtihadî), sivil-ilmi otoritenin olduğu (Ulema) malumdur. Oysa Türkiye’de dini otorite ve olmaması gereken “temsil”, bugün tarikatlarda, cemaatlerde ve siyasal liderlerin eline bulunuyor. Başımız, din ile bela(denenme)da. Epeyce işimiz var demektir.