Konu: Modern Dünyada Dini Bilginin Aktüel Değeri
Tarih: 16.3.2018
Yer: Yabancı Diller Yüksekokulu Konferans Salonu, Fırat Üniversitesi, Elazığ
Konu: Modern Dünyada Dini Bilginin Aktüel Değeri
Tarih: 16.3.2018
Yer: Yabancı Diller Yüksekokulu Konferans Salonu, Fırat Üniversitesi, Elazığ
Toplumsal Ahlak Problemi ve İman Ahlak İlişkisi Üzerine Konferans, Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı, 17.2.2018, Ankara
Prof. Dr. S.Hayri Bolay’ın “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” yazısına ilişkin bir reddiye.
27. 02. 20018 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar” adlı sayın Prof. Dr. S. Hayri Bolay’ın yazısını bir arkadaşımın haberdar etmesi ile okudum. Yazının, isim vermeden başta Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Prof. Dr. Ömer Özsoy ve beni hedeflediği kolayca anlaşılıyor. Yazının üslubunu hocaya yakıştıramadığım için, gayri ihtiyari olarak, yazının müellifine tekrar göz atma ihtiyacı duyduğumu hatırlıyorum. Bu üslubun, daha önce benim Turkısh Taliban diye kodladığım elemanların tekfir-hakaret üslubu ile aynı olmasından üzüldüm, rahatsız oldum. Tarihselcilik nam düşünce, 1990’lardan itibaren Türkiye’de tartışılıyor. 2000’li yıllardan itibaren de Türk İlahiyat fakültelerinde akademik olarak, -lehte-aleyhte- Y. Lisans, Doktora tezleri ve müstakil makale-kitap yazımları ile tartışılıyor. Felsefe tahsili almış hocadan, tartışmaya felsefi-teolojik düzeyde bir katkı (reddiye) beklerken; bahsi geçen zevatın üslubu ile bir çıkış yapması, beni hayrete düşürdü. 1980’de ben fakülteye (Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) girdiğimde hoca, değişik dönemlerde derslerimize girdi. Yetmişli yıllarda rahmetli Fazlurrahman ile mülaki olmuş, “İslam’ın Aktüel Değeri” üzerine dini hamiyetinden dolayı existansiyel kaygılar duyan sayın M. Sait Hatipoğlu ve Hüseyin Atay’dan etkilenip çok şey öğrenmiştim. Bununla birlikte hocanın derslerde Batılı teist filozoflardan (Descartes, Berkley, Kant, Bergson…) materyalist ve pozitivist olanlarına karşı dini desteklemek için devşirdiği deliller ile pozitivist-seküler cumhuriyet devrimine karşı M. Akif, Yahya Kemal ve N. Fazıl Kısakürek’ten okuduğu beyitler, özgüven fakiri bir Anadolu bebesi olarak hoşuma gittiği için hocayı seviyor ve ona saygı duyuyordum. Nihayetinde Mızraklı ilmihali, Ahmediye, Muhammediye, Mevlit, Evliya Menkibeleri geleneğinden geliyorduk. Hocanın -Sünniliğin, 13. Yüzyıldan itibaren içine dalmış olduğu mağara uykusu (Ashab-ı Kehf), geviş getirme, cepten yeme, taklit, talim, tahsil, telhis veya Osmanlı gaza-tarım imparatorluğunun, dinsel olarak Derviş Devletin sanayi devrimini kaçırması, kendine yapılan meydan okumaya cevap verememesi sonucu olarak çökmesi üzerine hiçbir şey söylemese de- felsefe(ci) diliyle dini savunma üslubu hoşuma gidiyordu. Hoca emekli olduktan sonra, benimle fakültede kapı komşusu olan gözde öğrencisi hocanın yanına uğradığı zamanlarda, kapımı çalıp içeri girerdi ve kendisi ile sohbet ederdik. Bana kıymet verdiğini de itiraf ederdi. Hocanın, söylenmiş sözleri derleme (Sözlük-Ansiklopedi) tutkusunu takdir etmekle birlikte; yeni söz söyleme cesareti ve yeteneği olmadığını teslim etmek gerekir. Bunları, hocanın beni tanıyor olmasına rağmen, yazısında empati yoksunluğunu ve bağcıyı dövme üslubunu yadırgadığım için söylüyorum.
Yazının başlığındaki Nevzuhur İlahiyatçılar ibaresi, aslında doğru bir ifade. Çünkü savundukları fikir (Tarihselcilik), Sünniliğin tarihinde olmayan bir teori. Bu fikrin teorisyeni, rahmetli Pakistanlı âlim Fazlurrahman’dır. Fazlurrahman, radikal tarihsellikten (Tarihsicilik-Hegel-Marx) ve Gadamer’in Etkin Tarih kavramsallaştırmasından hangi gerekçelerle ayrıldığını ve İtalyan Hukuk Felsefecisi E. Betti’nin Mutedil Tarihsellik anlayışına yakın olduğunu ifade etmiştir. Türkiye’ye etkileri/intikali de 1980’den itibaren olmuştur. Ancak yazının başlığındaki ikinci ifade olan “Sahte Tanrılar” suçlaması/ithamı/yaftası, hocaya yakışmadığı gibi kastettiği kişiler açısından da bir “iftira/bühtan” niteliğindedir. Hocanın çalıştığı üniversitede bulunan bir başka gözde politik-ideolojik hem-meşrebi tarafından gaza getirildiği kanaatindeyim. Gazzali gibi (minare inzivası), ömr-ü ahirinde Tanrıya karşı bu tür şirinlikleri, psikanalistik olarak anlamamız da mümkün. Şimdi gelelim yazının içeriğine. Cevabımın iki muhtevası olacak. Birincisi, hocanın ithamlarının analizi. İkincisi ise bu vesile ile Tarihselcilikten ne anladığımı ifade etmek. Bu iki husus, bazen birbirine girişken olacağı gibi bazen de müstakil olacak.
1- Hoca, en genel çerçevede Tarihselciliği, ilahi mahkeme-i kübra yerine Hegel’in tarih tezi olan tarihselci/tarihsici tarihin mahkeme-i kübrasının altına koyuyor. Tarihselcileri de Hegel’i bilmeyen cahiller, hatta onun gayri meşru manevi torunları olmakla suçluyor. Hocam, bu Hegel keferesini okuduğum gibi; bunun muakkipleri olan hergeleleri de okudum. Bunların ne dediğini gayet iyi biliyorum. Bunları bilmediğim iddiası, sizin temelsiz zannınız. Biz, yeni jenerasyon, bu konularda sizden çok şey biliyoruz. Örneğin: Eleştirel Okul/ideoloji kritik (Habermas-Adorno, Horkheimer, Marcuse…) açısından politik ideolojisi belli (milliyetçi) bir yazarın; yine politik ideolojisi belli (İslamcı) bir yerde yazmasının –politik-ideolojik bağlamda- ne anlama geldiğini bildiğimiz gibi adını andığınız Tarihselci Schlemacher ve Dilthey’dan başka Hermenötiğin soyağacını da (Ricoeur, Gadamer, Heidegger, Levinas, Derrida, Rorty, Vattimo, Hirsh,..) biliyoruz. Bunların tozladığı Arap versiyonunu da (H. Hanefi, N. H. Ebu Zeyd, M. Arkoun, M. A. Cabiri, T. Abdurrahman, A. Harb…) biliyoruz. Etkilenme, düşünen insanın en normal durumudur. Haleflerimiz de (örneğin: Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd…) etkilenmişlerdi. Tarihselcilik; metodolojik, hermenötik, teolojik bir perspektiftir. Böyle bir perspektifi benimsemiş insanların imanını sorgulama yetkisini, -dogmatik olarak- başka bir metodolojik-hermenötik-teolojik ufka/perspektife yerleşmenin dışında siz, nereden alıyorsunuz?
2- Hegel’in, Herakleitos’tan gelen ve varlığı bir arazlar seli olarak gören “oluş/akış” ontolojisinin devamı olduğu; daha sonra da sol Hegelciler, Nietzsche, Heidegger, Deleuze, Zizek’de devam ettiği bilinmektedir. Bunun karşıtı olan cevherci (Aristo-Parmenides-Demokritos) ve ideacı (Platon) ontolojinin ise, varlığı çelik-çekirdekler olarak sabitlediği de yine malumdur. Tarihselci olarak benim varlık anlayışım; Her an yeni bir işte olan (55/29) faal/hallak olan Allah’ın bir emri olarak yaratmanın bir yönü ile sabit, diğer yönü ile de sürekli değişim/devinim/hareket halinde olduğudur. Molla Sadra’nın Hareket-i Cevher teorisi, bu yaklaşımı ifade eder. Bunun dine, kültüre ve teolojiye yansıması, sabit hakikatler olabileceği gibi; değişen hakikatlerin de olabileceğidir. Örneğin: Tevhit, Mead, Tanrı’ya ibadet ve genel olarak ahlak değişmez; ancak, insan vicdanının gelişmesine paralel olarak tümel ahlak ilkelerinin tikel kavrayışları ve bunun hukuka, siyasete, iktisada yansıması değişebilir. Mecelle’nin umumi kaidelerinden olan Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz ilkesi, bu hakikati (hakikatin değişebileceğini) ifade eder. Sizin, aynı metinde mantıksal çelişki olarak Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur dogmatik ilkesine bağlı olduğunuzu biliyorum. İnsani-toplumsal siferin de bir değişmeyen, sabit; bir de değişen dinamik yapısı vardır. Tanrı’nın kendisi mutlak olduğu halde, yaratığı olan varlıkların bir yönü ile aynının tekrarı; diğer yönü ile de aynının fark ile dönüşü olduğu bir realitedir. Eğer öyle olmasaydı, Tanrının kendisi, insani/vicdani-toplumsal değişmeyi dikkate alarak gerçekleştirdiği ve itiraf ettiği: “Biz, bir hükmü değiştirdiğimizde; onun yerine daha iyi birisini getiririz.” (2/106), “Her dönemin kendine has bir hükmü vardır; Allah, dilediğini imha eder/siler; dilediğini de sabit kılar.” (13/39), “ Biz, bir ayeti, başka bir ayet ile değiştirdiğimizde-ki Allah, neyi indireceğini gayet iyi bilir- (Yahudiler): Sen, ancak uyduruyorsun.” derler” (16/101) gibi ifadelerin bir anlamı olmazdı. Demek ki, Hz. Âdem’den beri bir değişmeyen evrensel din/iman/ahlak davası olduğu gibi; bir de bunun, insanlığın ahlaki tekâmülüne paralel olarak pratiğe değişik formlarda yansıması/tecdidi/yorumu/update (şeriat), Sabit Din, Dinamik Şeriat vardır. Ebu Hanife’nin dediği gibi, bütün peygamberlerin dini aynı (İslam); şeriatları farklıdır. Tarihselcilik, en genel anlamda bu gerçeği ve hakikati kavramaktır. Hegel’in tarih felsefesi ile bunun uzaktan veya yakından bir ilişkisi yoktur. Teorinin sahibi rahmetli Fazlurrahman’ın bütün kaygısı/niyeti, İslam’ı günümüzde aktif hale nasıl getirebilirizdi. Bizim de öyle. Bu masum ve şerefli kaygıya, “Tanrılık taslama” veya “Hegel’in manevi torunları olma” ithamı ayıptır, günahtır, iftiradır.
Öngörüleri, Kur’an tarafından ayetleştirilen Hz. Ömer (Muvafakat-ı Ömer), -ki Peygamberimiz, onun hakkında; Allah, (bazen) hakkı, Ömer’in kalbi ve lisanı üzere sevk etti. demiştir-, müellefe-i kulub’a Kur’an tarafından tahsis edilen payın hükmünü askıya alırken; ganimetlerin nasıl dağıtılacağını ortaya koyan ayete rağmen, aynı gerekçeli mantık ile Sevad arazisini savaşa katılan gaziler arasında dağıtmamıştı. Musa Carullah’ın tespit ettiği gibi, birçok Kur’an ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının önceden içtihatları ile vazettiklerinin (sünnet) onaylanmasıdır. Nadir de olsa, Hz. Ömer’in cesaretine mümasil (Ata b. Ebi Rebah, Ebu Yusuf, N. Tufi) adımlar atılmıştır. Ancak, tarihin yavaş değişimi/durgunluğu, bu perspektifi akim bırakmıştır. Mâtürîdî, bu yaklaşımı İçtihad-i Nesh kavramı ile ifade etmiştir. Sünniliğin dogmatik “Kelam-ı Kadim” teorisinin aksine, Kur’an’ın mahlûk olarak toplumsal ve insani şartlara göre dinamik olarak nasıl oluştuğunu bilen Hz. Ömer, teoriye katkıda bulunduğu gibi gerektiğinde de onun bazı hükümlerinin değiştirilmesi gerektiğini gayet iyi anlamıştı. Onun, sizin gibi mutlak/mumyalanmış/donmuş (kelam-ı kadim) bir Kur’an dogması yoktu hocam. Bizi, illa da bir yere bağlayacaksanız, Hegel’e değil; Hz. Ömer’e bağlayın. Ben “Ömerist”liğimi daha önce ilan etmiştim.
Bu tasarruf yetkisine şöyle bir itirazda bulunulmaktadır: “Tamam, değişmeyi kabul ediyoruz; ancak, bunu sadece Allah yapabilir.” Bu itiraza verilecek cevap şudur: Allah, bu değiştirmeyi ya keyfi olarak yapmaktadır; ya da, değişimi dikkate alarak makul-meşru bir sebebe, hikmete, ihtiyaca, maslahata göre, ona istinaden yapmaktadır. Birinci ihtimal müstehil olduğuna göre; ikincisi doğrudur. Ahlak ve hukuk alanlarında insanlığın tekâmülüne paralel olarak hüküm değiştirmek meşru ise; sorun, bu yenileme işinin tahrifata ve keyfîliğe meydan vermeyecek tarzda nasıl yapılacağına gelir. Fazlurrahman, geleneksel fıkıh usulünü eleştirdikten sonra, bunun nasıl yapılması gerektiğine ilişkin yeni bir usul teorisini de “Hukuk ve Ahlak İlişkisi” adlı çalışmasında ortaya koymuştur. Oysa klasik fıkıh usulü, yedinci yüzyılın tarihsel/toplumsal koşullarına göre Allah tarafından verilen bazı pozitif hukuk hükümlerini mutlaklaştırarak/mumyalaştırarak dondurmuştur.
3- Şahsıma “Turkısh Taliban” tarafından atılan Kur’an’dan bazı ayetlerin çıkarılması gerekir iftirasını, tetkik etmeden tekrar etmeniz, bir bilim adamı veya felsefeci olarak, en hafif deyimi ile ayıptır. Ben, ne dediğimi, hakkımda yaratılan tekfir furyası günlerinde Hilal TV’de çıkıp açıkladım. O videoya bakabilirdiniz. Özeti, yukardaki teorinin somut bir örneğini vermekti. Hızır-Musa kıssasında çocuğun öldürülme gerekçesinin tarih boyu müfessirler tarafından kabulünde güçlük çekildiği gibi bugün de, bizim vicdanımız tarafından kolay kabul edilemediği ve bunun böyle olmasının sebebinin, insanlığın vicdan kapasitesindeki tekâmül olduğunu ifade etmekti. Bunda ne var? Bu izahı reddedenlerin (dürüst iseler), Hızır’ın kararı –kendinin itiraf ettiği gibi- Allah’ın kararı olduğuna göre; Tarihselliği reddederek, bugün de bu gerekçe ile çocuk-genç öldürmeliyiz diye savunmaları gerekmez mi? Kaldı ki, benzer bir gerekçe (küfre zorlama-baskı) tersinden yedinci yüzyılda ebeveyn tarafından çocuğa uygulandığında, çocuğa yapılan tavsiye: “onlara itaat etme; yine de onlara saygıda kusur etme” (29/8, 31/15) şeklindedir.
Benzer şekilde Kur’an’da varit olan miras dağılımındaki ikili-birli durum, kadınların şahitliğindeki ikili-birli durum, çocuk yaşta evlilik, kölelik-cariyelik, çok eşlilik, ataerkillik, had cezaları… vs., bugün İslam dünyasında -eminim sizin vicdanınızda da- kolay kabul edilen hususlar değil. Peki, bunlar üzerine açık yüreklilikle düşünmek mi daha dürüstlük/müslümanlık; yoksa bunların zaten toplumlar tarafından nesh edilmiş olmasına rağmen, Kur’an’da mevcut diye “mutlak” olduklarını -ikiyüzlüce- savunmak mı? “Onlara karşı teçhizatlı atlar besleyin.” ifadesini anlarken, “tarihselci” olup, hemen “bugün, atların yerine tank-top-tüfek hazırlamalıyız” diyenler, neden konu toplumsal-ahlaki mevzulara gelince, dogmatik olarak -ve de ikiyüzlüce- evrenselci oluyorlar? İbn Abbas (ö.68/687), 24. Nisa suresinin 58. Ayeti hakkında: “bugün bu muhkem ayet ile amel edilmemektedir” (Taberi, Tefsir, xvııı, 162-3) diyebildiği halde siz, dogmatikliğinizi neden din diye bize lanse ediyorsunuz?
4- Konuyu, Allah’ın ezelî ilmine bağlayarak, Kur’an’da varit olan tarihsel hükümlerin değişebileceğini kabul edememenin temel sebebi; ilahi kelamın, sanki uzaydan aşağı doğru ve Kıyamete kadar bütün insanlığı canlı muhataplar alarak veya kızım, sana söylüyorum; gelinim, sen işit şeklinde vuku bulduğu dogmasıdır. Bundan dolayı da kendi kendine gelin-güveyi olma hatasıdır. Oysa dikkatli bir okuyucu, Kur’an’ın her sayfasında Allah’ın Mekke veya Medine’nin sokaklarında durarak yaşayan Araplara yandan hitap ettiği/hutbe/söylev verdiğini, yani direkt kızına konuştuğunu anlar. Mesajın evrensel boyutu olan “din” davasının (Dinu’l-Kayyime) yani Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar ısrarla sürdürülen evrensel ilkelerin Arap olmayanlara tebliğ edilmesi, Araplara yüklenmiş tarihi bir sorumluluktur (6/19; 3/143,170; 2/143). Belagat âlimlerinin özellikle Mekke sokağına hitap eden Yâ-eyyühennas! İfadelerini, Arapça bilmeyenlerin bütün insanlığa hitap sanması normaldir. Arapçayı bilmeyen insanların “Arapça” bir hitaptan sorumlu tutulmasının mantıksal ve ahlaki anormalliğini Kur’an’ın kendisi zikrettiği gibi (16/103, 41/44, 26/198); J.R. Searle ve hocası J.L. Austin, “Söz Edimleri (Speech Act)” teorisinde bağlayıcı bir sözün vuku bulmasının yedi şartını sayarken ortaya koymuştur. (John R. Searle, Söz Edimleri, 2000, 36 vd.)
5- Hele kendi aforizmalarını Kur’an’ın yerine koymak istiyor şeklindeki insaf sahibi birinin havsalasının alamayacağı iftiranızı, şiddetle reddediyorum. Yazdıklarıma bakanlar, benim Kur’an’a atıf yapmadığım hemen hiçbir yazı bulamazlar. Allah’ın kelamı benim temel “ilham” kaynağım olmuştur. Kur’an’a olan saygımı şuradan anlayabilirsiniz: Ömer Özsoy ile birlikte sobalı evlerimizde gece sabahlara kadar iki yıl boyunca çalışarak Sistematik Kur’an Fihristini hazırladık. Konusunda dünyada tek ve ilktir. Amacımız da Allah’ın kelamını halkımız kolay anlayabilsindi. Allah’a hamdolsun, halkımız teveccüh gösterdi ve yirmi yılda yirmi kusur baskı yaparak şu anda yüz binden fazla ailede okunuyor. Ben, yazdıklarımı aforizma olarak nitelemedim; ilham olarak niteledim (ilhamiyyat). İlham da, sufilerin bizi kandırmaya çalıştıkları gibi dışardan/Allah’tan gelmez. Kendi içimizden gelir. Bir şey üzerine yoğunlaşır, çalışırsanız size ilham kapıları açılır: “Ayının kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine.” Bu ilhamlar, tartışmaya, kabule-redde açıktır.
6- Ulemaya Kur’an’ın anlam dünyasının açık, yalın, tek kat, fasih, beliğ, mübin… olması az gelmiş olmalı ki, onun lafzını istismar (semerelendirme) etmek için Zahir-Batın, Muhkem-Müteşabih ve Asıl-Fer’ (Kıyas) mekanizmaları kurarak, onun lafızlarının altının tıpkı güneş, okyanus veya maden ocağı gibi derin ve sonsuz olduğu zehabına kapılmışlardır. Hoca da aynı iddiayı tekrarlamaktadır. Oysa, G. E. Lessing, Kitab-ı Mukaddes hakkında: Üslup, kimi zaman yalın, basit, kimi zaman şiirsel, kimi zaman “mesaniler (tekerrür)” ile doludur; fakat bir yerde bir şey söylese de; başka bir yerde aynı şeyi söylerken, insanın seziş kapasitesine başka bir nüans da söylemesi muhtemeldir dedikten sonra, Kutsal kitap yorumcularına şu uyarıda bulunur: …Bunu (yorumu) (kendilerince) “yararlı” bir şekilde yapmak için Ona (kitaba) onda olandan daha fazlasını yüklemek ve ondan, onun içerebileceğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. İma ve kinayelere çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu, çocuğa (yorumcuya) dar, çarpık ve kılı kırk yaran bir anlayış kazandırır. Onu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve içini, açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümsemeyle doldurur. Hahamlar, kutsal kitaplarına tam da böyle yaklaşıyorlardı. Toplumlarının ruhuna –bu yolla- kazandırdıkları, tam da böyle bir karakterdi. (Lessing, İnsan Soyunun Eğitimi, 109-110). Tefsir Tarihinde Taberi’nin benimsediği “Allah, sözlü muhataplarına (Araplara) ne dedi?” gayreti, Lessing’in benimsediği tutumdur. F. Razi ile başlayan Dirayet/Rey ekolü ise, Lessing’in eleştirdiği Haham ve Papazların –bizde ulemanın çoğunluğunun- yoludur. Wittgenstein’ın dediği gibi anlam, kullanım ve bağlamdır. Gerisi, okuyucunun işgüzarlığı, tahrifatı veya yalakalığıdır. Yapılması gereken, Fazlurrahman’ın önerdiği gibi, metnin metafizik dünya görüşünü, ahlaki ilkelerini çıkardıktan sonra, bunların ışığında Hukuk, İktisat ve Siyaset alanlarında kendi sözünü/içtihadını/tecdidini/yorumunu yapmaktır. Birçok klasik âlimin yaptığı gibi Hile-i Şeriyye ve Kitabına Uydurmalarla metni tahrif etmek veya onu yormak değil. Sahabeye veya İmam Şafii’ye atfedilen, “Farz-ı muhal, Kur’an yok olsa; sadece Asr suresi kalsa, bize yeter.” diyebilen bir müminin vicdanı ve özgüveni ile ayetlerin altını kuyuya-maden ocağına çevirip oradan sürekli anlam “istinbat/istihraç/istismar” eden ulemanın halini mukayese etmek gerekir.
7- Ezcümle, yazıyı hocanın yaptığı gibi N. Fazıl’dan bir beyit ile (örneğin: “(Sünni) Surda (Reyci) bir gedik açtık…”) veya Heraklitos’un yeni fikirleri ilk defa duyan bazı insanların gösterdiği aşırı tepkiyi anlatan teşbih ile de bitirebilirdim. Bunu yapmayacağım. Sonucu, hocaya iki ayeti hatırlatmakla bitireceğim: “ Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır; onlarla en güzel bir şekilde tartış. Nihai tahlilde Allah, kendi yolundan (kimlerin) saptıklarını bilir.” (16/125). “Ey Musa ve Harun, Firavuna gittiğinizde ona yumuşak söz söyleyin; belki de öğüt alır ve korkar.” (20/44). Öğrencileriniz Firavundan daha mı berbat hocam! Yoksa siz, bu işi Allah’tan (haşa) daha iyi mi biliyorsunuz? Bu eleştirilerimden sonra da ben hocanın yüzüne bakabilirim; merak ediyorum, hoca, söylediklerinden sonra öğrencilerinin yüzüne bakabilecek mi? Bundan sonrasını -istiyorsa- hoca düşünsün.
“İman-Ahlak İlişkisi” konulu konferans, 3.2.2018, İkra İlim ve Kültür Merkezi, Sakarya
İslam’ın doğuş aşamasında şirk(çok tanrıcılık)’e karşı Kur’an’da Tanrı’nın tekliğinin(Vahdet-Tevhit) vurgulanması, bir “Dünya-görüşü” olarak da İslam’ın Kelamda(Kadercilik), Tasavvufta teo-ontolojik (Vahdet-i vücut) ve politikada da “tekçi-totaliter(saltanat-hilafet)” bir anlayışın doğmasına vesile kılınmıştır. Her üç düzlemde de bu, tamamen yanlış bir anlayıştır. Şöyle ki, ontolojik düzlemde varlık halik-mahluk, varlık-oluş, cevher-araz, sabit-değişken, tanecik-dalga, aynı-fark, ruh-beden, kadın-erkek… ikilemine/diyalektiğine dayanır. Ahlaki düzlemde ise hak-batıl, iman-küfür,tevhit-şirk, adalet-zulüm, hayır-şer, husun-kubuh, islah-fesat, dünya-ahiret… ikilemine dayanır. Politik düzlemde ise hakikat/otorite-meşruiyet, şura ve icma aparatları ile aranır.
Tasavvufta “vahdet-i vücut” teo-ontolojik anlayışı, her şeyi Tanrının tecellisi-tezahürü olarak gördüğü için, insan özgürlüğü ve sorumluluğu ortadan kaldırdığı gibi, yukarda değindiğimiz ahlaki düzlemdeki ikili gerilimi de tümüyle ortadan kaldırır. Kelamda(Eşarilik) ortaya konan Tanrı’nın iradesi ve insan ile ilişkisi teorisi(Kesp) de, insanın özgür iradesini, Tanrı’nın iradesi içinde-altında yok ederek,eriterek tekçi-totaliter bir anlayış ortaya koymuştur(Cebr-Kader). Bu görüşlerin politikaya yansıması, tarih boyunca devleti veya onun temsilcisi olarak sultanı, halifeyi, bu alanda tek-totaliter bir figüre dönüştürmüştür.
Çağdaş İslami hareketlerde dile getirilen “Tevhidî Görüş” kavramı, özellikle politik ve hukuki imaları bakımından “tekçi-totaliter” bir tutum barındırmaktadır. Politik alan, Kur’an’da “şura” kavramı ile toplumun iştirakını(ahlaki sorumluluk) yani “şirk”i önerdiği halde; bu hareketler, “Harici” bir mantık ile kendi iradelerini hayatın değişik alanlarında Tanrının iradesi ile aynılaştırarak totaliter bir tutum sergilemektedirler. Mevdudi’nin “Dört Terim”, S.Kutup’un “Yoldaki İşaretler” adlı eserleri, bu bakış açısının teolojik-politik teorisini yansıtmaktadır. Yine İ.R.Farukî’nin “Tevhit” adlı çalışması da bu bakış açısını yansıtır. İran devrimi, İhvan-ı Müslim, Taliban, El-Kaide, İŞİD, FETÖ…, bu tutumun tipik politik tezahürleridir.
Türkiye’de gelişen politik İslami hareketin(Milli Görüş) politik söylemi, tarihsel-politik koşulların da etkisi ile(askeri vesayet rejimi) “tekçi-totaliter” olmamıştır. İki binli yıllardan sonra evirildiği “AK Partisi” süreci de, totaliter-tekçi olmamıştır. Bu kırılma, kendini “Muhafazakâr Demokrat” olarak kodlamıştır. Son yıllarda Ak Partisinin “Rabia” kavramı-işareti/sembolü ile Mısır İhvan-ı Müslimin’in trajik sonuna selam çakma/sempati duymaktan kalkıp, sonradan dönüştüğü “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” içeriği ise, iç politikadaki PKK bölücü hareketine karşı bir aksülameldir. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın miting meydanlarında kullandığı “Bir olacağız; iri olacağız; diri olacağız; kardeş olacağız; hep birlikte “Türkiye” olacağız.” slogan-söyle(v)mine gelince, “Bir” olma ideali, politik açıdan demokrasiye, çoğulculuğa yani “şirk”e ters bir ima içeriyor gibidir. “İri” olma ideali, ekonomik büyümeyi ifade ediyor; “Diri” olma ideali de, ülke-millet olarak canlılığı, dinamikliği ifade ediyor. “Kardeş” lik üzerinden “Türkiye” olma ideali ise, sünni-müslüman olma anlamında Türkiye’nin mezhebi ve çoğul politik, kültürel gerçekliği açısından doğru bir tanımlama değildir. “Türkiye” yi politik açıdan ifade edecek tümel yüklem , “kardeşlik” değil; “vatandaşlık” olmalıdır. Çünkü, nüfusun kahir ekseriyeti “sünni-müslüman” olsa da; “kardeş” liğin içeriğini belirlemek dinsel-teolojik ve politik açılardan problemli olduğu gibi; seküler vatandaşlarımız için bir anlam ifade etmiyor olabilir.
Bu partinin kuruluşunda politik itibar, kalibre, kabiliyet, liyakat bakımından birbirine denk beş altı figür olduğu halde, zamanla bunların tümünün elimine edilerek sadece “Reis” in partinin tümüne egemen olduğu bir figür haline gelmesi, yukarda değindiğim sebeplerden dolayı doğru değildir. Parti, organları itibari ile kurumsal, örgütsel, ortak, koordineli bir yapı olmaktan çıkmış; sayın Erdoğan’ın –başı kendisi olduğu- “vücudu” haline gelmiştir. Bu sonuç, ne İslami açıdan, ne de Demokrasi teorisi açısından doğru bir oluşum değildir. Kültür devrimi ile mağdur olmuş, ekonomik açıdan da madun muhafazakâr(%50) kitlenin gür-cesur sesi ve ekonomik güvencesi olması itibari ile bu kenetlenmeyi anlayış ile karşılasak da; Türkiye’nin bütünlüğü(çoğulluğu) ve geleceği açısından uzun vadede sağlıklı bir durum değildir. “Kaht-ı Rical” ,yani güçlü muhalefet veya iktidar alternatifi çıkaramamak, milletler ve devletler için tehlikelidir: “Bir çiçekle yaz gelmez”, “Tek öküzle çift koşulmaz.”
Konu: İslamda Akıl
Tarih ve Yer:
18 Şubat 2018, Pazar, 19.30
İrene Kültür Evi, Bayındır 2 sok No:62/A, Ankara
“Rahmanî Siyaset ve Laiklik” konusu üzerine 31.01.2018 tarihinde ESAM’da yapılan konuşma kaydı.
Tek Tanrılı dinlerin(Yahudilik-Hrıstıyanlık ve İslam) teolojik yorumları olan ortadoxiler(mezhepler),“Hakikat”ın tekliği ve kendilerinde olduğu iddiasına dayanır. Bu dini tecrübelerin peygamberlerin hayatta olduğu kuruluş(Tanrı’dan vahiy alma) aşamaları ile daha sonrası/tarih arasında köklü bir fark vardır. Kuruluş aşamasında peygamber/vahy söylemi mütevazi, dinlemeye hazır, vicdanın aktif ve yorumsal olduğu dinamik bir süreçtir. Muhataplar, sağduyuya-akla, düşünmeye ve vicdana dayalı olarak iman ve ahlak mevzularına ikna edilmeye çalışılır. Kutsal kitaplarda bu açıkça görülür. Bunun delillendirmesine girmeyeceğim. Kuruluş aşamasından sonra(peygamberlerin ölümünden sonra) işlerin böyle gitmediği, katı ortodoxilerin (mezhepler) oluşması ile genellikle kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayan kitlelerin “tekfir” edildiği bağnaz-fanatik, taklitçi ve dogmatik (kör-inanç) bir aşama oluşur. Dinin herhangi bir yorumu, siyasal iktidarla bütünleştiği takdirde bu “mutlak hakikat” duygusu/inancı ile şiddete başvurulduğu, yine dinler tarihinde binlerce örnek ile sabittir.
Aynı husus, Felsefi-Metafizik düşünce sistemleri için de geçerlidir. Platon’un “Devlet” ve “Kanunlar”adlı kitaplarında, ona öykünen Farabi’nin “Medinetu’l-Fadıla”sında, Hegel’in “Devlet(Prusya), Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürüdür” diyen politik felsefesinde, Marx’ın “Proleterya Diktatörlüğü(Komünizm)” tezinde mevcuttur. H.Marcuse’nin dediği gibi: “Aklın metafizik gerçekliğe topyekun tabi kılınması, ırkçı(totaliter) ideolojiye zemin hazırlar.”(1)
Pozitivist bilim felsefesine eşlik eden ve Fransız Devrimi ile gelişen Cumhuriyet ve Demokrasi fikriyatında bu handikaptan çıkıldığı; politik hakikatın daha çoğul ve yorumsal olduğu şeklinde bir sanı/kanı egemen olmuştur. Ancak, Batıda gelişen Liberal-parlementer Kapitalist sistem de aynen dinlerde ve felsefi-metafizik sistemlerde olduğu gibi, bu “kesin hakikat” metafiziği(Huzur Metafiziği-Derrida) bilim organizasyonları olan Üniversitelerde ve kendilerini onlara yasladıklarını iddia eden politik faaliyetlerde derinden derine işlemektedir. Buradaki kesin hakikat, pozitivist bilim metafiziğinden gelmektedir. P.Bordiou,P.Feyarabend, T.Kuhn ve K. Popper…gibi düşünürler, bu paradigmayı şiddetle eleştirmişlerdir. Son elli yılda yine Batıda gelişen Post-modern ve Hermeneutik yorum gelenekleri, bu gerçeği su yüzüne çıkarmayı başarmıştır. Her iki akımın da temel kaygısı, “nesnelciliğin yanlış, belirsiz(röletif) ve asılsız olduğu inancı değil; aksine onun(mutlak hakikatçı özcülük), adaletsiz olup etik, özgürlük ve demokrasiye saldıran bir cani olduğu inancıdır.”(2)Her türlü “hakikat” iddiası, özünde “bir iyi niyet” taşısa da, “farklı dinsel, varoluşsal, ve sosyal varlığımızın çoğulluğuna/çeşitliliğine bakmaksızın, kendilerini zorla dayatma iddiasındadırlar. Çünkü şiddet, hakikatın politik anlamıdır. Bunun kaynağı, Heidegger’in vukufiyetle gördüğü gibi “Hakikat” varlıkla(insan varlığı Dasein ile de) ahlaki “ilişkimiz” olduğu halde; Pozitivist-Bilim metafiziği, onu, varlığı “açıklama”mıza indirgedi. Oysa önerme, hakikatın mekânı değildir; hakikat(ilişki), önermenin mekânıdır.”(3) Yani “hakikat”, peşin peşin bizde “mevcut” olan bir husus değil; “ilişki”ile var-olan, çıka-gelen, açılan bir husustur. Pratiktir, dinamiktir. G.Vattimo’nun dediği gibi, “(mutlak) hakikatın sonu, demokrasinin ve (hermeneutiğin/yorumun.İG) başlangıcıdır.”(4) Epistemoloji veya bilim alanında mutlak hakikat yerine Hermeneutik(yorumsallık=tevazu/ihtiyat/teyakkuz/kül yutmama/tetikte olma/uykusuzluk…) ne ise; politik alanda da demokrasi odur. Pozitivistlerin iddia ettiği gibi insan varlığı, bir ayna gibi nesneleri kendinde a priori(Kant) yansıtan bir şey değil; bireysel çıkarları, beklentileri olan, dünyadan, kültürden ve dilden miras aldığı bilişsel enstrümanlara sahip bir varlıktır. Gadamer’in vukufiyetle belirttiği gibi: “Anlamanın ön şartı, önyargıdır.”
Özetle, Batıda iktidarda olan liberal-kapitalistler, kendilerinde bu pozitivist bilim metafiziğinden gelen bir “politik hakikat” öz-güvenine sahiptirler ve kendilerinden olmayan dünyanın diğer halklarına karşı bir aşağılayıcı-dışlayıcı-yanlışlık(barbarlık-ilkellikl9 imgesine sahiptirler. Hatta kendi içlerindeki periferide olanlar(yoksullar, mülteciler, varoşlar…) hakkında da aynı kanaate sahipler. Bundan dolayı da, başta ABD olmak üzere AB ülkeleri(Liberal-parlementer kapitalizm), Afganistan başta olmak üzere Ortadoğu, Latin Amerika, Afrika ve Balkanlarda buraların halklarına-devletlerine rağmen şiddet kullanma/“operasyon”larda bulunma “hakkı” görmektedirler.
İster dinsel, ister felsefi-metafizik, isterse de bilimsel olsun (ki “pozitivizm” olarak felsefi-metafizik hakikat algısına bağlıdır), politik alanda bu tutum, kesinlikle yanlıştır ve doğası gereği şiddet üretmektedir. Politik alanı Aristo’nun ve Kur’an’ın tanımladığı gibi, “Pratik ahlak” olarak tanımlayacak isek, burada barışı, adaleti ve hakkaniyeti hakim kılmak için mümkün olduğu oranda “yorumsal” bir tutum takınmak gerekir. Kur’an, politik alanda müminlere “şura” ilkesini yani kamusal sorunları çözmede bütün toplumun istişare-tartışma ve oydaşma ile katıldığı ve rızasının alındığı(ahit-akit-misak) bir porosüdür takip edilmesini önermektedir. Bu prosüdür(demokrasi) hakikatın kendisi değildir; hakikatın ortaya çıkarılması ve icra edilmesinin prosüdürürdür. Oysa İslam tarihinde bu ilkeden sapılarak adına hilafet veya saltanat denen “tek adam” yönetimlerine kayılmıştır. Politik alan, bir kişinin insafına bırakılmayacak kadar önemli ve herkesin ahlaki sorumluluk üstlenmesi gereken bir alandır. Kur’an, islam toplumunun, her türlü aşırılıklardan uzak “vasat” bir toplum olduğunu ifade eder(2/143). Allah, eğer isteseydi, Müslümanları “tek bir ümmet” yapacağı halde, bunu istemeyip, insanların kendi aralarında yorumsal çoğulculuk ile hakikatı bulmalarını istemesi(16/93) manidardır. Nihaî-dini bir kaygı olarak iman ve salih amel(ahlak) konularında Kur’an’ın binlerce kez “düşünme”yi tavsiye etmesi, hakikatın bu nazik-yaralanabilir tabiatından dolayıdır. Kaba-ham softalar/yobazlar ve demegog-dogmatik politik aktörler,kurnaz seyisler(siyasetçiler) bu “hakikatı” zor anlarlar.
Dipnotlar:
1-Vattimo.G,Santıago.Z,Hrmeneutik Komünizm: Heidegger’den Marx’a. Çev: E.Kuçlu. İst. 2012. s.32
2-Vattimo.G, Santıago.Z, a.g. e,35.
3-Vattimo.G, Santıago.Z, a.g.e, 38-39
4-Vattimo.G, Santıago.Z, a.g.e,41
Yeni çıkan kitabım. İlgililere