Buyurun yeni ilhamlara….

Buyurun yeni ilhamlara….
Yeni çıkan kitabım. İlgililere.
Vicdan Böyle Buyurdu kitabının 2.baskısı çıkmıştır.
Konu: Türkiye’de dine ilgi azalıyor mu?
Medyascope tv – Konuk: Prof.Dr.İlhami Güler
Türkiye’de Kur’an’ın yorumlanması bağlamında gündeme gelen “Tarihselcilik” kavramı, Avrupa’da 17. Yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan “Sosyal Bilimler”de tarihsel fenomenleri-olguları yorumlamada geliştirilen bilimsel bir yöntemdir (Historical Critical Aproach). Söz konusu yöntem, bir olguyu-fenomeni, oluştuğu tarihsel koşullar içinde anlamaya çalışmaktır. Alternatifi ise, Kilisenin oluşturduğu dogmatik, skolastik, anakronik yaklaşımdır. Tarihselci yöntem, daha sonraları Almanya’da gelişen Hermenötik (Yorumsama) yöntemi ile birleşmiş ve sentezlenmiş, kendi içinde gelişerek, incelerek onlarca akımı/ekolü barındırmıştır. Tüm edebi-tarihi-sosyal ürünlere bu bakış açısı ile yaklaşıldığı gibi; Kutsal metinlere (Tevrat-İncil) de bu bakış açısı ile yaklaşılmıştır. İslam dünyasında Pakistanlı âlim-düşünür Fazlurrahman, bu yöntemin radikal olmayan ve hukuk metinlerine uygulanan bir kolunu (Romantik Hermenötik/Emilio Betti) Kur’an metnine hukuk açısından uygulamıştır.
Bilimsel bir “metodoloji” olarak “Tarihselcilik” ile Felsefi bir “Dünya Görüşü” (Hegel-Marx) olarak sürekli rölativist bir tutumu (tarihsicilik) benimsemeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Türkiye’de Tarihselcilik aleyhinde yazanların ve konuşanların ekseri, -bilinçli olarak- bu iki hususu birbirine karıştırmaktadırlar. Bunda Tarihselliği savunanların, teoriyi dört başı mamur bir şekilde ortaya koyamamış olmaları da rol oynamıştır. Temsilde hata olmaz: “Ürmesini bilmeyen it, yatağına kurt çağırır.”
Fazlurrahman ürünlerini, 1960-70’li yıllarda Amerika’daki ve Avrupa’daki akademilerde vermiştir. Fazlurrahman’ın kitapları, 1980’lerden itibaren Mehmet Aydın, Alparslan Açıkgenç, Bekir Demirkol, Hayri Kırbaşoğlu, Salih Akdemir ve Adil Çiftçi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu tarihten itibaren de Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri başta olmak üzere, çeşitli çevrelerde taraftar bulmaya, üzerine doktora çalışmaları, kitaplar ve makaleler yazılmaya başlamıştır. Din sosyolojisi kürsüsünde Türkiye’de ilk defa Adil Çiftçi “Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek” (2000) adlı bir doktora tezi yapmıştır. Fazlurrahman’ın görüşleri 1980‘li yıllardan itibaren “İslami Araştırmalar” dergisi çevresinde, daha sonra da “İslamiyyat” dergisinde ve “Ankara Okulu” yayınları çevresinde işlenmiş ve savunulmuştur. 1997 yılında da şimdiki Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan riyasetinde “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” başlıklı uluslararası bir sempozyum yapılmış ve metinleri basılmıştır (İstanbul, 1997).
Fazlurrahman’ın görüşlerini benimseyerek eser vermiş belli başlı Türk ilahiyatçı akademisyenler şunlardır: Prof. Dr. Mehmet Sait Hatipoğlu (İslam’ın Aktüel Değeri: 1-2, Ankara, 2009); Prof. Dr. İlhami Güler (Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara, 1999); Kur’an’ın Mahiyeti ve Yorumu, Ankara, 2018); Prof. Dr. Adil Çiftçi (Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Ankara, 2000); Prof. Dr. Ömer Özsoy (Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Ankara, 2004); Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Ankara, 2004); Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu (Müslüman Kalarak Yenilenme, Ankara, 2018). Bu kişiler, Tarihsel yaklaşımdan vazgeçmeden, onu her platformda sürekli savunmuşlardır. Bu görüşün cami avlusuna bırakıldığı ve birileri tarafından bulunarak “tebenni” (evlat) edinildiği iddiası kat-i surette doğru değildir. Ona omuz verildiğini söylemek, daha doğrudur.
İki binlerden itibaren, İranlı düşünürler A. Süruş (Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed, İstanbul, 2018), Şebusteri (Hermenötik-Kur’an ve Sünnet, İstanbul, 2012) ve Mısırlı Ali Mebrûk’un (Teolojiden Tarih Felsefesine Nübüvvet, İstanbul, 2014) Vahyin (Kur’an değil) iletişim olarak nasıl gerçekleştiği/vuku bulduğu konusunda Fazlurrahman’dan tamamen ayrı olan görüşleri Türkçe’ye çevrildi. Bunlar, Vahyin bir yeti veya mana olarak Hz. Muhammed’e verildiğini; Kur’an cümlelerini/lafızlarını Hz. Muhammed’in kendisinin oluşturduğunu söylüyorlardı. Türkiye’de de bazıları bu görüşü benimsedi veya buna yakın durdu. Örneğin; Mehmet Dağ- Hasan Aydın’ın yazmış oldukları “Felsefi Antropoloji Işığında Hz. Muhammed, Ankara, 2014) adlı kitapta, Hamdi Tayfur adlı –İlahiyatçı olmayan- yazarın “Vahyin Tarihsel Mahiyeti, Ankara, 2017) adlı kitabında ve Mustafa Öztürk’ün yazmış olduğu “Kur’an, Vahiy ve Nüzul, Ankara, 2016” adlı kitapta bu görüşler savunuldu. Bu yaklaşımın, “Deist”lerin vahiy konusundaki yaklaşımlarından biraz farklı olduğunu belirtmek gerekir.
Son zamanlarda Tarihselliğe karşı olan çevreler, bu son görüşü ileri sürerek, “Tarihselcilik” ile ilişkisi olmadığı halde -çünkü “Tarihsellik”, Vahyin nasıl gerçekleştiği/vuku bulduğu ile ilgili değil; Kur’an’ın nasıl “yorumlanması” gerektiğine ilişkin bir mevzudur/teoridir- Tarihselcileri, Kur’an’ı tarihe gömmek veya Kur’an’ı Hz. Muhammed’in kendisine indirgemek ile itham etmektedirler. Kendini bu son görüşe bazı açılardan yakın hissettiğini yazan Mustafa Öztürk hariç (Kur’an, Vahiy ve Nüzul, Ankara, 2016), yazımın başında saydığım isimlerin hiçbirisi bu görüşte değildir ve bu gerçek, onların eserleri tetkik edilerek görülebilir.
Ben, malum çevrelerin ithamlarının iftiradan öte bir şey olmadığını ve Fazlurrahman’ın Kur’an’ın yorumuna ve Vahyin mahiyetine ilişkin görüşlerini ortaya koymak için, onun yazılarından kısa bölümler iktibas edeceğim. Zira onun bütün davasının, İslam dünyasının ve İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu politik, ekonomik, siyasi, ahlaki, metafizik vb. sorunlarının tümünün Kur’an’ın ve İslam’ın yenilenmiş bir yorumu aracılığı ile çözülebileceğini ortaya koymak olduğunu, eserlerini tanıyan namuslu herkes bilir. Onun Türkiye’deki muakkiplerinin, onunla aynı dava peşinde olduklarını yakinen biliyorum. Muannit müfterilerine ise, insaf sahibi kimsenin anlatabileceği bir şey yoktur. Tarihselliği temellendirdiği bir yazısında o, şöyle diyor:
“İslam’ın günümüz dünyasında bir akide/inanç ve davranış sistemi olarak canlılık ve geçerliliğine dair Müslümanların sesli ve ısrarlı konuşmaları samimiyse (cevabını belirlemek zordur bu sualin aslında), açık görünen şey, onların bir defa daha düşünsel düzlemde işe başlamalarıdır [geçmişte canlılık böyle başarılmıştı]. Onlar, İslam’ın kendilerinden bugün ne istemekte olduğunu çekincesiz, içtenlikle ve yasaksızca tartışmalıdırlar. (Bunun için de önce) Bütün alanlarıyla şeriat, Kur’an’ın ışığında yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bunun yapılabilmesi için ise, Kur’an’ın sistemli ve kapsamlı bir yorumuna girişilmelidir. Bu yorum sürecinde en büyük tehlike, elbette, öznel fikirlerin Kur’an’a yüklenilmesi ve böylece de onu bir keyfi ele alış nesnesi haline getirmektir. Bu önemli bir tehlike ise de büyütüldüğü kadar kaçınılmaz değildir ve kesinlikle en aza indirgenebilir. Gerekli olan şey, tutarlı bir Kur’an’ı anlama ve yorumlama yönteminin benimsenip kullanılmasıdır. Bu yöntemin unsurları olarak şunlar yapılmalıdır:
4 – FAZLURRAHMAN’IN VAHYİN MENŞEİ GÖRÜŞÜ
Allah ile Hz. Muhammed’in arasında bir iletişim yolu olarak “Vahiy”in nasıl vuku bulduğuna ilişkin de Fazlurrahman şöyle demektedir: “Kur’an’ın vahiy ürünü oluş niteliğini ispat sadedindeki düşüncelerim iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Vahiy sürecinin psikolojik izahını yapan Şah Veliyullah’ın ve Muhammed İkbal’in dediklerine katıldım; başka bir şey de yapmadım. Bu psikolojik izah şunu iddia eder: Bütün özgün bilmelerde ve özellikle de Vahiy’de fikirler ve kelimeler peygamberin zihninde doğdurulurlar. Bunlar, yeni fikirler ve buluşlar olduğundan, kaynakları, peygamberin zihni olamaz; öteki bir kaynağa irca edilip oraya atfedilmeliler. Şah Veliyyullah, şunu demeye kadar vardırıyordu: Kelimeler, deyişler ve üslup, peygamberin zihninde önceden mevcuttu. M. İkbal ise, kelimelerin, vahyin alıcısı olan peygamberin bilinçli kontrolü olmaksızın düşüncelerle birlikte doğdurulduğunu söylüyordu. Ben, İkbal’e katıldım. İkincisi, İkbal’in belirgince açıklamadığı bir şeyi ayrıntıları ile kendim açıklayarak, İlahi Vahyin, diğer özgün bilme şekilleri karşısında farklılığını ve kendine has niteliğini ortaya koydum. Bu yapılmalıdır; çünkü aksi takdirde, Kur’an’ın vahyi, şiir ve diğer yaratıcı sanat formları ile aynı sınıfa dâhil olmuş olacaktır. Psikolojik açıdan bakılınca elbette onlar, benzerdirler ve yaratıcı ilham hadisesinin birbirine üstün derecelerini teşkil ederler. Ama dinî ve ahlaki içerik ve değer açısından Kur’an tamamen kendine özeldir. Ve yaratıcı düşünce ya da sanatın öteki şekillerinden farklılık gösterir. Buna göre, günümüzün düşünen insanına Vahiy sürecini ikna edici şekilde açıklayabilmenin ve aynı zamanda onun katışıksız ilahi kökenini göstermek için tek yol budur. Şu ana kadar söylediklerimin ışığında tekrar söylüyorum ki Kur’an, Allah’ın, Peygamber’e vahyedilmiş kelamıdır. Ve peygamberin Allah’ın son ve kelimesi kelimesine aynı olan vahyini aldığı akidesine inanıyorum. Bu inanç kabul edilmedikçe hiçbir Müslüman ismen de “Müslüman” olamaz.” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme (Makaleler-III). Çev: A. Çiftçi. Ankara.2002.s 32-33).
Temsil birinin, bir şeyin veya bir topluluğun adına davranmak; onun yerine geçmek; onun adına konuşmak, ona vekâlet etmektir. “El vekil, kel asıl=Vekil, asıl gibidir” sözü, bu gerçeği ifade eder. Yahudilikte Hahamlar, Hristiyanlıkta Rahipler (papaz, piskopos, keşiş, kıssis, aziz… vs), yani “din adamları”, kendilerini, dinin ve Tanrı’nın temsilcisi olarak görmüşlerdir. Yahudilikte bir de “Din Âlimleri (Ulema-u beni İsrail-Rasihune fil’l-İlm)” vardı. Kur’an, bunları, din konusunda “temsilci” olarak değil; otorite olarak tanır (26/197, 3/7). Kur’an’da Müslümanlardan böyle bir grubun oluşması tavsiye edilmiştir (9/122) ve tarihi süreç içinde de oluşmuştur. (Mütekellim, Fakih, Muhaddis, Müfessir). Bunlar, dini metinleri (Kur’an-Hadis) dil ve mantık kurallarına göre tefsir-te’vil eder ve yorumlar (İçtihat-İstihsan-Kıyas…). Yorumlarının sıhhati, delillerinin gücüne ve ikna kabiliyetine dayanır ve mutlak değildir. Bundan dolayı, klasik ulema sözünü bitirdikten sonra: “Allah, en doğrusunu-kendi muradını daha iyi bilir” diye bitirir. İslam toplumlarında geç dönemde oluşan “Medrese” ve “İlmiye” kurumları bu ilmi otoriteyi temsil eder. Medresenin “otoritesi” ile Tekkenin/Tarikatın ve Saltanatın “temsil” iddiaları, tarih boyunca gerilimli bir şekilde sürmüştür. Ulema, -siyasi iradeden bağımsız oldukları oranda- “şeriatın koruyucuları” olarak anılmıştır.
İlahi din, mutlak hakikati ve Tanrı’yı temsil ettiği için; fani bir insan, bunu “temsil” edemez. Nitekim peygamberler bile -fani/insan olmaları hasebi ile-, ilahi dini hakikatin mutlak temsilcileri değildirler. Hata yapmışlardır ve düzeltilmişlerdir. Onlar, mü’minler için “örnek” tirler (33/21, 60/4, 6). Allah, onları dinde açık-şeffaf, ilmi-nisbi/vicdani otoriteler yapmıştır; ulema da böyledir. Alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır (el-ulemau, veresetu’l-enbiya). Tarihi süreç içerisinde Şiilikte ve Sünnilikteki Tasavvufta Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu gibi “temsil” iddiasında bulunan bir “din adamları” sınıfı türemiştir. Şiilikteki İmam, Mehdi, Ayetullah, Huccetullah Seyyid bu gruptandır. Tasavvuftaki Şeyh, Veli-Evliya, Abdal, Gavs, Kutup, Mehdi, Ricalu’l-Gayb vs. yine bu gruptandır. Bunlar, mutlak dini hakikati ve Allah’ı “temsil” iddiasındadırlar. Nitekim aynı zamanda bir sufi olan Gazzali’ye “Huccetu’l-İslam” lakabı takılmıştır. Yani söyledikleri, mutlak hakikati temsil eder. Hangi dinde olursa olsun, bu iddianın yanlışlığının temeli, böyle bir yetkinin Allah tarafından insanlara verilmemesinin yanında; bunların, dini istismar etmeleri ihtimali ve müminlerin iradesini-vicdanını iğfal ederek akıllarını başlarından alıp onları felç etmeleri durumudur. Kur’an, Yahudilikteki hahamları ve Hristiyanlıktaki ruhbanları, bu suçlarından dolayı şiddetle eleştirmiştir (9/34). Bu dinlerin mensupları da, bu adamları ilahlaştırmalarından (Rab edinme) dolayı yine şiddetle eleştirilmişlerdir (9/31).
Türkiye’ye gelecek olursak, Cumhuriyet devrimleri, -Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Medreseyi -çöktüğü gerekçesi ile- ortadan kaldırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, din konusunda ibadet yerlerini ve ibadet hizmetlerini yürütmek için siyasi otoriteye bağlı “bürokratik” bir kurum olarak kuruldu. Dini otorite, böylece boşta kalmış oldu. Tarikatlar, yeraltına çekilerek kendilerince dini temsil etmeye çalıştılar. Daha sonra yine bazı “Cemaat”ler (Nurculuk-Süleymancılık), bu iddia ile ortaya çıktı. Yetmişli yıllardan sonra siyasal düzlemde ise “Milli (dini) Görüş” hareketi, -aleni olarak iddia etmese de- bu gaye ile ortaya çıktı. Yani Türkiye’de dini otorite Tarikatlar, Cemaatler ve siyasal partiler tarafından deruhte edilmeye başladı. Hâlâ da böyle devam etmektedir. İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet, vicdanı hür-irfanı hür müntesipleri ile (geçici) siyasal iradeden bağımsız ve fakat devlete bağlı kurumlar olarak görevlerini hakkı ile deruhte edememektedirler.
Diyanet, bir taraftan bürokratik bir kurum olması; diğer taraftan, seküler devlete bağlı olması hasebi ile muhafazakâr kitleler tarafından fazla itibar görmedi. 1949 yılında Ankara’da kurulan İlahiyat Fakültesi ise, hocalarının ekseriyetinin kuruluş aşamasında felsefe ve sosyal bilim menşeli olmaları ve “aydın din adamı” yetiştirme misyonu ile kurulmuş olması gerekçesiyle muhafazakâr kitle tarafından kendine şaşı bakılmıştır. Söz konusu fakültenin programları sonradan gelişmiş ve düzeltilmiş; hocaları da din bilimlerine vâkıf hale gelmiş olsa da; muhafazakârların bir kısmında henüz negatif imajını düzeltip, tam ilmi otorite haline gelememiştir. Altmışların sonlarından itibaren kurulan “İslam Enstitüleri”, muhafazakâr kitle tarafından daha itibarlı addedilmiştir. Onlar da 1980 ihtilalinden sonra İlahiyat Fakültesine dönüştürülmüştür. İki binlerden itibaren tedrici olarak İlahiyat fakültelerinin sayısı 100’e çıkarılmış olsa da; henüz Türkiye’de Medreseden/Ulemadan doğan boşluğun yerini İlmi otorite olarak doldurmuş değildir. Muhafazakâr kesimlerde medreselere duyulan özlemden dolayı, şimdilerde sayıları oldukça fazla yeni medreseler açılmaktadır. Buralarda klasik bazı kaynaklar –herhangi bir yorum yapılmadan- olduğu gibi talim, tahsil ve tedris edilmektedir.
Türkiye sağlık sorununu çözüp bu konuda bilimsel otoriteyi tıp fakültelerine, sağlık hizmetlerini de hastahaneler, dispanserler, sağlık ocaklarına tevdi etmiş olduğu halde; din konusunda-sorununda aynı performansı gösterememiştir. Oysa din alanında da ilmi otorite İlahiyat fakültelerine; dini hizmet otoritesi de Diyanet teşkilatında olması gerekir. Sağlık alanında çıkıkçı-kırıkçı-sınıkçı-fıtıkçı-nuskacı-cinciler, ebe teyzeler ve pense ile diş çekenler ortadan büyük ölçüde kalktığı halde; din konusunda -ilmi otorite tesis edilemediği için- ortalık şeyh, hoca efendi, veli, mürşit, mehdi, gavs, kutup vs. den geçilmiyor. Bunlardan bir tanesi (Fethullah hoca efendi-müntesiplerince Mehdi), 15 Temmuz’da az kalsın Türkiye’yi çökertiyordu. Popüler bir tarikatın popüler bir şeyhi (Cübbeli Ahmet), Diyanet İşleri Başkanı’na ayar vermeye çalıştığı gibi; İlahiyat Fakültesindeki hocaların -görüşlerinden dolayı- görevlerinden alınması için müritlerine sosyal medyada imza kampanyası yaptırabiliyor. Cemaatler ve Tarikatların tarihsel ve sosyolojik gerçekliklerini kabul etsek de hâlen ulu orta kol gezmelerini anlayamayız. Sayıları henüz bilinmeyen binlerce çocuk, ilkokul yaşına gelmeden bu yapıların elinde “din eğitimi”ne tabi tutulmaktadır. Siyasi irade, daima -oy deposu olmaları hasebi ile- onların sırtlarını sıvazlamaktadır. Siyasi ve sivil dinsel oluşumların dinsel “temsil” iddiasında olmaktan zorunlu (teolojik) olarak çıkarılması gerekiyor. Osmanlı’da olduğu gibi, tarikatların ve cemaatlerin devletin hukuki kontrolünde -şeffaf-denetlenebilir- olması gerekir. Hakikati “temsil” iddiasının bir adım ötesi, terör ve şiddettir. Bilindiği gibi, FETÖ, kendilerinin tebliğ değil; “temsil” makamında olduklarına inanıyorlardı. Yani dünyanın değişik yerlerindeki okullarda görev yapan öğretmenler (“Kardelenler”) kendilerini İslam’ın “temsilcisi” olarak görüyorlardı. Oysa siyasette (ümera) dini otorite, Kur’an’da emanet, şura, ehliyet ve adalet ilkelerine bağlı/koşullu olarak (4/58, 42/38) halka bırakılmıştır. Siyasi irade, otoritesini, oy/sandık/seçim yolu ile halktan alır ve halka karşı yaptıklarından sorumludur. Bizim siyasal tarihimiz, kendini “zıllullahi filard=Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” olarak Allah’ın “temsilcisi” sanan halife ve sultanlar tarihidir.
Sağlık konusunda herkesin hasta olmama-sağlığını koruma ve hasta olduğunda doktora gitme sorumluluğu olduğu gibi (koruyucu hekimlik-halk sağlığı); din konusunda da herkesin temel dini hakikatleri düşünerek veya okuyarak-araştırarak bilmek; içinden çıkamadığı konularda da, ilmi otoritesine itibar ettiği âlimlerden “fetva” sormak sorumluluğu vardır. Bunu başarmak da, halkın, bireylerin kendi vicdanına ve irfanına kalmıştır. Bu sorumluluğu, vatandaşlarına kazandıramamış olmak da, yöneticilerin, düşünürlerin, âlimlerin, aydınların günahıdır. Kızı serbest bıraktığında davulcuya veya zurnacıya kaçıyorsa, demokrasilerde bunun çaresi yoktur.
Prof. Dr. İlhami Güler’in Sakarya İlim ve Hikmet Vakfı’nda yaptığı “Din ve Mezhep İlişkisi” konulu konuşma kaydı.
16.11.2018-Sakarya
Prof.Dr. İlhami güler hakkındaki iddialara cevap veriyor?
Kur’an değiştirilsin dedi mi?
İman sempozyumundan Prof. Dr. Ömer Özsoy ile birlikte neden çıkarıldı?
Türkiye’de islamı tekeline almak isteyenler mi var?
İslam’da düşünce ve ifade özgürlüğü nasıl anlaşılıyor?
Kur’an ı hayatlarında ön plana çıkarmaya çalışanlar siyasi baskılarla engelleniyor mu?
Cuma Obuz ile Gündem Özel Programı, Hilal TV-13.10.2018