Prof. Dr. İlhami Güler’in Sakarya İlim ve Hikmet Vakfı’nda yaptığı “Din ve Mezhep İlişkisi” konulu konuşma kaydı.
16.11.2018-Sakarya
Prof. Dr. İlhami Güler’in Sakarya İlim ve Hikmet Vakfı’nda yaptığı “Din ve Mezhep İlişkisi” konulu konuşma kaydı.
16.11.2018-Sakarya
Prof.Dr. İlhami güler hakkındaki iddialara cevap veriyor?
Kur’an değiştirilsin dedi mi?
İman sempozyumundan Prof. Dr. Ömer Özsoy ile birlikte neden çıkarıldı?
Türkiye’de islamı tekeline almak isteyenler mi var?
İslam’da düşünce ve ifade özgürlüğü nasıl anlaşılıyor?
Kur’an ı hayatlarında ön plana çıkarmaya çalışanlar siyasi baskılarla engelleniyor mu?
Cuma Obuz ile Gündem Özel Programı, Hilal TV-13.10.2018
İnsanın anlam arayışı ve ahlak olarak din, insanlık tarihi kadar eskidir. Dinler tarihi, bin bir çeşit anlam (Tanrılar-Dinler) ile doludur. Ahlak konusunda üç aşağı beş yukarı nispeten bir ortak payda yaratılmıştır. İlahi vahiy dini, her iki alanı netleştirmeye çalışmış olsa bile; tarihi süreç içerisinde o da fraksiyonlara (Yahudilik-Hristiyanlık-Müslümanlık) ve mezheplere (Esseniler-Ferisiler-Sadukiler, Katolikler-Ortodokslar-Protestanlar, Sünniler-Şiiler-Hariciler) ayrılmaktan kaçınamamışlardır. Dinler arasında metafizik (itikat) alanında olmasa da, ahlak alanında bir ortak payda olduğu gibi; ahlak konusunda dinsizler ile dindarlar arasında da belli bir ortak payda vardır. İlahi dinler de, Tanrı tasavvurları ve ölüm ötesi konularında ihtilaf etseler de adalet, barış, sevgi, affetme, dürüstlük, paylaşma, merhamet…in ‘iyi’liği; zulüm, savaş/öldürme, kin-nefret, yalancılık, çalma-sömürme, cimrilik, haset…in ‘kötü’lüğü konusunda neredeyse bir uzlaşma mevcuttur.
İnsanın dünyadaki ‘fani’liğinin, yalnızlığının çözümü olarak Tanrı ve ölümsüzlük/ebedi hayat/Ahiret (cennet) arayışı, beklentisi/umudu/vaadi veya keşfi, dini, ‘Hayatî’ bir mevzu haline getirmektedir. Tanrı, Ruh, Ahiret gibi mevcut/ortada olmayan (metafizik) değer ve kavramlar, bunların ‘olması gerektiği/hakikatı’ konusunda uzlaşmış olan ‘dindar’ları, kendi aralarında ihtilafa sevk etmektedir. İnanç/itikat (iman) konusunda ortaya çıkan ihtilaf, dolaylı olarak, önceden uzlaştıkları ‘ahlak’ mevzusunda da aralarında derin uçurumlar, ihtilaflar yaratmaktadır. Dinlerin ve mezheplerin ‘itikat/dogma’ aracılığı ile düşünceyi-vicdanı din alanından uzaklaştırıp vicdanı dumura uğratmaları, ortalığı ahlaki bağlamda sis-pus ve dumanın kaplamasına sebebiyet vermektedir. Kur’an’ın ifadesi ile “Her din-mezhep-parti-cemaat-tarikat (hizb) kendi (kesin-kör/dogmatik/taklidî) pozisyonu ile iftihar etmektedir.” (30/32,23/53)
Cehalet ve çıkar tutkusu, dogmatik (kesin-kör) olarak oluşmuş herhangi bir dinsel grup (mezhep-tarikat-cemaat-parti) ile birleşince, samimiyetle veya art-niyetle -ortalığı sis-pus-duman kapladığı için- kötülük, kolayca meşrulaştırılabilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların dinlerini bu hale getirerek -özellikle Haham ve Rahiplerin- ‘insanların mallarını haksız yere yemeleri’ (9/34), Kur’an’da şiddetle eleştirilmiştir.
Ortalıkta dini bağlamda ilmi-vicdani olarak ‘neyin ne olduğunu’ tespit edecek (9/122) ve yöneticileri-halkı uyaracak ‘otorite’ makamında tarafsız bir ‘Ulema’ heyetinin olmayışı, bahsi geçen gurupların dini ‘istismar’ını doğurmakta ve kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de Diyanet kurumu, bürokratik doğası ve siyasi iradeye bağlı oluşu ile; İlahiyat Fakülteleri ise, olması gereken ilmi otoriteye haiz olmadıkları için, bu işlevlerini hakkı ile yerine getirememektedirler. Bundan mütevellit olarak, gruplar, kendi otoritelerini (şeyh, gavs, efendi, seyyit, mehdi, hoca…) kendi içlerinden çıkarmaktadırlar. Dinin yaratmış olduğu ‘yücelik-kutsiyet ve haklılık’ payesini (sponsorluğunu) uhdesine almış olan gruplar, art-niyetli veya samimiyet/coşku ile ‘kötülüğü’ kendilerince ‘iyiliğe’ çevirebilmektedirler. İslam’ın erken dönemlerinde ‘Haricilik’; orta dönemlerinde ‘Haşhaşiler/Hasan Sabbah’; şimdilerde ise ‘IŞİD ve FETÖ’, bunun en kesin örnekleridir. Yine Ortaçağlarda ‘Kilise’nin yaratmış olduğu dehşet, işkence, terör ve Yahudiliğin modern dönemlerde yaratmış olduğu ırkçılık-terör ve şiddet (Siyonizm), bunu örnekleridir.
Bugün ülkemizde de dini mezhep, tarikat, cemaat ve partiler, bu sisli-puslu-dumanlı ortamdan dolayı dini ‘istismar’ etmektedirler. Bu hususta kamuoyunda yaygın bir konsensüs bulunmaktadır. Bu gerçeği tespit ve itiraf etmek, bu grupların içinde samimiyet ile ve ‘ne yaptığını bilen’ yani doğru-dürüst ‘dindar’ların olmadığı anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan Sünnilikteki “ameller, niyetlere göredir” prensibi, işin yarısıdır. Diğer yarısı ise, yine bir sahih (Buhari) hadis olan “ameller, sonuçlarına göredir” prensibidir. Yani ‘din adına’ yaptığı işin ‘sonuç’larının kamuya-halka-insanlara neye mal olduğunu bilmek ve hesaba katmaktır. “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine (kör-kesin inaç/taklit ile) düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/36) ayeti de, bu gerçeği ifade etmektedir. Veya Ziya Gökalp’ın dediği gibi: “Ahlak yolu, pek dardır. / Tetik bas, önü yardır.”
Kur’an, Allah’ın kendi yarattığı (91/8) insan vicdanı/aklı, insan dili (Arapça), insan (Hz. Muhammed) aracılığı ile insanlara (Araplara) hitabıdır. 610 ile 630 arasında vuku bulan bu hitabın/hutbelerin amacı-maksadı-muradı-hedefi-gayesi, insanın cehaleti-geleneği-hevası içinde kaybolmuş vicdanını (basiret-lübb) tekrar diriltmektir. Bu bağlamda Kur’an, kendini hikmet, furkan, nur, tezkire, ziya, rahmet olarak niteler. Kur’an açısından ‘din’ iman, ibadet ve ahlak (siayaset-iktisat-hukuk) olmak üzere hayatın bir tarz-tutum-tavır-hal olarak yaşanmasıdır. Ayetler (Kur’an-Vahy), oluştukları dönemde toplumsal hayatta olup-biten bazı olayların-olguların ve durumların, Allah tarafından değerlendirilmesidir. Bir de, geçmişte vahiy/peygamber gönderilmiş toplumların tutum ve tavırlarının değerlendirilmesi (Kıssa) vardır.
İslam (Kur’an-Hz. Muhammed), Arapların yaşantılarını kendi vazetmiş olduğu yaşam tarzı doğrultusunda ciddi düzeyde değiştirmiştir. İkinci yüzyıldan itibaren politik ve teolojik bir kategori olarak oluşturulan “Sünnilik”, yaratmış olduğu ‘teoloji’ yani bu iki (Kur’an-Sünnet/Hadis) kaynağın ‘ne’ olduğu ve ‘nasıl’ anlaşılması gerektiği teorisi ile bu iki kaynağın idealinden ciddi bir kayma-sapma gerçekleşmiştir. Sünniliğin kendi içinde iki farklı damar/ekol oluşmuştur. Birincisi ‘Rey Ehli’ olarak bilinen ve başta Mutezile, Maturidilik, Hanefilik ve Malikilikten oluşan ve düşünceye-vicdana-yoruma-değişmeye açık olan kanattır. İkincisi ise, Hanbelilik-Şafiilik-Zahirilik (Selefilik) ve Eşarilikten oluşan ve temel iki kaynağı bir kere ve bütün zamanlar (toplumlar) için verilmiş, bağlayıcı-mutlak-değişmez (dogma) olarak gören ‘Hadis/Eser/Sünnet Ehli’dir. Bu ikinci kanat, ‘Ortodoksi’ olarak siyasal iktidarlar tarafından tarih boyunca resmi ideoloji olarak İslam toplumlarına –medreseler aracılığı ile- dayatılmıştır. Bu teolojik yorum/teori, aşağıda sayacağım ilkeleri ile Kur’an’ın yapmaya çalıştığının tersine olarak insan vicdanını dumura uğratmıştır.
Kur’an, Allah’ın insan vicdanı, sağduyusu ve dili (Arapça) aracılığı ile insana hitap etmiş canlı-dinamik-mahluk sözü olduğu halde (Mutezile); Sünnilik, Kur’an’ı Allah’ın kendi (gölgesi) gibi “Kadim” değişmez sözü (Kelam) olarak mutlaklaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Böylece “söz”ün canlı-dinamik kaynağı, vicdandan “Kadim” Kitap’a kaydırılmıştır. Allah, muradını-davasını Kur’an’da insan vicdanını “hakem” yaparak anlatmaya çalışırken; daha sonra Kitapta söylenenlerin dogmatik yorumları (Hariciler başta olmak üzere Sünni ve Şii ortodoxilerde) mutlaklaştırılarak vicdan buna “mahkum” edilmiştir.
Böylece dinin kaynağı, Allah’ın yaratmış olduğu “Vicdan/akıl” olmaktan çıkmış; Allah’ın ve Hz. Muhammedin, bu kaynağı tarihsel olarak kullanımlarına/yorumlarına (Kur’an-Hadis) indirgenmiştir. Yani dinin kaynağı, yaşamın dinamizmine paralel olarak sürekli vicdandan kaynaklanan-kaynayan söz söyleme ve amel ortaya koymaktan çıkarılmış; söylenmiş sözlerin, verilmiş hükümlerin taklit ve tekrar edilmesine indirgenmiştir. Arapların cahiliyye döneminden getirdikleri katı gelenekçilik (sünnet-selefilik), İslam döneminde mantık-mantalite-ruh olarak aynıyla devam etmiştir. Sadece içerik değişmişti. Vicdanı uyandırmaya gelen Kitap, vicdanı iptal etmekte bir araç işlevi görmüştür.
Yeni olarak ortaya çıkan sorunların din açısından –Ulema tarafından- çözüme kavuşturulması olarak benimsenen “Kıyas”, -vicdan dumura uğratıldığı için- tarihi süreç içinde tedrici olarak “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” ye yani “vicdansızlık”a dönüşmüştür. Oysa, “Rey Ehli”nin benimsemiş olduğu “İstihsan” veya “Delil”, sorunları Kur’an’dan “mülhem” olarak insan vicdanı ile çözme girişimiydi. Hakikat itikat, hukuk, ahlak alanlarında salt epistemolojik bir “yargı (kesinlik-pekinlik-uygunluk/sıdk)” melesi değildir; Hakikat, Allah’ın rızasına uygun, vicdan ile “yeni” olay-olgu-durum yaratmak; ortaya eylem/amel koymaktır. Hakikatın çilesine (meşakkat) talip olmak veya dogmatizmin konforuna yatmak, işte bütün mesele budur. Kadercilik teorisi, insan özgürlüğünü/vicdanını yok sayarak, insanın başına gelen bütün iyilik ve kötülüklerin (Hayır-Şer), Allah’ın takdiri-planlaması ile olduğu iddiası ile insan vicdanı dumura uğratıldı. Bir kere edinilmiş kesin-zihinsel/bilgisel itikat (tasdik), “İman” sanılarak, imanın sürekli vicdan ve akıl ile edinilmesi gereken (artan-eksilen), canlı, duygusal değerlilik yaşantıları olduğu gerçeği ortadan kaldırıldı. Ahlak/amel ile iman arasında zorunlu olarak var olan ilişki/bağ, yok sayıldı. Sadece itikadın olması, “Müslüman” kimlik tanımı için yeterli görüldü (“Lailahe illallah” diyen kurtulmuştur.” Hadis). Böylece İslam “Amentü(İtikat)”, “İslamın Beş Şartı(İbadetler)” ve “Hela-Haram”lardan oluşan (32-54) “farz”a indirgenmiş oldu.
Siyasette Kur’an, Kamusal işlerin müminler arasında “şura” ile herkesin katılımı (vicdan-aklı-menfaatı) ve ahlaki sorumluluk üstlenmesi ile çözülmesi gerektiğini önerirken (42/38); Muaviye’nin “güç” ile iktidarı ele geçirmesi ile Bizans ve İranlılardan taklit yolu ile alınan “Saltanat/Hilafet”e dönüştürüldü. Böylece din, gün boyu, her davranışta mündemiç olan ahlaktan ayrıştırılarak, kaynaklarda değinilmiş olan iman/itikat-ibadet ve helal-haramlardan oluşan sınırlı, belirlenmiş, donmuş ajandaya ve onun ezbere-alışkanlık yolu ile tekrar-taklidine dönüşmüştür. Kaynaklar, “örnek” olarak alınacak yerde “ölçü” olarak ebedileştirilmiştir. Kur’an, sanatın konusu olarak vazedilen “güzel” ile ahlakın konusu olarak vazedilen “iyi” kavramlarını “Husn-İhsan” kavramı ile birleştirmiş iken; iktisadın konusu olan “fayda” ile ahlakın konusu olan “iyi”yi tek fiil (sa’y) ve tek isim-sifatta birleştirmiş iken (Hayr); tarihi süreç içerisinde bunlar, birbirlerinden koparılmışlardır (sekülerlik). Rahmanın, kainatı yönetmesi (emr,11/123) ile siyasi ekibin toplumu yönetmesi (emr,4/59,42/38) aynı fiil ile ifade edilmiştir. Hakk kavramı da, hem Allah’ın bir isim-sıfatı, hem de ahlak (hakkaniyet) ve Hukuk’un ortak ifade edicisidir.
Kur’an, Allah’ın yaratmış olduğu vicdan kapasitesinin ürünü olan “Cahiliyye” Araplarındaki ahlaki kavramları (Habis-Tayyib, Birr, İhsan, Hasenat-Seyyiat, Maruf-Munker, Salih Amel, Çömertlik(cud), Adalet-Zulum, Hayır….) kullanarak yine vicdana dayanan yenilerini üretmiştir (Hayır-Şerr, Hak-Batıl, İman-Küfür, Takva-Heva, Helal-Haram….). Bu bütünlük telosuna rağmen, ahlaki “iyi”den bağımsız, “güzel”i konu alan bir “Sanat(Tezyinat)” kavramı geliştirilerek altına zevk, tenezzüh, hoşlanma, rahatlama ve kendinden geçme halet-i ruhiyeleri doldurulmuştur. “Güzele bakmak, sevaptır” sözünün ima ettiği, güzelliğin arkasındaki ilahi ihtişam, lütuf, ikram göz ardı edilmiştir. Kur’an’da Dünyadaki “Fayda (iktisat)”ın ifa-icra-ihkak biçiminin, -Kapitalizmdeki “peşin/acil” meta değişimi yerine- Ahiret ile tecil edilmiş/veresiye bir “mübadele ekonomisi” anlamına geldiği, gözden kaçırılmıştır. Siyaset, Allah ve Peygamberden sonra müminlerin kamu işlerini “adalet”le deruhte etmesi (Çobanlık) olmaktan çıkarılarak; “seyislik” olarak kurnazlık, dek, dolap, dubara, hile, kumpas… olarak icra edilmiştir. Hukuk, bütün bir toplumun haklarının gözetilmesi olarak “adalet” idesinin peşinde koşacağına “Hayız-Nifas-Miras…” kıskacına sıkışmıştır.
Hayatın bizzat dini bir veri olduğunu savunmak, Kilise, Hilafet, Hariciler-Şii İmamet… teorilerindeki gibi “Teokratik/Oligarşik” bir şiddet, dogmatizm-fanatizm çağrısı değildir. “Rahmani Siyaset/Laiklik” olarak, İlahi çağrının (Vahy-Kur’an) ışığında vicdani bir “İçtihat-İcma(Şura-Demokrasi)” pratiğini onaylamaktır. Kişi kerameti/karizmasına karşı, toplumsal bilgeliği-sorumluluğu, kurumsal-ortak aklı savunmaktır. Kur’an’da “din”, düşünce-duygu ve davranış birlikteliği olduğu halde; Kelam disiplininde kuru-soyut “düşünce”ye; Fıkıhta kılı kırk yaran, şekilci davranışa/zahire, “amel”e; Tasavvufta ise “duyguya” indirgenmiştir. Tasavvuf, ayrıca “Batın/İlham” kavramı ile düşüncenin dil/gramer ve mantık bölümlerinden koparak tam anlamı ile “Vicdan” olarak gerçekleşememiştir. Ayrıca, “Zühd” kavramı ile de, içgüdülerden ve dünyadan koparak (Nefsin öldürülmesi-Fena) Kur’an’ın bütünlüklü “insan” anlayışından kopmuştur. Genellikle Türklerin benimsediği bu yorum (Tasavvuf-Tarikat), onların bir kısmının (Anadolu Türklüğü-Selçuklu-Osmanlı) “akli çerçeve (Maturidi-Hanefi)”den (şeriat) koparak kişi kültüne-menakibe-hurafeye sürüklenmelerine sebebiyet vermiştir. Bu yorumun ciddi bir eleştirisi henüz yapılmış değildir.
Tanrı, vicdan ile keşfedilir ve onun aracılığı ile O’nunla ilişkide kalınır (İman). Hemcinsimize karşı ahlaki sorumluluk (adalet-merhamet), bu imanın zorunlu-kopmaz bir sonucudur ve imandan sonra su gibi kendiliğinden gelir. Vicdan, dumura uğradıktan sonra, O’nun ile ilişki kesilir; irtibat kopar. Geriye kavramlardan oluşan (sıfatlar) kavramsal bir “put” kalır. “Şirk”in tanımı, Tanrı’ya ortak koşulan put sayısında değildir; insanın vicdanına/kendine yabancılaşmasındadır. Teoloji (Kelam) –bir yönü ile bir “tenzih” çabası iken; diğer yönü ile bir tür kavramsal “putçuluk”, soyut-kuru bir söylemdir. Bir Sufi’nin dediği gibi: “Kelam ile uğraşmanın ilk belirtisi, Allah’a karşı kalpten “heybet”in gitmesidir.” Şu ayet, imanın mahiyeti ve insanın vicdanına/imanına yabancılaşmasının mahiyetini net bir şekilde tasvir eder: “İman edenlerin, Allah’ı anma ve kendilerine inen haktan dolayı kalplerinin ürperme zamanı gelmedi mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilen, ancak aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.”(57/16). Diri vicdan (36/70) ölüp de, ölü “itikat/akait” haline gelince; Allah da, her bir insan teki ile canlı ilişkide olan Rahman, Rabb, Mevla, Kerim… olmaktan çıkıp, -Eş’arilikte teorileştirildiği gibi- karanlık bir “Mutlak güç” haline dönüşür. “Kader” kavramıyla insandan istenen “Efendi-Köle” ilişkisidir (Ubudiyyet). Oysa, ibadet-i mersumenin (menâsik-ritüel) amacı, insanın Allah ile olan canlı iman-saygı ilişkisini sürdürmekti. Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin asli mahiyeti, özünde ahlaki bir sözleşme (misak,7/172) ilişkisi olup, onun pratiğe yansıması ise, yine ahlaki bağlamda “Velayet (dostluk)-iman” veya “Adavet (düşmanlık)-Küfür/Zulüm” ilişkisidir.
Bugün, İslam dünyasının içinde bulunduğu durum, -aradan 1400 sene geçtiği için- yukarıdaki ayetin tasvir ettiği gibi, kendine yabancılaşmış (imansız-vicdansız) bir putçuluk durumudur. Reel Müslümanlıkta (Sünnilik-Şiilik) hakikatın bir kısmının ahlak olarak “olmakta olan(dinamik-değişken)” doğası ıskalanarak, hazır-verili-el altında-cepte (Kitapta) olduğu vehmi (tekrar-taklit) ile ona ihanet edildi. Hayatın tümü dinselleştirildiğinde, anın hakikatı vicdan ile görüleceği yerde; verilmiş/söylenmiş hakikatın altına zorla/dogmatik olarak çekilmeye çalışıldı (bağnazlık, yobazlık, fanatiklik, şiddet, terör, cehalet). Denenme, çocukça veya muhafazakârca tarihsel bir topluma (Araplar) verilmiş direktifleri (şeriat) ilelebet taklit yolu ile tekrar etmek değil; -Allah ve Peygamberi gibi- “Halife/Şahit” olma misyonu ile insanlığa örnek olacak (ümmeten vasatan-şüheda alannas,2/143) yeni eylemler/ameller, şeyler/nesneler, fikirler/teoriler ortaya koymaktır (tecdit-update). Kur’an’ın Allah rızası, vicdan ve menfaattan oluşan ahlaki motivasyon kaynakları(2/265), Sünnilikte sadece menfaata (Cennet-Cehennem) indirgenerek kısırlaştırılmıştır. Muhafazakârlar olarak çoğumuz itikat sahibiyiz, ancak canlı imanımız yok. Helal-Haramlarımız var, ancak “takva”mız yok. Alışkanlığa indirgenmiş ibadetlerimiz var, ancak huşumuz-saygımız yok.
Sonuç olarak, Hegel’in Felsefe için söylediği: “Güneş battıktan sonra gölge olarak ortaya çıkar” benzetmesinde olduğu gibi; “Bize doğru ameli gayret(praxis-cihat) gösterenlere, yollarımızı açarız-gösteririz.” (29/69) ayeti, süpekülatıf teoloji (Kelam-Fıkıh Usulü)ye karşı, “ibnu’l-vakt” olarak her bir insan tekinin vicdanının daimi-canlı doğru yolunu gösterir. (Ferit Esack, Qur’an,Liberation and Pluralizm.Oxford-1997.s85)
1.9.2018
Hilafet-Saltanat(Osmanlı) ve Tek Parti-Tek Adam(Atatürk) rejiminden gelen Türkiye, 1950’lerden itibaren Demokrasiye ve çoğulculuğa geçmeye başladı. Parlamenter Demokrasiyi kör-topal kurmaya çalıştık: Kuvvetler(Yasama-Yürütme-Yargı) ayrılığı; Ordu, Üniversite, Diyanet, Polis, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Barolar, Ticaret odaları, Dernekler, Vakıflar… Devleti “kurum”lar ile yönetmenin mantığı-maslahatı, kurumların tecrübe birikimi, işlevsellik, hukuk, gelenek, ortak akıl, racon, konsensüs ve sofistikasyon/uzmanlaşmadır. ABD ve AB, birer kurumlar toplamıdır.
Avrupa, geçen yüzyıllarda siyasette tek-adamlık ve tek partililiğin(Kilise-Krallık-Komünizm-Faşizm) doğurduğu sorunları yaşadıktan sonra, kurumsal yönetimin faziletini keşfetti. Kurumların konsensüsü, sorumluluğu, eş-güdümü, senkronizasyonu olarak “Yönetim/Siyaset” veya “Devlet”, Avrupa’nın icadıdır: Demokrasi-Hukuk Devleti-Laiklik. Biz, bu yolda kör-topal ilerlerken; iki binlerin başından itibaren tedrici olarak, 2010’dan itibaren de hızlı bir şekilde Muhafazakâr Ak Partisi ve onun lideri sayın Recep Tayyip Erdoğan ile tekrar geriye(Saltanat-Hilafet) dönerek tek adamlığa(Karizma-Lider/Saltanat-Hilafet) işi bağladık. Kurumlaşma(Demokrasi-Hukuk Devleti-Laiklik) doğrultusunda zor mesafe alırken(istikrarsızlık-vesayet rejimi); yılgınlığa kapılıp tekrar başa(saltanat-hilafet-tek parti) geri döndük. Sayın Erdoğan, karizması-kararlılığı/gücü ile önce partiyi ele geçirdi; partide politika yapan arkadaşları, bu süreci durdurmaya yürekleri yetmedi. Liderin, kendilerini kullanıp dışarı atmasına-diskalifiye etmesine göz yumdular; sineye çektiler. Kendilerini ona ortak koşamadılar(şirk). “Rabia”mız, giderek CHP’nin kuruluş yıllarındaki “Altı Ok” a dönüştü(Amentü):Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek lider, tek ses.
Sayın Başkanın kendinin deyimi/yorumu ile: “Cenab-ı Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, tüm devlet kurumlarını kendine bağladı. Partiyi ve devleti “sahip”lendi. Şimdi, her şey ona “bağlı”. Konuşmaya başlarken: “Benim bakanım, benim devletim, benim milletim, benim ordum…” ifadeleri, bu gerçeği ifade eder. O, Türkiye devletini ve Türk milletini aynı ile “temsil” ettiğine inanıyor. “Temsil”, bir kişinin veya nesnenin, kendi dışındaki bir toplumun veya bütünün aynı ile(ontolojik ve etik olarak) yerine geçmesidir; onunla aynileşmesidir.
Türkiye’yi Başkan’dan, Başkan’ı Türkiye’den ayırmak, ayrı düşünmek imkânsız hale geldi. Kurumların başına atadığı kişiler(bakan-bürokrat-milletvekili) aracılığı ile kurumları kendisi yönetiyor. Ne partide, ne de devlette -“sadakat” ilkesine göre atadığı- hiçbir kimsenin, kendine ait bir özgül ağırlığı, inisiyatifi/iradesi, görüşü, özgürlüğü veya onuru/gönenci yoktur. Ancak, kendilerine verilen direktifleri yerine getiriyorlar(kurşun asker). Her iki bünye de(parti ve devlet) bir vücut gibi çalışıyor. Vücudun kalbi veya beyni, sayın Erdoğan’dır. Bir AK partilinin söylediği: “Vücutta bir organ(Kalp-Bayin) vardır/Gerisi teferruat; Gemide bir kaptan vardır/Gerisi mürettebat.” şeklindeki dörtlük, bu gerçeği ifade eder.
Devlet yönetiminde bu yolun(samimiyet ile içine girilse de) çok tehlikeli olduğuna inanıyorum. Ameller, niyetlere göre olduğu kadar; sonuçlarına göredir de(innemel umuru, bilhavatım). Yetkileri, kurumlar yolu ile kullanma yerine, tek-elleştirmenin, tek-iradeleştirmenin bazı sakıncaları şöyledir:
Bu saydıklarım, bu yolun tehlikeleridir. Bire bir böyledir demiyorum. Benden söylemesi.
Cemaat, FETÖ olmadan önce kırk yıl boyunca ülkemizin seküler kesimleri, muhafazakârları ve ABD tarafından ortak “iyi” olarak görülmüş ve palazlandırılmıştır. Nedir bu ortak “iyi”ler? Sekülerler tarafından politik olmayan “sivil toplum”(cemaat) olarak ülkenin dış dünyada temsili olarak görülmüştür (okullar, Türkçe olimpiyatlar, istiklal marşı vs.). Muhafazakârlar tarafından, mevcut vesayet rejiminin altını oyucu (Kumpas), paralel politik-ideolojik partner olarak algılanmıştır. Radikal İslamcılar, Cemaatı rejimin pilini bitiren bir aygıt olarak görmüştür. ABD tarafından ise, okullar aracılığı ve “Moderate İslam” söylemi ile İslam dünyasındaki “Radikal İslam”a karşı politik bir aparat/aygıt olarak görülmüştür. Buradaki temel ahlaki sorun, bir örgütün üç ayrı kesim tarafından “ortak iyi” olarak görülmesidir.
Kırk yılın sonunda zuhur eden “iktidar” anlaşmazlığı yüzünden çatışma çıktı. ABD ve FETÖ, bir tarafta kaldı; sekülerler ve muhafazakârlar “vatan-millet-demokrasi”yi yeniden/derinden keşfederek başka bir tarafta kaldılar. Bu kırk yıllık simbiyoz birliktelik, o örgütün bukalemunluğu kadar; bu kesimlerin “kendi (Türk-Müslüman-Millet)” olma bilinçlerindeki ahlaki muğlaklıktan dolayı da biraz böyledir. Diğer türlü, kırk yıl boyunca büyük bir uyumla dördü (ABD, Cemaat, Sekülerler, Muhafazakârlar) bir yerde durmayı nasıl açıklayabiliriz? Cemaatın kırk yıl boyunca ABD ile kuzu sarması olması ve milletin parasını-çocuklarını ABD’nin hizmetine küresel düzeyde vermesini, kamu kurumlarına hakkaniyetsiz(soru çalarak) sızmasını görememe körlüğünü nasıl açıklayacağız? 17-25 Aralık politik darbe teşebbüsünden önceki “beraberliği” makul-mantıklı(ahlaki) olarak izah eden bir açıklama şimdiye kadar yapılamadı. En ünlü açıklama şekli “Kandırılma” oldu. “Kandırılma”, sadece bilinçteki bir kapalılığı-aymazlığı/körlüğü değil; derininde “Kim” olduğuna dair ahlaki-kişisel/kimliksel bir zaafı da ifade eder.
Bu örgütün, “Derviş Devlet” olan Osmanlı’dan (Nakşilik-Halidiyye-Nurculuk) gelen “Tasavvuf-Tarikat” koduna sahip “zahit-çileci” Türk İslamı’nın dejenere olmuş modern bir versiyonu olduğunu herkes bilir. Nakşiliğin, İbn Arabi’nin “Vahdet-i Vücut” teorisini “en ince-yüce” bir mertebe/makam olarak içselleştirdiği de bilinir. Vahdet-i vücut teorisi, Mevlana, Konevi, Davut el-Kayseri, Niyazi Mısri ve Yunus Emre… üzerinden Osmanlı’da etkinliğini sürdürmüştür (“Sarayda pilav yendi; Mesnevi okundu.”).
Cemaat’ın, ABD-Hrıstıyanlık(diyalog) ile –ideolojik-teolojik bağlamda- kolay ilişkiye girebilmesini, bu “Onto-Teoloji(varlığın-insanlığın birliği)” ışığında anlamak gerekir. Rahmetli iktisat tarihçimiz Sabri F.Ülgener ise, Osmanlı imparatorluğunun iktisaden çökmesinde/çözülmesinde bu “zahit-çileci” insan-kültür tipinin, dünya ile kurulan zayıflatılmış mesafe bilincinin oynadığı rolü vukufiyyetle ortaya koymuştur.(Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı. İst. 1981)
Aşağıda Nietzsche”nin Mistik hareketlerle aynı özden olan Hrıstıyanlıkta-Budizmde-Hinduizmdeki bu benzer dinsel tipolojiye yaptığı derin psiko-analizleri iktibas edeceğim. Görüleceği gibi, ortak paydalar hayli fazladır. Nietzsch’ye göre Romalı, Arap, Alman, Japon, Yunan, İskandinav Vikinglerinden oluşan(Ahlakın Soykütüğü. Çev: A.İnam.İst.2017 s.55) halklar, -bu tipolojinin karşıtı olarak- şövelya aristokrasisinin değer yargıları olan güçlü bir bedene sahip olma, canlı, zengin, coşku dolu, sağlıklı, savaşçı, serüvenci, avcı, dansçı(halk oyunları), sağlam, özgür, sevinçli… eylemlere maliktirler(Ahlakın soykütüğü,47). Kanaatime göre “Asker-Millet(Barbaros)” olan Türkler de böyleydi. Türkler, İslamiyeti kabul ettikten sonra bu tabiatlarına “Nizam-ı Alem-İ’la-i Kelimetullah” gibi yeni metafizik bir boyut kattılar(Alp-eren). Topkapı Sarayı, bu yeni ruhun nezahet-nezaket-tevazu ve metanetini simgeler. 15 Temmuz Darbe girişiminde ortaya konan direniş-kahramanlık ve cesaret, bu ruhun henüz ölmediğinin de bir göstergesidir. Bu analizler, Osmanlının sonlarına doğru Türklerin giderek hastalanması ve sakatlanmasının bir ifadesi/hikâyesi olarak görülebilir. Zahit-Çileci(Mistik) ruhun/tipin evrensel karakteri/psikolojisi, onun yerel/dinsel(İslam) boyaya boyanmış(Tasavvuf) karakterini aşar.
“…Bunlara bir de insanı aşırı uyuşturan, aşırı arınmış kılan, tümüyle duyuların düşmanı Rahip metafiziğini, Fakirler ve Brahmanların yaptığı gibi kendi kendini hipnotize edişlerini katın. Son olarak yalnızca bir kavram olan bütün bunlara aşırı doymuşluğu, hiçliği(Tanrı ile birleşmeyi=Fenafillah/Vahdet- vücut) katın. Rahipler ile her şey daha tehlikeli oluyor. Yalnızca tedaviler ve çareler değil; bir de kibir, hınç, sivri dillilik, zevk-ü sefa, aşk, yönetme tutkusu, erdem, hastalık…”(Ahlakın soykütüğü,47).
“Çileci ahlakta tümüyle zıt bir ahlak çıkıyor karşımıza; güçsüzlerin, ezilmişlerin, zehirli düşmanca duyguları azan insanlar düzeyinde; özünde uyuşma, sersemleme, rahat, huzur, “Şabbat”, gerginliğin gevşemesi, kol ve bacakların gevşemesi, kısaca edilgin bir mutluluk. Soylu insan, kendine güvenerek açık bir şekilde yaşarken; hınç duygusunun insanı ne gönlü açık, ne de çocuksu, dürüst ve yapmacıksızdır kendisine karşı. Ruhu şaşı bakar; ruhu saklı yerleri, gizli yolları, arka kapıları sever. Örtülmüş her şey onu çeker: örtülü dünyası, örtülü güvenliği, örtülü ferahlığı. Nasıl sessiz kalınacağını, unutmayacağını, bekleyebileceğini(40 yıl.İG), geçici olarak kendini küçültmeyi(“Kıtmir” edebiyatı.İG), alçak gönüllü olmayı bilir. Böyle hınç duygusu olan insanlardan oluşmuş bir ırk(cemaat), sonunda herhangi bir soylu ırktan daha kurnaz olur. Bu kurnazlığı da farklı bir şekilde onurlandırır. Yani soylu insanlarda “kurnazlık”, kolayca zarif bir lüks çeşnisi ve incelmişlik kazanırken; onlarda birinci derecede var olmak koşulu olarak kalır.”(Ahlakın soykütüğü,53)
“Çileci yaşam bir çelişkidir. Burada eşi bulunmaz bir hınç duygusu, yalnız yaşamdaki bir şeyin değil de; yaşamın kendisinin, en derin, en güçlü, en temel koşullarının efendisi olmak isteyen doyumsuz bir içgüdü, güç isteği egemendir. Burada kuvvet kaynağını kurutmak için, kuvvet kullanma çabası vardır. Burada fizyolojik olarak gelişip yayılmaya karşı kötü niyetli bir bakış vardır. Özellikle fizyolojik gelişmenin ifadesine, güzelliğine ve sevincine karşı. Bozuk oluşumlardan, çarpıklıklardan, acıdan, şanssızlıklardan, çirkinliklerden, gönüllü yoksunluklardan, kendini yok etmekten, kendine eziyet etmekten, kendini feda etmekten tat alıp bunların peşinde koşmak…Bütün bunlar, son derece paradoksaldır…”(Ahlakın Soukütüğü,137)
Bir analiz de –toprağı bol olsun- Marxtan: “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama keyiflerine göre kendi seçtikleri koşullarda değil. Doğrudan karşılaşılan ve geçmişten verilip aktarılan koşullarda yaparlar bunu. Bütün ölmüş kuşakların gelenekleri, yaşayanların beyinlerin bir kâbus gibi çöker. Ve onlar, tam da kendilerini ve her şeyi devrimcileştirmekle, o ana kadar hiç var olmamış bir şey yaratmakla meşgul gibi göründüklerinde; işte tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişeyle geçmişin ruhlarını kendi hizmetlerine çağırırlar. Onların adlarını, savaş naralarını ve kıyafetlerini(Fetullahın kıyafetine dikkat!) ödünç alırlar ve böylece dünya tarihinin yeni sahnesini eskiliğinden ötürü hürmet edilen bu kılıkla ve bu ödünç alınmış dilde sunarlar. Nitekim Luter, havari Pavlus’un maskesini takmıştı.(Fetö de Mehdini-sahabenin.İG)” (Aktaran: K.Karatani, Transkritik (Kant ve Marx). Çev: Erkan Ünal. İst. 2017, s 187)
9.7.2018
Son dönemlerde siyasette bir vatanseverlik ve vatan hainliği söylemi gırla gidiyor. Herkes, kendinin vatansever, muhaliflerinin vatan haini olduğunu iddia ediyor. Ortada bir kavram kargaşasının olduğu muhakkak. Bu iki kavramın mantıki ve sağduyuya dayanan bir kriteri olması gerekir. Bu yazıda bu konu üzerinde duracağız. Bu iki kavram, dinsel toplumlardaki “mümin-kâfir, zındık, sapık… “kavramlarına, ayrımlarına benzer -seküler- bir işlev görmektedir.
İhanet, tarafların özgür iradeleri ile gerçekleştirmiş oldukları ahit’e (sözleşme) kasıtlı olarak uymayarak, sözleşmenin içerdiği maddelerden birini, bir kaçını veya tümünü ihlal etmeleridir. İhanet, bir kişiye, gruba veya topluma/vatana olabilir. İhanetin olabilmesi için, sözleşmenin özgür irade ile yapılması gerekir. Zorla boyun eğdirilmiş taraf, anlaşmayı ihlal etmeyi “ihanet” olarak görmeyecektir. Siyasi düzlemde icat edilen Demokrasi, toplum sözleşmesini “oylama” , “temsil” ve “çoğunluk” ile tesis etmiştir. “Türkiye”, bir toplum sözleşmesi ile değil; “devrim” ile (zorla) kurulmuş bir ülkedir. Demokrasiye geçtikten sonra, kendilerine yanlış veya haksızlık yapıldığı kanaatinde olan kesimler, tahayyüllerindeki “düzeltme” leri, demokrasi aparatı ile yapmakla yükümlüdürler. Darbe ve isyan girişimleri, -doğurabileceği muhtemel kamusal zararlardan dolayı-,“Vatan”a ihanettir. Örneğin, 15 Temmuz darbe girişiminde olduğu gibi.
Vatan sınır, yurt-toprak ve yurttaş(insanlar)lar dan oluşan –modern- bir kategoridir. Burada kurulan yönetim mekanizmasına “Devlet” denir. Bayrak, bu devleti ve ülkeyi “temsil” eder. Vatanseverlik, ülkede yaşayan insanlardan her birinin, diğerlerinin( herkesin) güven, çıkar, onur, özgürlük ve huzuru gibi “ortak maslahatlar”ın korunması ve devamı için gösterdiği gayreti ifade eder.
Aidiyeti ve duygudaşlığı yoğun olarak yaratan hususlar, aynı dine inanıyor olmak ve aynı etnik kökene/dile sahip olmaktır. Ancak, bir yurtta/yerde/yerleşkede (şehir-kasaba-köy) birlikte yaşamak, aynı dili konuşmak, kendiliğinden bir komşuluk, tanıdıklık, aynı havayı teneffüs etmek, tarih, gelenek, ortak bir duygudaşlık da yaratır. Anadolu, böyle bir coğrafyadır. Bununla etnik köken veya din birlikteliğini kastetmiyorum. Bu coğrafyayı yurtlaştıranlar ve nüfusun yarısını oluşturanlar, “Türk” lerdir. Birinci Dünya savaşından sonra, Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen ve farklı etnik kökene sahip Müslüman ahali ile “Türkiye”, eskisine oranla daha da müslümanlaştırılmıştır, Ancak, bir miktar Müslüman olmayan “dinsel azınlık (Yahudi-Hristiyan) cemaatler” de bulunmaktadır. Cumhuriyet kurulurken, “Türk” ismi, Türkiye’de yaşayan ve “vatandaşlık” bağı ile birbirine bağlanan herkese ortak isim olarak tercih edilmiştir. Kürtlerin bir kısmı hariç, bu ortak isme pek fazla itiraz eden olmamıştır. Kürtlerin birkısmı bu ismi, etnisite ismi olarak algılayarak, kendilerinin asimile edileceği duygusuna kapılmışlardır. Cumhuriyet döneminde izlenen “Laiklik” ve “Milliyetçilik” politikaları, vatandaşların epeyce bir kısmını hayli rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlıkları gidermenin yolu, yukarda saydığım “ortak maslahat” ların “vatandaşlık” kriteri olarak alınarak demokrasinin işletilmesidir.
Kendi özel çıkarı için, diğerlerinin/herkesin veya bir kesimin saydığımız maslahatlarının azalmasına veya ortadan kalkmasına sebebiyet veren herkes, vatan hainidir. Örneğin, tarttırdığı dört tane parmak sucuk’un fiyatı çok geldiği için, ikisini geri bırakıp, ancak ikisini alabildikten sonra: “Allah, fakirlere yardım etsin” diyebilen yaşlı kadın, vatanseverdir. Askerlik yapmak ve gerektiğinde savaşmak, vatanseverlik; bunları yapmamak, vatan hainliğidir. Hainliği belirleyen birinci kriter, başka ülkelerin lehine; kendi ülkesinin aleyhine sonuçlar doğuracak eylemlere girişmektir. İkinci kriter, vatandaşlardan bir grubun, ait oldukları din, mezhep, etnik grup ve zümre… lehine ve diğerlerinin aleyhine olacak şekildeki eylemleridir. Diğerlerinin aleyhine (zararına) sonuçlar doğurmayacak grup davranışlarına “ihanet” değil; “hamiyet” denir.
Türkiye’de, farklı dinden-mezhepten ve farklı etnik kökenlerden gelen çok sayıda insan yaşamaktadır. Bu din ve etnik kökenden gelen insanlardan herhangi birilerinin, ait oldukları din veya etnisite lehine ve diğerlerinin aleyhine olacak şekilde yukarda saydığımız “temel maslahatlar” dan birini veya bir kaçını kasıtlı olarak ihlal etmesi, vatan hainliğidir. Ehliyet ve liyakat sahibi olmadan, kendi çıkarı uğruna (köşe dönme) kamu işlerine talip olup, kamuya sayılan maslahatlardan biri veya birkaçı üzerinden kasıtlı olarak zarar veren herkes vatan hainidir. Kamu görevi üstlendiği halde, samimiyetli (vatanseverlik duygusu veya zannı) olmak kaydıyla, kamuya “cehalet” i yüzünden zarar verenlere hain değil; “gafil” denir. Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde Suriye ve Rusya politikaları, kamuya büyük zararlar vermiş bu cinsten davranışlardır. R. T. Erdoğan’ın FETÖ ve PKK tarafından “kandırılması” da, bu tip davranışlar zümresindendir. Gafletin doğurduğu zararın sorumluluğu, birinci derecede Tanrıya karşı değil; zarara uğrayanlara karşıdır. Verdiği zarar, hıyanetten doğan zarar ile aynı oranda/cesamette veya daha da büyük olabilir; ancak, bunlara “hıyanet” denemez. Kamu kaynaklarından haksız olarak bireysel çıkar temin etmek, kamuya zarar veriyorsa “ihanet”; vermiyorsa, bencilliktir.
Siyasi partilerin veya ideolojik grupların “vatan/ülke, vatandaş” tanımlarını, kendilerini, “asıl/kriter” olarak alıp; kendi gibi olmayanları, yukarda saydığım “ortak maslahat”lara karşı açık-aleni-hukuken ispatlanmış bir gerekçe/suç olmadan “öteki-hain” kategorisine koymaları, skandal ve vatana ihanettir. Farklı etnik köken ve dinlerden, mezheplerden oluşan ”Vatandaşlar”ı, -ortak bir dili konuşmak-kullanmak zorunda olsalar da-, onları bir, etnisite veya din-mezhep içinde eritmeye, asimile etmeye zorlama teşebbüsleri, diğerlerine ihanettir. Yukarda saydığımız “ortak maslahatlar”ın dışında başka bir “vatandaşlık” kriteri aranamaz. İhaneti, bağımsız mahkemelerce tescillenmemiş kişileri “hain” kategorisine koyarak –listeler oluşturup- insanları ölüm veya ülkeyi terk etmek ile tehdit etmek, vatana ihanettir.
24.06.2018
Sünniliğin, Avrupa’da meydana gelen Rönesans-Reform-Aydınlanma –Fransız Devrimi ve Teknoloji-Endüstri devriminin yarattığı etkileri karşılayamaması sonucu, taşımış olduğu Osmanlı imparatorluğu bedeni çöktü. Milliyetçiliğin yükselişi ile birlikte, bu enkaz üzerine bir çok “Ulus-Devlet” kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti de, seküler devrimler ile modern bir ulus devlet olarak kuruldu. Dinin enkaz hali olan o günkü “Şeriat-Hilafet ve Tarikat” ilga edildi. Yani din, halı altına süpürüldü. 1925 de 1950 ye kadar son derece sek/sert bir laiklik uygulaması yapıldı. Devletin asli ahalisi(dindarlar) evden kovuldu ve “mürteci/mülteci” olarak aşağılandı.
1950 den sonra Türkiye’nin NATO şemsiyesi altında ABD’nin kontrolüne girmesi ile, Ordunun içinde “Gladyo” diye Amerikancı subaylardan oluşan bir örgütlenme oldu. Osmanlıdan kalma milli/yerli subaylar emekliye sevk edildi. 1960 İhtilali, bu örgütün halkta Menderes öncülüğünde “Allah(Ezan)” diyerek oluşan eve tekrar geri dönme talebinin/dalgasının kırılmasıdır. Altmış ihtilalinden sonra muhafazakârların başına gelen Demirel’li yıllar(1965-1980), halkın eve dönmese de, hiç olmazsa avluya dönme talebinin Askeri Vesayet rejimi tarafından onaylanmasıdır. Evden sürülmenin akabinde oluşan derin bir içerleme(Nurculuk), devlet tarafından sürekli takip edilmiştir. Yetmişlere gelince ikinci bir uçuklama(Milli Görüş) daha olmuştur. Bu arada Askeri Vesayet rejimi açısından Milliyetçi bir “çıban” da(MHP) oluşmuştur. Bu ikinci uçuklama ile çıbanın, Vesayet rejimi tarafından muhalefeti paralize etmek için yaratıldığı söylenir ki, doğruluk payı vardır. Seksen ihtilalinden sonra, Askeri Vesayet rejiminin bütün proje partilerine rağmen, kültürel kodun tekrar yeşermesinden oluşan ANAP-Özal aktörü/faktörü, sürgünün avluya yerleşmesinin garantisi oldu. 1980’e kadar yerli şairler(M. Akif, N. Fazıl, S. Karakoç) ve tarikat-cemaatlerden beslenen muhafazakârlar, seksen sonrası Mısır(S. Kutup), Pakistan(Mevdudi) ve İran(A. Şeriati) dan yapılan çeviriler ile kendilerini iki binlere kadar “İslamcı” olarak kodladılar. İktidar olduktan sonra da, muhafazakârlığın konformizmine(hem kendini, hem de Tanrıyı kandırma girişimi) geri döndüler. Tayyip beyin, değiştirdiği gömleği tekrar çıkardığı 2010 sonrası “Ümmetçi-İslamcılığını” ifade eden ve Mısır İhvan’ının yaşamış olduğu trajediyi(haksız katliamı-2013) paylaşma anlamına gelen “Rabia” işaretinin, giderek(2016 dan sonra) “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Vatan” içeriğine kayması; “İslamcılık” ütopyası ile “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma” tehlikesini itiraf edip, geri dönen bir tür milliyetçiliktir. Bu dönüşün, derin bir akıl tarafından kotarıldığı iddiası, bir tartışma konusudur. Daha önceleri(2010’a kadar) “ayaklar altına alınan” milliyetçilik, 24 Haziran seçimlerinde “Cumhur İttifakı” nın ideolojisi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Kürtlerin “esamesi” okunmamıştı; “hesaba” katılmamışlardı. Asimile edilmeye karar verilmişlerdi. Asimilasyon, nispi olarak başarılı oldu. 1980’lerden itibaren, Kürtlerin bir kısmı asimilasyona başkaldırmaya başladılar. İki binlerden itibaren “Devlet”, bu politikadan vazgeçerek kültürel anlamda ciddi adımlar attı. Politik ve ekonomik alanlarda bir ayrımcılığın olmadığı zaten ortada idi. Kürtlerin bir kısmı, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen Batılılar ile işbirliğine girerek(PKK) silahlı mücadeleye kalkıştı. Devlet de, bunu bastırmakla meşgul. Türkiye, bütünlüğü içinde bu soruna bir çözüm üretmek zorundadır.
Böylece Türkiye’de başlıca dört ana politik-ideolojik kimlik/cemaat oluşmuş durumdadır: Seküler-Alevi Türkler(CHP), 2-Milliyeçi-Sünni Türkler(MHP), 3-Muhafazakârlar(AKP), 4-Kürtler(HDP). Bu ana kimlik/cemaatlerin birer de nüanslı eşeyleri mevcuttur: Vatan Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Hüda-Par. Başlıca üç tane de “terör” örgütümüz mevcuttur: FETÖ, PKK, DHKP-C. Bu örgütlerin oluşumunu, salt dış güçlerin Türkiye’ye ihanetine bağlamak yerine; oturup miras aldığımız Sünniliğin teolojik yapısı ve kurduğumuz ulus devletin kuruluş mantığı üzerine ahlaki açıdan düşünmek zorundayız. The Cemaat’ın, kırk sene boyunca muhafazakârlar ile aynı dili konuşması, devlet kurumlarına gizlice sızması ve ABD ile aleni-açık simbiyoz ilişkisi yaşaması, bu tutumların her biri ciddi birer sorun olarak ele alınıp, kritik edilmesi gerekir.
1990-2000 arası, siyasi merkezin dağılması ve Askeri vesayet rejiminin muhafazakârları son defa sıkıştırması(28-Şubat) sürecidir. Seksenlerden sonra, Nurculuk’ un bir kanadı, gömlek değiştirerek ABD ile siyasi ilişkiye girip küresel bir nitelikte “The Cemaat” ismini aldı. Ülkenin Sünni Türk-Tasavvuf Müslümanlığı kodu ile aynı genetiğe sahip olduğu için, muhafazakâr iktidar ve seküler muhalefet tarafından beraberce desteklendi. 28.Şubattan sonra Milli Görüş de gömlek değiştirip “AK Partisi” adını aldı ve iki binden sonra sürekli iktidarda kaldı. Yani, evden sürgün edilen madun-mağdur-muhafazakâr halk, aradığı çatal yürekli-yiğit temsilcisini bulduğu için(R.T.Erdoğan), tekrar eve(devlete) muzaffer bir halde dönmüş oldu.
Cuhuriyet tarihinde Mustafa Kemal, askeri kabiliyetleri olan pragmatik bir liderdir. Siyasi kararları(devrimler), ülkede –taraftarları ve karşıtları arasında- daima tartışma konusu oldu. Said Nursi ve Fetullah Gülen, kendilerinde “mehdilik” vehmeden, taraftarlarınca dinsel karizmatik kişilerdir. T. Erdoğan ve A. Öcalan ise, temsilcisi oldukları kesim, devletin politik baskısında kaldıkları için, “bilge” likten ziyade, sadece ölümü göze almaları(cesaret), onları bağlıları nezdinde “Karizma/Kahraman” yapmaya yetmiştir.
2000’lerin başlarından itibaren biri Cemaat, diğeri siyaset(Ak Parti) İki paralel yapı, ittifak yaparak seküler ‘Askeri vesayet rejimini’ tasfiye etti. Daha sonra, İllegal olan paralel yapı(The Cemaat), bir atraksiyon daha yapıp, legal olan Ak Partiyi iktidardan düşürmeye çalıştı. Başarılı olamadı. FETÖ olarak kodlandı; daha sonra da tasfiye süreci başladı. İkinci paralel yapı(Ak Partisi), 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra, -bunu fırsat bilerek- iyice devletleşmeye veya devlete yerleşmeye başladı. Bu esnada AK Partinin önünde iki yol vardı: “ ….Ya sistemin işleyiş değerlerini demokratik ilkeler doğrultusunda dönüştürerek toplumsal bütünleşmeyi sağlamak ve böylece cemaatçiliği aşan bir “kazanma” kavramını ilk defa siyaset sahnesine sokmak; ya da siyasi geleneğini takip ederek sistemin işleyişinde kendi kimliğini belirleyici hale getirerek dindar cemaatın imkânlarının diğerleri aleyhine genişlemesini siyasetin kazancı olarak görmek. AK Parti ikinci yolu tercih etti.”(Etyen Mahcupyan. KARAR. 31.5.2018) Bunun sebebi, Sünniliğin, siyaseti daima tarih boyunca koyun gütmesi(Rai-Raiyye) at terbiyesi(Seyis-Siyaset) veya hile, kumpas, kandırma, oyalama, dek, dubara, numara vb. ile sonunda ne pahasına olursa olsun, “kazanma” olarak kodlamasıdır. Devleti ele geçiren muhafazakârlar, on beş küsur senedir devletin zengin gayri menkul arazilerini ya kendi partililerine tahsis ediyorlar veya Başbakanlık ve Belediyeler aracılığı ile bu arazilerin arsa komisyonculuğunu yapıyorlar. Vicdanlarını temizlemek için de, “hayır” olarak müteahhitlerden Cami, İmam-Hatip, Kur’an Kursu binası yapmalarını talep ediyorlar: Emlak Rantı(İnşaat! Ya resulullah). Bunun da sebebi, taşradan-periferiden merkeze geç gelmeleri hasebi ile,montaj-sanayi ve ticaret alanlarının dolu olması idi. Bilim ve Teknoloji ile katma değer üreten “marka” lar yaratacak(G. Kore örneği) halleri yoktu. Ne yapacaklardı?
Ak Partisi, NATO’nun Türkiye’ye biçmiş olduğu rolün dışına çıkarak, birinci dünya savaşı ile birlikte kaybettiği imparatorluk hinterlandında kayıp akrabalarını(TİKA ve Diyanet İle) aramaya başladı(İslamcılık-Ümmetçilik). Bu alan, ABD ve AB’nin nüfuz ve pazarı olduğu için, hoşuna gitmedi ve Türkiye’yi sıkıştırmaya başladılar. Ak Parti, daha doğrusu R.T.Erdoğan, içerde ve dışarda bir birine denk olacak derinlikte kırılmalar yarattı. Hem Batı ile, hem de içerde din üzerinden “öteki” leşmeler hasıl oldu. Sayın Erdoğan’ın dış politikası ile Ortadoğu’da yarattığı itibar ve Batıda(AB-ABD) yarattığı nefret-düşmanlık; iç politikaları ile muhafazakâr tabanda yarattığı itibar ve seküler-kürt kesimde yaratmış olduğu nefret ve düşmanlık, birbirine paraleldir. Erdoğan, sosyal-psikolojik olarak muhafazakârların Batıya ve Türkiye’deki “Batıcılar” a olan birikmiş kininin intikam ifadesi; aynı zamanda uzun süre merkezden uzak tutulmuş periferinin, Devletten nemalanması içgüdüsüdür. Bu kırılmaların bir kısmı gerekliydi. Çünkü Doğulu(Müslüman) bir toplumu(Osmanlı), -yıkıldığı için- zoraki(devrimler ile) “Batılı” yapma ve gösterme çabasını içeriyordu. Bu devrimlerin bir kısmı, hayatta kalmak için belki gerekliydi; ancak bir kısmı da, toplumun değişik kesimlerinin kimlik kodları ile oynamaydı. Muhafazakâr toplum, buna içerleme ve uçuklamalar ile tepki verdi.
Toplumun yeni bir kimlik edinmesi, birilerinin “kültür devrimi” kararı ile olacak bir hadise değildir; herkesim ile birlikte verilecek ortak bir karardır. Böylesine kişisel/radikal kararlarla olmamalıdır. Ancak tersinden, son on beş yılda giderek içerde “Ak Parti”, dışarda ise “Türkiye” gölgeleşmeye başladı. Parti ve Türkiye bir liderin arkasına bağlandı. İçerde ve dışarda bu lideri “totaliter” olarak nitelemeye başladılar. Bunun bir sebebi, o gelinceye kadar Türkiye’yi bu güçlerin kontrol etmesidir. Ancak, diğer taraftan, onun da “Demokrasi” den anladığı; muhafazakâr seçmenin kendisini seçmesidir(sandık). Seçim ile kendisinin Kral/Karizma(Sultan-Halife) olmasını istemektedir. Her iki durum da, bu gidişat hem Ak Partisi, hem de Türkiye açısından doğru değildir. Kültür devriminin yarattığı travmanın Rövanşı, nispi olarak alınmıştır. Artık bu raddeden sonra, ikinci bir zoraki(devlet eliyle) kimlik/kültür değiştirme macerasına gerek yoktur. Bu teşebbüs, içerde kırılma-kavga yaratır. Kurumsal ve örgütsel-ortak aklı(şura-demokrasi) keşfetmek, hem partiye hem de Türkiye’nin hayrına olacaktır.