Kiliseye başkaldırı olarak Aydınlanma-Rönesans ve Endüstri-Teknoloji Devrimi, Avrupa’nın insani-toplumsal ilişkilerini, iktisadi üretim tarzını-ilişkilerini ve siyasal yapısını toptan değiştirdi. Ulus-devletler, vatandaşlarına düşünme ve mesleki beceri eğitimi (bildung) verdi. Osmanlı İmparatorluğu, geleneksel tarım-hayvancılık iktisadi yapısı ve Skolastik düşünce tarzı ile bu değişime ayak uyduramayarak çöktü.
Türkiye Cumhuriyeti, Batıcı aydın ve bürokratlar tarafından Batı’yı taklit etmek üzerine kuruldu. İçeriğinden bağımsız olarak, “taklit/ezber” itiyadı hayli güçlü olduğu için Batı, “örnek” değil, “ölçü” olarak alındı ve farklı bir taklit başladı. Bu taklit çabası, toplumun belli bir kesimini, belli bir oranda etkiledi; ancak toplumsal, kültürel, iktisadi ve siyasal ilişkilerde yaratıcı bir yenilenme oluşturulamadı. Atatürk’ün, “mürşit” -değiştirme, yenileme- hedefi (“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir”) gerçekleştirilemedi. Eğitimde ve üniversitelerde yaratıcı düşünme eğitimi, yani felsefi düşünme, sosyal bilimler, icat çıkarma, eleştirme, müzakere-münazara yapma yerine; Batı’da üretilen felsefe ve bilimsel bilgiler yeni kuşaklara ezberletildi. “Bilim” adına teorilerin, ekollerin/okulların “sponsorluk”u yapıldı (Pozitivizm). Organik ve özgün/özgür bir kendilik/kimlik yaratılamadı.
Eğitim -meslek becerisi kazandırmanın ötesinde- insanın “insan” olma, yani yaratıcı ve ahlaki-estetik kapasitesi/potansiyellerini açığa çıkarma/aktüelleştirme yeteneğini ona kazandırmak ise; Cumhuriyet, bunu yeteri düzeyde başaramadı. Yeni nesillerde merak ve hayret duyguları uyandıramadı. Kültürel kodların, yaklaşık bin seneden beri tekrar ve taklide (skolastik) dayanması, doğal olarak bu sonucu doğurdu.
Muhafazakâr halk yığınları ve aydınları ise mevcut kimliklerinin sembolik koruna/közüne dokunulduğu gerekçesi ile (Hilafet-Şeriat ve Tarikatın ilgası) içe kapanarak, içerleyerek, dudakları uçuklayarak kendilerini/kimliklerini koruma telaşına düştüler. Onlar da “eğitime” (bildung) itibar etmediler. Çöküşün nedenlerini asla merak etmediler.
Düşünmenin Önündeki Engeller
Düşünme, akıl yürütme (tümevarım-tümdengelim, gözlem), yani mantıklı olma, mevzusuna göre değişen, öğrenilen, öğretilen bir husustur. İnsanlar genellikle içgüdülerine, alışkanlıklarına, geleneklerine, hafızasına (ezber) göre yaşamaya meyyaldirler. “Her şeyin başı eğitim” mottosu, doğrudur. Ancak bu eğitim, yukarıda tanımladığımız anlamda “insan olma” eğitimidir; yoksa insanları bir ideolojiye, mezhebe, dogmaya, doktrine göre kalıplama/şekillendirme, sürüleştirme (toplum mühendisliği) faaliyeti değildir. Onları özgürleştirmektir. Onlara merak etme, hayrete düşme, iradeli olma, gerekçeli tercih yapma, eleştirme, itiraz etme kapasitesi kazandırmaktır. Düşünme şeytanlık, kurnazlık, hilebazlık değildir. Gel ki onlar da düşünmedir; ancak düşünmeyi “kötü”ye kullanmaktır.
Vicdanı Diriltmenin Önündeki Engeller
Vicdan, ruhun bir yordamıdır. Tanrı tarafından insanda yaratılan ahlak kapasitesidir. Dindar-ahlaklı olma, onunla başarılır. Beş duyu verileri, akıl yürütme, duygulanım/hissetme ve sezmenin toplamıdır. Bal, temiz su, katıksız süt ve inci tanesine benzer. Sürekli teyakkuzda ve tetikte olma, uykusuz olma, kül yutmama becerisidir. Kur’an’da fuad-kalb-i selim, basiret, ruh, şe/a/hid olarak isimlendirilir. Tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, teemmül, nazar ve rey, vicdanın asli işi (yaratıcı yorum) olarak her mümine/Müslüman’a farz-ı ayn’dır (zorunlu). Vicdan sayesinde Allah’a iman etme başarılır ve ondan dua ile yardım talep edilirse; hakkı/ahlaki doğruyu bulma imkânı artar. Emareleri, yerine ve kişisine göre –karakter ve amel/eylem olarak- merhamet, utanma, sadakat, vefa, adalet, cömertlik, tevazu, minnettarlık/şükran, fedakârlık, kadirşinaslık, hakkaniyet ve hukuktur. Karşıtı ise kindarlık, kıskançlık, kibir, gurur/aldanma, istiğna, haset, fesat, fitne, cimrilik, nankörlük, tuğyan vesairedir. Düşünmeyi engelleyen hususlar, kendiliğinden vicdanın diri kalmasını da engeller. Gelenek, toplum, tarih ve insanın içgüdüleri (ego), vicdanı dumura uğratabilir.
Türkiye’nin Durumu
Düşünmenin ve vicdanın yaratıcı, yapıcı ve ameli/edimsel/fiili sonuçları açısından iyi bir yerde olmadığımız açıktır. Seküler-çağdaşçılarımızda öldükten sonra namı yürüyecek bir onur, başarı, kahramanlık utkusu/uğrundalığı zayıf olduğu gibi; muhafazakârlarımızda da “Gök kubbede hoş bir seda bırakmak”, “Hayırla yâd edilmek”, “Allah rızasını kazanmak” ve “cennete kavuşmak” beklentisi (uğrundalığı) zayıftır. Çünkü halkımız genellikle “inançlı”dır; fakat imanı ve idrâki zayıftır. Her iki cenah da, tecil edilmiş, veresiye bir “uğrundalık” değil; acil, şimdi ve burada olan bir “içinlik/cennet” peşindeler. Sekülerlerimiz, Alman düşünür Heidegger’in umduğu gibi, “ölüme-doğru varlık” olmanın bilinci ile “otantik” bir ahlaki moda geçemedikleri gibi; Fransız düşünür Alain Badiou’nun umduğu gibi, devrimci politik bir “olay” çıkarma, aşka düşme ve sanat-bilim yaratmanın (düşünmenin/felsefe yapmanın koşulları) peşine de düşmüyorlar. Tersine, ölümün, mutlak bilinmezliğe (Agnostisizm) karışmanın kapısı olması, akıl tarafından bilince mıhlandığı için onları, hayatı -ne pahasına olursa olsun- “dolu dolu yaşama”nın peşine takıyor. Böyle bir yaşam için gereken “kaynaklar” yeryüzünde sınırlı olunca da karşı karşıya kalınan durum: “Ya ben ya sen” veya halkımızın ifadesi ile: “Altta kalanın canı çıksın”dır: Politik ve ekonomik alanlarda kötülüğün göbeği.
Türkiye’de “düşüncesizlik” hem üniversite-eğitim hem de halk düzleminde yoğun olarak ortaya çıktığı gibi; “vicdansızlık” da hem halkın kendi arasındaki ilişkilerde hem de halk ile devlet, devlet ile halk arasındaki ilişkilerde yoğun olarak ortaya çıkıyor. İkincisinin, teolojik-politik arka planı şöyle işliyor: Müslüman toplumlarda “devlet” katında “iktidar”, ilahi kökenli/kutsal (hilafet); “Beytu’l-Mal/Hazine” de -ağırlıklı olarak- “ganimet” kökenli olduğu için yöneticilere sınırsız tasarruf hakkı, halka da hırsızlık yapma hakkı doğmuş oluyor. Nitekim Muaviye, halka şöyle hitap etmişti: “Arz/Arazi Allah’ın, ben de Allah’ın Halifesiyim. Kendime ne almışsam, bana aittir; size de ne bırakmışsam, lütfumdandır.” (Belazûri, Ensabu’l-Eşraf. Beyrut. 1996. Cilt:5, s 27). Çünkü devlet malı, “herkesin” değil, “hiç kimsenin”, yani sahipsizdir (“Allahlık”). “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, buradan çıkıyor. Bundan dolayı: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Buradaki “Hay” da, “Hu” da, aslında Allah’tır: Kutsal görünümlü kurnazlık-sahtekârlık ekonomisi. Hoşafın “yağ”ı kesilince (“ganimet” elde etme bitince), fütuhat, Türkiye’de devlet malına yöneldi. Yaratıcı-icat çıkarıcı/inovasyon, üretim, endüstri, ticaret, alın teri, emek olmayınca; olacak, budur.
Oysa modern “devlet”, Avrupa’da Burjuva Devrimi’nden sonra: “Toplum Sözleşmesi”, “Vergi Hakkı” ve “Hukuk Devleti” olarak doğdu. Yani iktidar, halkın temsili olarak; devlet malı (hazine) da “herkesin malı” olarak vazedildi. Muhalefete ise iktidarı denetleme yetkisi verildi.
Türkiye’de siyaseti, kurucu başlangıçtan 1950’ye kadar ve ondan sonrası olmak üzere iki aşamalı olarak değerlendirmek gerekir. Birinci aşamada, “devrimci” bir heyecan mevcut iken; ikinci aşamanın ilk evresinde siyaset, devleti kurum ve kuralları (anayasa-hukuk) ile yönetmek iken; son aşamasında genellikle “parti” olarak örgütlenen bir zümrenin, bölgenin, etnik-dinsel ideolojik grubun, devletin -kamunun değil- kaynaklarını, “kitabına (kanun) uydurarak” kendi uhdesine geçirme faaliyeti olarak icra ediliyor. Bu faaliyetin illegal olanına ise “mafya” denir. Güçlü bir mafyöz yanımızın olduğunu herkes bilir.
Türkiye’de iktidara gelenler, devlet kaynaklarını, belediyelerde “hizmet satın alma”; bakanlıklarda “ihale verme”; bürokraside “sosyal tesis” yapma, “rüşvet” alma, “aracılık” yapma (‘Şık şık eden, nalçadır; işi bitiren, akçedir’, ‘Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun’), birkaç yerden maaş alma, astronomik maaşlar takdir etme; tarikatlarda “vakıf kurma”; vatandaş seviyesinde ise “gecekondu-kentsel dönüşüm” ve “sosyal yardım” gibi hinlikler üzerinden gerçekleşiyor. Yani “Alan razı veren razı”, “Al gülüm, ver gülüm”. Halkımız, bu düzeni: “Çalıyorlar; ama çalışıyorlar (‘Bal tutan parmağını yalar’, ‘Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez’)” şeklinde özümsemiş ve özetlemiştir. Son seçimlerin sonucu ise: “Çalıyorlar ama bizimle paylaşmıyorlar” tepkisiydi. Halkımız -genellikle- büyük hırsızlığa karşı değildir, küçük hırsızlığa ve kendisi ile paylaşılmamasına karşıdır.
Sonuç
Ahlaki bağlamda yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki diyalektiktir. Metafizik düzlemde de öyledir: “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar. Tanrı-insan ilişkisinde “Keyd-Mekr=Tuzak kurma” ilişkisi de böyledir. Siyasal düzlemde ise: “Siz, kendinizde olanı (ahlak-ahlaksızlık) değiştirmedikçe; Allah da sizin durumunuzu değiştirmez” (13/11). “Siz, nasıl iseniz; öyle yönetilirsiniz” (Hadis). “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur”, “Kel başa, şimşir tarak”. Hâsılı, bireysel düzlemde düşünmeyi/akıl yürütmeyi ve vicdanı diri tutmayı başaramadığımız sürece, kurtuluş yoktur. Vicdan ölmüş/çürümüş ise; söz söylenemez; ancak dır-dır/gevezelik edilir; söz tutulmaz ve söylenen söze kulak asılmaz-dinlenmez; kulağa küpe yapılmaz; söz yaralamaz, savaş başlatmaz, savaş kesmez, “sözleşme (hukuk)” olmaz…