Tevhit-Şirk Bağlamında Siyaset

Tarihsel-Teolojik Arka Plan

Kendisine ortakların koşulduğu bir ortamda Tanrı, kendini ortakları olmayan mutlak muktedir (“Meikin muktedir”-54/42,55), siyasal bir Kral gibi tanıtmıştır: O, “İnsanların melikidir” (114/2); “mülkü dilediğine veren, dilediğinden çekip alan; dilediğini aziz, dilediğini zelil eden; her şeye hakkıyla gücü yetendir” (3/26). “Putlar, yaptıkları (varsayılan) fiillerden sorumlu tutulacağı halde; O, yaptıklarından sorguya çekilemeyen” (21/23) biridir. “Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara yardım etmeyi tavsiye eden; utanmazlığı, her türlü kötülüğü, her türlü azgınlığı yasaklayan” (16/90); “bilgelerin en bilgesi bir kral gibidir” (95/8).

Oysa, Sebe Krallığı’nın “Senato”ya dayanan yönetim tarzının zıddına, “Doğu Despotizmi”nin kralları, Sebe melikesinin yorumu ile: “… bir memlekete girdiğinde; orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hale getirirler; onlar, böyle yaparlar.” (27/34). Bu, Sebe Kraliçesi’nin, her ikisi de Tevrat’ın adalet ilkesine bağlı birer “Bilge Kral” olan Davut ve oğlu Süleyman’ın (27/16-44, 21/78,38/17-30) yönetim tarzını yanlış yorumlamasıdır.

Kur’an, Kabile asabiyetine dayanan müşrik toplumu, iman kardeşliğinde eşitleyen bir müminler topluluğuna (millet) çevirdi. Politik yönetime gayrimüslimleri de ortak etti (ümmet). Kabile şeyhlerinin politik ve kültürel/dinsel “Kanaat Önderliği” veya oligarşik (“Daru’n-Nedve”) yönetim pozisyonlarını reddederek (33/67); bireysel sorumluluğu ve politik sorunlarını çözme konusunda da Yemen’den gelen ve herkesin siyasal sorumluluk üstlendiği “Şura” ilkesini tavsiye etti (3/159,42/38). Yani Kur’an, teolojide reddettiği şirki/şeriki (ortaklığı) politikada şart koştu. Din, bir yönü ile “Ticaret” olarak vazedilirken (2/14-16,282; 4/29; 9/24 …); siyaset de, “Şura” üzerinden “Şirket” olarak vazedildi. Halkın, politik iradesini/onayını adalet ve hakkaniyet karşılığı olarak yöneticilere vermesi de, “Bey’at=Alış-Veriş” kavramı ile ifade edildi. (48/10, 18; 60/12).

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Araplar, Allah tarafından ona tevdi edilen ve mutlak olmayan, eleştiriye-itiraza açık Karizmatik otoritesini siyasette sürdürmeye çalıştılar. Hariciler, karizmatik otoriteye/kişi kültüne itibar etmeyerek “Takva” kriterini benimsediler. Ancak, objektif kurallara dayanan kurumsal bir yapı oluşturamadıkları için; sübjektifliğe gömülüp, “Tekfir”ciliğe/dinsel-teokratik şiddete kaydılar. Şiiler, Hz. Ali soyundan/irsiyet yolu ile karizmatik kişi kültünü devam ettirdiler (İmamet). Sünniler ise, Hz. Muhammed’in karizmasını/dinsel otoritesini, Kabile/Kureyş kültü üzerinden -onun “temsilcisi” olarak- “Halifelik” olarak sürdürdüler: “Hülefa-i Raşidin” Muaviye’nin zorla iktidarı ele geçirmesi ile Ümeyye oğulları, “Halife”liğe itibar etmeyip; Kabileciliği, Pers ve Bizans’tan etkilenerek Krallığa dönüştürdüler: Emevi İmparatorluğu. Abbasiler ise, kabilelerini tekrar “Halifelik” dolayımı/temsili ile kutsayarak karizmatik/teokratik bir kisveye büründürdüler (Zıllullah).

Mısır’da, Mezopotamya’da ve Doğu Akdeniz’de politik ve dinsel hayatta egemen olan Pastoral “Çoban-Sürü” kodu, Müslümanlara da egemen oldu. Yemen’de gelişen Şura/Senato, Arap kabilelerinde devam edip Kur’an’da aktüelleştirilmeye çalışılırken; Doğu Despotizmi ve kişi kültü, Müslümanlara da galip geldi. 1400 senedir de devam ediyor; Hz. Osman’ın iktidara geliş ve iktidardan düşürülüş biçimi ile; Humeyni’nin, Saddam’ın, Kaddafi’nin… iktidara geliş ve gidiş biçimleri aynı (devrim-darba=güç). Doğu cephesinde/despotizminde değişen bir şey yok.

Modern Batı’da Siyaset

Batı’da 1200’lerde İngiltere’de Kralın yetkileri belli oranlarda sınırlanırken (Magna Carta); 1789’da Fransız İhtilali ile birlikte, kendini Tanrı’nın temsilcisi olarak gören Kilise ve Krallığın politik yetkilerine son verilerek; yönetim yetkisi, “Cumhuriyet” kavramı ve “Parlamento” kurumu ile birlikte halka geçmiş oldu. Yunan demokrasisi, yeniden keşfedildi. 20’nci yüzyıl, “Seçimle Gelen Krallar”a (Duverger) şahit oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi, kurumsal olarak daha da gelişti: Anayasal Demokrasi, Sivil Toplum, Muhalefet, Hukuk Devleti, İnsan Hakları, Kuvvetler Ayrılığı… gibi kavram ve kurumlar gelişti. Temsili Demokrasinin sorunları ortaya çıktıktan sonra; Yerel Demokrasi, Radikal Demokrasi, Yerinden Yönetim, Yönetişim (Governance) …pratikleri gelişti.

Türkiye’de Durum

Cumhuriyet devrimleri Hilafet/Saltanat, Şeriat ve Tarikatları ilga etti. Seküler bir “Cumhuriyet” kuruldu. 1950’ye kadar “Tek Parti/Tek-Adam” yönetimi vardı. 1950’den sonra Demokrasiye geçildi. 1960’ta ordu, ihtilal yaparak yönetimi devirdi. 1960’tan 2000’li yılların başına kadar “Askeri Vesayet” altında demokrasi kör-topal kurumları ile devam etti. 2000’lerin başından itibaren iki dinsel figür belirdi. Biri, demokratik parti örgütlenmesi ile R.T. Erdoğan; diğeri, Cemaat örgütlenmesi ile Fetullah Gülen. İkisi işbirliğine girerek Askeri Vesayet yönetimine son verdiler. Daha sonra aralarında ihtilaf çıktı. 2015’te Fetullah-Cemaat, darbe girişiminde bulundu ve tasfiye oldu. Akabinde, referandumla “Başkanlık” sistemine geçildi. Bu sistemin -Batı’da olduğu gibi- gerektirdiği yasal düzenlemeler yapılmayarak fiilen “Tek-Adam” yönetimine geri dönüldü. Adına da “Türk Tipi Başkanlık” dendi. Sayın Erdoğan, seçilmiş “Halife/Sultan” rolünü benimsedi: “III. Abdulhamit”. Diğer partilerin de pek farklı olduğu söylenemez. Belki, biz niye böyle güçlü bir “Lider” çıkaramıyoruz diye hayıflanıyorlardır.

Bu yönetim tarzı, müşriklerin Allah ve putlar arasında kurmuş oldukları “Şefaat” sistemine hayli benziyor. Müşrikler, putlar için: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlardı.” (10/18). “Biz, onlara, sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (39/3). Allah, mutlak kozmik egemen güç; putlar ise, ondan aldıkları yetki/pay ile insanların arzu-ihtiyaçlarını Allah’a ulaştırıp, onları Allah’a yaklaştırıyordu (zülefa).

Türkiye’de bugünkü yönetim tarzında da Saray’daki müşavirler, danışmanlar, bürokratlar, akrabalar (Nepotizm), Karadenizliler, bakanlar, milletvekilleri ve nihayet partililer, adetâ birer “Şefaatçi” rolünde “Başkan”ın nüfuzunu, mutlak gücünü, imgesini kullanarak -“Devlet”-“Başkan” dolayımı ile- kendilerine iş, itibar, menfaat, prestij devşiriyorlar ve etraflarında bağlılar (putperestler/çıkarcılar) oluşuyor. Yukarda sayılan gurupların hepsi böyledir demiyorum. İstisnalar çıkabilir.

Mutlak güç atfedilen Reis/Başkan, Tanrı gibi mutlak bilgi sahibi olmadığı; normal insan olduğu için, doğal olarak aşağıyı her zaman kontrol edemiyor. Onlar da, bu zaaftan istifade ederek, onun yetkisini/nüfuzunu istismar ederek birer “Şefaatçi”ye dönüşüp kendilerine bağlı kullar/çıkarcılar oluşturuyorlar.  Özetle, “şirket” olarak vazedilen siyaset, Cahiliyye dönemindeki gibi dinsel “şirk”e dönüştürülmüş gibi. Partililer ve geniş halka olarak milliyetçiliğin de dahil olduğu “Cumhur İttifakı”, haklı-doğru “Biz/Dost”u oluştururken; muhalefet, bâtıl ve yanlışı, yani “Ötekiler/Düşman”ı oluşturuyor: “Hak geldi, batıl zail oldu”. Böylece siyaset; adalet, özgürlük ve güvenlik arayışı olarak bir “rekabet” süreci olmaktan çıkarak; âdetâ -Sahabe arasında olduğu gibi- iç “savaş” havasına dönüşüyor.

Olması Gereken

Kur’an’ın önerdiği “Şura” ve “Biat”, siyasalın, yönetimin (güvenlik ve adalet arayışı) ahlaki ve hukuki gerekçeler ile halka devredilmesiydi. Batı da, bu işi, Yunan demokrasisine dönerek ve menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma”yı keşfederek başardı. Yoksa, Kur’an’ın önerdiği ahlaki gerekçeler (şura, biat, emanet, adalet, ehliyet) ile değil. Batı’nın, kendi evinde kurduğu barışı, dış politikada fesat çıkarma olarak icra etmesinin nedeni budur. Bugün Türkiye’nin yapması gereken, Kur’an’ın önerdiği ve Batı’nın da kendi evinde uyguladığını, hem iç politikada hem de dış politikada benimsemektir. Türkiye, dışarda yaptığını (Cihanda barış), içeride de yapmalıdır (Yurtta barış).