Ruhsuz Dünya veya Vicdanın Çürümesi

“Su dayandı, su dayandı
Od (ateş) düştü, suda yandı Seğirttim (koştum) su serpmeye
Serptiğim su da andı.”

Kerkük Türküsü

RUHUN MONOTEİST MAHİYETİ

Ruh, insanı hayvandan ayıran vicdani/ahlaki kapasitedir. Tanrılık bir niteliktir. Allah tarafından insana üflenmiştir. Canlılık yani hayatiyet/hayvanlık, biyolojik varlıkların ortak niteliğidir. Seslenme-iletişim (dil) de, canlıların ortak niteliğidir. Av bulma ve av olmama anlamında “akıllılık” da canlıların ortak niteliğidir. Ruh’u asıl kabul edip bedeni-biyolojiyi, hayatı-hayatiyeti-hayvanlığı küçümseme, Mistik öğretilerin temel davasıdır. Züht, riyazet, çile çekmek, Mistisizmin ahlak davasıdır. Ruhu inkâr edip maddeyi-fiziği, biyolojiyi-bedeni, hayatiyeti-hayvanlığı, güç istencini, hazzı-zevki, hoşlanmayı-mutluluğu dava yapmak da, seküler materyalist felsefelerin, öğretilerin, doktrinlerin işidir.

Peygamberlik öğretisi (Nuh-İbrahim…), ruh-beden, maddi-manevi, dünya-ahiret, ilahi-insani, halik-mahlûk, zahir-batın, şehadet-ğayb birlikteliğini savunan bir sağduyu-orta yol ahlak-toplum davasıdır. “Mübarek” kavramı, “Sa’y” fiili, “İman ve Salih amel”, Doğu ve Batı’nın Materyalist-Mistik ifrat ve tefritlerine karşılık bu birlikteliği ifade eder. Ruh veya Vicdan duyu (göz-kulak) verileri, düşünme (mantık/nedensellik), ahlaki duygulanım ve sezgi kabiliyetlerinin birliği/bütünlüğü olarak tezahür eder. Tıpkı bal, süt, su ve inci tanesinde olduğu gibi. Ruh/Vicdan, süper-egonun (toplum) bireydeki izdüşümü/yansıması değil; hasbî ve muhasibî olma hali yani sürekli teyakkuzda olma, tetikte olma olarak “Takva”dır. Uykusuz olma, kül yutmama, mutmain/huzurlu olmaktansa; mustarip ve huzursuz olma halet-i ruhiyesidir. Peygamberin bile saçlarını beyazlatan, onu ihtiyarlatan vicdanını diri tutma buyruğudur: “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” (11/112).

Yahudilik, bu davayı “dünyevileşme” ve “ırkçılık(seçilmişlik-siyonizm)” yönünde tahrif etmiştir. Hırıstıyanlık -ki aslında bu tahrifata bir “Ruh” üfleme(Ruhu’l-Kuds) davasıydı-, uzak doğunun Mistik-Zahit öğretisine bulanarak bir “Rahbaniyet/Ruhbanlık (Kilise)” davası olarak kristalleşti: “Hz. İsa’ya tabi olanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Kendilerinin (işgüzarlık olsun diye) uydurdukları “Rahbaniyet”e gelince; biz, bunu onlara emretmemiştik.” (57/27). Müslümanlık, peygamberlik öğretisinin son reform/tecdit ve update davası olarak tecelli etmişti

BATI’NIN RUH’A İHANETİ

Kadim dönemde Metafizik (felsefe), modern dönemde Kartezyen ikicilik (Ruh-Beden) ve Fenomenoloji, Derrida’nın deyimi ile “Huzur Metafiziği”, Levinas’ın deyimi ile “Ontolojik Emperyalizm”, Heidegger’in deyimi ile “Ruhtan zekâya geçiş”, Nietzsche’nin deyimi ile “Tanrı’nın ölümü”, Hölderlin’in deyimi ile “Tanrıların göçüp gitmesi”, M. Buber’in deyimi ile “Tanrı Tutulması”, Hegel’in Tin-Tanrı-Madde (Geist)Tümcülüğü ve Spinozanın tek cevherci panteizmlerinden geçerek sonunda “Bilim-Teknoloji” şeklinde tecessüm etti. Hümanizm (İnsan Hakları), “İnsan İnsanın kurdudur” deyimi, Ulus-Devlet/Milliyetçilik, Faşizm, Kapitalizm ve iki “Dünya Savaşı”, bu dönüşümün politik ve iktisadi görünümleridir. Marksizm/Sosyalizm-Komünizm/Eleştirel akılcılık, bu ontolojik emperyalizme karşı Ortodox Rus Mesihçiliğine (SSCB) ve Çin Budizmine yedirilmiş materyalist ve umutsuz bir direnişti; başarılı olamadı. Çünkü temel öncülleri/nihaî mukaddemleri, aynı genetiğe ait idi: Sorokin’in isimlendirmesi ile “Duyumcul Kültür” veya W. Schubart’ın isimlendirmesi ile “Promethausçu-Kahraman İnsan”.

UZAK DOĞUNUN HAVLU ATMASI

Hinduizm, Hegel’in deyimi ile “Yüce/kutsal ve iğrencin sentezi” olarak, -İngilizlerin ayartması ile- kendini kolayca bu ruhsuzluğa teslim etti. Budizm-Taoizm-Konfüçyanizm (Japonya-Çin), Mimemis (taklit) ve Mao kanalı ile kendini inkâr ederek (Kültür Devrimi), bu astarı ontolojik, yüzü de politik-iktisadi emperyalizme teslim oldu ve Batı ile (Avrupa-ABD) yarışmaya-boy ölçüşmeye başladı. Rusya da, Mesihçi Ortodox ruhunu terk edip, iki yüz yıldır Batılılaşma macerası yaşamaktadır; onun tarafından kabullenilmese de.

TEOLOJİNİN-TARİHİN İSLAM’A ETTİKLERİ

Müslümanlık, Önce Arapların hamiyeti (Emevi-Abbasi), sonra Türklerin himayesinde (Selçuklu-Babür-Timur-Osmanlı) Sünnilik teolojisi ile kendini bir nebze gösterdi. Ancak, bu teolojinin bazı dogmatik çıkmazları/omurga yamukluğu ve Arapların şiddete teşne tabiatları, çapulculukları ve kabilecilikleri yüzünden; Türklerin ise, göçebe-asker tabiatlarından dolayı (Fütuhat-Ganimet Ekonomisi) insanlığa hayırhah bir örneklik sergileyememeleri yüzünden, Dünyanın Batılılaştırılmasına ve Amerikanlaşmasına engel olamadı. Şiilik, Pers Mecusiliği, Hint/Arî panteizmi, Yeni Platonculuk sentezi” İşrakilik/Nur ontolojisi” ve “İmamet” mitolojisi ile “İslam” ile ilişkisi ciddi olarak tartışılması-sorgulanması gereken bir mevzudur. Bir bedevi-Arap psikolojisi ve dindarlık hamiyeti olarak “Haricilik” ise, kendini günümüzde teknolojik “Gestell=Tecno-city”lerde psiko-patolojik terör/ölüm (İŞİD-el-Kaide…) olarak aktüelleştiriyor.

Geçerken Sünniliğin Kur’an-Peygamber (Sünnet) yani “İslam” adına işlediği bazı teolojik-dogmatik “Asli Günah” lara değinmem gerekirse: 1- Bir “Vicdan Çalışması” olan Kur’an’ın yirmi küsur sene boyunca her vesile ile ve –sokak insanı için- yoğun düşünme (tefekkür-taakkul-tezekkür-teemmül-tafakkuh-taabbur-nazar-rey…) talepleri ile diriltmeye çalıştığı ruhu/vicdanı/kalbi (fuad-lübb)/basireti kaynakları (Kur’an-Sünnet) dondurarak-mutlaklaştırarak, müminleri taklide sevk ederek dumura uğrattı (İlmihal/itikad-ibadet müslümanlığı). 2- Denenmenin temeli olan özgür iradeyi inkâr ederek (Kader-Cebir) müminleri köleleştirdi/kötürümleştirdi, felç etti. 3- Kur’an’ın politik ilkeler olan emanet, ehliyet/liyakat, şura, adalet ilkelerini tağşiş ederek, kişi kültünü/saltanatı ve teokrasiyi (zıllullah) meşrulaştırıp yöneticileri çoban; halkı da sürüleştirdi. 4- Mistisizmi meşrulaştırarak (Tasavvuf) Kiliseye benzer “Din Bürokrasisi” oluşturup (Şeyh, Veli, Gavs, Kutup, Ricalu’l-Ğayb…) hür cami cemaati olan müminleri, -ğassalın elindeki ölü gibi- müritleştirdi. 5- Kurucuları dahi “tüccar” olan; ahlakı, veresiye (Ahiret) ticaret üzerine kurulmuş; ticaret, tarım-hayvancılığı, üretimi, alın terini, ekonominin meşru temeli yapan bir dini “Fütuhat”, “Cihat”, “Daru’l-Harp” kavramları altında “Ganimet Ekonomisi”ne dönüştüren Antropolojik (Arap-Türk) bir içgüdü/habitus. Özel mülkiyet, ticaret ve üretim (tarım-hayvancılık) üzerine kurulmuş bir dini, Allah-Halife-Sultan-Devlet dolayımları ile gasp ettiği ganimeti “Orta-malı”, “Miri malı”, “Allahlık”, “Arpalık”… yapıp; herkesin/kamunun olması gereken malı, “hiç kimsenin” malı yapıp; sonra da har vurup harman savurma: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.” Lafa gelince: “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” edebiyatı yapıp, mangalda kül bırakmazken; pratiğe gelince, Kamu malından siyasi ve bürokratik ekibin, nüfuz üzerinden yapmış olduğu kamu malı hırsızlığını “Hırsızlık” ve “Suç” olarak kodlayamama; “Hukuk” a dönüştürememe ve halkın da, bunu, “norm-al” görme ikiyüzlülüğü: “Bal tutan, parmağını yalar.” “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.” “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” “Kazı-Kazan (Kumar).” “Nerde beleş, orda yerleş.” “Sallabaşını, al maaşını.” “Gecekondu (Gasp)”. “Emsal (Rant)”…

Başlıkta alıntıladığım Kerkük türküsünde geçen “dayanma” ve “yanma” metaforları, vicdanın kararmasını, dumura uğramasını, çürümesini ifade eder. Vicdanın çürümesi, Ruh’un ölmesi veya Şeytan’a (kibir-gurur-aldatma-ayartma) satılmasıdır. Halk arasında bu durum: “Tuzun kokması” veya “Sözün bitmesi” olarak ifade edilir. Birkaç şekilde tezahür eder: 1- Kendini Kandırma. Kendini kandırmanın kendi içinde iki çeşidi vardır: a) Arzu ve içgüdülerine uyma (Heva): “ Hevasını ilah edineni gördün mü?” (45/23). b) İçinde yaşadığı toplumu/geleneği (süper-ego) nihâi hakem yapma şeklinde gerçekleşir (“El-âlem, ne der?” veya “Herkes, öyle/böyle diyor”): “Çirkin bir iş işlediklerinde, “Biz, atalarımızı bunun üzerinde bulduk; Allah da bize bunu emretti” derler.” (7/28). 2-Kesin-kör inançlılık/taklit ve dogmatizm-cehalet olarak somutlaşır. 3-Sözün, eylemden/amelden/fiilden kopuşu/ikiyüzlülük, gevezelik, dırdır: “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyleri, niçin söylersiniz?” (61/2). 4- Yalan söyleme. 5- Başkalarını ve söylenenleri dinlememe: “Sen, (vicdanı) ölülere dinletemezsin.” (30/52). “Sen, kabirlerdeki (vicdansız) ölülere sesini/sözünü duyuramazsın.” (35/22). “Kâfirler, Ahirette derler ki: “Şayet düşünseydik veya dinleseydik, şu alevli ateştekilerden olmazdık” (67/10). 6- Hayâsızlık, fahşâ, şerefsizlik-onursuzluk. Ar/hayâ, İslam’da kişinin, başta Allah’a, kendine ve kamuya karşı –ahlaki bağlamda- saygısızlık yapmaması anlamında imandan kaynaklanır.

RUHU VİCDANI DİRİLTMENİN İMKANI

Din-İman, ruh-vicdan üzerine kurulur. Kur’an’ın dediği gibi ancak vicdanı (lübb/fuad/basiret/ruh) olanlar düşünüp ibret alıp iman edebilir (2/269, 3/7, 13/19…). “Kur’an’ı, vicdanı diri olanları uyarman için indirdik.”(36/70). Ruh-Vicdan ise, güneş sistemi, eko sistem ve insan mükemmelliği üzerine hayretten doğan bir ahlaki düşünme ile oluşur. Nebi Nuh ve İbrahim’in kurucu önderliğini yaptığı Tek Tanrıcılık dininin ahlak davasının temeli olan Ruh-Vicdan da, tabiatta, toprakta, yerde, yuvada, yurtta, sılada, memlekette, meskende, mahalde/mahallede, evde-ailede oluşur. Bugün Modern Teknoloji, insanı her biri birer “ayet” olan Güneş sistemi, Eko sistem ve insan mükemmelliği üzerinde düşünmekten kopararak, Heidegger’in dediği gibi, onu bir kafes içinde çepeçevre kuşatmıştır (Gestell). Bu durum, ipek böceğinin son derece teknolojik olarak ördüğü kozanın içinde kalıp ölmesine benzer.

Modern İnsan “Tekno-City”lerde böceğe dönüştürülmüştür. Taş, toprak-tuğla, ağaç-ahşap, börtü-böcek, çim-çayırdan (doğadan), orta boy kasaba ve şehirlerden beton-asfalt, cam-çelik, teneke, plastikten oluşan metropollere sürüklenme/göç, insanı solucanlaştırdı. Modern ulaşım vasıtaları, insanları birer “Turist” e çevirdiği gibi. Modernite ile birlikte Ruhtan zekâya geçiş ile masumiyet-masuniyet gerilerken; kurnazlık-kurtluk gelişti. İnternet-iletişim, insanların kalbini/ruhunu kalbura çevirerek delik deşik edip onu malumat manyağına çevirmiştir. Herkes, elindeki telefonun içine düşerek kaybolmuştur. Artık bir birimizin yüzüne bakamadığımız gibi; bir birimizle sohbet, muhabbet ve dostluk edemez hale geldik. Modern “birey”, kum tanesi gibi hafızasız, hatırasız, vefasızdır. Zira bunlar, ruhun/vicdanın yordamlarıdır.

Doğa, Tanrının “ayetleri” ve rahmeti olarak burnumuzun dibinde/etrafımızda duruyor. Rahmetli Nurettin Topçu’nun dediği gibi: “İnsanlık, tekrar doğaya dönmeden; Tanrı’ya (Ruh-Vicdan) dönemeyecek.”.

“Doğaya dönmek”, şehri terk etmek anlamına gelmiyor; şehirleri, ipekböceği kozası/kafes olmaktan çıkarmayı ifade ediyor. Tanrı, ruh ve vicdanın küpüdür. Allah’a şükür, Allah’ın bizim için örnek bir “Vicdan Çalışması/gayreti” olan Kur’an, tahrif olmadan insanlığın elinde bulunuyor. Tanrı, inayetini ve rahmetini insanlıktan esirgemez. Yeter ki insanlık, son üç yüz yıldır düçâr olduğu vicdansızlık-ruhsuzluk yani Batılılaşma ve Amerikanlaşma (Teknolojikleşme-Tanrılaşma) günahından tövbe etmeye karar versin.

“Müslüman” olduğunu iddia edenlere denecek şey ise: Güneşi (Ruhu-Vicdanı-Kur’an’ı) ceketinizin astarında (Teolojide) kaybettiniz; dinin ocağını söndürdünüz; elinizdeki “Vicdan Çalışması/gayreti”nı okuyarak kendinize/özünüze (lübb-fuad-basiret) gelebilirsiniz: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamaktan ve kendilerine inen hakikatten etkilenerek kalplerinin ürperme zamanı (hâlâ) gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, -aradan uzun zaman geçince- kalpleri katılaşan (Yahudi-Hristiyan)lar gibi olmasınlar. Onların çoğu, fasık (doğrudan yana görünüp, aslında ondan sapmış ve onu terketmiş) kimselerdir.” (57/16).

“Asrın Felaketi”: Asırların Cehalet-İhmal ve İhaneti

Üst üste yaşadığımız Deprem ve Sel felaketlerinden sonra, felaketlerin “görülmemiş” devasa boyutları ileri sürülerek(“Asrın Felaketi”) özünde masum doğa olaylarının ciddiye alınmaması ve ahlaki karakterimizin zayıflığı sonucu “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesini görmezden geldik ve utanmadan-ikiyüzlüce, dindarlık ayağına yatarak kurnazca Tanrının üzerine atmaya çalıştık veya “Fail-i meçhul” leştirmeye çalıştık. Uzun zaman ve yaygınca işlenen müşterek ve müteselsil cehalet, ihmal ve ihanet suçlarının sonucu ağır olunca(felaket-afet), üstlenmekten kaçınıp; dindarlık kisvesinde “Kadere-Kazaya Rıza” adı altında bir iftiraya, kurnazlığa, ahlaksızlığa imza attık. Örneğin, deprem felaketinin sonuçlarının bu kadar ağır olmasının sebebi, “İmar Affı” denen müşterek ve müteselsil büyük günahta herkesin yani siyasi erkin, yerel yöneticilerin, bina üreticilerinin ve mülk sahiplerinin ortak olmasıdır.

Bu günahın iç-boyutları ise, mimari estetiğin farkında olmama, nedenselliğin inkârı, hırsızlık ve havadan para kazanma hırsıdır. “Kentsel Dönüşüm” ve “TOKİ”, depremin “felaket” e dönüşmemesi için geliştirdiğimiz yöntemlerdi. Ancak, “Cehalet-İhmal ve ihanet” teslis günahına keffâret olarak yetmedi. Bu yazıda “Asrın Felaketi” kodlaması ile arkasında gizlediğimiz 1400 yıllık bireysel ve toplumsal yani “Müşterek ve müteselsil” cehalet(cehalet, mazeret değil; suçtur), ihmal ve ihanetin teolojik ve politik-iktisadi genetiği üzerinde duracağız.

1- KUR’AN VE TEOLOJİK KIRILMALAR (SÜNNİLİK)

A-) Vicdanın Dumura Uğratılması

Kur’an’daki ilahi gayretin, Allah’ın yaratılışta insana verdiği vicdanın, Arapların katı-müşrik-muhafazakâr/gelenekçi tarihsel-toplumsal yapı içinde donmuş, mayalanmış, körelmiş halini tekrar diriltmek olduğu rahatça görülür. Allah, insanlarla “beraber” hareket eder. Onları kendine “dost” edinmeye çalışır. İzzet/onur/şeref/haysiyet, ortak olarak Allah’ın, Peygamberin ve müminlerindir(63/8). Allah’ın emir ve nehiy, helal ve haramlarının ışığında/örnekliğinde müminlerin vicdanı da fetva-hüküm verme makamındadır. Allah’ı ve peygamberini yansılamak asıldır. “Rabb-Abd” ilişkisi, köleci bir toplumda arizî/geçici kavramsallaştırmadır. Evrensel değildir. Bir önceki vahiyde(İncil) ilişki, “Baba-oğul” olarak ifade edilmiştir. Evrensel olan: “Ezeli Misak=Sözleşme”dir(7/172).

Ancak İmam Şafii’nin kurmuş olduğu “Fıkıh Usulü”, bunun tam tersini vazetmiş; Kur’an ve Sünneti-Hadisi mutlaklaştırarak müminlerin vicdanlarını dinde-ahlakta devre dışı bırakmış/dumura uğratmıştır: “(Bütün)hakikat, Allah’ın ve Resulünün söylediğidir; geri kalan, şeytanın vesveseleridir.” sözü ona aittir. Sünniliğin taklide dayanan “İlmihal” ve “Amentü/Akaid” dindarlığı, buradan türemiştir. Ancak diri iman ve canlı vicdanın gerçekleştirebileceği kallavi salih amelleri ıskalıyarak, kör-ezber İtikat ve itiyat haline gelmiş ibadetler ile Tanrı’yı kandırma girişimi(9/19, 29/2), -Spinoza’nın dediği gibi- kitlelerin yaygın ve kurnaz tutumudur. Diri iman ve canlı vicdanın yani takvanın motoru Kur’an’da düşünmedir(tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, basiret, nazar, rey…). Dinde düşünme bitip, taklit ve dogmatizm başlamışsa; dinin ocağı sönmüş demektir. Kur’an’ın, İnsanlık için “rahmet/hidayet” ve Araplar için “şeriat” olduğunu ulema tefrik edememiştir. Vicdanı diriltmeye gelen nasların mutlaklaştırılmasının, Müslüman bireyin vicdanının dumura uğratması yetmiyormuş gibi; daha sonraları oluşan “Şeyh-Tarikat” yapıları, müminlerin iradelerini “Fena” halde felç ederek; onları, mukallit koyun sürülerine benzer halde köleleştirdi. “Dört halife” ve “Sahabe” örnekliklerinin, ahlak kahramanlıklarının, gümrah kişiliklerin tarihi süreç içinde giderek sönümlenmesi ve böyle kişilerin çokça görülmemesi, bahsettiğimiz vicdan körelmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Tohumun(Kur’an-Peygamber) etrafına plastik bir kap-perde-tıkaç geçirilmiş(mutlaklaştırma); ışıması, çiçeklenmesi, meyve-ürün vermesi engellenmiştir.

B-) Özgür İradenin Felç Edilmesi (Kader/Cebir)

Kur’an, insanın denenme bağlamında ortaya koyduğu ahlaki fiillerin tümünden sorumlu tutulacağını defaatle ve açıkça ortaya koyduğu halde ve Mutezile-Maturidilik tarafından da kolayca görüldüğü halde; Eş’arilik, kurnaz veya cahilce bir “dindarlık(tazim)” iddiası ile insanın fillerinde özgür olmadığını; tersine, fiillerine zorlandığını(cebir) ileri sürdü ve Sünniliğin resmi görüşü bu oldu. Müslim’in Sahih’inde geçen ve Cebri/Kaderciliği öğreti haline getiren . “Sizden biriniz ana rahminde kırk günlük olunca bir melek gelip rızkını, ecelini, cennetlik mi cehennemlik mi….. olacağını yazar.” hadisi, Mutezilenin erken dönem temsilcilerinden Amr İbn Ubeyd’e sorulduğunda, o, şöyle demişti: “Bu hadisin ravilerinden olan A’meş yalancıdır. Dolaysıyla bu hadis doğru olamaz. Velev ki, bu hadis doğru olsa ve ben de Hz. Muhammed’in yanında olsaydım; ona karşı çıkardım. Bu söz, “hadis” değil de, “ayet” olarak inseydi; o zaman Allah’a derdim ki: “Bizden aldığın misaka ters.”( Muhammed Salih, Amr İbn Ubeyd ve Arauhu’l-Kelamiyye. Kahire. 1985.s 121.) Mutezilenin, yüz yıl içinde boğulması, Maturidiliğin periferiye çekilmesi, meydanı/merkezi Eş’ariliğe bıraktı ve resmi mezhep/ideoloji haline geldi. Sonuç: İradenin felç olması.

C)- Doğal Nedenselliğin Reddi

Kur’an, Evrenin/her şeyin/oluşun(kevn ve fesad) bir matematik(bihusbanin-55/5, 18/40) ve bir ölçü ile(bikaderin) olduğunu(18/45, 54/49), yani kaos yerine, kozmosun/nedenselliğin egemen olduğunu ileri sürdüğü ve bunu Allah’ın mükemmelliğinin bir gereği-kanıtı olduğunu(Ayet) ifade ettiği halde; Kelamcılar(Mutezile ve Eş’arilik) kendilerince –mucizeye yer açmak için- “Atomculuk(Cevher-i fert)” ve “Adet” teorileri ile buna karşı çıktılar:

“Doğa olayları, hem Mutezile hem de Eş’arilere gör Allah’ın fiilleridir. Her iki mezhep de, sanki varlıklar arasında sebepliliğe bağlı bir ilişki bağı gibi görünen olguyu “iktiran=yakın durma”; bu ilişki ağındaki düzenlilik ve kurallılığı ise “Adet” kavramı ile açıklar….Kendi zannımızca kırmızıya boyadığımızı düşündüğümüz şu bezi boyayan aslında biz değiliz; aksine, kırmızı boya beze temas ettiğinde, Allah bezde bu rengi meydana getirmiştir. Biz ise, boyanın beze geçip ona rengini verdiğini sanırız. Oysa, durum böyle değildir….Mutezilenin sebeplilik konusundaki tavrı, özü bakımından Eş’arilerden farklı değildir. Bu iki mezhebe göre sebeplilik, olaylar arasında zorunlu bir ilişki olmayıp; birliktelik ilişkisidir(iktiran). Ortaya çıkan fiil ise, Allah’ın hür iradesinden çıkan bir fiildir. Doğada gözlemlediğimiz düzen ve kurallılık ise, “adet”ten ibarettir. Ateşin odun ile teması halinde onu tutuşturmasını beklememiz, bir alışkanlıktan ibarettir. Bu “adet” fikri, bazılarının sandığı gibi Gazzali’nin geliştirdiği bir fikir değildir. Gazzali’nin doğumundan yaklaşık kırk yıl önce vefat eden Mutezili Kadı Abdulcabbar’ın ve mezhebinin de temel fikridir.”(M.A.Cabiri. Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı. Çev.B.Köroğlu-H.Hacak-E.Demirli. İst. 1999. S 267-268)

Ontolojik bağlamda İslam Teolojisinin, “nedenselliği(ittisal)” Allah’ın mutlak mükemmelliğinin bir tecellisi olarak görme yerine; atomları sürekli bir araya toplayıp dağıtan(tecviz) sürekli yaratma teorisi, Müslüman bireylerde nedenselliği, merak etmeyi yani bilimsel keşifler yapmayı büyük ölçüde öldürdüğü gibi; zamanla keramet, sihir-büyü, simya, tılsım ve müneccimliğin gelişmesini terviç etmiştir. Nedenselliğin inkârı, mantıksal düşünmeyi dumura uğratmıştır. Arabesk-Pop şarkıcısı Azer Bülbül’ün: “Her an her şey olabilir; bugün bana, yarın sana.” dizeleri, bu her şeyin “mümkün” olduğu ontolojinin sosyal psikolojisini yansıtır.

D-) Şura’nın Saltanat’a Dönüştürülmesi

Kur’an, kamusal sorunların(siyaset) kamunun tümü tarafından ortaklaşa, omuz omuza, tartışarak, oydaşarak, icma ile(Şura) ile çözülmesini önermişti(19/29, 42/38). Hz. Muhammed ve arkadaşları da öyle yapmışlardı. İlk üç halife döneminde de bu ilkeye tam olmasa da riayet edilmeye çalışıldı. Ümeyye oğullarının (on ikiye beş kala gemiye binenler) zorla iktidarı ele geçirmeleri ile “Hamiyyetu’l-Cahiliyye” olan kabilecilik, çapulculuk(ganimetçilik) ve şiddete teşne olma, olduğu gibi geri geldi ve birer Kur’ani kavram olan “Cihad” ve “Fütühat” kavramlarının altında büyük ölçüde çalıştı. Taklit ve Tebiyyet(itaat-boyun eğme, biat), müslüman toplumların kaderi oldu. Emanet, ehliyet/liyakat, adalet ve şura ilkeleri üzerine kurulmuş Kur’anî siyaset, kişi kültüne-kutsiyetine-karizmasına dayanan “Hilafet-Saltanat” a dönüştü. Gökteki ilahın tekliği gibi; yeryüzündeki otorite de tekleşti(Zıllullah).

2- POLİTİK-İKTİSADİ KIRILMA: GANİMET EKONOMİSİ

Kur’an’ın nazil olduğu ortamda temel ekonomik faaliyet tarım(Medine-Taif) ve ticaretti(Mekke). Kur’an, özel mülkiyeti ve emek-üretim ve ticaret(alın teri) ile elde edilen kazancı meşru görür. İslam gelişmeye başladıktan sonra bir kazanç kapısı da, haklı-koruyucu savaşlarda elde edilen “ganimet”ler oldu. Hz. Muhammedin ölümünden sonra, ekonomik faaliyetin ağırlık merkezi kervan dizme, tarım ve hayvancılıktan, ordu tanzim ederek fütuhat yolu ile menkul ve gayrimenkul ganimet elde etmeye doğru kaydı. Öyle ki, Peygamber döneminde Cennetlik olmakla müjdelenen “Aşere-i mübeşşere(!)”nin, Emeviler dönemindeki fetihlerde elde ettikleri mal varlığı, tirilyonları buluyordu.(M.A. Cabiri. El-Aklu’s-Siyasiyyi’l-Arabi. Beyrut. 1990. s 99 vd). Abbasiler döneminde ganimetle birlikte tekrar ticaretin ve tarımın geliştiği bilinmektedir. İslam’ın taşıyıcısı ve koruyucusu ikinci halkı, Türklerdi. Onlar da, göçebe ve askerdi. İslam’ı seçtikten sonra tarım ve hayvancılık ile birlikte fütühat yolu ile “Ganimet Ekonomisi” onların da kârı idi. Her iki halkın kurdukları imparatorluklarda da toprak mülkiyeti Tanrı dolayımı(Allahlık) ile devletin ve saltanat ailesinin kontrolünde idi(Arpalık). Bu mal-mülk, “sözde” olsa da; gerçekte “tüyü bitmemiş yetimin” yani “herkesin” yani “kamunun” malı değildi; “hiç kimsenin” idi, “Allahlık” idi, “Miri malı” idi. Dolaysıyla, kolayca sultan tarafından “peşkeş” çekilebiliyordu. Zira, Emek-üretim-ticaret ile değil; savaş ile fütuhat ile, ganimet olarak elde edilmişti-gasp edilmişti. Türkçe bir deyim olan “Haydan gelen, huya gider” sözü, bu “Orta-malı” olma durumunu, veciz bir şekilde ifade eder. Bu sözde “Hay” Allah’tır; ekonomik anlamı fütuhat yolu ile “ganimetten gelen” mal-mülk demektir. “Hu” da Allah’tır. Ancak, ekonomik anlamı, “boşa” harcama ve “israf” etmektir. Yani Şeytan işidir. Bu söz, Türklerin iktisat zihniyetini ve onun şuur-altını ele veren ve Tanrı’yı Şeytan ile koalisyona sokan dehşet verici ve tüyler ürperten bir sözdür.

3- SONUÇ

“El kâsibu habibullah=Emeği ile kazanan, Allah’ın sevgilisidir” ve “Dest be kâr, gönül be yâr=El, işte; kalp, Allah ile” diyen, kazanç ve mal-mülk edinmede emek-üretim-ticaret ve alınterini esas alan esnaf ve zenaatkâr lonca teşkilatı “Ahilik”, hem Selçuklularda hem de Osmanlılarda ciddi bir etkiye sahip olmuştur. Ancak Tasavvuf ve Tarikatların gelişmesi ve dönüşmesi ile Osmanlının (“Derviş Devlet”) ortalarından itibaren halkın dünya/iktisatla kurmuş olduğu yaşam bağlarının hayli gevşetildiği bilinmektedir. Ayrıca sultanlar, bu tarikatları kendilerine bağlı tutmak için Miri malından yani aslında “kamu” malından bunlara ciddi miktarda gayrimenkuller aktarmışlardır. Giderek kazanç sahibi/zengin olmanın yolu, emek-üretim-ticaret olmaktan çıkmıştır. Rahmetli iktisat tarihçimiz S. F. Ülgener, yapmış olduğu bilimsel çalışmalar ile bu gerçeği ortaya koymuştur: “…Refah seviyesi, emek ve istihsal yolu ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimai ehremın (piramidin) kaide ve zirvesine yakın bir noktada ve yer almak sureti ile tayin edilir.

Muazzam servet yığınlarının, uzun zaman tüccar ve müteşebbisten ziyade, siyasi nüfuz ve iktidar sahiplerinin elinde toplanmış olması, bunun en açık delilidir.” (S.F. Ülgener. İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası. İst. 1981.s 177). “Servet, (Osmanlıda) her şeyden evvel politik bir kategori olduğuna göre; gelir dağılımında gündelik geçim sınırını aşan bir pay sahibi olabilmenin en emin ve kestirme yolu, üst kademelerden bir yere çıkmak; -ya da daha kolayı-, oradakilere intisap etmektir.”(Ülgener, a.g.e. s 178) “Hülasa, kazanmak gibi tüketmek de iktisadi hayatın dışında ve ötesindedir…Servet ve nimete kavuşan, kendi emeğinin ve alın terinin mükâfatını mı görmüş demektir? Hayır! Sefalete düşen, tembelliğinin cezasını mı çekiyor? Asla! Mal ve servet edinmenin akla-hayale gelmedik ve bazen beklenmedik imkânlar etrafına sıralandığını görmekte bir nevi alışkanlık peyda eden ortaçağ mütefekkiri/şairi(Fuzuli), muazzam bir çalışmanın refaha; tembelliğin de yoksulluğa giden yol olduğunu hesaba katmamakta mazurdur: “Haris(muhteris), budalalıktan sanır ki, fakir kendi tembelliğinden fakir kalmış; zengin de, çok çalışmasından dolayı nimete erişmiştir.”(Ülgener, a.g.e,s180)

Heyhat! Siyaset ve İktisat/İnşaat sektörlerinde durum aynıyla –son yirmi senede de ivmesi hızlanarak- devam ediyor. “Asrın Felaketi” kodlamasını yapanlar, işlenen büyük günahın/suçun üstünü örterek “Fail-i Meçhul” hale dönüştürmek isteyen, bu muhterislerdir.

Deprem ve ‘Denenme’

1- DENENME NEDİR?

Vahiy/Peygamberlik kurumuna dayanan İbrahimî monoteizmin “Din” davası, insan cinsinin “Denenme” davasıdır. Bu dava, Kur’an’da “Emanet” (33/72) ve “Hilafet” (2/30) olarak isimlendirilmiştir. Denenmenin mevzusu, özgür irade ile donatılan insanın, Tanrının varlığına iman etmesi, insanın kendini ve hemcinsini -ahlaki bağlamda- ıslah etmesi (103/1-3, 67/2); Tanrı tarafından kurulan ekolojik dengenin korunması (55/7-9); yeryüzünün imar edilmesidir (11/62); ve bu süreç içinde karşılaşılan zorluklara, sıkıntılara, zararlara sabır/metanet gösterme ve bu uğurda Allah’tan yardım talep (dua) etmektir (2/250). Denenme, Kur’an’da “Bela” ve “Fitne” kavramları ile ifade edilir (21/35, 20/40). Denenme sürecinde zorluk/meşakkat ve kolaylık iç içedir (95/5-6). Deneme süreci acı, sıkıntı, zorluk, ıstırap içerir (90/4). Deneme ortamı olan yeryüzü, insan için “sayılamayacak kadar (16/18) nimet, hayır, rızık, lütuf, ihsan, ikramlarla dolu; hem de musibet veya şerr (kötülük) potansiyelleri muhtevidir. İnsan cinsi de hem hayır/ihsan işleme; hem de şerr/kabih fiiller ortaya koymaya müheyyadır (91/7-10). Denemeyi kazanan, başka bir “Dünya (Ahiret)”da ödül (Cennet); kaybeden ise, ceza (Cehennem) ile karşılanır.

2- ALLAH: KÖTÜLÜ ORTAMI ‘YARATAN’ MI YOKSA KÖTÜLÜK ‘YAPAN’ MI?

Kur’an’da Allah, kendini “Deneme Ortamı/Zemini” yaratan olarak gösterir. Bu ortam, sayılamayacak kadar nimetlerle ve İnsana dokunma ihtimali/imkânı olan bazı kötülük (musibet-şerr) potansiyellerini mündemiç/muhtevidir. İnsanın kötülük yapma kabiliyeti ve doğadaki/yeryüzündeki depremler, yanardağ patlamaları, salgın hastalıklara sebebiyet veren virüsler, kasırgalar, orman yangınları, kuraklık…vs, bunlardandır. Kur’an’da “Musibet” veya “Şerr” olarak nitelenen bu olgusallıkların Allah’ın ilmi ve iradesi ile yeryüzüne konulduğu, gayet açıktır: “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan (olgusal olarak gerçekleşmeden) önce, bir yasa ile belirlemiş olmayalım. Şüphesiz bu, Allah için kolaydır.” (57/22). “Allah’ın izni olmadan, hiçbir musibet başa gelmez.” (64/11). “Allah’ın yasasında olmayan hiçbir musibet gelip bize dokunmaz.” (9/51). Müminlerin ağzından çıkan bu son değerlendirme, insanların/müşriklerin müminlere saldırma/savaş açma potansiyelini ifade eder; yoksa Allah’ın, müşrikleri, müminlerin üzerine (hâşâ) kışkırtmasını/salmasını değil. Allah, “olay(musibet)” çıkaracak bir ortam yaratmıştır; musibet olaylarını Allah “çıkarmaz”. İnsanların, kendi iradeleri ile hazırlayacakları ve denenecekleri fesat, felaket, ihtilaf, ayartı, zulüm, baskı, kargaşa… (Fitne) ortamlarında, günahsız-masum insanlar bile harcanabilir (8/25). Kur’anda hiçbir yerde “musibet” ve “şerr” fiillerinin “failliği”, Allah’a nispet/izafe edilmez.

Özetle, Allah, “Olağan-üstü Hal” dönemleri olan peygamber gönderdiği toplumların mucize talebinde bulunup, sonra da inat ve inkârda ısrar ettikleri için “Helak” ettiği kavimler hariç (5/111-115,43/55…); “kast-ı mahsus” olarak, hedef gözeterek, bir kötülüğü (musibet-şerr) manipüle ederek insanlara “Bakayım, bunlar, bu kötülük/azap/işkence, zarar, sıkıntı, ölüm, yaralanma… üzerine bana isyan mı edecekler; yoksa sabır gösterip kabullenecekler mi?” diye bir şey yapmaz. Böyle bir davranış Rahman, Rahim, Adil, Hikmet sahibi bir Allah’a yakışmaz. Bu ahlaki karakter, Kur’an’da “Sünnetullah” olarak nitelenir (33/62, 35/43). Oysa iman etmek başta olmak üzere, insanları ıslah (salih amel) ve yeryüzünü imar etme “İmtihan Davası” uğrunda girişilen çabalar (cihad) esnasında karşılaşılan musibet ve şerr(kötülük)lere sabretmek ve Allah’tan dua ile yardım talep etmek anlamlı olabilir. “…sabredenleri müjdele” (2/155) ihbarı, dâvâsı olan bir denenmeyi kazananlara yapılmıştır; yoksa “sabretme”nin bizzat kendisinin bir “dâvâ” olduğu bir denenmeye değil. Önceki bir yazımda belirttiğim gibi, musibet potansiyellerini “Felaket” veya “Afet”e dönüştüren, insanların cehaletleri, ihmalleri, ihanetleri, zafiyetleri ve sorumsuzluklarıdır. Failleri müşterek ve müteselsil olarak insanların kendileridir ve çoğuldur (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…)

3-SÜNNİLİK VE MU’TEZİLENİN HATASI

Eş’arîliğin, “Efalu’l-ibad= insanların iradi fiilleri” dahil olmak üzere, bütün doğal musibetlerin de “Kast-ı mahsus” olmak üzere, “Hikmetinden sual olunmayan” bir Allah tarafından irade edildiği-yazıldığı ve yaratıldığı (Kader) görüşünde olduğu müsellemdir. Sünnîlik, doğal musibetleri Allah’ın insanlara ihtar, ibret, ikaz, ceza/kefaret ve sabır gösterip göstermeyeceklerini görmek için gönderdiği kanaatindedir. Maturîdîlik ve Mu’tezilenin, insanların iradi fiillerinin kendilerine ait olduğu ve yaptıklarından sorumlu oldukları görüşünde oldukları da bilinmektedir. Ancak, doğal musibetlerin Allah tarafından insanlara musallat edildiği konusunda Mu’tezile ve Maturîdîlik hemfikirdirler. Mu’tezîlî Şerif El-Murtaza, 2/155 ayetini delil göstererek musibetlerin “Failliğini” Allah’a izafe ederken; insanlardan sadır olan kötülükleri, insanlara izafe etmektedir (Şerif el Murtaza, Cebir ve Kader Kıskacında İnsan Özgürlüğü. Çev. M. Esen. Ank. 2012. s. 35 vd.). Bu ayetin ifade ettiği anlamın “Denenme Ortamında kötülüğün mündemiç olması” olduğu; kast-ı mahsus olmak üzere herhangi bir topluma veya kişiye yöneltilmesinin/hedef alınmasının ilahi hikmet gereği mümkün olmadığını belirtmiştik.

Mu’tezilenin geç dönem ünlü temsilcilerinden –Sünnî etki altında olduğu bilinen- Kadı Abdulcabbar da, insana dokunup ona “elem” veren musibetleri, “ibret” ve karşılığının Ahirette “tazminat (ıvaz)” olarak ödeneceği Allah’ın fiilleri olarak görmektedir (Kadı Abdulcabbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse. Kahire. 1988. s. 458-459). Hasılı, Mu’tezile de Allah’ın, dünyada insana acı, ölüm, hastalık, ıstırap, zarar…veren musibetleri insanlara “kast-ı mahsus” olarak verip; karşılığında Ahirette onlara ödül vereceği şeklindeki “Hikmetsiz” bir işi/eylemi/fiili Allah’a yakıştırabilmektedir. İnsanların kendileri veya geçmiş nesillerin cehaleti, ihmali veya ihaneti ile müşterek ve müteselsil sorumsuzlukla meydana gelen musibetlerde, felaketlerde veya afetlerde ölenlerin/kurbanların, “şehit” olduğu yorumu da, özü itibari ile yanlıştır. Ölenlerin yakınlarını teskin etmeye dönük bu yorum, bir doğa olayının, örneğin Depremin “felaket” e dönüşmesinin faillerinin sorumluluğunun üstünü örtmekte ve felaket olayını (musibet-şerr) doğrudan Allah’a hamletmektedir. Oysa Allah: “İçinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmayıp, masumlara dokunacak bir fitne, fesat ve felaketten sakının” (8/25) diyerek, insanın içinde bulunduğu denenme “risk”inin ciddiyetini vurgulamaktadır. Haşa, bu fitnenin (felaket-işkence) “faili” Allah değildir. Felaket ve Afetlerde ölenler için “Allah rahmet eylesin” ve yakınlarına: “Allah, sabir ve metanet versin” duaları yapılabilir.

4-SONUÇ

Kur’an: “Allah’a iftira edenden daha zalim kim vardır?” (6/21, 93, 144; 10/17, 11/18, 39/68…) ve “Biz, insanlara zulmetmeyiz; fakat, insanlar, kendi kendilerine zulmederler.” (11/101, 16/118, 43/76…) diye buyurmaktadır. Sünnîlik ve Mu’tezile, insana elem ve ölüm doğurabilen musibetlerin/şerlerin, Allah tarafından “kast-ı mahsus” olmak üzere hedef gözeterek ihtar, ikaz, ceza, kefaret, temizleme… amacı ile insanlara isabet ettirildiği yorumu ile Allah’a iftira etmektedirler. Bu yoruma göre, insanlığın musibetleri azaltma faaliyeti, örneğin, insan ömrünü uzatma (Avrupa’nın ortalama ömür süresi orta çağlarda 17 sene iken; şimdilerde 80-90), hastalıkları önleme, felaketleri-afetleri azaltma, sakat doğumları önleme… faaliyeti, Allah’ın ikaz, ibret, ihtar, kefaret… işine karışma, onun iradesine karşı çıkma-meydan okuma anlamına gelmektedir. Bu işte de başı çekenler, tek bir Tanrı’ya inanmayan Japonlar ve son iki yüzyıldır “Tanrının Ölümü”nü ilan eden Avrupalılar gelmektedirler. Sünnîliğin meşhur bir “Hadis”i itikat haline getirdiği gibi, eğer: “Dünya, müminin cehennemi ve kafirlerin cenneti” ise; Kur’an, neden: “Rabbimiz, bize Dünyada da Ahirette de hayır ve ihsan ver.” (2/201, 7/156) diye dua etmemizi istemektedir?

Felaketlerden sonra müminlerin başvurdukları ve dillerine pelesenk ettikleri: “Allah’ım, ülkemize bir daha böyle bir felaket gösterme.” İfadesi, sanki felaketi gönderenin/failin Allah olduğu inancına dayandığı için, külliyen yanlıştır ve Allah’a iftiradır. Sonuç olarak cehaletin, dogmatizmin, taklidin yaygın olduğu dinsel toplumlarda bir kanaatin/yorumun yaygın kitleselliği ve uzun süren ömrü/tarihi, onun doğruluğunun delili/kanıtı olarak görülür. Oysa Allah, Kur’an’da daima gerekçeli, key, izen, hatta, lealle…) konuşur; delile, burhana, beyana, hikmete ve ilme dayanır. Tezlerimize itirazı olan, Ebu Hanife’nin “Bir ayetin nüzulünü/sübutunu inkâr etmeden; tevilinde yaptığı hatadan dolayı kimse tekfir edilemez” muhalled ilkesi gereğince, tekfir etmeden, terbiyeli ve gerekçeli bir şekilde konuşsun.

Doğal felaket afet ve kader

Allah, Dünyada kendine benzer (Esmau’l-Hüsna) özgür iradeli bir varlık olan insanı yaratıp onu ahlaki bağlamda denenmeye tabi tutarak (din) riske girmiştir. “Risk” kavramı, bu bağlamda insandan beklentisinin hasıl olup olmayacağı anlamındadır(80/23). Zira Allah, insanı, O’nun beklentisi (iman-salih amel/cennet) doğrultusunda zorlamamıştır. Denenme olgusu (Bela-Fitne), doğal kötülüklerin (şerr-musibet) ve doğal iyiliklerin (rızık, nimet, lütuf, ikram) olduğu riskli bir ortamda gerçekleşmektedir (2/155, 21/35). “Biz insanı acı, sıkıntı, zorluk, gerilim (kebed) ortamında yarattık” (90/4). İnsanın kendisi de iyilik ve kötülük (hayır-şerr) kabiliyetleri ile yaratılmıştır (91/7-10) ve herkes, -hem Dünyada, hem de Ahirette- yaptıklarının rehinidir(52/21,74/38). Allah, kendini ve insanı riske açmıştır/atmıştır. Riske giremeyen, “Tanrı” olamaz; oyun oynar. Allah, İnsanı yaratmakla, oyun(abes) oynamadığını vurgulamıştır(23/115). Tanrı’ya “kötülük” –yapmayı değil-; yaratmayı (Teodise) layık görmeyen çocuksu teolojiler (Örneğin: Hristiyanlık-Yahudilik), “Denenme” olgusunun ciddiyetini doğru kavrayamadıkları için, insanların dinden çıkmasına sebep olmuşlardır: 1755 Lizbon Depreminden(doğal kötülük) sonra Hristiyanlıktan; Hitlerin yaptığı Holokosttan(insani kötülük) sonra da Yahudilikten irtidatların arkasında yatan budur.

Doğadaki nesnelerin/şeylerin birbirinden farklı olarak tasarımlanmaları ve nedensellikle tekrar eden doğa olayları, Kur’an’da “Kader-Takdir” kavramları ile nitelenir(25/2, 13/8, 36/39, 87/3…). Bunlardan bir kısmının insan cinsi ile irtibatından ölüm, zarar, acı, ıstırap, sıkıntı doğurmasından dolayı; insanlar tarafından, “Felaket” veya “Afet” olarak isimlendirilmiştir: Deprem, yanardağ patlamaları, virüslerin sebep olduğu hastalıklar (pandemiler), kasırgalar, kıtlık-kuraklık, sel-heyelan, çığ, orman yangınları vs. Bunlar, aslında doğanın kendini sürdürmesinin ontolojik unsurlarıdır. İnsanların kendi özgür iradeleri ile doğurdukları savaşlar ve zulümler de, “kötülük (şerr)” örnekleridir.

Bunlar, “denenme” ortamının potansiyel risk unsurlarıdır. “Deneme/Din”, bu kötülükleri azaltma çabası; yani yeryüzünü “imar” etmek ve insan cinsini “ıslah” etmektir. Bu süreçte karşı karşıya kalınan zorluklara direnmek(sabır)tir (2/155). Allah, herhangi bir kötülük potansiyelini, herhangi bir insan topluluğuna “denenme” olsun diye manipüle etmez, özel olarak yönlendirmez. Kötülükler, doğadan veya insan iradesinden doğar. Peygamber gönderilen toplumların, onlara karşı ortaya koydukları kötü tavırlar sonucu gerçekleşen “Helâk”lar, “Olağanüstü Hal” kanununa göre gerçekleşmeleri, bunun dışındadır (5/111-115).
Normal durumlarda insanların karşı karşıya kaldıkları kötülükler (Musibet), insanların kendi ihmalleri (yapmadıkları) veya iktisapları(yaptıkları)ndan dolayıdır (30/41, 39/51, 42/30, 44/38…). Bir doğa olayının, insanlar için “felaket” veya “afet” durumuna (musibet) dönüşmesinin sebepleri, insanların cehaletleri/ihmalleri, zafiyetleri veya ihanetleridir. Bunların doğurduğu sonuçları, “Kader” kavramı ile Allah’ın üzerine atmak, iftiradır ve zulümdür. Kur’an’ın “Kader” kavramı (kuş uçar, taş düşer, fay kırılır…) ile Sünniliğin “Kader” kavramı arasındaki fark budur.

Allah ile insan arasındaki ahlaki ilişki Kur’an’da “Sünnetullah (33/62, 35/43)” kavramı ile ifade edilir; “Kader” kavramı ile değil. Bu ilişkinin işletilmesi de, insanın özgür iradesine bağlanmıştır: “Bir toplum, kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (13/11) veya “Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” Yani küllî irade, cüzî iradeye bağlıdır.

Deprem konusunda “Fetva” mercii Jeologlar ve Deprem bilimcilerdir; ilahiyatçılar değil. Örneğin, deprem bilim profesörü Naci Görür’ün: “AFAD’ın “Afet Bakanlığı”na çevrilmesi gerekir” önerisi, doğrudur. Turizm geliştirmek için “Bakanlık” kurmaktan bin kat daha elzemdir.

Cumhurbaşkanının, son depremden sonra bölgede halkla konuşurken sarf ettiği: “Olanlar oldu; bunlar, hep kader planının içinde olan şeyler” cümlesi, Sünnîliğin geliştirdiği “Kader (Cebir)”in ifadesi olarak, Kur’an açısından külliyen yanlıştır. Fay hattının kırılmasının doğurduğu “felaket” sonucu için: “Allah’tan geldi” yargısı doğru değildir. Fayın kırılma “kanunu”, Allah’ın Kaza ve Kaderidir. Bunun “Felaket” veya “Afet” e dönüşmesinin sebepleri cehalet, ihmal, zaafiyet ve ihanettir. Failleri müşterek ve müteselsildir. Anadolu kıtasındaki fay hatlarının kırılma tarihleri ve periyotları geriye doğru (Bizans-Osmanlı) bilindiği halde; fay hatları üzerine yerleşke (şehir-kasaba-köy) kurmak cehaletin, ihmalin, zayıflığın (“Bir şey olmaz”) sonucudur. Felakete sebebiyet veren failler mülk sahipleri (meskûn), bina yapanlar (müteahhit-mühendis) ve bunları denetleme sorumluluğunu üstlenen yerel yönetimler (Belediyeler) ve siyasal iktidarlardır. Depremi, Allah’ın “birilerine” ve bir “yere” kasdî olarak yönlendirilmiş eylemi anlamında “Kader” olarak öğreten Sünni alimlerdir. Yerleşkeleri, tarihte olduğu gibi, dağ eteklerine yapma imkânı olduğu veya depreme dayanıklı binalar yapma teknik imkânı olduğu halde; bunu yapmayan veya denetlemeyen herkestir. Tarım arazilerini/ovaları şehir, kasaba ve köye (emlak-arsa) dönüştürenlerdir. Felaketlerdeki ölümleri “Ecel-Kader” kavramı ile Allah’a bağlayan din alimleri-din adamları ve bu sakim yorumun işine geldiği siyasilerdir. İnsanın, kendi ihmali veya ihanetinin ortaya çıkardığı yıkım ve ölüm sonucunu, “Kader” veya “Ecel” kavramları ile Allah’ın üzerine atması, dindarlık görünümü altında ahlaksızlıktır.

Uzun süre sonra yıkıntılar altından canlı çıkarmak, yaşama tutunan ve onu kurtarmak için dişini tırnağına takan kahramanların mucizesidir. Kendisi mucize olan insanın ortaya koyduğu “mucize”dir.

Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de “ümran” faaliyeti, bugün yol-köprü, tünel yapmaktan önce, “Kentsel Dönüşüm” ve “Bina Denetimi”dir. Birinciler olmadığında,en çok zahmet çekeriz; ikinci olmadığında, kitlesel olarak ölüyoruz. Deprem coğrafyasında, fay hatlarını ve kırılma periyotlarını beyin korteksine kazımaksızın; yüz yıllar boyunca yığma taştan evler, betonarme çok katlı tabut/mezar binalar yapmak, akla ziyan bir tutumdur. 1939 Erzincan depreminden sonra, şehrin aynı mekânda yeniden yapılması, bunun bir örneğidir.

“Makasidu’ş-Şeria”ya göre yol, köprü, tünel yapmak “Tahsiniyyat (olmasa da, olur)”; kentsel dönüşüm ve bina denetimi, “Zaruriyyattır (olmazsa, olmaz)”. Gözle görünmeyen bir mefsedeti/riski bertaraf etmek/defetmek; gözle görülür bir menfaati celp etmekten/temin etmekten daha evladır.(Def-i mefasit, celb-i menafiden evladır.” Mecelle).

Deprem sonrasında halkımızın, İslam dünyasının ve insanlığın bölge halkına karşı gösterdiği dayanışma, İslami anlamda “Ruh”un (merhamet, paylaşma, dayanışma) henüz ölmediğinin bir kanıtıdır. Ancak, ruhun diğer parça olan kafa/akıl, mantık, tedbir(Japonya), bu coğrafyada olabildiğince zayıftır. Bir “akıl tutulması” mevcuttur.

Enkaz altından günlerce sonra kurtarılan 70-80 yaşlarında bir teyzenin, dışarı çıkmadan önce, -masum ve muhterem bir şekilde- bir “başörtüsü” talebinde bulunması, bu topraklarda “dindarlık” vurgusunun, ağırlıklı olarak nelere yapıldığı -ve nelere de yapılmadığının- manidar bir göstergesidir. Saçın görülmesinin günahı, imar affının günahından büyük olarak gösterildi. Oysa, “İmar Affı” kavramı, tek başına hem halkımızın, hem de onların yerel ve siyasal temsilcilerinin ahlaki-hukuki-dinsel karakterini ele veren “affedilmez” büyük bir günahıdır.

“Nush/nasihat ile uslanmayanı, etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Heyhat! Deprem “köteği” ile dahi uslanmıyoruz. “Bu, neden sürekli benim başıma geliyor?” diyorsan; bir şaman, bir “Ayet” gücünde şöyle der: “Ders, sen öğrenene kadar devam eder.” Ancak, “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet biter, ne de nasihat.” sözü, -maalesef- bu toraklarda söylenmiş ve bu toprakların ruhunu/karakterini ele veren en doğru sözdür. Bu deprem, bir kısmının kendini “Dindar”; bir kısmının da kendini “Çağdaş” olarak tanımlayan bir toplumun şehircilik, inşaat, mimarlık, mühendislik alanlarında ahlaktan-medenilikten yoksun olduğunu bir kez daha yüzüne vurarak el-aleme rezil etmiştir. Hasılı, toplum olarak “iş, ‘bildiğimiz’ gibi değil”; daha doğrusu, yaptıklarımız, “mış gibi”.

 

Türkiye’de Siyaset ve Hukukun Ağırlığı

1- SİYASET VE HUKUKUN DOĞASI

Siyaset, yeryüzünde dil/kavim/ırk, din-ideoloji, ekonomi-çıkar veya ahlaki saiklerden biri veya birkaçı ile oluşmuş bir toplumun kendini diğer toplumlardan ayırması, koruması ve kendini sürdürmesi (güvenlik) çabasıdır. Bu çaba, doğası gereği ahlaki olabileceği gibi; ahlaksız da olabilir. Meşru siyaset ve meşru iktidar örgütleyici, organize ve idare edicidir. Meşru olmayan ise yıkıcı, yok edici, zulmedici, zorlayıcı şiddettir. İnsanlık tarihi, bunun hikayesidir.

a)- Hukuk, bir toplumun, kendi iç düzenini, işleyişini adalet idesine ve eşitlik ilkesine göre herkesi bağlayacak şekilde kurallara bağlaması ve bunu devlet erki ile gerçekleştirecek kurumlar oluşturmasıdır. Adalet, insanların bedensel, zihinsel ve ruhsal potansiyellerini, imkânlarını açığa çıkarmak ve aktüelleştirmek için, onlara sağlanan fırsat eşitliğidir. Bunu sağlamayan düzen ve iktidar, zalimdir. Hukuk, hakkaniyete ve uzlaşmaya/konsensüse/icmaya dayanması gerektiğinden dolayı; pür pozitif bir kavramdır. Herkesin sığınabileceği bir melcedir. Hukuk söz verme, söz tutma ve “sözleşme” yapmak ve buna uymaktır. Haksızlığa, zora-zorbalığa dayanan; konsensüs/icma içermeyen kanunlar/yasalar, “Hukuk=Adalet” niteliği kazanamaz. “Kanun/Yasa Koyucu” nun ahlakî ve ilmî itibara veya konsensusa dayanan bir meşruiyeti/otoritesi vardır. Salt “Güç” ten bu otorite ve meşruiyet çıkamaz. Adalet ve onu icraya yetkili şiddet uygulama(devlet), hukukun özüdür. Siyaset ve Hukuk, doğaları gereği, dinamik olsalar da; Hukuk, daha müstakar/durgun, yavaş değişir iken; siyaset, daha hareketli ve dinamiktir. Hukuk, salt Rahmanidir; “Hakk”, Rahman’ın diğer sıfatıdır. Hukuk oluşturmak ve ona itibar etmek, Rahmanî bir tavırdır(Ribbiyyun-3/146, Rabbaniyyun-3/79).

b)- Siyaset, Rahmani olabileceği gibi; şeytani de olabilir. Rahmani siyaset, özü itibari ile adalet, insaf, hakkaniyet ve merhamete dayanır. Bu bağlamda siyaset iktisadi içgüdünün, ekonominin, sermayenin ve salt güç istencinin diktatörlüğüne karşı madunların, mustazafların, mazlumların, ezilenlerin, yoksulların, yoksunların adalet ve özgürlük arayışı olarak ahlaktır. Kur’an’da “Tağutluk” Firavun’ların, Karun’ların, Haman’ların, iş-birliği içinde siyaseti zorbalık, güç istenci, tahakküm, zulüm, fesat, saldırı, talan, hile… olarak icra etmeleridir. Kur’an, bu tarz siyaseti reddederek; siyaseti, pratik ahlak olarak vazeder. “Dost-Düşman” veya “Biz-Öteki” ayrımının en temel ve meşru kriteri, adalet ve zulümdür. “Emanet”leri (kamusal işleri), ehline verme işidir (4/58). Meşru olan siyasal fail, toplumu oluşturan herkes (şura) veya onun onay verdikleridir (42/38). Allah, 610-632 arasında gerçekleşen İslam’ın doğuşu esnasında, müşriklerin oluşturmuş olduğu “sürekli düşmanlık” ve “sürekli savaş” ortamlarında “Rahman” ve siyasal bir “fail” olarak müminlere eşlik etmiş; onları yönlendirmiş ve onlara yardım etmiştir.

2- TÜRKİYE’DE SİYASET VE HUKUK

Burada yapacağım siyasi ve hukuki tasviri, Türkiye Cumhuriyeti, kurulurken ve kurulduktan sonraki dönemde Dünya siyasetinin ve güç odaklarının, Türkiye üzerine olan etkilerinden bağımsız olarak değerlendirmek, yanlış olacaktır. Türk Toplumu veya Türkiye devleti, Kurtuluş savaşının önderlerinden bir grubun, diğerlerini tasfiye ederek “Devrim” yaparak kurdukları bir yapı/gövdedir. Kurucu irade, Tek-adam (M. Kemal) ve Tek parti (CHP)dir. Bu yapıyı, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na göre kurmuşlardır. Bu olgu, siyasal bir tasarruftur ve birinci cümlede söylediklerimizden ve Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden bağımsız olarak anlaşılamaz. Olgunun kendisi, anlaşılabilir bir hadisedir; ideal siyaset ve ideal hukuk açısından doğruluğu-yanlışlığı, ayrı bir tartışma konusudur. Hukuk da, bu irade tarafından oluşturulmuştur. Muhafazakâr halk yığınları, bu siyasal-hukuki tasarrufa genellikle pasif direniş göstermişlerdir. 1950’den sonra Demokrasiye geçilmiştir. Siyasi fail, halk olmuştur (DP). Zorla yapılan bazı “kanun” ları, “Hukuki” leştirmeye çalışmıştır. 1960’da Tek-Adam ve Tek Partinin “mirasçısı/ehl-i beyti” olarak kendini gören askeri bürokrasi, “Darbe” yaparak, meşru siyasal otoriteyi devirmiştir. Daha sonra, kendi güdümlerinde bir Anayasa (Hukuk) yaparak, tekrar demokrasiye geçilmiştir. Seçimlerle halk, tekrar siyasal iktidarı devralmıştır (AP). Bu tarihten itibaren siyaset, (Askeri) vesayet altında işlemiştir. Politik gidişattan memnun olmayan askeri vesayet, 1980’de tekrar bir “Darbe” daha yapmış ve bir müddet sonra demokrasiye tekrar geri dönülmüştür. Hukuk da bu darbeci irade tarafından dizayn edilmiştir. 1997’de tekrar bir “Post-modern Darbe” yapılmıştır (28-Şubat Süreci). Bu süreç de İki binlerin başına kadar sürmüştür.

İki binlerin başında Ak Partinin iktidara geliş ile birlikte demokratikleşme doğrultusunda gelişmeler oldu. Ak Parti, “The Cemaat” ile işbirliği ederek askeri vesayeti geriletti. Siyaset, siyasi “kumpas”lar ile (vesayetten) özgürleşti. Daha sonra da Cemaat, “illegal” olarak meşru hükümeti devirmeye kalkıştı (15-Temmuz). 2018’de referandumla “Başkanlık Sistemi” ne geçildi. Zamanla TBMM’nin yetkileri, Başkan’a devredilerek önce tedrici olarak “Parti Devleti” ne; oradan da “Tek-Adam” lık yönetimine evrildi. Siyaset, güçlenirken; hukuk ve hukuki kurumlar, giderek zayıfladı. Hukukun, siyasetin kontrolüne girmesi, adalet idesinin/ülküsünün, güç istenci tarafından boğulmasıdır.

Bunun genetik sebebi, tarihe dayanır. Müslüman toplumlar (imparatorluklar), Hukuku “kanun” ve “fetva”lar ile yapmışlardır. Kanunu, Padişah (“Kanuni”); Fetvayı kadı, şeyhülislam ve müftiler verirdi. Vicdanın aktif ve diri olduğu toplumlarda tikel durumları ahlaki hükme bağlama anlamında bu yol, adaleti gerçekleştirmeye daha yakın olabilir. Ancak, vicdanın dumura uğradığı durumlarda, bu tutum, “Kitabına uydurma”, “Hile-i Şeriyye” ve “Minareyi çalıp, kılıfına uydurma” şekillerinde mafyalaşmayı doğurur.

3- TÜRKİYE’DE SİYASETİN DOĞASI

İdeal anlamda siyaset, hukuki-kurumsal bir yapıya kavuşturulmuş devletin, Anayasal çerçevede işletilmesidir. Siyaset yapmanın saiklerine gelince, ideal olan, ahlaki bir sorumluluk ile kamuya hizmettir: “Honorial Duty” veya “Halka Hizmet, Hakka Hizmettir.” İkinci saik şan, şöhret, itibar, makam-mevki sahibi olma dürtüsüdür. Bu da, anlaşılabilir bir şeydir. Üçüncü saik güç istenci, tahakküm tutkusu, zorbalık ve şiddet içgüdüsüdür. Bu, tağutluktur, mafyalaşmadır, tehlikelidir, ahlaksızlıktır. Dördüncüsü, herhangi bir mesleği ve kariyeri olmayan, fırsatçı, muhteris, kurnaz, hilebaz insanların güç ve zenginlik, mal-mülk edinme çabasıdır. Siyaseti, bunun aracı olarak görürler.

Bizim gibi “Devrim” yapmış ülke ve toplumlarda bir diğer saik, “Toplum Mühendisliği” dir. Kitlelerin kimliğini devleti kullanarak zorla değiştirme-şekillendirme tutkusu. Oysa bizim gibi, imparatorluk bakiyesi toplum ve devlette siyaset, Toplum mühendisliği değil; Halıcılık ve Kuyumculuk gibi ince işçilik ve nezaket gerektiren bir sanat ve çaba olmak zorundadır. Modern Ulus-devlet aygıtı, egemenlerin (Burjuva sınıfı) kontrolünde “Kimlik Teknolojileri” geliştirerek (okul, hapishane, kışla, medya…) “Makbul Vatandaş” oluşturmaktadır. Oysa özgür toplumlarda Kimlik, uzun süreli, sivil-kültürel kurumlaşmalar ve etkileşmeler ile diyalektik olarak, kendiliğinden oluşur. Doğru ve ahlaki olan da budur.

Türkiye’de siyaset yapanların kahir ekseriyeti, ya toplum mühendisliğine soyunmakta veya mesleği-kariyeri olmayanların “meslek” edindikleri bir uğraştır. Meclisten çıkardıkları “kanun” ile iki yıl milletvekilliği yapmış birisi, emekli olup, en yüksek dereceli memur emeklilerinin aldığı maaş kadar kazanç elde ediyorlar. Asgari ücretli bir memurun en az beş-on katı gelir elde ediyorlar. Kamu imkânlarından/kurumlarından yok pahasına hizmet alıyorlar. Nalıncı keseri gibi, çoğunlukla kendilerine yontuyorlar: “Rabbena, hep bana”. Özel sektör ile devlet arasında “aracı-ortak” olarak gayri hukuki “iş” halledip, avantadan para kazanıyorlar. Bazıları kamudan hep çalıyorlar; bazıları da “çalıyorlar; ama çalışıyorlar” da. Devlet’in mülkiyeti ve yetkisinin “büyük” lüğü oranında, siyasetin gücü ve itibarı da, alabildiğine artmış oluyor.

Türkiye’de en itibarlı kişi düşünür, sanatçı, bilim insanı değil; bakan, milletvekilidir. Batı, bunun tehlikelerini bilfiil yaşadığı için ‘Kuvvetler Ayrılığı’ ilkesini geliştirmiştir. Oysa bir toplumun ve devletin hukukileşmesi, medenilik alameti iken; siyasetin gücü ve öneminin artması, şeytanlık-tağutluk alameti olabilmektedir. “Gece Bekçisi” devlet (Güvenlik), en ideal olanıdır. Toplum, rüştüne erdiği oranda devletin ve siyasetin gücü-cesameti azalır; sorunları, vicdan, hukuk ve kurumlar halleder. Bazı muhafazakârların siyaseti “Daru’l-harp-Hile ve Takiyye” bağlamında algılamaları, ülkemiz için ayrı bir talihsizlik ve tehlikedir. 1950’lerde ülkenin ekonomik durumunu göz önünde tutarak milletvekili maaşını almayan Ankara mebusu olduğu gibi; bugünlerde akraba-i taallukatını devlet imkânlarından nemalandırmayı, Kur’an’ın “akrabalarınızı gözetin” tavsiyesine bağlayabilen muhafazakâr milletvekiline de de şahit olduk. Türkiye’de “Parti”, politik-ideolojik bir ”örgütlenme” aparatı olmaktan çok; bir karizmanın etrafında kümelenmiş “Tarikat-Cemaat” veya “Anonim Şirket” halindedir. Partililer ise, “mürit” daha doğrusu “ortak” ve “nemalanan”lardır.

Düşünmenin Üç Dinamiği ve Din

Merak, insanın etrafında beş duyusu ile idrak ettiği ve herkesin, alışkanlık ve aşina olmakla “normal” bulduğu nesne/şey ve olayların/olguların içyüzünü, mahiyetini, ne-idüğünü, nedenini bilme ve tanıma arzusudur. Ahlaki bir duygu-içerik taşımaz. İnsanı hayvandan ayıran önemli bir niteliktir. Bilim ve teknoloji, meraktan doğar. Eski Yunanistan’da Arşimet’in hamamda hamam tasının suya batmamasını merak ederek, suyun kaldırma kuvvetini bulması; Newton’un, elmaların düşmesini merak ederek, yerin çekim kuvvetini bulması, buna örnek olarak verilebilir. Bilimsel merakın doğurduğu sorular: “Bu, nedir?” ve “Bu, nasıl oluyor?” sorularıdır. Felsefi düşünme de, büyük oranda, bir “Meraklı Melahat”lıktır. Merak, -ahlaki bağlamda- misyonsuz, gayesiz, amaçsız, soru-msuz (ahlaki soru soramayan) insanın en ciddi işidir. Sanatsal yaratıcılık da, aslında bu halet-i ruhiyenin bir ürünüdür. Bu analiz, hayretli Hayri ve Hayriyelerin de, meraklı Melahat ve Mahmut olamayacağı anlamına gelmez.

Hayrete Düşmek/Taaccüp Etmek

Hayret veya taaccüp etmek, meraktan farklı olarak, herkesin “normal” karşıladığı olay ve olgulardan ahlaki bir duygulanımla şaşkınlık/hayret içine düşmek, tuhaf bulmak, “olağan-üstü” olarak görmektir. Hayreti doğuran sorular: “Bu, niçin başka türlü (kaos) değil de; böyle (düzenli) oluyor?” ve “Bu nesne/şey, niçin, yok değil de var?”dır. “Hayranlık”, bu duygudan gelir. Wittgenstein’ın: “Varlığın, ‘nasıl’ olmasındansa; ‘olması’ daha hayretamizdir” cümlesi, bu durumu ifade eder. Din, ahlaki bir duygulanım ile insanın, içinde bulunduğu Evren, Güneş Sistemi, Ekosistem ve kendinin düzenliliği-uyumu karşısında taaccüp ederek, hayrete düşerek: “Bu değirmenin ‘suyu’ nereden geliyor?” ahlaki sorusunu sorması ile başlar. Bu soruyu soramayan insanlar da: “Üzümü ye; bağını sorma”, sorumsuzluk, ilgisizlik, oralı olmama, nankörlük modundadırlar. Kur’an, bu tutumu, nankörlük (küfr) ve hayvanlık olarak niteler (8/22,55). “Sen (peygamber), hayranlık duyarken/taaccüp ederken/hayrete düşerken; onlar (inkârcılar), alay ederler” (37/12) ifadesi, bu gerçeği ortaya koyar. Meraktan doğan düşünme ise: “Bu değirmenin (sistematiğin/düzenliliğin) ‘çarkı’ nasıl dönüyor?” bilimsel sorusunu sorar ve cevaplamaya çalışır. Başta insanın kendi mükemmelliği olmak üzere, Güneş Sistemi ve Ekosistem arasındaki uyumun bir lütuf, ikram, inam, ihsan, emre-amade (teshir) olmasından şükran duygusu ile bunun failini/Tanrı’yı keşfetmesi/iman, dinin temelidir. Ahlaki duygulanımdan doğan düşünme, Kur’an’da tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, teemmül, ibret, nazar, rey… olarak nitelenir. Örneğin: “…Onlar, yerin (Ekosistem) ve göklerin (Evren-Güneş sistemi) yaratılışı/düzeni/uyumu üzerine düşünerek: ‘Rabbimiz, bunları, boş yere (batılen) yaratmadın; seni eksikliklerden tenzih ederiz…’ derler” (2/191).

Kaygı/Endişe Taşımak

Kaygı/endişe, yaşarken, bizimle ilgili/ilişkili olan ve sonunu bilemediğimiz-emin olmadığımız veya sonucundan korktuğumuz olaylar-olgular karşısında hissettiğimiz duygudur. Bu duygu da insanı düşünmeye sevk eder. Özen, önem, ihtimam ile kaygı, tasa, telaş, huzursuzluk ve endişeyi bir birine karıştırmamak gerekir. Birinci duygular, bizim ile ilişkisini kavradığımız, idrak ettiğimiz, tanıdığımız kişilere veya olgulara-olaylara yönelik iken; ikinciler, emin olmadığımız, tanımadığımız, korktuğumuz kişi ve olaylara dönüktür. Heidegger, İnsanın (Dasein), “ölüme-doğru varlık” olma endişesinden (sorge), varlığa ve hemcinsine karşı bir ihtimam-özen-itina-ilgililik çıkarmaya çalışmıştır.

Kaygının İki Hali

Bu bağlamda iki düşünürün görüşlerine yer vereceğiz. Birincisi, “Din-siz” bir filozof olan ve felsefesini “Ontolojik Fenomenoloji” olarak isimlendiren Heidegger; ikincisi ise, Müslüman bir düşünür olan Fazlurrahman’dır.

Heidegger, insanı (Dasein) dünyaya “fırlatılmış”, yani fırlama, nerden geldiği bilinmeyen ve akıbetini de “ölüme (hiçliğe)-doğru varlık” olarak niteler. Başlangıç (Mebde), bilinemediği gibi; ölümüm “ötesi” (Mead) de yoktur. Bu durum, genelde (“herkeslik” olarak) insanlarda bir oyalanma, gevezelik, gününü gün etme, vurdum-duymazlık, (Kur’an’ın deyimi ile “oyun-eğlence”) halet-i ruhiyesi yaratır. Ancak, Heidegger’e göre insan, “ölümlü” olduğunu düşünürse; varlığa, insanlara karşı bir ihtimam, özen, itina, ilgi (sorge) de oluşabilir. O, bunun peşindedir; bunun oluşmasını savunur: “İhtimam, Dasein’a kendisine şeffaf olduğu, varlık hakkında doğru sorular oluşturabileceği bir zemin ve zaman hazırlar. Başka birçok fenomen, bu zeminde anlam kazanır. İhtimam, onun dünyaya ilgisini ve başkalarına dönük itinasını temellendiren temel bir yetidir. Sahih ya da gayri sahih başka eksistansiyaller (niyetler), kökensel duyum ifadeleri; arzu, iştah, meyil gibi biçimleri, korku, endişe gibi ruh halleri “ihtimam” halinin/fenomeninin sırtında taşınır… İlgi, itina ya da ihtimam görüngüleri aynı zamanda yüz çevirme, suçlama, yargılama, hatta şiddeti de içinde barındırabilir. Çünkü ontolojik düzeyde özen göstermenin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ biçimleri tanımlanamaz.” (Özgür Taburoğlu, Varlık İzleri: Işık ve Ses: Heidegger’de Temel Kavramlar. İst. 2022. S.120) Heidegger, felsefesinde “Etik”e yer vermediği için, insanın bu tutumunu Heidegger, “Varlığa çobanlık” olarak niteler.

Fransız filozof E. Levinas, Heidegger’in bu felsefesini, Yunan felsefesinin özü olarak “Ontolojik Emperyalizm”in bir devamı olarak görüp reddederek, kendi ahlak felsefesi olan “Başkalık” metafiziğini geliştirmiştir. (Bkz. Ö.Gözel. Varlıktan Başka (Levinas’ın Metafiziğine Giriş). İst. 2010.)

Endişe/Kaygı, İslam’da ilk olarak -ahlaki bağlamda- hakikatin ve Tanrı’nın rızasının her tekil ilişkide veya durumda “ne” olduğunu bilme/bulma ve onu doğru olarak tercih etme kaygısıdır. İkinci olarak da, Ahiretteki durumunun, kazanan/kurtulan mı; yoksa, kaybeden ve cezayı hak eden mi olduğu konusundaki korkudur. Bu durum, Kur’an’da “Takva” olarak isimlendirilir. Takvayı Fazlurrahman, birinci bağlamı ile şöyle tanımlıyor: “Takva kavramı ile ima edilen şey, nefis muhasebesinin (Öz-eleştiri. İG) hiçbir zaman kendini her şeyden masum görme anlamına gelmeyeceğidir. Tam aksine; takvanın anlamının ayrılmaz bir unsuru şudur: Bir insan davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel bir şekilde nefis muhasebesine çekse de; hiçbir zaman, doğruyu seçtiğinde garanti yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi, tek başına yeterli olsaydı; ‘Hümanizm’ mükemmel işler ve böylece ‘Aşkın (Allah)’a ihtiyaç kalmazdı. Fakat, insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olabildiğini biliyoruz. İşte takva, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira, onun ima ettiği şey, her ne kadar çaba/gayret bizimse de; bizim yapıp-etmelerimiz hakkında nihaî ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: A. Çiftçi. Ank.1997. S.14.) Bu bağlamda “Takva” kavramının, taaccüp etmek ve hayrete düşmekle derin bir bağlantısı vardır.

Takva kavramının ikinci anlamını ise T. İzutsu, “Allah’tan çekinin (ittekû), zira, Allah’ın azabı şiddetlidir” (5/2) ayetini yorumlarken şöyle ortaya koyar: “Bu kısa cümlede üç kelimenin (ittika, Allah, azap) birleşmesi, Kur’an’da takva kelimesinin asıl yapısını açıkça gösterir. Bu manada takva, ‘Ahiret’ ile ilgili bir kavramdır. Ahiret ile ilgili azap korkusunu ifade eder. Asıl mana budur. Sonradan, bu manadan zahit kimsenin Allah’tan korkması ve nihayet ‘dindarlık’ manaları doğmuştur.” (T. İzutsu. Kur’an’da Allah ve İnsan. Çev: S. Ateş. Ank. 1980. S. 222)

Sonuç

Hasbi ve muhasibi düşünme, varlık ve oluş karşısında insanın içine düştüğü hayret ve duyduğu hayranlıktan kaynaklanan: “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusundan/sorumluluğundan doğar. “Üzümü ye; bağını sorma” sorumsuzluğu, hayvanlık derekesine düşme ve nankörlük olarak küfürdür.

Hesabi düşünme ise, varlık ve oluş karşısında doğan meraktan doğar ve bilim olarak varlıkları hesap eder/sayar (calculation). Descartes’ın başlattığı, canlı dünyaya anestezi uygulayarak ve matematikle göz-önüne getirerek (kesinlik) kurduğu mekanik dünyada insan, artık ellere sahip değildir. Nerede kaldı “kalb”e sahip olsun. “Ama o, mekanik bir robot olarak bir çift pençe taşır. Bugün, (“Tecno-city”lerde. İG) tekno-bilimin soğuk pençelerinin sırtımızda (hatta içimizde “Trans-Humanizm”. İG) gezindiğini hissediyorsak, bunda modern bilimin temelinde yatan işbu ‘Kartezyen’ dünya tasavvurunun payı yadsınamaz”. (Özkan Gözel, Heidegger’in “Dünya”sı. İst. 2022. S.123). Descartes’ın “göz-önüne” getirmeye çalıştığı varlığı; Heidegger, “El-altında” bulmaya çalışmaktadır. Bu iki meraklı Avrupalı filozof, hiç hayrete düşemedikleri için; akıllarına mahlukatın (varlığın) bir lütuf, ihsan, ikram…olabileceği gelmiyor.

Heidegger’in peşinde olduğu “Ölüme-doğru varlık” olmaktan doğmasını beklediği düşünceli/itinalı olma, ihtimam, özen gösterme ise, vatandaşı Kant’ın -Descartes’ın muakkibi olarak- bütün eksistansiyallerden/duygulardan soyutlamış “Kategorik Buyruk”u gibi, bitmesi-yeşermesi (hayat bulması) alabildiğine zor olan bir “Gazoz Ağacı” gibidir.

Sözün Düşüşü ve Özün Çöküşü

1- SÖZ-ÖZ/VİCDAN İLİŞKİSİ

Söz/konuşma ruhun, kalbin, özün, şuurun/zihnin, için dil aracılığı ile dışa yansımasıdır. Sözün niteliğini, için-özün niteliği belirler. Yunus Emre’nin: “Söz ola, kese savaşı/söz ola, kestire başı/ söz ola, ağulu aşı bal eyleye bir söz.” mısraları, bu nitelik farkını ifade eder. Kur’an, bu nitelik farkını şöyle ifade eder: “…Güzel bir söz kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç misalidir. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye, Allah, insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da, yerden koparılmış, ayakta durmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (14/24-25). “Ancak güzel sözler ve salih ameller, onun katına yükselir.” (35/10).

Sözün kalitesini, özün/ruhun/kalbin kalitesi belirler. Vicdan, dumura uğramışsa/kararmışsa, insan ne kaliteli söz söyleyebilir ne de başkalarının sözünü dinleyebilir. Vicdanın dumura uğraması Kur’an’da kalbin mühürlenmesi (2/7), katılaşması/taşlaşması (2/74,5/13), paslanması (83/14) ve hastalanması (22/53) olarak nitelenir.

Ahlaki bağlamda olumlu bir öz/fıtrat/kendilik/karakter/kişilik yani vicdan, Kur’an’da lübb (ulu’l-elbab), fuad, basiret, şehit/şahit, furkan, nur, ruh… olarak isimlendirilir. Vahyi, ancak bu niteliği olanlar dinleyip anlayabilir ve vahyin kendisi de, bu nitelikleri oluşturmaya çalışır. Takva, bu niteliklere haiz olarak sürekli tetikte ve teyakkuzda olma halidir. Bu durumdan pratikte iki şekilde uzaklaşılabilir:

1-Cehalet durumu olarak: taklit, dogmatiklik, alışkanlık, rutin, kanıksama. 2-Şeytanlık durumu olarak: istiğna, istikbâr, heva (arzu-içgüdü)ya uyma ve inat etme.

Öz ile sözün tekâbuliyeti/örtüşmesi önemlidir. Kur’an, şöyle der:

Yazılı hukuka uymamak veya etrafından dolanmak, özün/vicdanın çöktüğünün veya dumura uğradığının göstergesidir.

Ahlakın ve dinin dibi, Allah’ın yaratılışta insana bahşetmiş olduğu (91/7-10) veya kendi ruhundan üflediği (15/29) vicdan kapasitesini diri tutmak ve dumura uğratmamaktır. İmanın başarılması da buna bağlıdır: “Sen, ancak (vicdanen) diri olanları uyarabilirsin.” (36/70). Bu başarılamadığı takdirde, gerisi dinlerde tiyatro oynamak, ham softalık ve kara cahilliktir. “Kitleler, genellikle Tanrı’yı kandırma peşindedir.” (Spinoza). Dinlerdeki bağnazlığın, yobazlığın, kara-cahilliğin sebebi budur: “Cahilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.”

Heidegger, özü sözüne uygun/otantik olma hali/karakteri/kişiliği ile, özün çöküşü ve sözün düşüşü yani gevezelik/dırdır, boş-boğazlık/lakırtı arasındaki ilişkiyi şöyle tasvir eder:

“Gevezelik ve merak içindeki kişi için, sahici ve yeni yaratılar ortaya çıktığı anda, onun için “çoktan eskimiş” sayılır. Sahiciliğin kendini gösterebilmesi için, “perdeleyici lakırdı” ve “umumi alâka”nın etkisinin kaybedilmesi beklenmelidir…Bu (özünü) arayışı sırasında kendine gelmesi beklenen Dasein (insan), “kişisel gelişim” öğretilerinin öznesi gibi, kendi sınırlarını keşfeden değil; kendini buldukça kaybeden, kaybettikçe bulan paradoksal bir kendiliktir. Dasein’in hep söyleyecek bir şeyleri olmalıdır. Bu sözleri, yine dinlemeye hazır olan kişi sarf edebilir. Onun için anlamak ve duymak/dinlemek aynı fiillerdir. Duymak, söyleneni tamamlar. İfade (konuşma) eyleminin mutlaka bir alıcısı, işiteni bulunur.

“Dinlemek”, ifadesini bulana mazhar olma ayrıcalığıdır. Gerçekten dinleyen ise, söyleyecek sözleri olandır. Oysa gevezelik, söyleyecek cümlesi olmayanın davranışı/işidir… Gevezelik, kendi metafiziğinde, söylemsel kapanımı içerisinde (dogmatizm/taklit-İG) kurulan cümlelerin, (yazılan) satırların genel durumudur. Keder verici boşboğazlık; dışarıdan, farklı olandan, başkasından ve özellikle varlıktan feyz almayan söylemlerin kaderidir. Sadece kendini dinleyerek konuşanın sergilediği davranıştır. Her seferinde malumu ilan eden söyleyişlerdir.” ( Özgür Taburoğlu. Varlık İzleri: Işık ve Ses (Heidegger’de Temel Kavramlar). Ank. 2022. s 59, 61-62.)

2- SÖZ VE SÜKUT

Yerine ve zamanına göre konuşmak erdem olduğu gibi; susmak da bir erdemdir. İnsan, söylediklerinden sorumlu olduğu gibi; söylemediklerinden de sorumludur. “ Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” Hadis’i ve “Susma; sustukça, sıra sana gelecek” sloganı, yeri ve zamanında konuşmanın, erdem olduğunu ifade eder. Zamanında çığlık atmak, haykırmak, zılgıt, vicdanın patlamasıdır. Bu günlerde Ankara’nın göbeğinde işlenen bir cinayet hakkında bazı çevrelerin sükutu, ibretamizdir. “Sükut, ikrardan gelir” sözü, manidardır. Bazı yer ve zamanlarda da sükut etmek erdemdir. “Söz, gümüş ise; sükut, altındır.” sözü, bunu ifade eder. Bazen, susarak söylenen, konuşarak söylenenden daha güçlüdür. Sözün bittiği yerde konuşmak, gevezeliktir.

3- TÜRKİYE’DE DIRDIR MANZARALARI

Son dönemlerde Türkiye’de ciddi düzeyde insanımızın özünün/vicdanının tavsamasına paralel olarak “sözün düşüşü”ne şahit olmaktayız. Her şeyin çivisi çıkmış durumda. Kurumların, kuralların, hukukun, bürokrasinin (Devlet) işlemesinden ziyade; siyaset ve iktidar, her şeye egemen durumda. “Sözü geçme”nin kriteri “Güç İstenci” olarak siyaset olmuş durumda. Siyaset, “Pratik Ahlak” olmaktan çok; takiyye, harp-hile, yalan-dolan… olarak gerçekleşmektedir. “Siyaset”, her şeyi kuşatan ve öğüten bir çarka dönüşmüş durumda.

Günlük olanlar karşısında:

“Bu da olmaz/olamaz” deyimlerini sık sık kullanır hale geldik. Söz, yalama olduğu için, her şey artık “sözde”. Sözünde “durma”, söz “verme” yok. Siyaset başta olmak üzere, sosyal medyada bir kakofoni, gevezelik, dırdır, lakırdı, dedi-kodu, yalan, boş-boğazlık egemen. İktidar ve muhalefet, birbirine ağza alınmayacak sözler söylüyorlar. “Dervişin fikri (özü) ne ise, zikri (sözü) de odur.” Kötü sözün sahibine iadesi (“Kötü söz, sahibinindir”) yok oldu. Ağzı olan konuşuyor ve kimse kimseyi duymuyor, dinlemiyor, anlamıyor, etkilenmiyor. Kimse kimseyi ikna etmiyor; edemiyor. Televizyondaki tartışmalar, bunun iyi bir göstergesidir. Tv kanalları “yandaş” ve “muhalif” olarak bölünmüş durumda. Her kesim, kendi taraftar olduğu kanalı izliyor.

Televizyonlarda “Âkil Adam” veya “ Kamusal Entelektüel” figürüne rastlama imkânı neredeyse yok. “Tartışma” yok, fikir alış-verişi yok. “Körler-sağırlar, birbirini ağırlar” deyimi geçerli. Vicdana/öze ve bundan sadır olan söze dayanan bir “Biz” oluşturamadığımız için; toplumda mafyalaşmalar, çeteleşmeler, hemşeri dayanışmaları, bölgecilik, akrabacılık, cemaatler, tarikatlar, partizanlar, troller, mezhepler ve etnik köken dayanışmalarından oluşan bin bir çeşit “Biz”ler mevcut. Sonuç olarak, bu gidişat, hayra alamet değil. Doğru söz söyleyebilmek, başkalarının sözünü dinleyebilmek ve konsensüs/icma sağlayabilmek için, herkesin, aklını başına toplayıp, herkese farz-ı ayn olan düşünme ile vicdanın diriltilmesi ve sağlam/doğru özlerin oluşturulması gerekiyor. Dip, temel, kök, mihenk, mizan, mısdak, manivela budur. Başka çıkış-kurtuluş yolu yoktur.

4- SONUÇ

Sonucu şair Cahit Koytak’ın “Ben Yokum” şiiri ile bitirelim:

Odalar dolusu kitap, bunca basılı kâğıt…
Akıl ve selüloz karışımı hamurdan yoğrulmuş kafalarınız;

Mezarlarınıza kapanmış vıdı vıdı konuşuyorsunuz.

Kurtların, böceklerin çeneleriyle melekler,
Perçeminizden tutuncaya kadar konuşacaksınız.

Ben yokum, beni karıştırmayın;
Kulaklarımı balçıkla sıvadım ben,
Kafamın çatlaklarını, kalbimin deliklerini de
Dualarınıza, aminlerinize.

Vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı…
Bunca sözü nereden buluyorsunuz?
Ne kadar da çok şey biliyorsunuz,
Ne kadar çok şey istiyorsunuz,
Mezar taşlarından çok, efendiler,
Kitabelerden çok.

Yeter, ama yeter;
Ölüler için de, diriler için de!
Susun artık, susun;
Siz kitaptakiler,
Siz sahnedekiler,
Siz içimdekiler!

Ayıp ama, bakın, Tanrı konuşmak için
Sizin susmanızı bekliyor.

“Yurdum İnsanı”

Bugünkü “Yurdum İnsanı”nın ahlaki kapasitesi/duruşu veya karakteri ne durumdadır? Bu yazıda bunun üzerinde duracağız. Soru sormak, ya varlıklar ve olup biten karşısında duyulan “merak”tan doğar veya insanların içinde bulunduğu durum ve haller karşısında hissettiği “hayret”ten. Birincisi “bilimsel” soruları; ikincisi, ahlaki soruları doğurur. Soru (sual) sormak, bizatihi ahlaki sorumluluk/mesuliyettir. Soruya açık olmamak, ya hayvanlıktır veya istiğna/istikbar olarak şeytanlıktır.

Kur’an, toplumların oluşturmuş oldukları kültüre/geleneğe kategorik olarak doğru-yanlış veya iyi-kötü olarak bakmaz. Geleneğin/kültürün iyi-doğru yanını “Maruf” olarak kabul ederken; yanlış-kötü tarafını da “Munker” olarak reddeder. “Her topluma yaptıklarını süslü (iyi-doğru) gösterdik; dönüşleri Allah’adır, O da, yapmakta olduklarının (doğru-yanlış, iyi-kötü) hakikatini onlara bildirecektir.” (6/108). Ayrıca toplumların ahlaki-kültürel karakterinin sabit değil; dinamik olduğu bilinmektedir. Olduğun gibi kalmak, ölüm getirir: “Nerde hareket, orda bereket”. Diğer taraftan, toplumların kendilerine has bir kimlik/kişilik/karakter/kültür/gelenek oluşturmaları da zorunludur (“Hareketli Cevher”). Modern Kapitalist ve teknolojik çağda bu değişim ve dönüşüm, iyice hızlanmaktadır. (“Akışkan Modernlik-Postmodernlik”).

Kültür Devrimine maruz kalmış yurdum insanının kimliği, kişiliği ve ahlaki karakteri sorunludur; bilinci yaralıdır (“Yaralı Bilinç”/D. Shayegan). Geleneksel kültür/kimlik/kişilik/karakterinin mükemmel olduğu da söylenemez. Eğer öyle olsaydı, kendini “Devrim”e maruz bırakmayacak bir şekilde ıslah edebilirdi, yenileyebilirdi, geliştirebilirdi, evirebilirdi. Bu, ayrı bir konudur. Bu yazıda biz, mevcut durumu ahlaki açıdan tasvir etmeye çalışacağız.

Meziyetlerimiz

Önce ahlaki meziyetlerden başlayalım. Yurdum insanının, -hiçbir ayrım yapmaksızın- etnik kökenlerinden veya İslam’dan gelen “Anadolu İrfanı” da denen ahlaki meziyetleri şunlardır:

1- Geniş aile yapısından “Çekirdek Aile” yapısına geçmiş olmamıza rağmen; bahçeli-avlulu “Ev”lerden, ayağımızı yerden kesip “Apartman Dairesi”ne taşınmış olmamıza rağmen; birçok İslami ve insani değer, örneğin şefkat-merhamet, dayanışma, fedakârlık, paylaşma, sevgi, hamiyet… “Aile” kurumunda gerçekleşir, vücut bulur. Son dönemlerde ağır yara almış olmasına rağmen; birçok başka toplumla mukayese edildiğinde, Anadolu insanının aile değerleri varlığını korumaktadır.

2- Vatanseverlik: Bu değer, aşınmalara rağmen, hâlâ yurdum insanında varlığını korumaktadır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatan, ah vatan demiş” sözü, Anadolu’da söylenmiştir. Vatan sevgisinin imandan geldiğine inanılmıştır. Vatanın güvenliği tehlikeye düştüğünde “Ölürsem, Şehit; kalırsam, Gazi” diyerek “Allah-Allah” nidaları ile savaşa koşanlar da Anadolu’nun “Kınalı Kuzu”larıdır. Anadolu’da bir kabristanda mezar taşına şu cümle yazılmıştır: “Kardeşlerim milletime, dine, devlete ve vatana sahip olunuz; bana da bir Fatiha okuyunuz. Salih oğlu Mustafa Şahin. 22.10.1950”.

3- Misafirperverlik: “Tanrı Misafiri” kavramı; yurdum insanı misafiri Tanrı’nın gönderdiğini varsayar. Misafire “Aç mısın?” diye soru sormamak ve evde “Misafir Odası” oluşturmak, orayı en güzel bir şekilde tefriş etmek, yurdum insanının insani meziyetidir. “Her geleni Hızır; her geceyi Kadir bil” sözü, yine bu coğrafyada söylenmiştir. Son zamanlarda bu hasletin zayıflamaya başladığı, misafirlerin otellerde yatırılmasından anlaşılmaktadır.

4- Yardımlaşma-Paylaşma: Malını, variyetini yoksullarla, dostlarla, fakirlerle paylaşma, cömertlik ve fedakârlık, yurdum insanının genel meziyetidir. Anadolu’nun kabadayısı, eşkıyası ve mafyası dahi yardımseverdir.

5- Ariflik: Türk Müslümanlığında -modern eğitim almamış kitlelerde- “sezgisel” bir ahlaki kapasite mevcuttur. “Anadolu İrfanı” diye atıf yapılan husus budur. Bazı örnekler verelim: Bir genç ile “Bilmece” yarışında, gencin ihtiyar bir kadına: “Hadi söyle bakalım, İslam’ın şartı kaçtır?” sorusuna, ihtiyar kadının: “Hadi oradan, İslam’ın şartı mı olurmuş” cevabı, “İslam”ın toplamının ne olduğuna ilişkin böyle bir “irfan”ın sonucudur. Yaşlı anasına “Adalet Bakanı”nı tanıştıran milletvekili, annesinin: “Bakan”, ne demek?” sorusuna, milletvekilinin: “Hakimlerin amiri” cevabına karşılık, yaşlı kadının: “Vay yavrum, hakimlerin “amiri” mi olurmuş; hakimlerin amiri, ‘Allah’tır” cevabı, böyle bir irfanın neticesidir. Balkan Savaşlarında İngilizlerin Osmanlı’ya yardım edeceğini konuşan aydınlara halkın cevabı: “Ayıdan post; gavurdan dost olmaz” olmuştur ve yardım gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan siyasal seçimlerin sonuçları da genellikle “Anadolu İrfanı” olarak yorumlanır.

Rezilliklerimiz

1- Kamu kaynaklarından hırsızlık yapmak: Anadolu’nun “Evliyası” bile bu konuda güvenilir değildir. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” sözü, bu topraklarda türetilmiştir. Çünkü “Kamu (herkes) Malı” kavramı yoktur. Devlet malı vardır. O da, “hiçkimse”nindir. Allahlıktır. Miri-malıdır. Ganimet olarak gavurlardan talan edilmiştir. Hazinenin içindeki herkesten alınan “vergiler” görmezlikten gelinmiştir. Devlet malında “Tüyü bitmemiş yetimin (herkesin) hakkı” olduğu, yok sayılmıştır. Utanmadan “Hay (Allah) dan gelen (ganimet), Hu (Allah)’ya gider” denmiştir. Anlamı, “emeksiz, gasp/talan edilen mal, boşa harcanır/israf edilir; bu da normaldir”. Sadece kamu malı değil; birbirlerinin mülküne bile tecavüz ederler.” Bir dönemler, Anadolu’da hukuki ihtilafların yüzde 80’i arazi/sınır/sinor ihlalleri idi. Şehirlere yapılan göç (1960-90) esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, kamu malı hırsızlığının/gaspının/talanının iyi bir örneğidir.

2- Kişi kültü tapınımı: Yurdum insanı sorumluluk üstlenmez, elini taşın altına veya ateşe sokmaz, sahaya inmez, “maşa” kullanır. Hep kahraman arar. Bu, din alanında böyle olduğu gibi; politik hayatta da böyledir. Velilere, şeyhlere, onların ölmüş hallerine/ruhlarına bel bağlanır, çaput bağlanır (Türbe, Yatır, Ziyaretgâh). Siyasette sultan, halife, hakan, kağan, başbuğ, bey, lider, karizma…arar.

3- Düşüncesizlik: Yurdum insanı düşünmeyi sevmez. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olur. Kolayca ahkâm keser. Her konuyu bilir. Haddini bilmez. “Cahil, cesur olur” atasözünü üretmiştir ve buna tamı tamına uyar. Düşünmeye “kara” çalar: Düşünceli olana: “Niye kara kara düşünüyorsun?” diye sorar. Düşünmeye devam edene de: “Niye böyle düşüncelisin?” diye sorarak ona acır veya “Düşün, düşün; b…tur işin” diye onu kınar. Hayatı gelenek, töre, örf, adet, alışkanlık, taklit ve itiyatla yaşar.

4- Fırsatçılık: Yurdum insanı, genellikle kendi arasında fırsatçıdır. Pek “Açık yürekli” değildir. Pusu kurar, kumpas kurar, puştluk yapar, dek-dolap-dümen-dubara çevirir. Üçkâğıtçıdır. Mertliği-yiğitliği düşmana karşıdır. “Gelene, ağam; gidene, paşam” der. “Bana değmeyen yılan, bin yıl yaşasın” der. İşini ciddiye almaz; “Salla başını, al maaşını” der. “Nerde beleş, orda yerleş” der. “Köprüyü geçinceye kadar, ayıya ‘dayı’” der. Zahmete girmez; kısa yoldan “Köşe dönme”ye çalışır. “Karıncaya tecavüz et; belini incitme” der. “Nitelikli dolandırıcılık” suçunun en yoğun olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir.

5- Politikada “takiyyeci”dir. Siyaseti hile (yalan söyleme-kandırma) olarak görür. Dinde “Hile-i şeriyyeci”dir. “Kitabına uydurma”cıdır.

6- Kadercilik. Eş’ari teolojisi (Tekke-Medrese) onu büyük ölçüde kaderci yapmıştır. Özgür iradeyi ve sorumluluğu üstlenen bazı sözler söylemiştir. Örneğin: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da köre öyle bakar.” “Kula bela gelmez, Allah yazmayınca; Allah, bela yazmaz; kul azmayınca.” Ancak, genel tutumu kadercidir. Baht, talih, kısmet, alın yazısı kavramları, bunu ifade eder. Allah’ın küllî iradesinin, insanın cüzî iradesine bağlı olduğu şeklindeki (Sünnetullah) Kur’anî görüş yerine; Cüzî iradenin, külli iradeye mutlak olarak bağlı olduğu şeklindeki “Cebriyeci” görüşü benimsemiştir. Ekonomik alanda “rızk”ın Allah tarafından taksim edildiğine inanır: “Nasibin varsa; gelir Hint’ten-Yemen’den; nasibin yoksa, gider elinden”. “Çiftçinin bağrını yarmışlar; ‘inşallah, bir daha ki bahara çıkmış’.” “Allah, isterse, insanın mermere geçirir dişini; istemezse, muhallebi yerken, kırar dişini”. İnsan cinsi için Allah tarafından belirlenmiş ömrün son sınırına (Ecel) varmadan gerçekleşen “erken” ölümlerin nedenlerini araştırma ve ortadan kaldırma/ömrü uzatma yerine; bütün bu ölümlerin gerekçelerini, Allah’a iftira etmekten çekinmez: “Ecel geldi cihana; baş ağrısı, bahane”. “Vadesi gelmiş/dolmuş”. Kötü gibi görünen “bazı” olayların sonunda hayır olsa da (2/216); bunu abartarak: “Her (kötü) olayda/işte bir hayır vardır” demiştir. Olan her olayı kadere bağlamıştır: “Olacağı varmış”, “Olacağı, buymuş”. “Akacak kan, damarda durmaz”…

Sonuç

Faziletlerimizi sürdürmek ve artırmak; rezilliklerimizi azaltmak ve izale etmek insan ve Müslüman olmamızın gereğidir.