Din Dilinin Tabiatı ve Düşünmenin İki Farklı Genetiği konuları üzerine 10.11.2017 tarihinde Sivas Kuran Okulu’nda yapılan konuşma kaydı.
1-Düşünmenin İki Farklı Genetiği
2-Şükreden ve İbret Alan Düşünce
3-Soru Cevap Bölümü
Din Dilinin Tabiatı ve Düşünmenin İki Farklı Genetiği konuları üzerine 10.11.2017 tarihinde Sivas Kuran Okulu’nda yapılan konuşma kaydı.
1-Düşünmenin İki Farklı Genetiği
2-Şükreden ve İbret Alan Düşünce
3-Soru Cevap Bölümü
Yüzleşme Programı, KRT TV, Tarih: 25.10.2017
Konu: Sünniliğin Sorunları ve Eleştirisi
Konu: Sünniliğin sorunları ve eleştirisi
Tarih ve program: 25 Ekim, Saat 22.00, KRT TV Yüzleşme Programı
10.10.2017
Hukukun yeryüzündeki Tanrılık benzeri bir şey(son sığınak) olduğunu, Tanrının bir sıfatının da “Adalet” olduğunu herkes bilir. Pozitif hukuk, mutlak adaleti yansıtmasa da; onun peşinde olduğunu yine herkes bilir. İslam dini, “Şeriat” kavramı ile hukuku icra etmeye çalışmıştır(“Şeriatın kestiği parmak, acımaz”). İslam toplumlarında Şeriat doktorlarının(Fukaha), devletten bağımsız olarak görevlerini yapmaları, siyasal iktidarın şeytansı bir parça taşımasından dolayı da son derece isabetli olmuştur. Modern devletler, hukuku önce siyasal iradeye bağlamış; sonra da bunun mahzurlarını gördükten sonra, onu bağımsız bir erk olarak devletin içinde konuşlandırmıştır: Hukuk Devleti. Hatta siyasal erki bile mutlak monarşi olmaktan çıkarıp hukuka bağlamıştır: Anayasa/Toplum Sözleşmesi. İnsan Hakları, modern devletlerin hukuka verdiği önemin başka bir göstergesidir. Osmanlı, monarşiden “Kanuni Esasi” aracılığı ile modern devlet yapısına geçmeye çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti 1924 Anayasası ile modern bir devlet olarak kuruldu. Tek parti döneminde Hukuku bağımsız bir erk olarak kuramadı. Çok partili hayata geçtikten sonra bazı adımlar atıldı. Askeri ihtilaller, gerçek bir hukuk devleti kurmamızı engelledi. İki binlerden sonra Avrupa Birliğine uyum yasaları ile hukuk alanında epeyce mesafe alındı. 2010’dan sonra siyasal iradenin güçlenmesi, karizmasının pekişmesi ile “siyasi” tasarrufları arttı. Devrimle kültürel ve ekonomik olarak mağdur olmuş muhafazakâr kitleler, gerçek temsilcisini çıkararak merkeze taşındı. Bu periyotta iç siyasi faaliyetin yoğunlaşması normaldir. Gezi olayı ve 15 Temmuz, bu siyasi güce karşı illegal, yine siyasi atraksiyonlardı. 15 Temmuz sonrası ve Başkanlık halk oylamasından sonra, siyasal güç ve onun temsilcisi Cumhurbaşkanı ülkede, devlette ve siyasette fiili olarak neredeyse tek güç haline geldi. Gücün mutlaklaştığı yerde insanlar, kendiliğinden kendilerini mutlak güce göre ayarlarlar. Mutlak güç olmanın tehlikesi, aslında budur: Oto-sansür. Mutlak gücün iradesi okunur ve ona göre tavır alınır. Açık emre gerek yoktur.
Hukuk kurumlarına Fetö’nün sızması ile Askeriyeye karşı giriştiği “Ergenekon-Balyoz” kumpas davaları ile zaten itibarı sarsılmıştı. 15 Temmuzdan sonra çıkarılan “OHK” ile de bu sarsıntı pekişti. Giderek toplumda Hukuka karşı güvensizlik hat safhaya ulaşmış durumda. Hukukçuların arasında yapılan bir araştırma sonuçlarına göre, hukuka güven oranı %15’lere düşmüş durumdadır.
Türkiye’nin temel sorunlarından biri, hukuk kurumları oluştursa da, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Eğitiminin zayıflığı yüzünden “Hukuk Nosyonu” olan elemanlar yetiştirememesidir. Hukukçu yetiştirmek, Tanrı benzeri insan yetiştirmek gibi zor ve önemli bir şeydir: Hukukçular, “vicdanı hür-İrfanı hür”, adil-insaflı, tarafsız ve doğru karar verme yetisine haiz insanlar olmak zorundadır. Siyasi görüşe sahip olmasına rağmen, kararlarında onu yansıtmaması gerekir; beklenir. Eşitlik ve adalet idelerine birden sahip olması gerekir; beklenir. Din, dil, ırk, akraba, yakın, parti… ayrımı yapmaması gerekir; beklenir.
Televizyon haberlerinde ve gazetelerde son yıllarda giderek Türkiye’de kişisel infazların-heaplaşmaların arttığını görüyoruz. Sosyal medyada yayınlanan “işkence” videoları, şehir magandalarının gün ortasında saldırı sahneleri, trafik magandalarının yol ortasında kavgaları, meydan dayakları, uyuşturucu çetelerinin sokaklarda kol gezmesi, cinayet haberlerinin artması, vatandaşların “Devlet/Hukuk”a olan güveninin kaybolduğunun semptomlarıdır. Hukuka güvenin olmadığı yerde mafyalaşmanın artacağı aleykel-beyandır. Hukukun, özerk olmadığı toplumlarda o, siyasi erkin sopası-köpeği haline gelir.
Siyaset de bir tür Tanrılık iddiasıdır. Yoktan hüküm koyma, insiyatif alma, icraat yapmaktır. Ancak, Allah gibi, kendini adalet ve merhametle sınırlamak zorundadır. Eğer başıboş, serbest ve mutlak olursa(Hikmetinden sual olunmaz”, “Hikmet-i Hükumet”), oradan Rahmaniyet değil; şeytanlık(firavunlık) çıkar. Siyasetin, kendini dinsel otorite olan Tanrıya(İmamet-Hilafet) veya onu temsil eden bir kuruma (Kiliseye) yaslaması, “Teokrasi” olarak tarihte totalitarizm-dogmatizm ve din istismarı doğurmuştur. Siyasal iktidar, siyasal tasarruflarına paralel, bütün vatandaşlarını ikna edecek(güvendirecek) kendinin dışında bir hukuk erki çıkarmak zorundadır. Hatta bu hukuki erk, gerektiğinde siyasal erki de denetlemeli(Anayasa Mahkemesi) ve yargılamalıdır.
Tanrı’da hukuk yetkisi ile siyasal yetki birleşmiştir. Ancak, insanda bu yetkilerin ayrılması, insanlığın tecrübeyle bulduğu bir yoldur. Tanrı, mutlak adil ve merhametlidir; oysa insan “zalim-cahil”(33/72) ve “zayıf”(4/28)dır. Tarih, bu iki yetkiyi kendinde birleştirmiş Tiranların yarattığı acılarla doludur. Birçoğu da samimiyetle; hatta “Allah rızası” için.
Facebook Ankara Okulu – Tarihselci Okuma grubu ile röportaj.
“Yüzleşme” Programı, Tarih: 23 Ağustos 2017
Konu: Cemaatler, Tarikatlar ve Fetö
17.8.2017
İnsanlığın en eski, en yaygın ve aklın kendinde olan yozlaşma biçimi, nedenler ile sonuçları birbirine karıştırması ve yer değiştirmesidir. Bu günahı en fazla işleyenler de Nietzsche’ye göre, ahlaklı olmayı mutluluğun nedeni olarak vaaz eden din adamları-teologlar ve ahlakçılardır: “Erdemli ol ki, mutlu olasın.” Nietzsche’ye göre, tersi doğrudur. Bir başka örnek İtalyan diyetisyen yazar Corneo’nun uzun yaşamak için önerdiği diyetin, tersinden insanın ölümüne yol açacağı örneğidir. Başka bir örnek, sıradan bir gazete okuyucusunun: “Bu parti, eğer böyle gidecek olursa, kendini bitirecek” iddiasıdır. Tersi doğrudur. Bu parti, zaten çöktüğü için, böyle gidiyor…(1) Nietzsche’nin başka bir aforizması olan “Yalnızca kadınlar, çocuklar, inekler ve İngilizler, mutluluk peşinde koşarlar”a dayanarak, mutluluğun ahlakın nedeni olduğunu da sorgulayabiliriz. Bana göre ahlaklı olmanın sonucu mutluluk değil, mutmainliktir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışan birçok düşünür, aydın, entelektüel, Nietzsche’nin bahsetmiş olduğu bu yaygın hatanın içine düşmektedir. Sonuçları sebep olarak göstermektedirler. Bana göre, İslam dünyasının içinde yüzdüğü sorunların büyük bir bölümünün nedeni, insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşmanın sonuçlarını “neden” olarak görmek yanlıştır. İnsanın kendi özünü ben, içgüdü (nefs), düşünme/yaratma(akıl) ve vicdan/ahlak (lübb) olarak görüyorum. Bakara Suresinin 6-20 ayetleri bize ahlaki/vicdani(dine) yabancılaşmadan bahseder(Küfür-Nifak). Mistisizm(Tasavvuf), insanın “ruh”unu merkeze alarak “ahlak” adına nefsine ve yaratıcı düşünme kabiliyetine yabancılaşmasıdır(pasif nihilizm). Logos’suz (akıl-nedensellik-düşünce-düzen) salt pathos (duygulanım-coşku-sarhoşluk…)dur.
Erich Fromm’da bize insanın modern çağda içgüdüleri aracılığı ile yaratıcı kabiliyetlerine ve ahlaki vicdanına(dine) yabancılaşmasından bahseder: “Din, içi boşaltılmış bir kabuk haline getirilmiş ve insanı başarıya götürecek olan güçlerin artırılmasına yönelik bir yardım mekanizmasına dönüşmüştür. Tanrı ise bir “iş ortağı” haline gelmiştir… İnsanoğlu giderek artan üretim ve refah seviyesine rağmen, kişilik duygusunu her geçen gün kaybetmekte, böyle bir düşünce, büyük ölçüde bilinçaltında olmasına rağmen, hayatın anlamsız olduğunu hissetmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sorun, “Tanrı’nın ölmüş” olmasıyken; yirminci yüzyılda “insanın ölmüş” olmasıdır. On dokuzuncu yüzyılda “insanlık dışı” olan “zulüm” iken; yirminci yüzyılda bunun yerini şizoid öz yabancılaşması almıştır. Geçmişteki tehlike, insanların köleleştirilmesiydi; gelecekteki tehlike ise, insanların robotlaşması olacaktır.”(2)
Lider-toplum ilişkisinde yaygın olan bir “neden-sonuç” yanılgısını da Deleuze ve Guattara şöyle düzeltirler: Genellikle düşünüldüğünün aksine, liderler halklara yön vermezler; halklar, karakterlerine uygun liderler ortaya çıkarırlar. Liderler tarihe yön vermezler; ama halkların karakter yapıları ve arzuları “otoriterlik” olarak adlandırılan bir tür duygusal veba ile zehirlendiği için, bu yine halkların aleyhine işler. Buna göre, Lider yetenekli olduğu için değil; ataerkil ailede yetişmiş ortalama bir birey olduğu için iktidarı elde eder. Yani kötülük, yukardan aşağı değil; aşağıdan yukarı doğru işler. İnsanlar böyle olduğu için, otoriter liderler olanaklı olur. Otoriter partiler, insanları makineci-gizemci yapmamakta; tam tersine, insanların makineci-gizemci kişiliği otoriter partileri doğurmaktadır.(3)
Şu anda İslam dünyasında din, ritüeller ve pathos (tasavvuf) üzerinden siyasal olarak toplumların değişik şekillerde konsolide edilmesi işlevini görüyor. Dinin özü olan düşünce ve duyguya dayanan iman ve ahlak, piyasada neredeyse yoktur. Kur’an, insanın ahlaki/vicdan kabiliyetinin diri tutulmasıyla kurtulacağını; onu dumura uğratmasıyla da çökeceğini bize söyler.(91/7-10). Kur’an, baştan sona kadar insanın ahlaki vicdanını düşünme aracılığı ile diri tutmaya çağırır. Özünü veya insanlığını korumanın başka yolu yoktur. İmanın ve salih amelin oluşmasının ve devamının bundan başka bir yolu yoktur. Düşünce-duygu ve davranıştan oluşan dini akt, ancak bu şekilde canlı kalabilir. Ancak, yine Kur’an’ın itiraf ettiği gibi, peygamberden sonra araya “uzun zaman” girince, müminlerin kalpleri katılaşır ve çoğu yoldan çıkar(57/16). Bugün olan da budur. Biz, buna bir de “Sünni” teolojinin yaratmış olduğu dini yabancılaşmayı ekleyelim:
İslam düşünce tarihinde ilk iki yüzyılda ortaya çıkan ve Kur’an ve Sünneti vicdan, düşünme (dirayet) yolu ile almaya çalışan “Rey Ehli” ile bu kaynakları bizatihi mutlak otorite olarak görüp taklit ile onlara koşulsuz boyun eğen “Hadis/Rivayet/Sünnet/Eser Ehli” arasındaki ayrışmada ikinci yolun “Ehl-i Sünnet” olarak devletlerin resmi ideolojisi haline gelmesi, İslam toplumlarının bugün yaşadığı sorunların temel nedenidir. Teolojik düzlemde bu ayrışma, Mutezile’nin benimsediği kaynakları dil, akıl ve ahlak zemininde yorumlama çabası ile, kaynakları bunların dışına çıkararak Mutlak kudret olan Allah’ın iradesine gerekçesiz-sualsiz bağlayan Kaderci Eş’ariliğin çabasına dayanır. Fıkıh usulünde Rey Ehlini, Hanefilik ve Malikilik temsil ederken; Hadis Ehlini, Şafiilik ve Hanbelîlik temsil eder.
Tasavvufun üçüncü yüzyıldan itibaren iç ve dış kaynaklardan etkilenerek gelişmesi ve Sünniliğe eklemlenmesinin, İslam toplumlarında yaratıcı düşünmenin ve özgür iradenin çökmesinde önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Tarikat yapıları, bireyi sürüleştiren ve özgür iradesini felç eden yapılar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Parimonyal sistemin periferisinde kalmış halk yığınlarında oluşmuş içerleme ve uçuklamayı örgütleyen tarikatlar, kitlelerin tarih-toplum ve iktisat (dünya) ile bağlarını gevşeterek “uhrevi” ve “ruhsal” bir ajanda yaratmışlardır. Oysa Kur’an, öteki herkesten sorumlu, özgür bireylerden oluşan bir cemiyet (ümmet-millet) aidiyeti ve gözü ırakta (Ahiret), kendi buralı (dünya-iktisat) bir kişilik yaratmaya çalışmıştır. Tarikat ve dini cemaatler ise, birer “kabile/klan” topluluklarıdır.
Bir başka önemli neden ise, 12. yüzyıldan itibaren küçükbaş hayvan besleyen göçebe ve asker olan Türklerin İslam dünyasında kurdukları siyasal hegemonyadır. Soyut düşünmeye, ticarete ve yerleşik hayata/şehir kurmaya meyyal olmayan Türkler, kurdukları askeri merkezli imparatorluklar (Selçuklu-Osmanlı) ile fütuhat ekonomisi oluşturmuşlardır. Dünya ekonomisi yapısal değişime (endüstri-teknoloji) uğrayınca da gelirleri (hoşafın yağı) kesilmiş ve çökmüştür.
Batıda 16. yüzyıldan sonra meydana gelen Aydınlanma, Rönesans ve Endüstri devriminin yarattığı değişimi zamanında algılayıp ona karşı kendi modernitesini (teknoloji-iktisat-siyaset-hukuk) yaratamayan İslam dünyası, siyasal ve toplumsal-kültürel varlığını koruyamayarak çökmüş ve akabinde ciddi düzeyde yabancılaşmaya uğramıştır. Sanayi ürünü olmayan İslam toplumları, hammadde, yarı mamul-montaj ürünler ve tarım ürünleri satarak gelir sağlamaya çalışmaktadır. Abbasiler döneminde yaratılan ticari kapitalizm, endüstri devrimi (sanayi kapitalizmi) ile sona ermiştir.
Teknoloji toplumunda ve kapitalizm makinasının küresel hegemonyasında alternatif olarak iktisadi sorunların çözümünün zor olduğu ortadadır. Ancak Müslümanlar, kimlik ve kültür sorunlarını (yabancılaşma) çözmek istiyorlarsa, kendilerini bu duruma getirenin, Sünniliğin “Tasavvuf (pasif nihilizm)” eklemeli “Hadis Ehli” ve “Eş’arilik” olduğunu görüp, Mutezile ve Hanefiliğin-Maturidiliğin oluşturduğu “Rey (görüş-düşünce) Ehli”nin düşünce yoluna geri dönmeleri ve dini hamiyetleri ile birlikte eşyayı ve olup-biteni(olguları) merak etmeyi (bilim) öğrenmeleri gerekmektedir.
1-Nietzsche, Friedrich. Putların Alaca Karanlığı. Çev: Y.Kaplan. İst. 2011. s. 53-54.
2-Fromm,Erich. İsa Dogması. Çev:B.Leblebicioğlu. İst. 2017. S, 98-99.
3-Demirtaş, Mustafa. Arzu Politikası(Deleuze-Guattari Etkisi). İst. 2017. s 37.
31.7.2017
Diyanet tarafından hazırlanan “Kendi Dilinden FETÖ(Örgütlü Bir Din İstismarı)” raporunun sonuçları 26 Temmuz günü Basın toplantısı ile medyadan duyuruldu. Sayın Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez şöyle bir cümle kullandı: “Bu örgüt, insanların zihinlerine, gönüllerine ve değerlerine sızmıştır.” Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan da daha önce: “Allah affetsin; kandırılmışız.” demişti.
Benim temel iddiam şu: Bu “zihinlere, gönüllere ve değerlere sızma” veya “kandırılma-İstismar edilme”nin ortak ahlaki psikolojisi ve teolojik kodları analiz edilmeden, sökülmeden, ortaya çıkarılmadan bu örgütle mücadele etmek imkânsız olduğu gibi; yenilerinin oluşmasının önüne geçmek de mümkün olmayacaktır. Bu sökme ve analiz etmenin ucu kendimize, kimliğimize, değerlerimize, kodlarımıza, mezhebimize, meşrebimize dokunacağı için, bu olay üzerine yazıp çizenler, konuşanlar, olguyu bizden uzaklaştırmaya, dışarı atmaya, marjinalleştirmeye, ötekileştirmeye, şeytanlaştırmaya çalışıyorlar. Bu tutum, entelektüel anlamda körlüktür; ahlaki anlamda ödlekliktir, sahtekârlıktır, iki yüzlülüktür. Eğri oturup doğru konuşalım. Kandıran ile kandırılan, istismar eden ile edilen, aynı-müşterek ahlaki-vicdani-itikadi ortak paydaya sahip olmazsa, kandırma ve istismar gerçekleşmez. Uzun süreli, gönüllü birliktelikten sonra sonunda bir “zorlama” ve “ihanet” olayı vuku bulmuştur. Gönüllü birliktelik süresince var olan ortak duygudaşlık, psikoloji ve akaid aynılığı sorgulanmadan, “zorlama” veya “ihanet”in nedenleri üzerine sağlıklı olarak konuşulamaz.
Bu Cemaat’in 45 yıl boyunca ülkemizde ve dünyada yaptığı “doğru” işler olduğu gibi; “yanlış” işler de vardı. Örgütün veya cemaatin laik veya muhafazakâr kesimlerden ilişkiye girmediği neredeyse bir Allah’ın kulu yok. 19.5 milyon aileden 14 milyonu ile ilişkileri olmuş. Cemaatin üyeleri, muhafazakârların kardeşi, bacısı, amcası, yeğeni, eniştesi, oğlu, kızı….dır. Cemaatin yaptığı “doğru” işleri(örneğin: kaliteli eğitim verme, TUSKON ile yurt dışına ihracat yapma… vs) vatandaşlarımızın onaylamasında bir sorun yoktur. Fetullah başta olmak üzere, cemaatin üyelerinin kâhir ekseriyetinin dini manada “samimiyetsiz/sahtekâr” olduklarını söylemek de abestir. Doğru teşhis, “istikamet”lerinin yani Tasavvuftan gelen -Hanefilik ve Maturidilikten değil- teolojilerinin sakatlığıdır. “Ameller, niyetlere göredir” hadisini diline pelesenk eden Sünnilik, “Ameller, sonuçlarına göredir” meşhur hadisini hiç hatırlamamıştır. Kilise, ortaçağlarda samimiyetle veya Allah rızası için yani bu motivasyonla akıl almaz cinayetler işledi. Bizdeki “Hariciler” de öyle. Bu örgütün yaptığı da benzer bir olaydır.
Türk Sünniliği’nin Hanefi-Maturidi rasyonel teolojik çerçevesi sağlamdır; fakat geliştirilmeye muhtaçtır. Ancak Türk Sünniliğinin muazzam zayıf karnı “Tasavvuf” boyutudur. Tasavvufun, Türklerin seciyesine uygun merhamet-hoşgörü tarafı olduğu gibi; itikad, ahlak ve siyaset alanlarında ciddi handikapları da mevcuttr. Bu “teosofi” –teoloji değil- sökülmeden hiçbir şey yapılamaz. Tarikatlar ve cemaatler, Türkiye’nin tarihsel, sosyolojik-kültürel-dini gerçekliğidir; bu doğru. Ancak, ahlaki ve teolojik bağlamda çürümüş-eskimiş ve hastalıklı bir gerçeğidir de. Rahmetli Mehmet Akif’in “Safahat”ına bakanlar, bu yapıların, Osmanlının çöküşündeki rolünü görür.
İslam’ın doğuşu, Hristiyanlıkta olduğu gibi, yeraltı örgütü veya heretik “fırka” olarak değil; toplum(Cemiyet/Sevadu’l-Azam) olarak doğmuştur. “Tarikat”, dördüncü yüz yıldan itibaren, bidat olan Tasavvuf’un inkişafından sonra Selçuklular ve Osmanlılarda ortaya çıkmıştır. Bunu da dürüstçe görmek gerekir. Dini ve toplumsal bağlamda yaptıkları doğru işler olduğu gibi; toplumları çürüten, aptallaştıran, miskinliğe götüren işlevleri de olmuştur. Dini saiklerle cahil bırakılmış insanların “şeyh” olarak isimlendirilen kişilere sorgusuz-sualsiz bağlanmaları, İslam’ın “Ulema” geleneği ile çelişiktir. Fukaha ve Mütekellimlerin kuru akılcılıkları ve katı şekilcilikleri sorgulanmadan bu “Tarikat” kurumunun ortaya çıkışının psikolojik-sosyolojik nedenleri anlaşılamaz. Şeriatın/Ulemanın, o günkü katılığı-kuruluğu, hatta bağnazlığı, insanları nefes almak için “meczup”luğa itmiştir.
Türkiye’nin, bir “kültür devrimi” ile kurulması, Osmanlı’da çökmüş olan Tarikatların Cumhuriyet döneminde yeraltında devamını sağladığı gibi; buna ilaveten bir de “Cemaat”lerin(Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık-İsmailağa…) ortaya çıkmasını doğurmuştur. İki binli yıllardan itibaren, devlet kültürel bağlamda normalleşmeye başladıktan sonra, bu yapıların “kültürel mağduriyet” mazereti kalmamıştır. Kaldı ki, çok daha öncesinden itibaren bu yapıların iktisadi birer “holding”e dönüştüğü de bilinmektedir.
Fetö’ye gelecek olursak, sorun, cemaatin, daha doğrusu Fetullah’ın muazzam büyüklükte bir ütopyayı yani Dünya’nın müslümanlaştırılması için kendinde “Mehdilik” misyonu ve müritlerinde de “Temsil” misyonu görmesindedir. Kur’an ve Sünnette, ehlinin “Tebliğ” yani vaaz ve irşad sorumluluğu olduğu halde; “Temsil” inancının Tasavvuf menşeli olması gerekir. İkinci sorun, bu gayeye ulaşmak için, gerekirse, Kitap Ehli ile uzlaşmaya girişmenin teolojik kodları da Tasavvuf aracılığı ile Sünnilikte mevcuttur. Vahdet-i vücut teorisi, her türlü uzlaşmaya ahlaki-teolojik zemin hazırladığı gibi; “Allah, isterse, kendi dinine Kafirler aracılığı ile de yardım ettirebilir” hadisi, Sünni kaynaklarda mevcuttur. Ayrıca Sünniliğin “Kader” teorisi, başta Fetullah olmak üzere, cemaatin bütün müritlerine, sağlanan başarıda kendilerinin hiçbir payı olmadığı; kendilerinin sadece “vesile” oldukları kanaatini vermiştir. Amaca ulaşmak için vasıtaların da doğru olması gerektiği, Kur’an ve Sünnette gayet açıkça vazedilmiş olmasına rağmen; Fetö’nün bir sürü aleni-gizli ahlaksızlığa başvurması da, mevcut Sünnilikteki “Daru’l-Harp”, “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” geleneğinden kaynaklanmıştır. Tasavvufi epistemoloji, ilhama/sezgiye(Batınilik) dayandığı için; bu bilgi yolunun, Kur’an’ın akıl-mantık ve gramer kurallarına dayanan “Beyan”ı ile çelişen tabiatı reddedilmeden; “Bunlar, Tasavvufu istismar ettiler” açıklamasının hiçbir anlamı yoktur. Mistik tecrübenin dünyada bin bir çeşidi olduğu gibi; bir dinin içindeki versiyonunda da bin bir çeşidi bulunabilir. Müslüman toplumlardaki Yesevilik ve Nakşiliğin bazı kollarında “Şer’î(Hukuki-Siyasi)” bir çerçeveye ihtimam gösterildiği halde; başta Vahdet-i vücut doktrini olmak üzere “Batini” tasavvufta bu ihtimam yoktur. “Erdebil Tekkesi”, Safavi devletine dönüştüğü gibi; “Melami/Kalenderi” meşrep Baba İshak ve “Vahdet-i Vücutçu” Şeyh Bedrettin, Osmanlı’ya isyan ettiler. “Tapınak Şövalyeleri”nde de olduğu gibi, Mistik tecrübe, tarih boyu “siyaset”ten hiç de uzak durmamıştır. Dolayısıyla, tarikat ve cemaatlerin siyasi genetiği, onları, modern birer “sivil toplum” örgütleri olarak görmeyi engeller. Meşru siyasi otorite tarafından daima kontrol altında tutulmaları gerekir. Yapıp ettiklerinin/faaliyetlerinin, yasal çerçeveye kavuşturulması ve şeffaf bir şekilde denetlenmesi şarttır.
Fetö ile Türkiye’deki diğer tarikatların ortak kesişim kümesinin elemanları şunlardır:
1-İlham’ın Allah’tan geldiği inancı(Oysa, ilham, kişinin kendi içinden gelir: “Ayı’nın kırk türküsü varmış; kırkı da ahlat üzerine”).
2-Rüyayı dinde bilgi kaynağı kabul etme.
3-Mesih-Mehdi-Kutup-Gavs inancı.
4- Şeyhe/mehdiye/lidere kesin-koşulsuz itaat.
5-Denetimsiz ticaret.
6-Müritlerin istismar imkânı.
7- Devlet bürokrasisine ve siyasete sızarak kendilerine “özerk” alan oluşturma çabası.
8-Tarikat-Siyaset-Ticaret’in aynileşmesi.
Öz-eleştiriden korkan bazıları, bu çelişki ve yanlışları görüp ortaya çıkarma ve ortadan kaldırma yerine; yapılan eleştirileri. “Tarikatlara-Cemaatlara vuruyorlar, amaçları İslamı çökertmektir” yollu beyanlarda bulunuyorlar. Oysa bizim niyetimiz, İslam’ın mantık ve gramer kuralları ile vuku bulmuş sözlü(vahy/Kur’an-Sünnet) ve düşünce-duygu-davranıştan oluşan öz-doğasına tarihi süreç içinde halklar ve değişik kültürler tarafından eklemlenmiş fazlalıkları gerekçeli olarak(dogmatik değil) temizlemektir. İçtihat/yorum ile yapılmış update ve tecditlere bir diyeceğimiz yok. Bugün de aynı şeyi biz yapmalıyız.
17.7.2017
(Anadolu’da Üretilen Bir Bal’ın Zehirleşme-Zehirleme ve Yiyenin Zehirlenmesi Hikâyesi)
Fetö, bizim kendimizin kendi başımıza ördüğü bir çoraptır. Buradaki “Biz”, Sünni-Türk-Tasavvufu kastetmektedir. Nakşiliğin “Halidi” kolunun, yani İbn Arabi içirilmiş Eş’ariliğin “Nurculuk-Risale-i Nur” üzerinden Anadolu’ya etkisidir. Yeni bir Mevlâna veya Şeyh Bedrettin hikayesidir. Mehdici, Menkıbeci, Mitolojik, Takiyyeci, Küreselci, Kaderci ve politik bir teosofidir. Mevlana’da olduğu gibi “baği” olduğu gerekçesi ile oğlunun cenaze namazını kılmayan ve Moğollarla iş birliği yapmaktan çekinmeyen “insanlığın kalpsiz aşıkları”nın yeni bir örneğidir. Seksenlerde Erzurum müftü yardımcısı Mehmet Erikel, kendi öğrencisi olmuş Fetullah Gülen hakkında sorulan bir soruya cevap verirken: “Fıkhı yoktur; menkıbecidir” demiştir. Yetmişli yıllardan itibaren onun “ağlayan-ağlatan vaiz” olduğunu herkes bilir. “Sözde” Hanefi-Maturidi olduğunu iddia eden Türkiye Müslümanlığında, Rasyonel Teolojiden ziyade Evliya/Menkıbe kültürü, yani Tasavvuf daha etkindir. Rasyonel teoloji, dinsel kimliğin ayaklarını “yer”e bastırır ve “Biz-Öteki” ayrımını netleştirir. Türkler, -Felsefi-Bilimsel düşünme aşamalarını geçin-, “Teolojik düşünme” aşamasına bile geçemeyip, mitik-menkıbevi(Tasavvuf) aşamada kalmış bir halktır.
15 Temmuz kalkışmasını anlamak için, Fetö’de oluşan “Ötekileştirme” ve “Biz” oluşturmanın teolojik kodlarını anlamak gerekir. Mevlana’da Moğollarla oluşan “Biz” şuuru ile Fetullah’ta ABD, AB, Vatikan(Dinler Arası Diyalog), İsrail’den oluşan “müttefikler” ve İhvan, İran, Ak Partisi’nden oluşan düşman “öteki”nin teolojik oluşturucuların izini İbn Arabi ve Vahdet-i Vücut teorisinde/teolojisinde aramak gerekir. Çünkü bu teori Halik ile Mahluk arasındaki ayrımı kaldırdığı gibi, Biz ile Öteki arasındaki ayrımının teolojik, ahlaki ve doğal olarak politik sınırlarını da bir tür “hümanizm adına kolayca kaldırmaktadır. (“Biz, aşkın aşıklarıyız; Müslümanlar, başkadır.” Mevlana. “Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan, halk müderrisi olsa da Hakka asidir.” Y.Emre). Kur’an’da da Hristiyan “Bizans” ile Müslümanların bir “ortak cephe”si kurulmuştur(30/2-6). Ancak bu cephe, Kitap Ehli(Hrıstıyan) ile Müslümanlara karşı değil; Pagan Perslilere karşıdır.
Fetö olayı, kimsenin bilmediği bir “virüs” olayı değildir. Tersine, herkesin bal gibi bildiği, Türkiye’nin ürettiği bir “Bal”dır. Bu balı zehirleyen çiçekler(İbn Arabi, Mevlana, D.Kayserî, N. Mısri, S.Konevi…) Anadolu’da yetişmişlerdir. Bu balı, -“Abant Toplantıları”nın baş müdavimleri olan liberal-seküler-sol aydınlar başta olmak üzere, Demirel, Özal, Ecevit.. dahil- herkes yalamıştır; ancak bu balın zehirleşmesini, uzun süre hissedemeyişimizin sebebi(“kandırılmışız”), genetiğimizin yakınlığıdır. Yaşadığımız “zehirlenme”(15 Temmuz) olayından önce çok az sayıda kişi bunu görmüştür. Görenlerin çoğunda seküler Yurt/Vatan kavramı önemli bir yer tutar(D.Perinçek gibi). Esas teolojik sorun, bu “zehirleşme”nin nasıl olduğudur.
FETÖ, kimilerinin sandığı ve iddia ettiği gibi Haşhaşi, Cizvit, Moon, DHKP-C… vs. gibi, kökü dışarda, marjinal, uzaylı bir yapı değildir. Sayın cumhurbaşkanımızın dediği gibi: “Arkasını çetelere, mafyaya dayama yerine; arkasını millete dayayarak bu büyüklüğe erişmiş bir harekettir.” Ancak, arkasını millete dayadığı kadar ABD, AB, Vatikan ve İsrail’e dayadığını sayın cumhurbaşkanımız uzun süre görememiş. Bu örgütün kökü, genetiği, tohumu, mayası Anadolu’dadır.
15 Temmuzun birinci yıl dönümünü anma bağlamında üretilen“15 Temmuz Destanı” kavramı, bir yönü ile doğrudur. O gece bir destan yazılmıştır. Ancak, bu kavram, bir yönü ile de bir “Traj-i komiklik”tir. Zira, bu “Destan”, Sünniliğin bir kanadının diğer kanadına karşı yazdığı bir destandır. Nedense, bunu görmezlikten geliyoruz. Kendimize(Sünniliğe) yakıştıramadığımız için üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Ona dış kaynaklar bulmaya çalışıyoruz.
Cemaat, samimiyetle giriştiği “sivil” bir “Hizmet Hareketi(Yüzyılın İyilik Hareketi)” olmaktan zamanla çıkmış; siyaseti şeytanlıkla(korsan-illegal-gizli-paralel) icra etme noktasına gelmiştir. İkinci bir teori de, bu hareketin, ta başından itibaren CIA tarafından kontrol edildiğidir. Eğer bu teori doğruysa, Fetullah, “hainlik” kast-ı mahsusundan değil, saf(aptal) samimiyetinden dolayı bu durumu kabul etmiş olmalıdır: “Allah isterse “kafir”le de dinine hizmet ettirir” zayıf hadisi fehvasınca bunu yapmış olabilir. Said Nursi’nin Risalelerinde de dinsiz Komünizme karşı, dindar bir Amerika “muhabbeti” bilinmektedir. Bu hareketin oluşmasında Kemalizm’in Türkiye’de yarattığı dini-kültürel mağduriyet, politik sebeptir. Teolojik sebepler ise, yukarda saydığım hususlardır. Başta Ak Partisi olmak üzere, Türk halkının bu “zehirleşmiş” balı hissetmeden uzun süre yemesinin sebeplerine gelince: 1-Güce tapma, 2-Beleşçilik ve İkbal beklentisi, 3-Hayır severlik, 4- Kaliteli eğitim hizmeti satın alma. 5- Onlarla aynı “inanç”lara sahip olmaktan dolayı(alnı secde görme) Ak Partinin sekülerlere karşı işbirliği saikleridir(içimizden birileri).
Politik olarak 15 Temmuz, bir darbe teşebbüsüdür. Teolojik olarak da, İslami-Muhafazakâr bir parti ile bir Sünni Cemaatin çatışmasıdır. Bir ulu kişinin, arkasındakiler ve avanesi ile bir kahramana/karizmatik lidere ve onun şahsında Türkiye’ye saldırısıdır. Bu olay, kasıtlı ilk muhatabı R. T. Erdoğan ve Ak Partisi, ikincil/dolaylı olarak da sonuçları bakımından İslam, Türkiye, Türk Halkı, Türk Devletine karşı bir “İhanet” hareketidir. Fetö’yü kimse “tekfir” edemez; ancak, açıkça ihanetle suçlarız. Sorun, onların bu ihaneti işlemelerine neden olan vatan/yurt, millet/ümmet bilincinin hangi saiklerle eritilmiş olmasıdır; “Mobil Vatan(Seccade ve Kur’an’ın götürüldüğü her yer)” kavramını nasıl icad ettikleridir. Bunun sebebi, Yahudilikteki “Seçilmişlik”, Hrıstiyanlıktaki “Kurtulmuşluk” inançlarına benzer olarak, Fetullah’ta oluşmuş olan, İslamiyet’i -Kiliseye benzer olarak- “Temsil” etmek inancıdır. Dünyaya karşı İslamiyet’i temsil etme “Misyon”u, onlardaki “Vatan/Yurt” ve “Millet-Ümmet” bilincini yok etmiştir. Bu inancın oluşmasında İbn Arabi’nin “Vahdet-i Vücut” teorisinin etkisi olduğu kanaatindeyim.
Fetullah’ı dini anlamda “otorite” haline getiren teolojik hususlar ise: 1-İlham ve Rüya ile “İlahi bilgi” aldığı inancı ve 2-Fiili olarak Allah tarafından desteklendiği inancıdır. Bu niteliklerin her ikisi de, bilindiği gibi Tasavvuf/Batınilik geleneğimizde Kutup, Gavs, Mehdi, İmam, Şeyh, Veli, Evtad diye bilinen kişilerde olduğuna inanılır. Kutsal kişi imgesi, doğal olarak bağlılarındaki irade ve düşünce kabiliyetlerini felç eder. Fetö hareketinin kırk yıllık geçmişine rağmen, bu hareketin içinde ikinci bir “kişi”nin olmayışı; elemanların/müritlerin bir kısmının “mankurt”, “zombi”; büyük bir bölümünün ise “böcek”, “sürü” oluşunun sebebi budur.
Tarihte Baba İshak ve Şeyh Bedrettin örneklerinde olduğu gibi FETÖ’nün oluşmasına İbn Arabi’nin muakkibi olan Davut el-Kayseri’nin kurucusu olduğu İznik Medreselerinde ‘Fususu’l-Hikem’in en son okunan kitap olması; Molla Fenari’nin bu kitaba bolca atıf yapması; üçüncü Murat’ın bu kitabı Türkçeye çevirmesi ve bu kitaba 120 ye yakın şerhin yazılması; Ayrıca Mevlana, S.Konevi, N.Mısri ve Y.Emre’nin bu mesleke/mezhebe salik olmalarının önemli bir rolü olsa gerek. Nakşilerin hepsi, İbn Arabi’yi “Şeyhu’l-Ekber” olarak görür.
Sünnilikte mevcut olan “Takiyye” ve “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” kavramları, bu hareketin gizli/paralel, illegal-korsan bir yapıya evrilmesini doğurmuştur. Müritlerin azami kısmında yaratılan azim-sebat, kararlılık ve imanın arkasında samimi “Allah Rızası” ve “Cennet Arzusu” yatmaktadır. Bu hareketin, dini bağlamda samimiyetsiz olduğu iddiası doğru değildir. Anlaşılması gereken husus, samimiyet kadar “istikamet”in de İslamiyet’te önemli bir değer olduğudur. “Ameller, niyetlere göredir” hadisi doğru olduğu gibi; en az onun kadar doğru olan bir diğer husus da: “İnneme’l-a’malu/umuru bi’l-havâtım” yani “Ameller, sonuçlarına göredir.” Cehaletin olduğu yerde samimiyet, böylesine “taşören”leşmenin doğmasına sebebiyet vermektedir.
Sayın cumhurbaşkanımız R. T. Erdoğan’ın 17-25 Aralık’tan sonra bu yapıyı tasvir etmek için kullandığı “Tabanı ibadet, ortası ticaret, tepesi ihanet” tabiri oldukça doğru bir tanımlamadır. Buradaki “ihanet”in birinci derecede muhatabı kendisi(AK Parti); dolaylı muhatabı ise, “Türkiye”dir. 15 sene boyunca bu yapı ile iş birliği yapmış Ak Partinin siyasi ekibi, -bu “iş birliği”nin ahlaki muhasebesini yapmadan- son anda saldırı kendilerine yönelince “kandırıldık” diyerek sorumluluktan kurtulmaları, taban ve cemaatten hizmet satın alanların ise “suçlu” olarak görülmeleri ve kovuşturmaya tabi tutulmaları kamu vicdanını yaralamaktadır. 15 Temmuz olayından sonraki tevkif ve yargılama süreçlerine bakıldığında, son iki katmandan ziyade, taban, hayli mağdur edilmiş durumdadır. “Kör, tuttuğunu sever” sözünde olduğu gibi. Bu da Türkiye’nin güçlü “siyasi” motivasyonu ve zayıf “hukuk” kapasitesinin bir semptomudur.
Cemaatle Ortak(Diyanet-İlahiyat-Siyaset) Günah Genetiğimiz.
1-Pensilvanya’ya(CİA’nın kucağına) taşınması, kimseyi dehşete düşürmedi.
2-Dünyadaki “okullar” CİA’nın yuvası haline gelmiş iken; kimse irkilmedi.
3-Askerlere karşı kurulan kumpaslara kimse sesini çıkarmadı. Muhafazakârlar, içinden sevindi.
4-İllegal dinlemelere-görüntülemelere(Deniz Baykal ve MHP’li adaylar) kimse sesini çıkarmadı.(“Ne özeli, ne özeli; kamusal, kamusal).
5-Bir “Cemaat”ın devleti ele geçirme planına kimse ses çıkarmadı. “Siyaset-Hukuk-Devlet” anlayışımızın ilkelliği.
6-Soru çalıp devlete adam yerleştirmeleri, kimseyi dehşete düşürmedi.
7-Mehdilik-Mehdiyet iddiaları, kimseyi infiale sevk etmedi.
8- Kişi olarak “put”laşması, kimseyi rahatsız etmedi.
9-Anadolu çocuklarının boğaz tokluğuna çalıştığı okullara yine Anadolu’dan çuvallarla para aktarılarak oraların CİA’nın şubeleri gibi çalışmasının; hadi, ekonomik açıdan birer “ticari işletme” olmasının İslam’ın “Temsil” edilmesi olduğunu kimse sorgulamadı. “Türkçe olimpiyatlar” gururumuzu okşadı.
10-Yoksul Anadolu çocuklarının devlet yurtlarına gitmesi gerektiği halde; “Işık/Nur Evleri”nde beyinlerinin yıkanması, hiçbir devlet bürokratını veya siyasetçiyi rahatsız etmedi.
11- Kendilerinden olmayanlara it veya gâvur muamelesi çekmelerini, kimse umursamadı; onur meselesi yapmadı.
5.7.2017
(Karizma/Lider- Tağut- Put Yaratmanın Yakın Ahlaki- Psikolojik Fenomenolojisi)
“Onların kamusal-Siyasi İşleri(emruhum), aralarında(beynehum) ortak akıl-oylama ve ortak-kurumsal sorumluluk iledir (Şûra).”(42/38)
Başlıktaki kavramların ilk ikisi siyasi, diğer ikisi de dini olmasına rağmen, hepsinin ortak paydası, birbiri ile siyaset zemininde yakın olmaları ve “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır” sözünde veciz olarak ifade edildiği gibi, kolayca bir birine girişmeleri ve karışabilmeleridir. Lider ve Karizma siyasette büyüleyici, etkileyici, cazip, olağanüstü, yaratıcı/akıllı-kurnaz, cesaretli-gözü pek/cesur yürek, dürüst-vefalı, fedakâr, ilahi yardıma mazhar sıfatlardan birine veya bir kaçına haiz olduğuna inanılan kişi demektir. Tağut ise, Firavun-Karun gibi siyasi-ekonomik gücü de olabilen “Şeytani Güç” demektir(M.Esed). Şeytan burada sıfat olarak hukuk ve ahlak dışılık olarak salt güç istencini(istiğna-istikbar) ifade eder. Put ise, insanın korku, güçsüzlük, yardım ihtiyacı, güç istenci ve daha da önemlisi “sığınacağı-sevileceği sıcak bir toplumsal çevre ve otorite”(29/25) oluşturma arzu ve ihtiyaçlarından(meveddetenbeynehum) kaynaklanan ve bir dönemler tahtadan, taştan yapılıp boyun eğilen, tapınılan sözde-ilahi varlıklardır. Psikanaliz, bize put yaratma ihtiyacının, modern dönemlerde kağıttan (para) ve etten/kandan (başarı, toplum, devlet, parti, para, cemaat, lider/karizma, papaz, şeyh… tarafından) doldurulduğunu, yani bunların da putlaştırıldığını söylemektedir. Erich From’un vukufiyetle tespit ettiği gibi, putperestliğin kriteri Tanrı sayısı değildir; insanın kendine yabancılaşmasıdır. İnsan tek Tanrı aracılığı ile de kendine yabancılaşabilir.(ErichFromm,Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç, İstanbul, 1973. s.76) İnsanı kendi vicdanına ve öz kabiliyetlerine yabancılaştıran ve onu kötürümleştiren her ne ise, “put” odur. Tehlike şurada: Lider/karizma yaratma veya olma ile, Put/Tağut yaratma veya olma arasındaki sınır, kıl kadar incedir. Put, Tağut, Şeytan, aslında her insanın içindeki heva yani arzu/içgüdü kaynaklı güç istenci ve kötülük kapasitesinin somutlaşmasıdır… Kötülük, bilindiği gibi, vicdana yabancılaşarak veya dogmatik bir dini tavırla(“iyilik” zannı ile) de yapılabilmektedir: “Yaptığı kötü amel, kendisine “iyi” görünen kişiye ne demeli?”(35/8).Dinler tarihi bunun şahididir.
Benzetme yönü her ne kadar “sorumluluk” olsa da, “siyaset”in, İslam toplumlarında “seyis=at bakıcılığı” ve “çoban-sürü” ilişkisi olarak tanımlanıp kodlanması, yani bu süreçte halkın/kitlenin, yönetileceklerin “hayvan(at-koyun)” yerine konulması, işaret etmiş olduğumuz tehlikeyi artırmaktadır. Nitekim “Sürüden ayrılanı, kurt kapar” sözü, bu politik zihniyeti yansıtır. Bu durumda Lider/Karizma, “seyis” ve “çoban” rolüne bürünmektedir; Krallık/Saltanat, bu siyasi tarzın pratiğidir. Lider/Karizma/Kral, ilahi yardıma mazhar, olağanüstü/büyülü/sihirli/ilahi bir haleye bürünmektedir. Saray, Protokol, Taç/Kavuk, Kırmızı Halı, Koltuk ve Tören bu “kutsama”yı temin eder ve koruyup sürdürür. ”Kral Çıplak” hikâyesinde olduğu gibi, onun böyle niteliklere haiz olmadığı, tersine sıradan bir insan olduğunu görmek, ancak “çocuk saflığı”na kalmaktadır. Yetişkinlerin hepsi, kralın “görünmez elbise” giydiğine inanır hale dönüşürler. İktidarda iken, dünya hayatının çekiciliği yanında bir de suret-i haktan(Allah) görünüp herkese musallat olabilen, herkese vesvese veren insanı Allah ile aldatan şeytan(ğarur) vardır.(31/33)
İslam tarihinde bu dönemin/kırılmanın Muaviye ile başladığı bilinmektedir. Böylece Arap vali/emir Muaviye, Bizans gelenek ve törenleriyle lider/karizma, kral/sultanlaştı. Bunun en önemli göstergesi, Lider/Karizmanın güç kullanımının(otorite oluş/yetki kullanma) kitlenin gerekçe(ahlak-hukuk-kural-yasa) ve makuliyet arayışına-sorgulayışına kapanması; diğer deyimle “kerameti kendinden menkul” hale gelmesidir(Hikmet-i Hükumet). Yani “otorite” oluşun mahiyeti, hakikat/hakkaniyet olmaktan çıkıp, “güç”ile dolmasıdır. Tağutlaşmanın veya putlaşmanın başlangıç noktası da burasıdır. Her iki taraf da, buna arzulu olmadıkça bu sonuç gerçekleşmez. Kur’an tarafından siyasi otoritenin(devlet) sorumluluk ve hukuk olarak kurulma çağrısı, kısa bir bocalama döneminden(dört halife) sonra, kayıtsız/mutlak güç olarak gaspına dönüşmüştür. Bin dört yüz yıllık İslam tarihi Dinî/İslamî Hakikat=Sünnilik=Hilafet/Saltanat olarak (üst üste/iç içe) geldi. Batıda bu durum: Dini Hakikat = Hristiyanlık = Kilise (Katoliklik, Ortodoksluk) =Krallık idi. Fransız Devrimi, Laiklik, Rönesans ve Reformla bu durum sona erdirildi. Bizde Saltanat/Hilafet ilga edildikten sonra, Sultan’ın yerini Kabile kralı(Suud-Körfez), Karizmatik liderler(Atatürk-Nasır-Burgiba), Ayetullahlar, Kaidler(Saddam-Kaddafi) aldı.
Muaviye öncesi dönemde siyaset, İslam toplumunda (iyi-kötü) “Emruhum şura beynehum”(42/38) tanımına göre yapılıyordu. Yani Müslüman toplumun kamusal işleri(siyaset-hukuk-ekonomi) aralarında ortak akıl ve herkesin sorumluluk alması(Emr-i bi’l-ma’ruf/Cihad) ile kurumsal olarak çözülüyordu. Bu gelenek, İslam’dan önce Yemen bölgesinde kurulmuş devletlere kadar geri gidiyordu: “Yemen bölgesinde(Ma’in’lilerde) kendilerine has ilahları ile anılan ve başkenti Main, diğer şehirleri Berakiş, Athlula, Beycan, Neşak, Rişan, Harim, Lûk, Kumne, Nesca, Nestum ve Magusum olan, merkezi yönetime bağlı; ancak yerel sorunlarını şehir meclislerinde çözüyorlardı. Devlet yöneticilerinin katıldığı ve ekonomik, siyasi ve hukuki sorunların görüşüldüğü “Müsedded” denen senato meclisleri bulunmakta idi.”(M. Kelpetin,İslam Öncesi Kuzey ve Güney Arabistan, İstanbul, 2016, s.33).
Batıda gelişen Demokrasi ve hukuk devleti, bu siyaset şeklinin kurumsallaşmış, teorileştirilmiş halidir. Bu tanımda “Devlet” denen tüzel kişilik, “Tanrının yeryüzündeki tezahürü”(Hegel)olmadığı gibi; Kral/Karizma/Lider(Sultan-Halife) de, Tanrının yeryüzündeki gölgesi(zıllullahifi’l-ard) değildir. Nacran’dan gelen bir heyet, Hz. Muhammed’inde aralarında bulunduğu gurubun huzuruna ulaşınca heyetin başı, topluluğa hitaben: “Hanginiz Muhammed?” diye sorduğu gibi; yine İran’dan bir heyet Hz. Ömer’i ziyarete geldiklerinde, onun ağacın altında korumasız yattığını görünce şaşırmışlardır. Yani Hz. Muhammed başta olmak üzere dört halife de saray, taç, koltuk, protokol, kavuk…kullanmamışlardı. Avrupa, Demokrasiye geçtikten sonra –Krallıktan/Monarşiden kalma- bu tür şeyleri oldukça azalttı. Örneğin, İngiliz başbakanları Londra’da “10. Sokak 47 no’lu daire” de oturuyorlar. Avusturya Cumhurbaşkanı da, Krallık sarayında oturmayı reddedip, normal bir dairede oturuyor. Krallıktan kalma saraylar, şimdilerde “Müze” konumundadır. İskandinav ülkelerinde siyasi ve bürokratik heyetin ayrıcalıklı bir jest ve davranışlarının olmadığı bilinmektedir. Devlet kutsal, giz’li, sihirsel, nüfuz edilmez, karanlık bir güç olmaktan çıkarılıp; şeffaf, denetlenebilir, toplumun hizmetçisi(gece bekçisi), toplum sözleşmesine(Anayasa) bağlı bir hukuki-siyasi aygıt/aparat haline getirildi. Devlette görevli siyasi ve bürokratik ekip de dokunulabilir, her an ulaşılabilir “içimizden birisi” haline geldi.
Dört halifeden üçünü “koruma” olmadığı için iç savaşta kurban vermiş bir ümmetin varisleri olarak elbette ki siyasi ekibin bazı dokunulmazlıkları ve ekstra korumaları olmak zorundadır. Ancak bu durum, kitlelerin onları putlaştırmasını; onların kendilerinin de, devlet/güç zırhı giymiş, hukuksuz “tağut”lara dönüşmesini doğurmamalı.
Tağut/Putlaşmanın olduğu otoriter siyasi yapılarda “Bağımsız/Tarafsız Yargı” olamaz. Çünkü yargıçlar karar verirken sürekli siyasi otoritenin gözüne bakarlar. Onun rızasını gözetmeye, onun gazabını üzerlerine çekmemeye veya onun gözüne girmeye çalışırlar. Tıpkı Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, O’nun nezdinde “Kâfir-Zalim-Fasık” oldukları gibi(5/44-47). Böylesi toplumlarda hukuk, siyasi iradenin “it”i olur; sevmediklerinin/muhaliflerin üzerine salınır. Sözde “Demokrasi”, gerçekte ise –kuvvetler ayrımının olmadığı- “Cumhuriyet” olan böylesi toplumlarda hukuk, futbol maçı şampiyonasında “hakem/hakim”in maç yapan takımlardan birisi tarafından atanmasına benzer. Bu hakemin “tarafsız/bağımsız” olabileceği düşünülemez. Genel olarak Türkiye’nin siyasal tarihi, bana biraz böyle gibi geliyor. Objektifliği veya siyasal iktidarın etkisinden bağımsızlığı hayli tartışmalı Osmanlıdaki “Kadı Adaleti” başta olmak üzere, İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Yargılamaları, 12 Eylül Darbe Hukuku, 28 Şubat Süreci, Ergenekon-Balyoz Kumpasları, Vesayet Rejimi ve son Adalet tartışmaları, bu yargımın somut kanıtlarıdır.