Tarihselciliğe Dair Yanılgı

1 – TÜRKİYE VE TARİHSELCİLİK

Türkiye’de Kur’an’ın yorumlanması bağlamında gündeme gelen “Tarihselcilik” kavramı, Avrupa’da 17. Yüzyıldan itibaren gelişmeye başlayan “Sosyal Bilimler”de tarihsel fenomenleri-olguları yorumlamada geliştirilen bilimsel bir yöntemdir (Historical Critical Aproach). Söz konusu yöntem, bir olguyu-fenomeni, oluştuğu tarihsel koşullar içinde anlamaya çalışmaktır. Alternatifi ise, Kilisenin oluşturduğu dogmatik, skolastik, anakronik yaklaşımdır. Tarihselci yöntem, daha sonraları Almanya’da gelişen Hermenötik (Yorumsama) yöntemi ile birleşmiş ve sentezlenmiş, kendi içinde gelişerek, incelerek onlarca akımı/ekolü barındırmıştır. Tüm edebi-tarihi-sosyal ürünlere bu bakış açısı ile yaklaşıldığı gibi; Kutsal metinlere (Tevrat-İncil) de bu bakış açısı ile yaklaşılmıştır. İslam dünyasında Pakistanlı âlim-düşünür Fazlurrahman, bu yöntemin radikal olmayan ve hukuk metinlerine uygulanan bir kolunu (Romantik Hermenötik/Emilio Betti) Kur’an metnine hukuk açısından uygulamıştır.  

Bilimsel bir “metodoloji” olarak “Tarihselcilik” ile Felsefi bir “Dünya Görüşü” (Hegel-Marx) olarak sürekli rölativist bir tutumu (tarihsicilik) benimsemeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Türkiye’de Tarihselcilik aleyhinde yazanların ve konuşanların ekseri, -bilinçli olarak- bu iki hususu birbirine karıştırmaktadırlar. Bunda Tarihselliği savunanların, teoriyi dört başı mamur bir şekilde ortaya koyamamış olmaları da rol oynamıştır. Temsilde hata olmaz: “Ürmesini bilmeyen it, yatağına kurt çağırır.” 

Fazlurrahman ürünlerini, 1960-70’li yıllarda Amerika’daki ve Avrupa’daki akademilerde vermiştir. Fazlurrahman’ın kitapları, 1980’lerden itibaren Mehmet Aydın, Alparslan Açıkgenç, Bekir Demirkol, Hayri Kırbaşoğlu, Salih Akdemir ve Adil Çiftçi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu tarihten itibaren de Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri başta olmak üzere, çeşitli çevrelerde taraftar bulmaya, üzerine doktora çalışmaları, kitaplar ve makaleler yazılmaya başlamıştır. Din sosyolojisi kürsüsünde Türkiye’de ilk defa Adil Çiftçi “Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek” (2000) adlı bir doktora tezi yapmıştır. Fazlurrahman’ın görüşleri 1980‘li yıllardan itibaren “İslami Araştırmalar” dergisi çevresinde, daha sonra da “İslamiyyat” dergisinde ve “Ankara Okulu” yayınları çevresinde işlenmiş ve savunulmuştur.  1997 yılında da şimdiki Cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan riyasetinde “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” başlıklı uluslararası bir sempozyum yapılmış ve metinleri basılmıştır (İstanbul, 1997).  

Fazlurrahman’ın görüşlerini benimseyerek eser vermiş belli başlı Türk ilahiyatçı akademisyenler şunlardır: Prof. Dr. Mehmet Sait Hatipoğlu (İslam’ın Aktüel Değeri: 1-2, Ankara, 2009); Prof. Dr. İlhami Güler (Sabit Din Dinamik Şeriat, Ankara, 1999); Kur’an’ın Mahiyeti ve Yorumu, Ankara, 2018); Prof. Dr. Adil Çiftçi (Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Ankara, 2000); Prof. Dr. Ömer Özsoy (Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Ankara, 2004); Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Kur’an’ı Kendi Tarihinde Okumak, Ankara, 2004); Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu (Müslüman Kalarak Yenilenme, Ankara, 2018). Bu kişiler, Tarihsel yaklaşımdan vazgeçmeden, onu her platformda sürekli savunmuşlardır. Bu görüşün cami avlusuna bırakıldığı ve birileri tarafından bulunarak “tebenni” (evlat) edinildiği iddiası kat-i surette doğru değildir. Ona omuz verildiğini söylemek, daha doğrudur. 

2 – “TARİHSELCİLİK” VE “VAHYİN MENŞEİ” TEORİLERİNİN FARKLILIĞI

İki binlerden itibaren, İranlı düşünürler A. Süruş (Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed, İstanbul, 2018), Şebusteri (Hermenötik-Kur’an ve Sünnet, İstanbul, 2012) ve Mısırlı Ali Mebrûk’un (Teolojiden Tarih Felsefesine Nübüvvet, İstanbul, 2014) Vahyin (Kur’an değil)  iletişim olarak nasıl gerçekleştiği/vuku bulduğu konusunda Fazlurrahman’dan tamamen ayrı olan görüşleri Türkçe’ye çevrildi. Bunlar, Vahyin bir yeti veya mana olarak Hz. Muhammed’e verildiğini; Kur’an cümlelerini/lafızlarını Hz. Muhammed’in kendisinin oluşturduğunu söylüyorlardı. Türkiye’de de bazıları bu görüşü benimsedi veya buna yakın durdu. Örneğin;  Mehmet Dağ- Hasan Aydın’ın yazmış oldukları “Felsefi Antropoloji Işığında Hz. Muhammed, Ankara, 2014) adlı kitapta, Hamdi Tayfur adlı –İlahiyatçı olmayan- yazarın  “Vahyin Tarihsel Mahiyeti, Ankara, 2017) adlı kitabında ve Mustafa Öztürk’ün yazmış olduğu “Kur’an, Vahiy ve Nüzul, Ankara, 2016” adlı kitapta bu görüşler savunuldu. Bu yaklaşımın, “Deist”lerin vahiy konusundaki yaklaşımlarından biraz farklı olduğunu belirtmek gerekir. 

Son zamanlarda Tarihselliğe karşı olan çevreler, bu son görüşü ileri sürerek, “Tarihselcilik” ile ilişkisi olmadığı halde -çünkü “Tarihsellik”, Vahyin nasıl gerçekleştiği/vuku bulduğu ile ilgili değil; Kur’an’ın nasıl “yorumlanması” gerektiğine ilişkin bir mevzudur/teoridir- Tarihselcileri, Kur’an’ı tarihe gömmek veya Kur’an’ı Hz. Muhammed’in kendisine indirgemek ile itham etmektedirler. Kendini bu son görüşe bazı açılardan yakın hissettiğini yazan Mustafa Öztürk hariç (Kur’an, Vahiy ve Nüzul, Ankara, 2016), yazımın başında saydığım isimlerin hiçbirisi bu görüşte değildir ve bu gerçek, onların eserleri tetkik edilerek görülebilir.   

3 – FAZLURAHMAN’IN TARİHSELLİK GÖRÜŞÜ

Ben, malum çevrelerin ithamlarının iftiradan öte bir şey olmadığını ve Fazlurrahman’ın Kur’an’ın yorumuna ve Vahyin mahiyetine ilişkin görüşlerini ortaya koymak için, onun yazılarından kısa bölümler iktibas edeceğim. Zira onun bütün davasının, İslam dünyasının ve İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu politik, ekonomik, siyasi, ahlaki, metafizik vb. sorunlarının tümünün Kur’an’ın ve İslam’ın yenilenmiş bir yorumu aracılığı ile çözülebileceğini ortaya koymak olduğunu, eserlerini tanıyan namuslu herkes bilir. Onun Türkiye’deki muakkiplerinin, onunla aynı dava peşinde olduklarını yakinen biliyorum. Muannit müfterilerine ise, insaf sahibi kimsenin anlatabileceği bir şey yoktur. Tarihselliği temellendirdiği bir yazısında o, şöyle diyor: 

“İslam’ın günümüz dünyasında bir akide/inanç ve davranış sistemi olarak canlılık ve geçerliliğine dair Müslümanların sesli ve ısrarlı konuşmaları samimiyse (cevabını belirlemek zordur bu sualin aslında), açık görünen şey, onların bir defa daha düşünsel düzlemde işe başlamalarıdır [geçmişte canlılık böyle başarılmıştı]. Onlar, İslam’ın kendilerinden bugün ne istemekte olduğunu çekincesiz, içtenlikle ve yasaksızca tartışmalıdırlar. (Bunun için de önce) Bütün alanlarıyla şeriat, Kur’an’ın ışığında yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bunun yapılabilmesi için ise, Kur’an’ın sistemli ve kapsamlı bir yorumuna girişilmelidir. Bu yorum sürecinde en büyük tehlike, elbette, öznel fikirlerin Kur’an’a yüklenilmesi ve böylece de onu bir keyfi ele alış nesnesi haline getirmektir. Bu önemli bir tehlike ise de büyütüldüğü kadar kaçınılmaz değildir ve kesinlikle en aza indirgenebilir. Gerekli olan şey, tutarlı bir Kur’an’ı anlama ve yorumlama yönteminin benimsenip kullanılmasıdır. Bu yöntemin unsurları olarak şunlar yapılmalıdır: 

  1. Kur’an’ın kastını tespit edebilmek için sağlam ve dürüst bir tarihsel yaklaşım kullanılmalıdır. Kur’an öğretisinin metafiziksel yönü tarihsel yaklaşıma kolayca izin vermeyebilir; fakat sosyolojik yönü kesinlikle buna uygundur. Her şeyden evvel Kur’an kronolojik bir düzende incelenmelidir. Önce ilk vahiylerin (sûrelerin, ayetlerin) incelenmesi; sonraları ortaya konulan tedbir [yasa, kural vs.]lerve kurumlardan bağımsız olarak İslam hareketinin başlangıçtaki en temel hedefine dair yeterince doğru bir kavrayış kazandıracaktır. Böylece Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in hayatı ve mücadelesi vasıtasıyla kendisini açmasını takip edip anlamalıdır. Bu tarihsel yöntem bizi kurtaracaktır. Bu yöntem, ayrıntıların kastını/anlamını belirlemek bir yana, Kur’an’ın topyekûn mesajının genel kastını da sistemli ve tutarlı/bütüncül tarzda açığa çıkaracaktır.
  2. Sonraki kademede, Kur’an’ın hukukî bildirimleri/yasaları ile bu yasaların yerine getirmesi beklenilen “gayeler/hedefler” arasında bir ayrım yapmak lazımdır. Burada da öznellik tehlikesi vardır, ama bu da Kur’an’ın kendisi vasıtasıyla en aza indirgenebilir. [Bunun için son derece faydalı olabilecek] bir husus olan, Kur’an’ın hassaten hukukî bildirimlerinin genellikle sebeplerini de gösterdiği hususu hem gayrimüslimler hem de Müslümanlar tarafından gözden kaçırılmaktadır. [Mesela Kur’an’a göre] Bir erkek yerine iki kadının şahitliği; niçin?–“Kadınlardan biri unutursa diğer kadın hatırlatsın diye”. Bu, Peygamber dönemi Arabistan’ının sosyolojik şartları üzerinde [Kur’an tarafından yapılan] açık bir yorum olup mümkün olduğunca sağlam bir delil göstermek yönünde bir ısrarı ifade eder. Bu [sağlam ve doğru delil getirme] emri Müslümanları özellikle sıkıntıya düşürecek kadar uygulanması zor bir emir midir?
  3. Bu merhalede ise; Kur’an’ın sosyolojik şartları (oluştuğu toplumsal çevre), yani Peygamber’in hareket ettiği ve faaliyet gösterdiği ortam kesinlikle göz önünde tutularak Kur’an’ın hedefleri anlaşılmalı ve belirlenmelidir. Bu, eski ya da yeni -ve de kendi içlerinde tutarlı görünseler bile- öznel Kur’an yorumlarına bir son verecektir. Mesela G. A.Pervizgibi biri, Kur’an’dan komünist bir doktrin üretmeye girişebilir ve elindeki tüm [düşünsel] vasıtaları kullanabilir; bunu yapabilmek için. Fakat ortaya koyduğumuz tarihsel-sosyolojik yaklaşım, onu mutlaka yalanlayacaktır. Eğer bir şahıs, kendi takıntılarını [önyargılarını, beklentilerini vs.] Kur’an’a yüklememeye kararlı ise; bu yaklaşım çok faydalı ve inanıyoruz ki, Kur’an’ın günümüzde başarılı bir anlaşılması/yorumu için tek gerçek ümit olacaktır. Ancak şu da gözden kaçırılmamalı; ayrıntı farkları bir yana, genel bir anlamda, hakikate tüm yaklaşımlar ve ona dair tüm yorumlar özneldirler ve bunun üstesinden gelinemez. Bütün görüşlerin bir görüş açısı vardır ve görüş açısı görüşün konusunu/nesnesini çarpıtmıyorsa ve de diğer bakış sahiplerinin görüş açılarına da açıksa, bunda bir zarar yoktur. Kaldı ki, bu şekilde ortaya çıkan görüş ayrılığı -görüşlerin mâkuliyetten uzak olmamaları şartıyla- sağlıklıdır da… (İslami Yenilenme (Makaleler-III), çev. Adil Çiftçi, Ankara, 2002 s. 76-77) 

4 – FAZLURRAHMAN’IN VAHYİN MENŞEİ GÖRÜŞÜ

Allah ile Hz. Muhammed’in arasında bir iletişim yolu olarak “Vahiy”in nasıl vuku bulduğuna ilişkin de Fazlurrahman şöyle demektedir: “Kur’an’ın vahiy ürünü oluş niteliğini ispat sadedindeki düşüncelerim iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda Vahiy sürecinin psikolojik izahını yapan Şah Veliyullah’ın ve Muhammed İkbal’in dediklerine katıldım; başka bir şey de yapmadım. Bu psikolojik izah şunu iddia eder: Bütün özgün bilmelerde ve özellikle de Vahiy’de fikirler ve kelimeler peygamberin zihninde doğdurulurlar. Bunlar, yeni fikirler ve buluşlar olduğundan, kaynakları, peygamberin zihni olamaz; öteki bir kaynağa irca edilip oraya atfedilmeliler. Şah Veliyyullah, şunu demeye kadar vardırıyordu: Kelimeler, deyişler ve üslup, peygamberin zihninde önceden mevcuttu. M. İkbal ise, kelimelerin, vahyin alıcısı olan peygamberin bilinçli kontrolü olmaksızın düşüncelerle birlikte doğdurulduğunu söylüyordu. Ben, İkbal’e katıldım. İkincisi, İkbal’in belirgince açıklamadığı bir şeyi ayrıntıları ile kendim açıklayarak, İlahi Vahyin, diğer özgün bilme şekilleri karşısında farklılığını ve kendine has niteliğini ortaya koydum. Bu yapılmalıdır; çünkü aksi takdirde, Kur’an’ın vahyi, şiir ve diğer yaratıcı sanat formları ile aynı sınıfa dâhil olmuş olacaktır. Psikolojik açıdan bakılınca elbette onlar, benzerdirler ve yaratıcı ilham hadisesinin birbirine üstün derecelerini teşkil ederler. Ama dinî ve ahlaki içerik ve değer açısından Kur’an tamamen kendine özeldir. Ve yaratıcı düşünce ya da sanatın öteki şekillerinden farklılık gösterir. Buna göre, günümüzün düşünen insanına Vahiy sürecini ikna edici şekilde açıklayabilmenin ve aynı zamanda onun katışıksız ilahi kökenini göstermek için tek yol budur. Şu ana kadar söylediklerimin ışığında tekrar söylüyorum ki Kur’an, Allah’ın, Peygamber’e vahyedilmiş kelamıdır. Ve peygamberin Allah’ın son ve kelimesi kelimesine aynı olan vahyini aldığı akidesine inanıyorum. Bu inanç kabul edilmedikçe hiçbir Müslüman ismen de “Müslüman” olamaz.” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme (Makaleler-III). Çev: A. Çiftçi. Ankara.2002.s 32-33). 

İslam’da “Temsil” ve Türkiye’de “Dini Otorite” Sorunu

1- DİNDE “TEMSİL” İDDİASI

Temsil birinin, bir şeyin veya bir topluluğun adına davranmak; onun yerine geçmek; onun adına konuşmak, ona vekâlet etmektir. “El vekil, kel asıl=Vekil, asıl gibidir” sözü, bu gerçeği ifade eder. Yahudilikte Hahamlar, Hristiyanlıkta Rahipler (papaz, piskopos, keşiş, kıssis, aziz… vs), yani “din adamları”, kendilerini, dinin ve Tanrı’nın temsilcisi olarak görmüşlerdir. Yahudilikte bir de “Din Âlimleri (Ulema-u beni İsrail-Rasihune fil’l-İlm)” vardı. Kur’an, bunları, din konusunda “temsilci” olarak değil; otorite olarak tanır (26/197, 3/7). Kur’an’da Müslümanlardan böyle bir grubun oluşması tavsiye edilmiştir (9/122) ve tarihi süreç içinde de oluşmuştur. (Mütekellim, Fakih, Muhaddis, Müfessir). Bunlar, dini metinleri (Kur’an-Hadis) dil ve mantık kurallarına göre tefsir-te’vil eder ve yorumlar (İçtihat-İstihsan-Kıyas…). Yorumlarının sıhhati, delillerinin gücüne ve ikna kabiliyetine dayanır ve mutlak değildir. Bundan dolayı, klasik ulema sözünü bitirdikten sonra: “Allah, en doğrusunu-kendi muradını daha iyi bilir” diye bitirir. İslam toplumlarında geç dönemde oluşan “Medrese” ve “İlmiye” kurumları bu ilmi otoriteyi temsil eder. Medresenin “otoritesi” ile Tekkenin/Tarikatın ve Saltanatın “temsil” iddiaları, tarih boyunca gerilimli bir şekilde sürmüştür. Ulema, -siyasi iradeden bağımsız oldukları oranda- “şeriatın koruyucuları” olarak anılmıştır.

İlahi din, mutlak hakikati ve Tanrı’yı temsil ettiği için; fani bir insan, bunu “temsil” edemez. Nitekim peygamberler bile -fani/insan olmaları hasebi ile-, ilahi dini hakikatin mutlak temsilcileri değildirler. Hata yapmışlardır ve düzeltilmişlerdir. Onlar, mü’minler için “örnek” tirler (33/21, 60/4, 6). Allah, onları dinde açık-şeffaf, ilmi-nisbi/vicdani otoriteler yapmıştır; ulema da böyledir. Alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır (el-ulemau, veresetu’l-enbiya). Tarihi süreç içerisinde Şiilikte ve Sünnilikteki Tasavvufta Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu gibi “temsil” iddiasında bulunan bir “din adamları” sınıfı türemiştir. Şiilikteki İmam, Mehdi, Ayetullah, Huccetullah Seyyid bu gruptandır. Tasavvuftaki Şeyh, Veli-Evliya, Abdal, Gavs, Kutup, Mehdi, Ricalu’l-Gayb vs. yine bu gruptandır. Bunlar, mutlak dini hakikati ve Allah’ı “temsil” iddiasındadırlar. Nitekim aynı zamanda bir sufi olan Gazzali’ye “Huccetu’l-İslam” lakabı takılmıştır. Yani söyledikleri, mutlak hakikati temsil eder. Hangi dinde olursa olsun, bu iddianın yanlışlığının temeli, böyle bir yetkinin Allah tarafından insanlara verilmemesinin yanında; bunların, dini istismar etmeleri ihtimali ve müminlerin iradesini-vicdanını iğfal ederek akıllarını başlarından alıp onları felç etmeleri durumudur. Kur’an, Yahudilikteki hahamları ve Hristiyanlıktaki ruhbanları, bu suçlarından dolayı şiddetle eleştirmiştir (9/34). Bu dinlerin mensupları da, bu adamları ilahlaştırmalarından (Rab edinme) dolayı yine şiddetle eleştirilmişlerdir (9/31).

2-TÜRKİYE’DE ‘DİNİ OTORİTE’ SORUNU

Türkiye’ye gelecek olursak, Cumhuriyet devrimleri, -Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Medreseyi -çöktüğü gerekçesi ile- ortadan kaldırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, din konusunda ibadet yerlerini ve ibadet hizmetlerini yürütmek için siyasi otoriteye bağlı “bürokratik” bir kurum olarak kuruldu. Dini otorite, böylece boşta kalmış oldu. Tarikatlar, yeraltına çekilerek kendilerince dini temsil etmeye çalıştılar. Daha sonra yine bazı “Cemaat”ler (Nurculuk-Süleymancılık), bu iddia ile ortaya çıktı. Yetmişli yıllardan sonra siyasal düzlemde ise “Milli (dini) Görüş” hareketi, -aleni olarak iddia etmese de- bu gaye ile ortaya çıktı. Yani Türkiye’de dini otorite Tarikatlar, Cemaatler ve siyasal partiler tarafından deruhte edilmeye başladı. Hâlâ da böyle devam etmektedir. İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet, vicdanı hür-irfanı hür müntesipleri ile (geçici) siyasal iradeden bağımsız ve fakat devlete bağlı kurumlar olarak görevlerini hakkı ile deruhte edememektedirler.

Diyanet, bir taraftan bürokratik bir kurum olması; diğer taraftan, seküler devlete bağlı olması hasebi ile muhafazakâr kitleler tarafından fazla itibar görmedi. 1949 yılında Ankara’da kurulan İlahiyat Fakültesi ise, hocalarının ekseriyetinin kuruluş aşamasında felsefe ve sosyal bilim menşeli olmaları ve “aydın din adamı” yetiştirme misyonu ile kurulmuş olması gerekçesiyle muhafazakâr kitle tarafından kendine şaşı bakılmıştır. Söz konusu fakültenin programları sonradan gelişmiş ve düzeltilmiş; hocaları da din bilimlerine vâkıf hale gelmiş olsa da; muhafazakârların bir kısmında henüz negatif imajını düzeltip, tam ilmi otorite haline gelememiştir. Altmışların sonlarından itibaren kurulan “İslam Enstitüleri”, muhafazakâr kitle tarafından daha itibarlı addedilmiştir. Onlar da 1980 ihtilalinden sonra İlahiyat Fakültesine dönüştürülmüştür. İki binlerden itibaren tedrici olarak İlahiyat fakültelerinin sayısı 100’e çıkarılmış olsa da; henüz Türkiye’de Medreseden/Ulemadan doğan boşluğun yerini İlmi otorite olarak doldurmuş değildir. Muhafazakâr kesimlerde medreselere duyulan özlemden dolayı, şimdilerde sayıları oldukça fazla yeni medreseler açılmaktadır. Buralarda klasik bazı kaynaklar –herhangi bir yorum yapılmadan- olduğu gibi talim, tahsil ve tedris edilmektedir.

Türkiye sağlık sorununu çözüp bu konuda bilimsel otoriteyi tıp fakültelerine, sağlık hizmetlerini de hastahaneler, dispanserler, sağlık ocaklarına tevdi etmiş olduğu halde; din konusunda-sorununda aynı performansı gösterememiştir. Oysa din alanında da ilmi otorite İlahiyat fakültelerine; dini hizmet otoritesi de Diyanet teşkilatında olması gerekir. Sağlık alanında çıkıkçı-kırıkçı-sınıkçı-fıtıkçı-nuskacı-cinciler, ebe teyzeler ve pense ile diş çekenler ortadan büyük ölçüde kalktığı halde; din konusunda -ilmi otorite tesis edilemediği için- ortalık şeyh, hoca efendi, veli, mürşit, mehdi, gavs, kutup vs. den geçilmiyor. Bunlardan bir tanesi (Fethullah hoca efendi-müntesiplerince Mehdi), 15 Temmuz’da az kalsın Türkiye’yi çökertiyordu. Popüler bir tarikatın popüler bir şeyhi (Cübbeli Ahmet), Diyanet İşleri Başkanı’na ayar vermeye çalıştığı gibi; İlahiyat Fakültesindeki hocaların -görüşlerinden dolayı- görevlerinden alınması için müritlerine sosyal medyada imza kampanyası yaptırabiliyor. Cemaatler ve Tarikatların tarihsel ve sosyolojik gerçekliklerini kabul etsek de hâlen ulu orta kol gezmelerini anlayamayız. Sayıları henüz bilinmeyen binlerce çocuk, ilkokul yaşına gelmeden bu yapıların elinde “din eğitimi”ne tabi tutulmaktadır. Siyasi irade, daima -oy deposu olmaları hasebi ile- onların sırtlarını sıvazlamaktadır. Siyasi ve sivil dinsel oluşumların dinsel “temsil” iddiasında olmaktan zorunlu (teolojik) olarak çıkarılması gerekiyor. Osmanlı’da olduğu gibi, tarikatların ve cemaatlerin devletin hukuki kontrolünde -şeffaf-denetlenebilir- olması gerekir. Hakikati “temsil” iddiasının bir adım ötesi, terör ve şiddettir. Bilindiği gibi, FETÖ, kendilerinin tebliğ değil; “temsil” makamında olduklarına inanıyorlardı. Yani dünyanın değişik yerlerindeki okullarda görev yapan öğretmenler (“Kardelenler”) kendilerini İslam’ın “temsilcisi” olarak görüyorlardı. Oysa siyasette (ümera) dini otorite, Kur’an’da emanet, şura, ehliyet ve adalet ilkelerine bağlı/koşullu olarak (4/58, 42/38) halka bırakılmıştır. Siyasi irade, otoritesini, oy/sandık/seçim yolu ile halktan alır ve halka karşı yaptıklarından sorumludur. Bizim siyasal tarihimiz, kendini “zıllullahi filard=Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” olarak Allah’ın “temsilcisi” sanan halife ve sultanlar tarihidir.

Sağlık konusunda herkesin hasta olmama-sağlığını koruma ve hasta olduğunda doktora gitme sorumluluğu olduğu gibi (koruyucu hekimlik-halk sağlığı); din konusunda da herkesin temel dini hakikatleri düşünerek veya okuyarak-araştırarak bilmek; içinden çıkamadığı konularda da, ilmi otoritesine itibar ettiği âlimlerden “fetva” sormak sorumluluğu vardır. Bunu başarmak da, halkın, bireylerin kendi vicdanına ve irfanına kalmıştır. Bu sorumluluğu, vatandaşlarına kazandıramamış olmak da, yöneticilerin, düşünürlerin, âlimlerin, aydınların günahıdır. Kızı serbest bıraktığında davulcuya veya zurnacıya kaçıyorsa, demokrasilerde bunun çaresi yoktur.

Kötülük İhtimali/İmkânı Olarak Samimi Dindarlık

Samimiyet ve dindarlık, genel olarak pür iyilik, erdem, fazilet, hayır vb. olarak görülür. Özü itibari ile de öyledir ve öyle olması gerekir. Ancak insanlık ve dinler tarihine baktığımızda, pratikte hiç de öyle olmadığını görüyoruz. Samimiyet ve dindarlık, akıl almaz kötülükler de üretebilmektedir. Bu, neden böyledir? Bunun iki sebebi vardır: 1- Samimiyetin cehalet ve kör-inanç-dogmatizm/taklit ile birleşmesi. 2- Dindarlığın yanlış temeller (ilkeler-itikatlar) üzerine kurulmasıdır. Birinciden başlayalım. Biz Sünniler, “İnneme’l-a’mâlu binniyet= Ameller, niyetlere göredir.” hadisini şiar edinmişizdir. Yani samimiyetin ahlak için yeterli olduğuna inanıyoruz. Oysa bu, ahlaklı olmanın gereği; fakat yeterli olmayan bir ilkedir. İşin diğer yarısı, başka bir Buhari hadisi olan: “İnneme’l-umuru bi’l-havatım= Ameller, sonuçlarına göredir.” Yani -samimiyetle de olsa- yaptığın eylemin sonuçları, insanların lehine midir, yoksa aleyhine midir? Sonuçtan zarar-ziyan, mefsedet, fitne, fücur acı, ıstırap mı doğuyor; yoksa hayır, iyilik, ihsan, menfaat ve maslahat mı? Bir Kur’an ayeti de: “Hakkında bilgin olmayan bir (dini-ahlaki) davanın peşine takılma. Kulak, göz ve kalp/akıl, bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/36) der. Yani samimiyetin cehalet ve kör-inanç/taklit/dogmatizm ile birleşimi her türlü kötülük (küfür, zulüm) doğurabilir. Bu durum, dindarlıkla da iç-içedir. Dindarlık, -ister itikat alanı olsun, isterse ahlak alanı olsun- temelde düşünme, araştırma, inceleme, soru sorma, ilim, hikmet, eleştirme, gerektiğinde reddetme, şüphe etmekten uzak, yani cehalet ile birleşmiş ise, kötülük üretmesi kaçınılmazdır. Dinsizlikte kötülük bilerek (ihanet) yapılır. Dindarlıkta ise, cehaletten dolayı Allah rızası için veya Ahirette cehennemden-cezadan kurtulmak ve mükâfatını artırmak için yapılır. Örneğin, her iki gaye için bu dünyada hemcinslerine veya aynı dinden olan insanlara akıl almaz kötülükler yapılabilir ve yapılmıştır. Hariciler, Allah rızası için terör estirdikleri gibi; Katolik Kilisesi de, hem Hristiyanlara (protestan), hem de Müslümanlara (Haçlı seferleri) ve paganlara (Amerikalılar=Aztekler-Kızılderililer) tarih boyu olmadık zulümler ve işkenceler yapmıştır. Günümüzde de IŞİD ve FETÖ, Müslümanlara ve gayri Müslimlere olmadık kötülükleri Allah rızası ve cennet uğruna “samimiyetle” yapmaktadırlar. Onların, bu kötülükleri samimiyetle değil de, bilerek/haince yaptıkları iddiası, büyük bir yanılsamadır. Dinin özüne kötülüğü yakıştıramayan samimi dindarlar, kendileri gibi samimi olan kardeşlerinin cehalet ile birleşmiş dindarlıklarının kötülük yaratabileceğini kavrayamamaktadırlar. Samimiyet ve dindarlık, akıl almaz kötülükler de üretebilmektedir. Bunun da iki sebebi vardır. Kur’an, cehalet ile birleşmiş bu samimi dindarlığın kötülük üretebileceğini teşhis etmiştir: “De ki: Amelce en çok ziyana uğrayanlar, iyi iş yaptıklarını sandıkları halde, dünyada yaptıkları amelleri boşa gitmiş kişilerdir.” (18/103-104). “Onlara (samimi müşrikler-münafık Müslümanlar): “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” dendiğinde; “Ne münasebet, biz, ıslah edicileriz” derler.” (2/11) Bu kötülük işleme ihtimali/imkânı, en fazla örgütlü dindarlık olan kapalı mezhep-cemaat ve tarikatlarda olmaktadır. Ünlü psikanalizci-filozof Erich Fromm, bu konuda şöyle diyor: “İster ilkel kabilelerde, ister ulusal/milliyetçi, isterse dinsel yapıda olsunlar kümelerin (cemaat) çoğu, kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin (şeyh-şef-lider-mehdi…) gücünü yüceltmek isterler. Müntesiplerini, cemaat dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için onların tabiatında var olan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve ahlaki yargılama yeteneğini boğmak için kişiyi kendi cemaatinin ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnendiğinde şiddetle karşı çıkarlarken; aynı ilkelerin, kendi gruplarınca çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler. Bütün büyük dinlerin, bir din bürokrasisince (Kilise, Diyanet, Tarikat, Cemaat, Parti…İG) yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir. Dinsel örgütlenme ve bu örgütlenmeyi temsil eden insanlar (Papaz, Haham, Şeyh, Veli, Kutup, Mehdi, Gavs, İmam, Şeyhülislam…İG) bir ölçüde ailenin, kabilenin, devletin yerini alırlar. İnsanı özgür bırakmak yerine, tutsak ederler. Artık Tanrıya değil, O’nun adına konuştuğunu iddia eden cemaate/topluluğa (veya onun liderine. İG) tapınılmaktadır. Bütün dinlerde bu durum yaşanmıştır.” (E. Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş.Alpagut. İst. 1990.s 82) Gruba/cemaate/kabileye aidiyyetin hakikatle çelişkisini idrâk ettiği halde; itiraf etmemeyi Türkiye’deki şu iki deyim tam olarak ifade etmektedir: “Kol kırılır, yen içinde kalır”, “Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim demek.”

İslam Dünyasının Bugünkü Sorunu:İmansız ve Düşüncesiz Müslümanlık

1- MEVCUT DURUM
Bu başlıktaki “İmansız ve düşüncesiz Müslümanlık” ifadesi, mantıksal bir çelişki veya hamasi bir slogan atmak değildir. Korkunç bir gerçeği ifade etmektedir. Nietzsche, kahramanı olan kaçık adama: “Tanrı öldü, Tanrı öldü, onu biz öldürdük; hepimiz onun katiliyiz!” sözünü söylettikten sonra, bu olayın vahametini, azametini ifade etmek için birkaç cümle daha söyletir: “Denizi nasıl içtik; ufku sünger ile nasıl sildik; dünyayı güneşinden nasıl kopardık…” Heidegger’in dediği gibi bu cümle, son üç yüz yılda Batı’da gerçekleşen seküler dönüşümü ifade eder. Bugün Müslümanlar da, başlangıcının üzerinden uzun zaman (1400 sene) geçtiği için, imanlarını kaybetmiş durumdadırlar. Bu, mümkündür ve İslam öncesi tarihte ‘Kitap Ehli’nin başına gelmiştir. Şu Kur’an ayeti, bu gerçeği ifade eder: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikatten dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesi (iman etmeleri) zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçtiği için kalpleri katılaşanlar (Yahudi-Hırstıyan) gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fasık kimselerdir.(57/16).” İman, Kur’an açısından ahlaki bir değerdir. Karşıtı inat, ihmal, istikbâr ve nankörlük olarak “Küfür”dür. İslami açıdan iman konuları üçtür: Tevhit, Ahiret ve Nübüvvet (Vahy/Kur’an). Bu üçüne iman eden mümindir. Ancak, insanlar bunlara yanlış tasavvurlar ile inanabilir. Bu, inhiraf ve tahriftir. Yahudilere yapılan: “Eğer inanıyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor (2/93)” eleştirisi, bu gerçeği ortaya koyar. Müslümanlar da bu yanlışa düşmekten münezzeh değildirler. Allah, Ahiret, Nübüvvet ve Kur’an tasavvurlarında, teorilerinde, teolojilerinde (mezhep) bir sürü yanlışın barınması mümkündür ve vardır. Bu ayrı bir konudur. Buraya girmeyeceğim.
2-İTİKAT/İNANÇ-İMAN AYRIMI
İman konusunda önemli bir husus da itikat/inanç ile İmanın birbirinden ayrı iki gerçeklik olduğudur. Şu Kur’an ayeti bu gerçeği ortaya koyar: “Bedeviler dediler ki: ‘iman ettik’; de ki: ‘iman etmediniz; ‘teslim olduk/boyun eğdik/kanaat getirdik (inanç) deyin.” İman, henüz kalplerinize girmedi… İman edenler, ancak Allah’a ve peygambere inanıp sonra da şüpheye düşmeden Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenlerdir. İmanlarını doğrulayanlar işte onlardır.” (49/14-15) Dikkat edilirse, bu ayette imanın “zorunlu” göstergesi/tezahürü olarak amel (cihat) gösterilmiştir. Yani “amel/bedensel edim”, Haricilerin veya Mutezilenin iddia ettiği gibi, imanın bir “parçası” değil; onun zorunlu bir dışa vurumu-tezahürüdür: “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” veya “Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar” özdeyişlerinin ifade ettiği gibi. Yani iman, iman edilen hususulara karşı duygusal değerlilik (ahlak) yaşantıları (saygı, korku, sevgi, ürperme, umut, güven..) içermek zorundadır. Dolaysıyla, iman ve küfür, artar-eksilir (8/2,9/124-125, 33/22…) Barometreye benzer. İman ile küfür arasındaki ilişki de “okun yaydan çıkması” veya daire, sınır, çizgi metaforları ile değil; saf süt ile su katılmış süt; veya saf bal ile şeker yedirilmiş bal gibidir. (3/167, 47/20-21, 48/11-12, 15-16)
3- CANLI VE ÖLÜ İMAN AYRIMI
Canlı ve doğru bir iman edinmenin yolu kâinat ve Kur’an “ayet”lerini düşünerek okumaktır. Canlı ve doğru iman edinmiş (etmiş) birisi, imanın gereğinin yarısının Allah ile saygı-huşu-şükran (tesbih-zikir-hamt) yani ibadet ilişkisi; diğer yarısının ise, insanlar ile adalet ve merhamet ilişkisi (denenme-salih amel) olduğunu bilir. Dindarların çoğunluğu “dindarlığı” Tanrıya inanç ve onu memnun etmenin tek yolunun ritüeller yani ibadet-i mersume (namaz-oruç-hac) olduğu zehabına kapılarak, Tanrının kullarına/insanlara her türlü kötülüğü kolayca reva görebilmektedirler. Bugün özellikle bizim ülkemizde olup-biten genellikle budur. Kutsallık-mutlaklık/tanrısallık adına düşünmenin, vicdanın ve aklın sınırlandırılması, dondurulması ve köreltilmesi, bütün felaketlerin başlangıcıdır. Taklit ve kör-inanç/dogmatizm, kötülüklerin anasıdır. Din adına işlenen cinayetlerin, yapılan kötülüklerin kaynağı budur. İnanç/itikat, imanın donmuş/buz haline benzer; kaynayan su ise imana benzer; hareket/amel üretir. İtikat/inanç cenazeye; iman ise canlı insana benzer. Doğru ve canlı iman şuur, vicdan ve düşünme ile elde edilir. Karşıtı taklide ve cehalete yaslanan kör-inanç/dogmadır. Birincisi barış, merhamet, yardım ve paylaşma doğururken; ikincisi şiddet, baskı ve bağnazlık doğurur. Bu durum, bütün dinlerde aynıdır.
4-SÜNNİLİKTE İMANIN İNANCA DÖNÜŞMESİ VE AMELİN ZAYİ OLMASI
Sünnilik, Hariciliğin iman ile ameli bir bütün görüp ortalığı şiddete boğmalarına aksülamel olarak iman ile amelin bir birinden bağımsız iki gerçek olduğunu tespit etmeleri doğru idi (Mürcie). Ancak iman ile amelin zorunlu olarak bir birine bağlı olduğunu; imanı olmayanın ameli de olmayacağını; ve yukarda ayetin işaret ettiği gibi, yanlış imanın yanlış ameller doğurabileceğini göremediler. Sünnilerin, “Müslüman” kimliğini hak etmek için itikat ve inancın, amelsiz/ahlaksız tek başına yeterli olduğunu kabul etmeleri, medeni bir toplum kurmak için gerekli idi. Ancak “mümin” tanımının ahlakı gerektirmediğini onaylamaları doğru değildi. Ameli/ahlakı olmayana Mutezile “Kafir” demedi; “iki arada bir derede/sıfatsız/niteliksiz” (el menziletü beynel menzileteyn) adını taktılar. Bence bu, Kur’an’a uygun bir adlandırmadır. Hasılı, Sünniliğin çözümü, tarihi süreç içinde İmanın ve ahlakın zayi olmasını kolaylaştırdı.
5- TASAVVUFUN DURUMU
Sünnilik “Kader” teorisi ve aklı vicdanı dışlayıp inancı (akaidi) önceleyen; düşünceyi nakle/nassa dikişleyen doğası ile kılı kıpırdamadan-soğukkanlılıkla –din/Tanrı adına-  kötülük işlemeyi meşrulaştıran bir hale kayabildi. Tasavvuf, bu katılığı aşmak için bir tür “İslam Hümanizmi” olarak (İbn Arabi, Mevlana, Yunus Emre…) ortaya çıkmış olsa da; “Vahdet-i Vücut” teorisi ile dini ahlak ilişkisinin ikinci ucunu (Tanrıyı) varlığın içinde eriterek ahlakın geniş kitleler nezdinde zayi olmasını doğurdu (İbahiyye). Örgütlü dinsel yapılar olarak Tarikatler, Osmanlının başarısının ve çöküşünün sebeplerini birlikte taşırlar. Bunların Türkiye Cumhuriyetinde ki arkaik yapıları, dini düşüncenin devamını sağladığı gibi; Nurculuk-FETÖ ve diğer örneklerde olduğu gibi İslamı “temsil” iddiaları, ciddi sorunlar doğurmaktadır.
6- SONUÇ
Doğru bir iman ve ahlak/vicdan eğitiminden yoksun günümüz “Müslüman” kitleleri, dışarının baskısı veya manipülasyonu ile kolayca şiddete kayabildiği gibi (IŞİD-SUUD-FETÖ, EL-KAİDE, TALİBAN, BOKO HARAM (Book/kitap okumak, haram)…); yoksulluk, açgözlülük ve ihtirasla da -Allah’ı unuttuğu için yani itikadı olup “imansız” olduğu için- her türlü ahlaksızlığı kolayca yapabilmektedir. Hasılı, günümüzde Müslümanların sorunu, vicdansızlık ve imansızlıktır (ahlaksızlık); yoksa ibadet ve itikad noksanlığı değil. Örneğin: İslam’ın kurucu halkı olan ve kurucu kutsal mekânları olan Mekke (K’abe) ve Medinenin (Mescid-i Nebevi) ibadet (Hac) yerlerin hizmetçisi olduğunu (Hadimu’l-Harameyn) iddia eden Araplardan bir kabilenin (Suud Hanedanlığı), Şii İranlılar ile birlikte Yemen halkına uyguladıkları açlığı ve katliamı ve Suudluların, gönderinde “Kelime-i Şehadet” yazılı konsolosluk binasında kendi vatandaşları olan bir gazeteciyi başı ve ayakları ile yok etmelerini nasıl açıklayacağız? Bizdeki örnekleri de saymaya gerek yok; herkes, kendini biliyor.

Prof.Dr.İlhami Güler Hakkındaki İddia ve Karalamalara Cevap Veriyor – Gündem Özel Programı

Prof.Dr. İlhami güler hakkındaki iddialara cevap veriyor?

Kur’an değiştirilsin dedi mi?

İman sempozyumundan Prof. Dr. Ömer Özsoy ile birlikte neden çıkarıldı?

Türkiye’de islamı tekeline almak isteyenler mi var?

İslam’da düşünce ve ifade özgürlüğü nasıl anlaşılıyor?

Kur’an ı hayatlarında ön plana çıkarmaya çalışanlar siyasi baskılarla engelleniyor mu?

Cuma Obuz ile Gündem Özel Programı, Hilal TV-13.10.2018

‘Kurt, dumanlı günü sever’

İnsanın anlam arayışı ve ahlak olarak din, insanlık tarihi kadar eskidir. Dinler tarihi, bin bir çeşit anlam (Tanrılar-Dinler) ile doludur. Ahlak konusunda üç aşağı beş yukarı nispeten bir ortak payda yaratılmıştır. İlahi vahiy dini, her iki alanı netleştirmeye çalışmış olsa bile; tarihi süreç içerisinde o da fraksiyonlara (Yahudilik-Hristiyanlık-Müslümanlık) ve mezheplere (Esseniler-Ferisiler-Sadukiler, Katolikler-Ortodokslar-Protestanlar, Sünniler-Şiiler-Hariciler) ayrılmaktan kaçınamamışlardır. Dinler arasında metafizik (itikat) alanında olmasa da, ahlak alanında bir ortak payda olduğu gibi; ahlak konusunda dinsizler ile dindarlar arasında da belli bir ortak payda vardır. İlahi dinler de, Tanrı tasavvurları ve ölüm ötesi konularında ihtilaf etseler de adalet, barış, sevgi, affetme, dürüstlük, paylaşma, merhamet…in ‘iyi’liği; zulüm, savaş/öldürme, kin-nefret, yalancılık, çalma-sömürme, cimrilik, haset…in ‘kötü’lüğü konusunda neredeyse bir uzlaşma mevcuttur.

İnsanın dünyadaki ‘fani’liğinin, yalnızlığının çözümü olarak Tanrı ve ölümsüzlük/ebedi hayat/Ahiret (cennet) arayışı, beklentisi/umudu/vaadi veya keşfi, dini, ‘Hayatî’ bir mevzu haline getirmektedir. Tanrı, Ruh, Ahiret gibi mevcut/ortada olmayan (metafizik) değer ve kavramlar, bunların ‘olması gerektiği/hakikatı’ konusunda uzlaşmış olan ‘dindar’ları, kendi aralarında ihtilafa sevk etmektedir. İnanç/itikat (iman) konusunda ortaya çıkan ihtilaf, dolaylı olarak, önceden uzlaştıkları ‘ahlak’ mevzusunda da aralarında derin uçurumlar, ihtilaflar yaratmaktadır. Dinlerin ve mezheplerin ‘itikat/dogma’ aracılığı ile düşünceyi-vicdanı din alanından uzaklaştırıp vicdanı dumura uğratmaları, ortalığı ahlaki bağlamda sis-pus ve dumanın kaplamasına sebebiyet vermektedir. Kur’an’ın ifadesi ile “Her din-mezhep-parti-cemaat-tarikat (hizb) kendi (kesin-kör/dogmatik/taklidî) pozisyonu ile iftihar etmektedir.” (30/32,23/53)

Cehalet ve çıkar tutkusu, dogmatik (kesin-kör) olarak oluşmuş herhangi bir dinsel grup (mezhep-tarikat-cemaat-parti) ile birleşince, samimiyetle veya art-niyetle -ortalığı sis-pus-duman kapladığı için- kötülük, kolayca meşrulaştırılabilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların dinlerini bu hale getirerek -özellikle  Haham ve Rahiplerin- ‘insanların mallarını haksız yere yemeleri’ (9/34), Kur’an’da şiddetle eleştirilmiştir.

Ortalıkta dini bağlamda ilmi-vicdani olarak ‘neyin ne olduğunu’ tespit edecek (9/122) ve yöneticileri-halkı uyaracak ‘otorite’ makamında tarafsız bir ‘Ulema’ heyetinin olmayışı, bahsi geçen gurupların dini ‘istismar’ını doğurmakta ve kolaylaştırmaktadır. Türkiye’de Diyanet kurumu, bürokratik doğası ve siyasi iradeye bağlı oluşu ile; İlahiyat Fakülteleri ise, olması gereken ilmi otoriteye haiz olmadıkları için, bu işlevlerini hakkı ile yerine getirememektedirler. Bundan mütevellit olarak, gruplar, kendi otoritelerini (şeyh, gavs, efendi, seyyit, mehdi, hoca…) kendi içlerinden çıkarmaktadırlar. Dinin yaratmış olduğu ‘yücelik-kutsiyet ve haklılık’ payesini (sponsorluğunu) uhdesine almış olan gruplar, art-niyetli veya samimiyet/coşku ile ‘kötülüğü’ kendilerince ‘iyiliğe’ çevirebilmektedirler. İslam’ın erken dönemlerinde ‘Haricilik’; orta dönemlerinde ‘Haşhaşiler/Hasan Sabbah’; şimdilerde ise ‘IŞİD ve FETÖ’, bunun en kesin örnekleridir. Yine Ortaçağlarda ‘Kilise’nin yaratmış olduğu dehşet, işkence, terör ve Yahudiliğin modern dönemlerde yaratmış olduğu ırkçılık-terör ve şiddet (Siyonizm), bunu örnekleridir.

Bugün ülkemizde de dini mezhep, tarikat, cemaat ve partiler, bu sisli-puslu-dumanlı ortamdan dolayı dini ‘istismar’ etmektedirler. Bu hususta kamuoyunda yaygın bir konsensüs bulunmaktadır. Bu gerçeği tespit ve itiraf etmek, bu grupların içinde samimiyet ile ve ‘ne yaptığını bilen’ yani doğru-dürüst ‘dindar’ların olmadığı anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan Sünnilikteki “ameller, niyetlere göredir” prensibi, işin yarısıdır. Diğer yarısı ise, yine bir sahih (Buhari) hadis olan “ameller, sonuçlarına göredir” prensibidir. Yani ‘din adına’ yaptığı işin ‘sonuç’larının kamuya-halka-insanlara neye mal olduğunu bilmek ve hesaba katmaktır. “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine (kör-kesin inaç/taklit ile) düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/36) ayeti de, bu gerçeği ifade etmektedir. Veya Ziya Gökalp’ın dediği gibi: “Ahlak yolu, pek dardır. / Tetik bas, önü yardır.”

Vicdansız Müslümanlık

Kur’an, Allah’ın kendi yarattığı (91/8) insan vicdanı/aklı, insan dili (Arapça), insan (Hz. Muhammed) aracılığı ile insanlara (Araplara) hitabıdır. 610 ile 630 arasında vuku bulan bu hitabın/hutbelerin amacı-maksadı-muradı-hedefi-gayesi, insanın cehaleti-geleneği-hevası içinde kaybolmuş vicdanını (basiret-lübb) tekrar diriltmektir. Bu bağlamda Kur’an, kendini hikmet, furkan, nur, tezkire, ziya, rahmet olarak niteler. Kur’an açısından ‘din’ iman, ibadet ve ahlak (siayaset-iktisat-hukuk) olmak üzere hayatın bir tarz-tutum-tavır-hal olarak yaşanmasıdır. Ayetler (Kur’an-Vahy), oluştukları dönemde toplumsal hayatta olup-biten bazı olayların-olguların ve durumların, Allah tarafından değerlendirilmesidir. Bir de, geçmişte vahiy/peygamber gönderilmiş toplumların tutum ve tavırlarının değerlendirilmesi (Kıssa) vardır.

İslam (Kur’an-Hz. Muhammed), Arapların yaşantılarını kendi vazetmiş olduğu yaşam tarzı doğrultusunda ciddi düzeyde değiştirmiştir. İkinci yüzyıldan itibaren politik ve teolojik bir kategori olarak oluşturulan “Sünnilik”, yaratmış olduğu ‘teoloji’ yani bu iki (Kur’an-Sünnet/Hadis) kaynağın ‘ne’ olduğu ve ‘nasıl’ anlaşılması gerektiği teorisi ile bu iki kaynağın idealinden ciddi bir kayma-sapma gerçekleşmiştir. Sünniliğin kendi içinde iki farklı damar/ekol oluşmuştur. Birincisi ‘Rey Ehli’ olarak bilinen ve başta Mutezile, Maturidilik, Hanefilik ve Malikilikten oluşan ve düşünceye-vicdana-yoruma-değişmeye açık olan kanattır. İkincisi ise, Hanbelilik-Şafiilik-Zahirilik (Selefilik) ve Eşarilikten oluşan ve temel iki kaynağı bir kere ve bütün zamanlar (toplumlar) için verilmiş, bağlayıcı-mutlak-değişmez (dogma) olarak gören ‘Hadis/Eser/Sünnet Ehli’dir. Bu ikinci kanat, ‘Ortodoksi’ olarak siyasal iktidarlar tarafından tarih boyunca resmi ideoloji olarak İslam toplumlarına –medreseler aracılığı ile- dayatılmıştır. Bu teolojik yorum/teori, aşağıda sayacağım ilkeleri ile Kur’an’ın yapmaya çalıştığının tersine olarak insan vicdanını dumura uğratmıştır.

Kur’an, Allah’ın insan vicdanı, sağduyusu ve dili (Arapça) aracılığı ile insana hitap etmiş canlı-dinamik-mahluk sözü olduğu halde (Mutezile); Sünnilik, Kur’an’ı Allah’ın kendi (gölgesi) gibi “Kadim” değişmez sözü (Kelam) olarak mutlaklaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Böylece “söz”ün canlı-dinamik kaynağı, vicdandan “Kadim” Kitap’a kaydırılmıştır. Allah, muradını-davasını Kur’an’da insan vicdanını “hakem” yaparak anlatmaya çalışırken; daha sonra Kitapta söylenenlerin dogmatik yorumları (Hariciler başta olmak üzere Sünni ve Şii ortodoxilerde) mutlaklaştırılarak vicdan buna “mahkum” edilmiştir.

Böylece dinin kaynağı, Allah’ın yaratmış olduğu “Vicdan/akıl” olmaktan çıkmış; Allah’ın ve Hz. Muhammedin, bu kaynağı tarihsel olarak kullanımlarına/yorumlarına (Kur’an-Hadis) indirgenmiştir. Yani dinin kaynağı, yaşamın dinamizmine paralel olarak sürekli vicdandan kaynaklanan-kaynayan söz söyleme ve amel ortaya koymaktan çıkarılmış; söylenmiş sözlerin, verilmiş hükümlerin taklit ve tekrar edilmesine indirgenmiştir. Arapların cahiliyye döneminden getirdikleri katı gelenekçilik (sünnet-selefilik), İslam döneminde mantık-mantalite-ruh olarak aynıyla devam etmiştir. Sadece içerik değişmişti. Vicdanı uyandırmaya gelen Kitap, vicdanı iptal etmekte bir araç işlevi görmüştür.

Yeni olarak ortaya çıkan sorunların din açısından –Ulema tarafından- çözüme kavuşturulması olarak benimsenen “Kıyas”, -vicdan dumura uğratıldığı için- tarihi süreç içinde tedrici olarak “Kitabına uydurma” ve “Hile-i Şeriyye” ye yani “vicdansızlık”a dönüşmüştür.  Oysa, “Rey Ehli”nin benimsemiş olduğu “İstihsan” veya “Delil”, sorunları Kur’an’dan “mülhem” olarak insan vicdanı ile çözme girişimiydi. Hakikat itikat, hukuk, ahlak alanlarında salt epistemolojik bir “yargı (kesinlik-pekinlik-uygunluk/sıdk)” melesi değildir; Hakikat, Allah’ın rızasına uygun, vicdan ile “yeni” olay-olgu-durum yaratmak; ortaya eylem/amel koymaktır. Hakikatın çilesine (meşakkat) talip olmak veya dogmatizmin konforuna yatmak, işte bütün mesele budur. Kadercilik teorisi, insan özgürlüğünü/vicdanını yok sayarak, insanın başına gelen bütün iyilik ve kötülüklerin (Hayır-Şer), Allah’ın takdiri-planlaması ile olduğu iddiası ile insan vicdanı dumura uğratıldı. Bir kere edinilmiş kesin-zihinsel/bilgisel itikat (tasdik), “İman” sanılarak, imanın sürekli vicdan ve akıl ile edinilmesi gereken (artan-eksilen), canlı, duygusal değerlilik yaşantıları olduğu gerçeği ortadan kaldırıldı. Ahlak/amel ile iman arasında zorunlu olarak var olan ilişki/bağ, yok sayıldı. Sadece itikadın olması, “Müslüman” kimlik tanımı için yeterli görüldü (“Lailahe illallah” diyen kurtulmuştur.” Hadis). Böylece İslam “Amentü(İtikat)”, “İslamın Beş Şartı(İbadetler)” ve “Hela-Haram”lardan oluşan (32-54) “farz”a indirgenmiş oldu.

Siyasette Kur’an, Kamusal işlerin müminler arasında “şura” ile herkesin katılımı (vicdan-aklı-menfaatı) ve ahlaki sorumluluk üstlenmesi ile çözülmesi gerektiğini önerirken (42/38); Muaviye’nin “güç” ile iktidarı ele geçirmesi ile Bizans ve İranlılardan taklit yolu ile alınan “Saltanat/Hilafet”e dönüştürüldü. Böylece din, gün boyu, her davranışta mündemiç olan ahlaktan ayrıştırılarak, kaynaklarda değinilmiş olan iman/itikat-ibadet ve helal-haramlardan oluşan sınırlı, belirlenmiş, donmuş ajandaya ve onun ezbere-alışkanlık yolu ile tekrar-taklidine dönüşmüştür. Kaynaklar, “örnek” olarak alınacak yerde “ölçü” olarak ebedileştirilmiştir. Kur’an, sanatın konusu olarak vazedilen “güzel” ile ahlakın konusu olarak vazedilen “iyi” kavramlarını “Husn-İhsan” kavramı ile birleştirmiş iken; iktisadın konusu olan “fayda” ile ahlakın konusu olan “iyi”yi tek fiil (sa’y) ve tek isim-sifatta birleştirmiş iken (Hayr); tarihi süreç içerisinde bunlar, birbirlerinden koparılmışlardır (sekülerlik). Rahmanın, kainatı yönetmesi (emr,11/123) ile siyasi ekibin toplumu yönetmesi (emr,4/59,42/38) aynı fiil ile ifade edilmiştir. Hakk kavramı da, hem Allah’ın bir isim-sıfatı, hem de ahlak (hakkaniyet) ve Hukuk’un ortak ifade edicisidir.

Kur’an, Allah’ın yaratmış olduğu vicdan kapasitesinin ürünü olan “Cahiliyye” Araplarındaki ahlaki kavramları (Habis-Tayyib, Birr, İhsan, Hasenat-Seyyiat, Maruf-Munker, Salih Amel, Çömertlik(cud), Adalet-Zulum, Hayır….) kullanarak yine vicdana dayanan yenilerini üretmiştir (Hayır-Şerr, Hak-Batıl, İman-Küfür, Takva-Heva, Helal-Haram….). Bu bütünlük telosuna rağmen, ahlaki “iyi”den bağımsız, “güzel”i konu alan bir “Sanat(Tezyinat)” kavramı geliştirilerek altına zevk, tenezzüh, hoşlanma, rahatlama ve kendinden geçme halet-i ruhiyeleri doldurulmuştur. “Güzele bakmak, sevaptır” sözünün ima ettiği, güzelliğin arkasındaki ilahi ihtişam, lütuf, ikram göz ardı edilmiştir. Kur’an’da Dünyadaki “Fayda (iktisat)”ın ifa-icra-ihkak biçiminin, -Kapitalizmdeki “peşin/acil” meta değişimi yerine-  Ahiret ile tecil edilmiş/veresiye bir “mübadele ekonomisi” anlamına geldiği, gözden kaçırılmıştır. Siyaset, Allah ve Peygamberden sonra müminlerin kamu işlerini “adalet”le deruhte etmesi (Çobanlık) olmaktan çıkarılarak; “seyislik” olarak kurnazlık, dek, dolap, dubara, hile, kumpas… olarak icra edilmiştir. Hukuk, bütün bir toplumun haklarının gözetilmesi olarak “adalet” idesinin peşinde koşacağına “Hayız-Nifas-Miras…” kıskacına sıkışmıştır.

Hayatın bizzat dini bir veri olduğunu savunmak, Kilise, Hilafet, Hariciler-Şii İmamet… teorilerindeki gibi “Teokratik/Oligarşik” bir şiddet, dogmatizm-fanatizm çağrısı değildir. “Rahmani Siyaset/Laiklik” olarak, İlahi çağrının (Vahy-Kur’an) ışığında vicdani bir “İçtihat-İcma(Şura-Demokrasi)” pratiğini onaylamaktır. Kişi kerameti/karizmasına karşı, toplumsal bilgeliği-sorumluluğu, kurumsal-ortak aklı savunmaktır. Kur’an’da “din”, düşünce-duygu ve davranış birlikteliği olduğu halde; Kelam disiplininde kuru-soyut “düşünce”ye; Fıkıhta kılı kırk yaran, şekilci davranışa/zahire, “amel”e; Tasavvufta ise “duyguya” indirgenmiştir. Tasavvuf, ayrıca “Batın/İlham” kavramı ile düşüncenin dil/gramer ve mantık bölümlerinden koparak tam anlamı ile “Vicdan” olarak gerçekleşememiştir. Ayrıca, “Zühd” kavramı ile de, içgüdülerden ve dünyadan koparak (Nefsin öldürülmesi-Fena) Kur’an’ın bütünlüklü “insan” anlayışından kopmuştur. Genellikle Türklerin benimsediği bu yorum (Tasavvuf-Tarikat), onların bir kısmının (Anadolu Türklüğü-Selçuklu-Osmanlı) “akli çerçeve (Maturidi-Hanefi)”den (şeriat) koparak kişi kültüne-menakibe-hurafeye sürüklenmelerine sebebiyet vermiştir. Bu yorumun ciddi bir eleştirisi henüz yapılmış değildir.

Tanrı, vicdan ile keşfedilir ve onun aracılığı ile O’nunla ilişkide kalınır (İman). Hemcinsimize karşı ahlaki sorumluluk (adalet-merhamet), bu imanın zorunlu-kopmaz bir sonucudur ve imandan sonra su gibi kendiliğinden gelir. Vicdan, dumura uğradıktan sonra, O’nun ile ilişki kesilir; irtibat kopar. Geriye kavramlardan oluşan (sıfatlar) kavramsal bir “put” kalır. “Şirk”in tanımı, Tanrı’ya ortak koşulan put sayısında değildir; insanın vicdanına/kendine yabancılaşmasındadır. Teoloji (Kelam) –bir yönü ile bir “tenzih” çabası iken; diğer yönü ile bir tür kavramsal “putçuluk”, soyut-kuru bir söylemdir. Bir Sufi’nin dediği gibi: “Kelam ile uğraşmanın ilk belirtisi, Allah’a karşı kalpten “heybet”in gitmesidir.” Şu ayet, imanın mahiyeti ve insanın vicdanına/imanına yabancılaşmasının mahiyetini net bir şekilde tasvir eder: “İman edenlerin, Allah’ı anma ve kendilerine inen haktan dolayı kalplerinin ürperme zamanı gelmedi mi? Müminler, daha önce kendilerine kitap verilen, ancak aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların birçoğu, fasık kimselerdir.”(57/16). Diri vicdan (36/70) ölüp de, ölü “itikat/akait” haline gelince; Allah da, her bir insan teki ile  canlı ilişkide olan Rahman, Rabb, Mevla, Kerim… olmaktan çıkıp, -Eş’arilikte teorileştirildiği gibi- karanlık bir “Mutlak güç” haline dönüşür. “Kader” kavramıyla insandan istenen “Efendi-Köle” ilişkisidir (Ubudiyyet). Oysa, ibadet-i mersumenin (menâsik-ritüel) amacı, insanın Allah ile olan canlı iman-saygı ilişkisini sürdürmekti. Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin asli mahiyeti, özünde ahlaki bir sözleşme (misak,7/172) ilişkisi olup, onun pratiğe yansıması ise, yine ahlaki bağlamda “Velayet (dostluk)-iman” veya “Adavet (düşmanlık)-Küfür/Zulüm” ilişkisidir.

Bugün, İslam dünyasının içinde bulunduğu durum, -aradan 1400 sene geçtiği için- yukarıdaki ayetin tasvir ettiği gibi, kendine yabancılaşmış (imansız-vicdansız) bir putçuluk durumudur. Reel Müslümanlıkta (Sünnilik-Şiilik) hakikatın bir kısmının ahlak olarak “olmakta olan(dinamik-değişken)” doğası ıskalanarak, hazır-verili-el altında-cepte (Kitapta) olduğu vehmi (tekrar-taklit) ile ona ihanet edildi. Hayatın tümü dinselleştirildiğinde, anın hakikatı vicdan ile görüleceği yerde; verilmiş/söylenmiş hakikatın altına zorla/dogmatik olarak çekilmeye çalışıldı (bağnazlık, yobazlık, fanatiklik, şiddet, terör, cehalet). Denenme, çocukça veya muhafazakârca tarihsel bir topluma (Araplar) verilmiş direktifleri (şeriat) ilelebet taklit yolu ile tekrar etmek değil; -Allah ve Peygamberi gibi-  Halife/Şahit” olma misyonu ile insanlığa örnek olacak (ümmeten vasatan-şüheda alannas,2/143) yeni eylemler/ameller, şeyler/nesneler, fikirler/teoriler ortaya koymaktır (tecdit-update). Kur’an’ın Allah rızası, vicdan ve menfaattan oluşan ahlaki motivasyon kaynakları(2/265), Sünnilikte sadece menfaata (Cennet-Cehennem) indirgenerek kısırlaştırılmıştır. Muhafazakârlar olarak çoğumuz itikat sahibiyiz, ancak canlı imanımız yok. Helal-Haramlarımız var, ancak “takva”mız yok. Alışkanlığa indirgenmiş ibadetlerimiz var, ancak huşumuz-saygımız yok.

Sonuç olarak, Hegel’in Felsefe için söylediği: “Güneş battıktan sonra gölge olarak ortaya çıkar” benzetmesinde olduğu gibi; “Bize doğru ameli gayret(praxis-cihat) gösterenlere, yollarımızı açarız-gösteririz.” (29/69) ayeti, süpekülatıf teoloji (Kelam-Fıkıh Usulü)ye karşı, “ibnu’l-vakt” olarak her bir insan tekinin vicdanının daimi-canlı doğru yolunu gösterir. (Ferit Esack, Qur’an,Liberation and Pluralizm.Oxford-1997.s85)

Türkiye: Politikada Kurumlaşmadan Kişi Kültüne (Saltanat-Hilafet) Dönüş-Düşüş

1.9.2018

Hilafet-Saltanat(Osmanlı) ve Tek Parti-Tek Adam(Atatürk) rejiminden gelen Türkiye, 1950’lerden itibaren Demokrasiye ve çoğulculuğa geçmeye başladı. Parlamenter Demokrasiyi kör-topal kurmaya çalıştık: Kuvvetler(Yasama-Yürütme-Yargı) ayrılığı; Ordu, Üniversite, Diyanet, Polis, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, Barolar, Ticaret odaları, Dernekler, Vakıflar… Devleti “kurum”lar ile yönetmenin mantığı-maslahatı, kurumların tecrübe birikimi, işlevsellik, hukuk, gelenek, ortak akıl, racon, konsensüs ve sofistikasyon/uzmanlaşmadır. ABD ve AB, birer kurumlar toplamıdır.

Avrupa, geçen yüzyıllarda siyasette tek-adamlık ve tek partililiğin(Kilise-Krallık-Komünizm-Faşizm) doğurduğu sorunları yaşadıktan sonra, kurumsal yönetimin faziletini keşfetti. Kurumların konsensüsü, sorumluluğu, eş-güdümü, senkronizasyonu olarak “Yönetim/Siyaset” veya “Devlet”, Avrupa’nın icadıdır: Demokrasi-Hukuk Devleti-Laiklik. Biz, bu yolda kör-topal ilerlerken; iki binlerin başından itibaren tedrici olarak, 2010’dan itibaren de hızlı bir şekilde Muhafazakâr Ak Partisi ve onun lideri sayın Recep Tayyip Erdoğan ile tekrar geriye(Saltanat-Hilafet) dönerek tek adamlığa(Karizma-Lider/Saltanat-Hilafet) işi bağladık. Kurumlaşma(Demokrasi-Hukuk Devleti-Laiklik) doğrultusunda zor mesafe alırken(istikrarsızlık-vesayet rejimi); yılgınlığa kapılıp tekrar başa(saltanat-hilafet-tek parti) geri döndük. Sayın Erdoğan, karizması-kararlılığı/gücü ile önce partiyi ele geçirdi; partide politika yapan arkadaşları, bu süreci durdurmaya yürekleri yetmedi. Liderin, kendilerini kullanıp dışarı atmasına-diskalifiye etmesine göz yumdular; sineye çektiler. Kendilerini ona ortak koşamadılar(şirk). “Rabia”mız, giderek CHP’nin kuruluş yıllarındaki “Altı Ok” a dönüştü(Amentü):Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek lider, tek ses.

Sayın Başkanın kendinin deyimi/yorumu ile: “Cenab-ı Allah’ın bir lütfu” olan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, tüm devlet kurumlarını kendine bağladı. Partiyi ve devleti “sahip”lendi. Şimdi, her şey ona “bağlı”. Konuşmaya başlarken: “Benim bakanım, benim devletim, benim milletim, benim ordum…” ifadeleri, bu gerçeği ifade eder. O, Türkiye devletini ve Türk milletini aynı ile “temsil” ettiğine inanıyor. “Temsil”, bir kişinin veya nesnenin, kendi dışındaki bir toplumun veya bütünün aynı ile(ontolojik ve etik olarak) yerine geçmesidir; onunla aynileşmesidir.

Türkiye’yi Başkan’dan, Başkan’ı Türkiye’den ayırmak, ayrı düşünmek imkânsız hale geldi. Kurumların başına atadığı kişiler(bakan-bürokrat-milletvekili) aracılığı ile kurumları kendisi yönetiyor. Ne partide, ne de devlette -“sadakat” ilkesine göre atadığı- hiçbir kimsenin, kendine ait bir özgül ağırlığı, inisiyatifi/iradesi, görüşü, özgürlüğü veya onuru/gönenci yoktur. Ancak, kendilerine verilen direktifleri yerine getiriyorlar(kurşun asker). Her iki bünye de(parti ve devlet) bir vücut gibi çalışıyor. Vücudun kalbi veya beyni, sayın Erdoğan’dır. Bir AK partilinin söylediği: “Vücutta bir organ(Kalp-Bayin) vardır/Gerisi teferruat; Gemide bir kaptan vardır/Gerisi mürettebat.”  şeklindeki dörtlük, bu gerçeği ifade eder.

Devlet yönetiminde bu yolun(samimiyet ile içine girilse de) çok tehlikeli olduğuna inanıyorum. Ameller, niyetlere göre olduğu kadar; sonuçlarına göredir de(innemel umuru, bilhavatım). Yetkileri, kurumlar yolu ile kullanma yerine, tek-elleştirmenin, tek-iradeleştirmenin bazı sakıncaları şöyledir:

  1. Psikanalizdeki “Bireysel Bilinçdışı”nın bilinemezliği teorisi gereğince: “politik bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına karşın; gerçekte kendine onur sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir.”(Erich Fromm, Çağımız Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst.s 111)
  2. Bu yol, işlerin hızlanması ve istikrar yaratmış olsa da; örgütlü akla karşı tek aklın kararının büyük riskini taşıdığı ortadadır.
  3. Geçmişte olduğu gibi FETÖ, PKK, Obama ve Ahmet(Davutoğlu), sayın Erdoğan’ı kandırmayı başarmışlardır. Bu kandırılmaların, ülkemize neye mal olduğu ortadadır. Bu yol, basit olarak “Bütün yumurtaların aynı sepete konulması” dır.
  4. Bu yol, halkın, -kurnazlıkla- politik-ahlaki sorumluluktan, eleştiriden, inisiyatif almadan kaçmasıdır.
  5. Bu yolun oto-sansür veya otoriter sansür yaratma ihtimali yüksektir. Eleştiri, ihanet olarak algılanır.
  6. Kurumların yaratıcı-canlılığı/farklılığı ortadan kalkarak giderek bir sığlaşma-standartlaşma-düşüş meydana gelir(hizalanma-hizaya gelme/girme).
  7. Politik liderin karizması, yanındaki danışmanların, düşündükleri hakikati onun yüzüne söyleme cesareti yerine; ağzına bakmaya ve onun duymak istediklerini söylemeye iter.
  8. “Sadakat” ile yalakalık-kölelik psikolojileri kolayca birbirinden ayrılacak hususlar değildir.
  9. Bu yol, Sünnilikteki “Zıllullah” ve “Baş, başa bağlıdır; baş da, Allah’a bağlıdır” ifadelerinde olduğu gibi, “Teokratik(Hilafet)” bir içerik taşır.
  10. Bu yol(dini sahihlik-hakikat kesinliği), politik olarak kolayca bölücülük(biz-onlar, dost-düşman, dinli-dinsiz, mümin-kafir, vatansever-vatan haini…) yaratır. Bunun alternatifi, “Rahmani Siyaset/Laiklik”tir.
  11. Bu yol, iktidarın “kökleşmesi”ni doğurarak, muhalefet ile “yer değiştirmeyi(demokrasi)” zorlaştırır.

Bu saydıklarım, bu yolun tehlikeleridir. Bire bir böyledir demiyorum. Benden söylemesi.