İttifakların ‘Vatanseverlik -Vatan Hainliği’ Kriterleri Üstüne

Yurt/Vatan, imparatorluklar sonrası “Ulus-Devlet” ve “Milliyetçilik” ideolojisi oluştuktan sonra giderek önem kazanan birer kategori ve kavramdır. Sınır, bayrak, devlet, millet, Yurt/Vatan kavramının tamamlayıcılarıdır. Toplumların varoluş formasyonları, son yüz elli-iki yüz yıldır bu kategorilerle mümkün olmaktadır. “Türkiye”de, yirminci yüzyılın başlarında bir ulus-devlet/milliyetçilik projesi olarak, mevcut sınırları içinde kuruldu. Tek parti döneminde -kültürel düzlemde- biraz zorla ve çok partili hayata geçtikten sonra da gönüllü olarak bir “Türkiye” ideası vatandaşlarda oluşmuştur. Seksenlerde ortaya çıkan PKK, bu ideaya karşı Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgeyi bölme ideası üzerine kurulmuştur. Kürt halkının epeyce bir bölümü, bu teşebbüse katılmamıştır. Yine yetmişlerde kurulmuş olan “FETÖ”, uzun süre Türkiye kavramına sadık kaldığı halde; daha sonraları kapılmış olduğu küresel düzeyde İslamı “temsil” iddiası bağlamında ABD ile işbirliğine girip “Türkiye” yi önemsiz bir mevki olarak görerek buradaki meşru siyasal iktidara darbe yapma teşebbüsünde bulunmuştur. Darbeden sonraki seçimlerde Ak Partisi, “Başkanlık” sistemine geçmek için MHP ile “Cumhur İttifakı”nı kurdu. CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi de “Millet İttifakı”nı kurdu.

Ak Partisi, “İslamcılık” ideolojisinden geldiği için, başlangıçta “Ümmetçi” bir perspektiften bakarak “Vatan/Yurt” kavramını pek fazla önemsemiyordu. Partinin kurucu şefleri/kurmay heyetinin etnik kökenleri de bunda etkili olmuş olabilir. “Gönül Coğrafyası (Osmanlı Hinterlandı)”, Ak Parti’nin ikinci vatanı idi. Ancak, Suriye politikası ve sonuçları, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonuçları ve PKK’nın “Çukur eylemleri”, Rabia” selamı ile çıkılan “İslamcılık/ümmetçilik” politikalarından “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Vatan-Tek Bayrak” milliyetçiliğine geri dönmek zorunda kaldılar. MHP, zaten başından beri oradaydı. Dolaysıyla “Cumhur İttifakı” kolay oluştu.

Siyasetin genetik/temel üç bileşeni vardır: 1- Kişisel çıkar tutkusu, 2- Bireysel veya gurupsal güç istenci, 3- Ahlak/Adalet/Maslahat/Ortak iyi talebi…

Her siyasal parti, kurucuların ve destekleyenlerin genetik karakterine göre partinin ideolojik kimliği belirlenir. Partilerin “Yurtseverliği”nin oranı, üçüncü bileşenin gücüne ve yoğunluğuna göredir.

Ak Partisi, daha doğrusu 2008’lerden itibaren partiye hakim olan Sayın Erdoğan’ın, öteden beri “Gönül coğrafyası”ndaki insanlara karşı göstermiş olduğu her türlü ilgisi, yardımı, desteği ve nezaketi, takdire şayandır. Kendi “vatandaş”larının bütününe de aynısını göstermesini beklemek hakkımızdır. Örneğin, Sayın Erdoğan, “İhvan-ı Müslimin” hareketinin liderlerinden birinin kızının (Esma) öldürülmesine gözyaşı dökerken (normal); Gezi kalkışmasında polisin açtığı ateş sonucu ölen Alevi çocuğa (Berkin) karşı benzer bir sorumluluk beklemek hakkımızdır. Kalkışmanın illegalliği, polisin/devletin aynı ile cevap vermesini meşru kılmaz.

Dinsel ümmetçilik modu, Suriye’den 4.5 milyon Arap’ın Türkiye’ye gelmesinde bir sakınca görmezken; PKK’nın siyasi uzantısı HDP’yi Türkiye’lileştirme çabası yerine; yöneticilerinin tahrikine kapılıp onları rahatça “Kürdistan”a göndermektedir. PKK hem muhalefeti hem de muhalefet üzerinden iktidarı içeriye kilitleyerek, konsolide ederek gözünü açamaz, başını kaldıramaz hale getirmektedir. Türkiye, kuruluş aşamasında “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” makamından, iki binli yılların başından itibaren “Hem Arap’ın yüzü hem Şam’ın şekeri” makamına sıçratılmış; Esat ile Sayın Erdoğan, önce duygusal “Kanka”lıktan daha sonra dinsel “şeytan”lık ilişkisine savrulmuştur. Bu ülke ile bunlar döneminde ayağı yere basan, sağduyulu bir “politik” ilişki hiç olmadı.

Türkiye, bir aidiyyet/aile duygusu ve hamiyetiyle Cumhuriyet döneminde kendi nüfusunda Kızamık, Çocuk Felci ve Çiçek hastalıklarını tamamen yok etmişti. Yoğun mülteci akını ile bu hastalıklar, tekrar nüksetmeye başladı. Bu göçün, Türkiye’nin sosyolojik-kimlik-kültür-sağlık-ahlak yapısını bozduğu yönündeki eleştiriler, hemen ümmetçi bir refleks ile “ırkçılık” olarak yaftalamaktadır. Aslında bu tepkinin şuur altında “Vatan” kavramının olmaması veya zayıflaması yatmaktadır. Politik İslamcılar, modern (Ulus-Devlet) dönemin bir realitesi olan “vatandaşlık” kavramını kavrayamadıkları gibi, kabullenemiyorlar da. Oysa, “Ev (Yurt)” olmadan, misafirperverlik olmaz. İslami bağlamda herkes için adaleti savunma olarak “Evrensel ümmetçilik”, sadece “mümin” kardeşlerden oluşan dinsel ümmetçiliği aşan “vatandaşlık” ve hatta “cihanşümul”lüktür. Ben buna “Rahmani Siyaset” veya “Rahmani Laiklik” diyorum.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Vatan hainliği” edebiyatını “mukaddesatçı/milliyetçi” saiki ile yapmaktadır. Cumhur İttifakı, “Türkiye”yi kendi özel mülkiyeti-evi gibi algılayarak, adeta muhalefete: “Ya (benim gibi) sev; ya da terk et” alternatifi sunmaktadır. Cumhur İttifakının “Yerellik-Millilik” söyleminin böyle bir arka planı vardır. Normal vatandaşlar olma yerine, ülkeye “sevdalı” olma veya onu “karşılıksız sevme” saplantıları, patolojik sonuçlar doğurabilmektedir. İç politika ile çok meşgul olmak, kültür-kimlik politikaları ile boğuşmak, Sayın Erdoğan’ı dış politikadan hayli koparmıştır. Bir dönem Rusya ile iplerin kopması; halen İsrail, Mısır, Suud, Suriye ile sorunlu oluşumuz, Doğu Akdeniz’de sıkıştırılmamız, AB ve ABD ile yaşadıklarımız (ulvi yalnızlık), bize Sayın Erdoğan’ın iyi bir mahalle dövüşçüsü olduğunu; ancak, aynı oranda mahir, ferasetli, uz/uzak-görülü bir devlet adamı olmadığını ortaya koymaktadır. Son seçimlerden sonra ortaya atılan “Türkiye İttifakı”, “Beka davası” bağlamında mevcut ikiye bölünmüşlüğü aşmaya yönelik doğru bir teşebbüstü. Ancak, her iki tarafta da yeterli irade ve motivasyon olmadığı için, akim kaldı.

Ülke/Vatan/Yurt/Devlet (Sınır-Egemenlik), bireyler için özgürlük, güvenlik, geçim ve gönenç kaynağı olduğu için değerlidir. Bunları temin etmediği veya tam tersine sebep olduğu takdirde değerini yitirir. Devleti yönetenler veya kendini “bizzat” devlet sananlar, eğer bu ikincilere sebebiyet veriyorsa, orada kolayca ihanet ve dış güçler ile “işbirlikçiliği” ortaya çıkar. Ülkeyi terk etmeler çoğalır. Türkler “Doğduğun yer mi? Yoksa doyduğun yer mi?” sorusuna “Doyduğun yer” cevabını vermişlerdir (deyim).

S.Freud, E. Fromm ve G. Jung, bize bilinçaltının, bilinç dışının/gölgenin, bilinçten çok daha geniş ve güçlü olduğunu gösterdiler. Bilinçdışının, karanlık bölgenin veya Jung’un deyimi ile “Gölge”nin bilinç ile ilişkisini Fromm, bir örnek ile şöyle anlatır: “Daha başka bir örnek olarak savaşçı politik bir lider üzerinde durulabilir. Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına karşın; gerçekte, kendine onur (İtibar/gurur.İG) sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst. tarihsiz. S 111).

Cumhur İttifakı’nın görece sert ve aşağılayıcı dili karşısında “Millet İttifakı’nın (CHP-İYİ Parti-SP) dili (Kılıçdaroğlu hariç) daha yumuşaktır. Son seçimlerde Millet İttifakı, HDP ile gayri resmi ittifak yaptı. Bunun sebebini “Denize düşen, yılana sarılır” sözünde görmek mümkündür. Muhalefetin/Millet ittifakının, HDP ile işbirliği yapmasında Cumhur İttifakı’nın, bunları denize (sürekli muhalefet ve aşağılanma) itmesinin önemli payı olduğu doğrudur. Muhalefet, iktidar olabilmek veya Erdoğan’ı iktidardan düşürmek için, ABD ve AB (Batı-Dış güçler) ile işbirliğine girmekten çekinmiyor. Bu durumda da “Türkiye” kavramının sınırları ortadan kalkıyor: Cumhur İttifakında Ortadoğu, Türkiye’nin içine girerken; Millet İttifakında Batı, Türkiye’nin içine girmektedir. Hasılı, her iki taraf da diğerinin de içinde yaşayabileceği bir “Türkiye” tasavvur edemiyor. Özetle Türkiye, tarihinde görülmedik düzeyde bir “Kaht-ı rical (Devlet adamı yoksunluğu)” yaşamaktadır.

 

‘Türkiye’ Nedir?

1 – GERÇEKLER  

a-) Türkiye, altı yüz yıl yaşamış bir imparatorluğun iç çürümesi sonucu kısa bir sürede bedenini ve ruhunu kaybetmiş bir olgusallıktan sonra bir “enkarnasyon” teşebbüsü (devrim) ile doğmuş yeni bir bedendir. İngiliz imparatorluğu çöktükten sonra, gönüllü bir “İngiliz Milletler Topluluğu” hâlâ varlığını sürdürürken; Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra Türkiye, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ve “Ne Şam’ın şekeri; ne de Arap’ın yüzü.” vecizeleri ile baş başa kalmıştır. Türkiye entelijansiyası, bu muazzam/skandal olgusallık üzerine neredeyse hiç düşünmemiştir. Osmanlı ruhuna ne oldu?

b-) Devlet’in, ancak rejim ve kültür değiştirme yolu ile var kalacağı kararı ve teşebbüsü (devrim), toplumda bir yarılma ve travma yaratmıştır: Bir tarafta başı ve kolları kopmuş bir gövde olarak muhafazakâr halk yığını; diğer tarafta bin yıllık kafasını değiştirmiş, yeni bir beden arayan yeni bir baş: “Yaralı Bilinç”: Hz. Muhammed (şeriat) ve M. Kemal (Kemalizm)  Bu ülke, bu iki şahsın arasında bir yer bulmak zorunda. Bunları, birbirlerinin “düşmanı” olarak konumlandırmak, bu ülkeyi böler. 

c-) Sosyolojik olarak, imparatorluk bakiyesi halklardan oluşmuş çoğul bir yapı: Balkan ve Kafkasya’dan göç etmek zorunda kalmış ve Anadolu’nun “müslümanlaştırılmasından” sonra burada bulunan Türk-Kürt-Arap ahali. Dinsel olarak yeknesak (%99) olsa da, mezhep olarak Sünni-Alevi ve –kuruluş aşamasındaki yasaktan dolayı-  yeraltından gelip legalleşen bir sürü “Tarikat-Cemaat”.  

d-) Stratejik olarak Doğu-Batı arasında “köprü” ve Kuzey (Rusya)-Güney (Akdeniz) arasında Süper güçlerin daima göz diktikleri bir coğrafya. Enerji kaynaklarına yakın ve geçiş koridoru olan yol. Bu gerçekler, bu ülkede siyaset yapmayı ciddi olarak zorlaştırmakta ve adeta ipte oynayan cambaz gibi mahir olmayı (devlet adamı) gerektirmektedir. Süper güçlerin yeni düzen kurma savaşı Ortadoğu üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca Yarımadaların elde tutulması, daima zor olmuştur. 

f-) 1950’lerden itibaren iktidara gelen muhafazakâr partiler ve onların liderlerinden Menderes, ülkeyi borca sokarak Amerika’ya bağımlı hale getirdi. Demirel ve Erbakan yerli ve milli politikalar ile ülkeyi sanayileştirmeye çalıştılar.  Özal, tasarruf ve sanayileşmeyi gevşeterek ticaret ve turizme önem verip ülkeyi Kapitalist tüketim kültürüne eklemledi. Geleneksel “ganimet” ekonomisine de onunla tekrar geri döndük (“Bir koyup, üç alma”).  İki binlerden sonra iktidara gelen Ak Partisi ve onun lideri sayın R. Tayyip Erdoğan ise, İmam-Hatip kökenli olduğu için, politik ajandasını, ertelenmiş olan kimlik/kültür politikasına ağırlık vererek (Muhafazakârlık) ekonomik alanda inşaat-rant-hizmet (ganimet) politikaları güdüp, Türkiye’nin teknoloji-tarım-hayvancılık üretim kapasitesini hayli ihmal etmiştir. Son birkaç yılda bu durumun farkına varılıp silah teknolojisine önem verilmeye başlanmıştır. Tarım ve Hayvancılıktaki kriz devam etmektedir. Afganistan’dan “çoban”, Suriye’den “garson”, Türkî cumhuriyetlerden “bakıcı”…. ithal ederken (mülteci); Türkiye’den Avrupa’ya beyin göçü (mühendis) ve sermaye kaçmaktadır. 

2 – AVANTAJLAR-DEZAVANTAJLAR 

a-) İslam, Kurtuluş savaşının bir motivasyon kaynağı olmuş olmasına rağmen; yeni dönemde siyasetin enerjisini tüketen (irtica-vesayet) bir dinamik haline gelmiştir. Sünniliğin tecdit edilememesi, dini, toplumun birliğini sağlayan bir kimlik-kurucu unsur olmaktan çıkarıp; toplumu bölücü bir etken haline getirmiştir. Yeni rejimin, dine uzun süre şaşı bakması, kitleleri devletten soğutmuştur. Tarikat ve Cemaatler, dinin, yeni rejimde “yeraltında” varlığını sürdürme faaliyetidir. İmam-Hatipler, halkın, devlet eliyle dini çocuklarına öğretme teşebbüsüdür. Şimdilerde sayıları hayli fazla olan İlahiyat fakültelerinin teolojik performansı, dinin, Türkiye için avantaj veya dezavantaj olmasını belirleyecektir.  

b-) Etnik ve dinsel çeşitlilik, Osmanlı imparatorluğunda İslam’ın müsamahasından, Türklerin alicenaplığından dolayı bir sorun olmamıştır.  Bugün olmaktadır. Bunun aşılması gerekir. İmparatorluk bakiyesi toplama/toplumlarda (ülke/devlet) etnik milliyetçilik, ilkelliktir. 

c-) Modern birer ideoloji olarak ulus-devlet, milliyetçilik ve ırkçılık bir arada yaşamak için ciddi sorunlar çıkarmıştır. Yurtseverlik ve ailesine (etnisite) sempati-hizmet olarak milliyetçilik ile kendi etnisitesini üstün görme ve onun lehine çıkarcılık olarak milliyetçilik (ırkçılık) çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Uzun süren bir arada yaşama tecrübesinden ve İslam’ın toleransından istifade ederek etnik çoğulluğumuzu, zenginlik kaynağı olarak işlevselleştirebiliriz. İster “Medenilik” olarak; isterse “Medinelilik” anayasası olarak düşünelim, “öteki” ile birlikte (Mahallelilik-Komşuluk), olumlu, insani-islamî bir değerdir. 

d-) Türkiye’nin iklim koşulları, tarihi-kültürel mirası, su kaynakları ve doğal bitki örtüsü, ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede iken; bunların gereği gibi üretici-verimli değerlendirildiği söylenemez. İnsanımızın, tarım ve hayvancılıktan koparılarak varoşlarda sosyal yardım ile geçinir hale sokulması skandaldır. Ayrıca 80 milyonluk demografi unsuru, önemli bir güç kaynağıdır; ancak, kendilerine geçerli bir “meslek” edindirmek şartı ile. 

3 – İDEALLER  

a-) Türkiye, şimdiye kadar başaramadığı bir “Toplum Sözleşmesi” yapmak zorundadır. İslam, Türkiye’yi kuran temel kültürel bir “kod” olması hasebi ile burada yaşayan insanlardan isteyenin, dini değerlerini -dogmatik ve totaliter bir eğilime girmeden- yaşamasına imkân veren bir uzlaşma sağlanmak zorundadır. Kurucu iradenin, kendine karşı tehlikeli bir unsur olarak görüp, dini ıslah çabalarına meydan vermeden sert bir şekilde baskılaması, yanlış olduğu gibi; her ne kadar, “Türk”lüğü bir “eşitlik” telosu olarak vazetmiş olmasına rağmen, uygulanan politikalar ile bu, gerçekleşmemiş ve Kürkler küstürülmüştür. Bu uçuklamayı/içerlemeyi-kanamayı durduracak yeni bir formül bulunabilir. Dış güçleri/şeytanı suçlamaktan önce, birlikte yaşama iradesi ile konuşmayı-müzakereyi (siyaset) öğrenmek zorundayız. “Bölünme” ideası, tarihin ve kültürel kodların muvacehesinde “haince” bir teşebbüstür; failleri, cezalandırılmaya devam edilmelidir. Devleti, içerde siyasi ihtirasların bir manivelası değil; herkesin güvendiği tanrısal bir misyon/yansılama olarak “Hukuk” ile sınırlandırmak esastır. Nitekim C.Sichmit’in gösterdiği gibi, Batı’da seküler politik kurumlar, Hristiyanlığın bir dönüşümü olarak gerçekleşmiştir (Siyasi İlahiyat). 

b-) Demokrasi, devlet çarkını döndürmenin ve ülkenin mevcut kaynaklarına erişmenin ve üleşmenin fırsat eşitliğini sağlayan bir aparattır. Seçim, bu prosesin “elif-bası”; kurumsal-örgütsel ortak aklı tesis etmek ise, amacı ve gayesidir. Bu sistemi, “seçim” ile kral/tek-el/tek-adam/ karizma/lider/başbuğ/führer… çıkarmak olarak algılamak, hayli primitif bir tutumdur. İstikrarı, kurumsal konsensüs yerine, bir kişide aramak, zayıflık ve cahillik alametleridir. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi, insanlığın, faturasını ağır bir şekilde ödeyerek bulduğu bir siyaset pratiğidir. Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumu yoktur. İdeolojik, mezhebi ve etnik olarak çoğul olan bir toplumda “tek adam”cılık, bölücülük yaratır. Zira bu adam, bu gruplardan birine ait olacaktır. İslam’ın “Şura” ilkesi ile demokratik bir politik süreci hedeflediği halde; Saltanat rejimine Bizans ve Pers krallıklarına özenti ile geçildiği bilinmektedir. 

c-) Devletin, ülkede bulunan dinsel ve mezhepsel yorumlara karşı renk-körü/tarafsız bir “Hakem” olarak konumlandırılası, “Rahmani bir tutum” olarak doğru bir tavırdır. Devlet gücünü kullanan siyasi ve bürokratik zevatın, kendilerini herhangi bir dinsel-mezhepsel-teolojik/tanrısal yorumun “temsilcileri” olarak görüp, buna göre davranmaları, samimi olsalar bile, -dinler tarihinin şehadetiyle- sürekli zulüm, ölüm, baskı, şiddet ve sömürü doğurmuştur. Aralarında yoğunluk farkı olsa da, hiçbir dinin bundan istisna edilmesi mümkün değildir. Tanrı’nın rızasını kazanmak veya cennetteki nimetlerini çoğaltmak isteyen müminler, -Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı gibi- bize siyasi-hukuki-iktisadi önerilerini, hiçbir “dinsel” otorite-kavram-değer-kişiye başvurmadan makul-mantıklı, vicdani, ahlaki, maslahî gerekçeler ile getirmeliler. Ta ki itiraz etme, revize etme, değiştirme, düzeltme… imkânımız doğsun ve bahsi geçen zulüm, sömürü, baskı, totalitarizm… tehlikelerinden azâde olalım. Kurumsal dinin –dinin kurumsallaşmasına karşı bütün itiraz kayıtlarını saklı tutmak kaydıyla- yeri, devlet değil; toplumdur. 

d-) Vatandaşların eğitilmesi, modern toplumda bir zorunluluk haline gelmiştir. Milli eğitimin ve Üniversite eğitiminin iki temel vazifesi vardır: 1- Vatandaşlarının insan olmakla yaratılıştan eşit olarak haiz oldukları potansiyel yaratıcı kabiliyetlerini aktüelleştirme becerisi kazandırmak. 2- Onların yaşamlarını sürdürmek ve kolaylaştırmak için bir “meslek” becerisi kazandırmak. Devletin, vatandaşlarını birilerinin belirlediği bir “ideoloji” veya “teoloji”ye göre eğmek-bükmek, şekillendirmek, kalıplamak, insan haklarına ters bir zulümdür. Modern toplumlar, uzmanlaşmaya ve mesleki farklılığa dayalı örgütlü toplumlardır. Kurumlar ve işletmeler, toplam kalite kontrolü-ölçümü ve sürdürülebilirlik ilkelerine göre ayakta kalmakta veya çökmektedirler. Ehliyet ve liyakat esastır. Böyle bir dönemde/yapıda akrabalık, hemşehrilik, partililik, dini yakınlık (alnı secdeye varma)…kriterlerine (sadakat) göre görev ve iş dağıtımı, hem işletmeleri-kurumları, hem de devleti çökertir. Örneğin, Türkiye’nin Üniversiteleri çökmüştür. Bir ortaçağ eğitim kurumu olan “Medrese”ye özen teşvik edilmektedir. Bu tutum, bir dekadans göstergesidir; derhal terkedilmelidir. 

e-) 1950’lerden itibaren, Muhafazakâr sağ iktidarlar döneminde NATO ve Gladyo aracılığı ile ABD ve AB’ye (Batı) sıkı bir şekilde “bağlandığımız” bilinmektedir. 2010’lardan itibaren bu bağları gevşetmeye başladığımız, siperden başımızı çıkarttığımız söylenebilir. Buna karşılık da “misilleme”ler gelmektedir. Bu sürecin gerçekçi ve usturuplu yönetilmesi elzemdir. Dikkatsizlik ve hayalperestlik –ki bazı örneklerini yaşadık-, Türkiye’yi daha kötü sonuçlara götürebilir. Dışa karşı mücadele ederken, içerinin/arkanın tahkim edilmesi zorunludur. Sayın Erdoğan, bu hususa yeterli performansı göstermemektedir. “Gönül coğrafyası” ile kurulan irtibat, “Vatandaş”lar ile kurulamamaktadır. Milliyetçiliği, “Rabia” kavramı ile ifade etmek, bunun kanıtıdır. PKK ve FETÖ gibi “terör” örgütleri doğurmak, bir yönü ile bu ülkenin siyasal aklının başarısızlığıdır. 

Sünniliğin Türkiye Sancıları Üzerine

Politik bir kategori olarak İslam ile yaşıt, teolojik bir kategori olarak da neredeyse bin ikiyüz yaşında olan Sünnilik; yaşlı bir çınar olarak bünyesinde özellikle demografik gövdesinde bugün bir takım ciddi/yaşamsal sorunlar taşımaktadır. Aslında olup biteni aşağıdaki ayet açıkça özetlemektedir: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi/saygı duyması gerekmez mi? Siz, sizden önce kendilerine kitap verdiğimiz halklar (Yahudi-Hristiyan) gibi olmayın. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu ahlaksızdırlar.” (57/16). Sünniliğin başına gelen de budur: Vicdana, izana, idrake, iknaya, itkana dayalı “iman ve ahlak” yok olmuş; taklide, alışkanlığa, geleneğe, dogmatizme/kör-inanca dayalı bir “Amentü” ve “İslam’ın Beş Şartı (İbadet/ritüel)”na dönüşmüştür. “İlmî (idrâk) hal” olmaktan çıkmış; “İnanç (dogma) hal/durum”una evrilmiştir. 

Sünniliğin oluşum/doğuş süreci içindeki politik ve teolojik sorunlara “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” adlı kitabımda değişik veçhelerden değinmiştim. Bu yazıda bugün Sünniliğin Türkiye’de içinde bulunduğu aktüel değeri üzerinde duracağım. Açıkça söylemek gerekirse, yukarıda iktibas ettiğim ayette ortaya konduğu üzere aradan geçen uzun zamandan dolayı İslam’ın iman ve ahlak değerleri hayli aşınmış ve dinsel ilişki, Amentü (inanç) ve ibadete/ritüele (İslam’ın Beş Şartı=Namaz-Oruç-Hac-Zekât-Kelime-i Şehadet) indirgenmiştir. Kalplerin katılaşması ile “İman” Allah ile canlı, sıcak, existansiyel/varoluşsal, idrake dayalı -ve zorunlu olarak amel/ahlak doğuran- duygusal değerlilik yaşantıları (saygı-korku, şükür, umut-güven-sevgi…) barındıran bir halden çıkmış; ölü, katı, kesin, kuru, dogmatik/ezber bir kanaate/kabule (inanç) dönüşmüştür.  Allah’a iman, dünyada müminlerin vicdanlarını etkileyen, onlar ile ilişki halinde olan bir “fail (Rahman)” olmaktan çıkmış; Ahirette etkin olacak olan bir faile (Rahîm) dönüşmüştür. Tanrı, ölmemiş olsa bile; unutulmuş veya tutulmuştur.  

Sünniliğin “Tasavvuf” dolayımı ile haiz olduğu “yanlış iman içeriği”, müminleri “din adamları (Mehdi-Kutup, Gavs, Veli…)” yolu ile kendilerine yabancılaştırarak “FETÖ” denen bir yapıyı doğurmuştur. Kur’an’da Yahudilere yöneltilen “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93) sorusu, Sünniliğin bugün Türkiye’de yaşayan bu grubu –ve diğer birçok cemaat ve tarikat- için de geçerlidir. İmanın canlı olması yetmez; istikamet/doğru iman etmek de önemlidir. Mistik bilincin kendine yabancılaşmış yanlış iman içeriği ve yanlış politik bilinci, Türkiye’yi göz göre göre tehlikeye atabilmiştir. Gelecekte de atmayacağının garantisi yoktur.

Kur’an’da varit olduğu şekli ile düşünce, vicdan, hüküm/karar verme (irade) yerine bugün salt inanç, itaat, teslimiyet ve boyun eğmeden oluşan bir dindarlık egemen oldu. Bu dindarlık tarzı (taklit/dogmatizm) insanı/mümini küçültür, zayıflatır ve çürütür. İslam dünyasına baktığımızda, bunun tezahürünü her yerde görüyoruz. 

Siyaset olarak aktüelleşen Sünnilik ise, zayıf bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de son yirmi yıl boyunca nimetleri çoğaltıp (üretim-teknoloji) hakkaniyetle paylaşmanın/bölüşmenin mücadelesini vereceği yerde;  “Amentü” ve “ibadet (alnı secdeye gitmek)” kriterlerinden oluşan “Biz (parti)” kriteri ile devletten memuriyet ve rant devşirme peşine düştü. Yaratıkların en iyisi olmanın kriterleri olan ”İman ve salih amel” (98/7), “Amentü ve İbadet”e dönüştürüldü. Oysa iman ve ahlak kriteri “Biz” sınırlarını daha derinlere kazımıştır: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutmak için öncülük edin. Kendiniz, anne-babanız, akrabalarınız aleyhine dahi olsa, zengin-fakir demeden şahitlik yapın. Adaleti yerine getirmede nefsiniz size engel olmasın. Eğer eğip-bükülür ve hakkı söylemekten-ihkaktan kaçınırsanız, bilin ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Binaenaleyh siyaset, “devlet” gücünü; ekonomi “para” gücünü ele geçirmeyi hedefler. Devlet ve para güç odakları/kaynaklarıdır fakat bunları kullanmanın kurala bağlanması (hukuk), tanrının yeryüzüne yansıması iken; bunların kuralsızlıkları ise tağutluk ve şeytanlıktır (2/256;4/60,37/17). 

Türkiye’de Sünnilik, Şeriat (Hukuk) ve Hilafet (Siyaset) olarak ilga edildikten sonra, Tarikat-Cemaat ve son olarak da siyaset olarak arkaik formları ile geri gelmiştir. Teolojik bünyesinde bir tecdit yapılamadığı gibi; ahlaki bünyesinde de herhangi bir tebdil/tağyir yapılamamıştır. Merhum M. Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, Osmanlı çöktüğünde Türkiye’de Sünniliğin teolojik ve ahlaki sefaletini gözler önüne serer. Dini bilincin ve kalbin esaslı bir bakımı yapılamadığı için, son yirmi yılda özellikle siyaset alanında/iktidarda ortaya konan performans, Sünniliğe (dine) olan güveni hayal kırıklığına uğratmıştır. Dinin amentü ve ibadet boyutlarına, görünür kısmına (başörtüsü-sakal-sarık-cübbe…) önem verilirken; iman ve ahlak boyutu yani adalet-zulüm, helal-haram boyutu siyaset, iktisat ve hukuk alanlarında ciddi düzeyde ihmal edilmiştir. Son dönemlerde dillendirilen “Deizm”in artışı, bu hayal kırıklığının bir semptomu olsa gerektir.  

Türkiye’de politik İslamcılığın aktörleri, iki binlerden itibaren politik-ideolojik ajandalarını (dava) İmam-Hatip müfredatından aldıkları eğitime göre şekillendiriyorlar. Herhangi bir entelektüel-teolojik, yorumsal ekole göre değil.  İmam-Hatiplerde eğitim yolu ile genç kuşaklara verilen, dini eğitim, tarikat ve cemaatlerde tedavülde olan dini teoloji ve pratik üzerine, sayıları yüzün üzerinde olan İlahiyat fakülteleri ciddi analiz yapamamaktadırlar. Sayının “100”e varması, bilimsel tutku ve düşünsel meraktan dolayı değil; politik iradenin yine politik kaygısından (seçmen-istihdam) dolayıdır. Bunun sebebi, dinsel-kültürel hastalıkların-çürümenin (dekadans) uzun zamanları ve geniş kitleleri kapsaması halinde, hastalıkların teşhis ve tedavisinin, zor olmasıdır. Devrimin dini aşağılamasına (irtica) reaksiyon olarak ortaya çıkan İmam-Hatip kuşağı, bu münafereti ortadan kaldıracak yeterli bir feraset-hikmet-tolerans, performans gösteremediği gibi; aksine bir kin-hınç-nefret dili üretmiştir. 

Fıkıh tarafından belirlenen helal ve haramlar (faiz-domuz-şarap-zina…) dilden düşürülmezken; “Kitabına uydurarak” ve “Hile-i Şeriyye”ler ile nice büyük “Haram”lar işlenmektedir. Bireysel (küçük) günahlar dilden düşürülmezken; büyük (kamusal) günahlar, dindarların umurunda olmamıştır. Örneğin “Faiz”in haramlığı dillerden düşürülmezken; “Emlak Rantı” hakkında herhangi bir “Fıkıh” geliştirilemediği için, Kitabına uydurarak faizden bin kat daha “beleş” olan kârlar elde etmede müminlerin vicdanı asla ürpermemektedir. 

Son iki seçimde Tunceli’de “Komünist” bir şahsın önce bir kasabada sonra da şehir merkezinde Belediye Başkanı seçilerek “fenomen” haline gelmesi; İslam’ın metafizik (imani) değerlerine itibar etmeyip, onun ahlaki değerlerini (hakkaniyet-dürüstlük-paylaşım, üretim…) yerine getirmesinden dolayı halkın teveccühünü kazanmasıdır. Halk arasında “Hal, sâridir” diye bir söz vardır. Demek ki, İnsanların vicdani kapasitesi, iman olmadan da aktüel olabildiği gibi; diğer vicdanlar tarafından da takdir edilebiliyor. 

İslam Dünyasında Yaratma-Üretme ve Hukukun Olmayışının Nedenleri Üzerine

Bilimsel-Teknik yaratma ve ekonomik üretme, Antropolojik olarak halkların yaşam koşulları ve güç istenci tutkuları ile ilgili bir sorundur. Doğal iklim koşulları yaşama müsait olan coğrafi bölgelerde insanlar, bu tür faaliyetlere fazla ilgi göstermez. Akdeniz Kuşağı ve büyük nehirlerin etrafındaki verimli topraklarda (Hint-Çin) yaşayan toplumlar bunun tipik bir örneğidir. Kıta Avrupası ve İngiltere’de ise durum böyle değildir. İklim koşulları ve bitki örtüsü, alternatif kaynakların bulunmasını zorunlu kılar. Bilim-Teknoloji ve bunların ürünü Endüstri devriminin Avrupa’da çıkması, tesadüfi olmasa gerektir.

İkinci önemli husus, halkların genel seciyesi ve karakterleri yani İslam dininin tarihi süreç içinde taşıyıcısı ve koruyucusu olan Araplar ve Türklerin karakterleri meselesidir. Araplar, çölde yaşayan, deve-hurma ve ticaret-çapul yapma ile geçinen, şiddete teşne/haşin bir halktır. İslam’ın gelişinden sonra, ondan aldıkları enerjiyi “Fütuhat-Ganimet”e tahvil edip ticareti de geliştirerek hayatlarına devam etmişlerdir. Dinsel düşünmeden teolojik düşünme (İslami İlimlerin tedvini) aşamasına geçip orada kalmışlardır. Yunanlılarda olan “Pozitif Bilgi” tutkusunu (Felsefe-Bilim) Arapçaya çevirmişler, hatta bazı katkı, keşif ve icatlar da çıkarmışlar; ancak geçimlerini temel olarak ticaret ve ganimetten temin etmişlerdir. Felsefi ve Bilimsel düşünme aşamasına geçememişlerdir.
Genel anlamda İslam düşüncesinde teolojik olarak “Yaratma” sıfatı, sadece Tanrı’ya has kılınmış; insanın yaratıcı olması, Tanrı’ya “şirk koşma” olarak görülmüştür. Teolojide-Ontolojide “Nedensellik”in Eş’arilik tarafından reddedilmesi, “pozitif bilgi” tutkusunu (Bilimsel Bilgi) merakını zayıflatmıştır. Bazı(özellikle plastik) sanat faaliyetlerinin (Heykel-Resim-Müzik) şirk-günah kaygısıyla reddedilmesi, merak ve yaratma duygusunu, tutkusunu dumura uğratmıştır Eş’ariliğin “Kader/Cebr” teorisi, kitleleri pasifizme sürüklemiş olabilir. Tasavvuf/Mistisizmin dünyayı lanetlemesi (züht), dünyaya karşı ilgiyi-merakı, içgüdüyü-güç istencini zayıflatmıştır. Gazzali, “İhya”da dünyayı “fahişe”ye benzetir; ileriye dönük plan yapmayı “Tul-i emel= uzak sanı” olarak lanetler. Pozitif bilimlerle uğraşmayı ”boş iş” olarak niteler. “Huccetu’l-İslam” payesi ile Gazzali’nin Sünni dünya üzerindeki etkisi, herkesin bildiği bir şeydir: “Bitkin olan(insan ve toplumlar) dinlenmek, gevşemek, geviş getirmek, huzur, sakinlik/barış ister. Bu, nihilist dinlerin(mistisizm) ve felsefelerin mutluluğudur. Zengin ve canlı olanlarsa zafer, rakiplerinin üstesinden gelmek, güç duygusunu şimdiye kadarki nüfuz alanlarından daha geniş alanlara yayılmasını ister. Organizmanın sağlıklı tüm (üretme-yaratma) fonksiyonlarının böyle bir ihtiyacı vardır…”(Nietzsche, Güç İstenci, çev: N.epçeli.İst.2014.s 448)

Türklere gelecek olursak, Anadolu’ya gelen Türkler, asker ve göçebe bir karaktere sahiptiler. Orta Asya’da (Uygurlar) ve Maveraünnehirde (Buhara-Semerkant-Taşkent…) yerleşmişlerdi. Teoloji ve “Pozitif Bilgi” de yaratmışlardır. Selçuklular ve Osmanlılar ise “Dinsel Düşünme (Tasavvuf)” aşamasında kalıp, “Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçememişlerdir. Nerde kaldı “Felsefî” ve “Bilimsel Düşünme” aşamaları. Teknoloji ve Endüstri, bu aşamalardan sonra yaratılmıştır. Dolayısıyla geçimlerini daha ziyade tarım-hayvancılık ve ganimetten temin etmişlerdir. Kendilerinden önce üretilmiş teolojik bilgiyi (İslami İlimler), “Medrese”lerde skolastik olarak tekrar etmiş veya kurdukları devletlerin bürokratik ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmışlardır. Halkın dini ideolojisi ise, Tasavvuf (Tarikatlar) olmuştur. Selçuklu ve Osmanlı birer “Derviş Devlet”tirler. Türk, göçebe ve devşirmecidir; üretici ve yaratıcı değil.

Hint alt-kıtası (Hindistan-Pakistan-Bangladeş) Hinduizm’in (Zahit Kültür) etkisinden çıkarak Müslüman olduğu için, oradan yaratma-üretme beklemek, biraz anlamsızdır. İranlılar (Persler), bir din (Mecusilik) bir de Mistik Felsefe (İşrakilik) ve mezhep (Şiilik) yaratmışlardır. Modern dönemde bir de “Devrim” yaratmışlardır. Kurdukları “teokratik” düzen, halkı hızlı bir şekilde sekülerliğe sürüklüyor. Dünyaya dönük “fütuhatları” da olmuştur. Ancak dünyayı imar etmeye dönük bir merakları onların da olmamıştır. Kuzey Afrika halkları ise, Arapların istilasıyla asimile olmuş “Allahlık” halklardır.

Avrupa’da Felsefenin tekrar çiçeklenmesi, akabinde bilimsel bilgi merakının gelişmesi ve bunun doğurduğu teknoloji ve endüstri devriminin yarattığı ateşli silahlar, kolonyalizmi/emperyalizmi ve ekonomik zenginliği yarattı. Bundan haberi olmayan, Osmanlı, kılıcı (savaş gücü) düştüğü için (“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu”) çökmek zorunda kaldı. Balkan (gece) savaşlarında Bulgar askerlerinin kullandıkları el fenerlerini bizim askerler “cin” sanıyorlardı.

Reform ile birlikte Hristiyanlık (Protestanlık) yeni bir ahlak yarattı. Bu ahlak, Kapitalizm ile uyumlu/paralel idi (M. Weber). Yükselen Burjuva sınıfı, din savaşlarına neden olan Kiliseyi iğdiş edip siyasal ve toplumsal alanın dışına attı. Kapitalizm, korkunç derecede palazlandı ve dünyanın yarısını kolonize etti. Sonunda da kendi içinde iki büyük dünya savaşı yaratıp kendinin yarattığı maddi ümranı ve 65 milyon insanı yok ettikten sonra, menfaatin altın kuralı olan “Ayağıma basma, ayağına basmayayım”ı yani “Hukuk Devleti”ni, demokrasiyi ve laikliği keşfetti. Amerikan iç savaşının ve I.-II. Dünya savaşlarından sonra ABD ve AB’de kurulan iç barışın temeli budur.

İslam Dünyası, -Osmanlının parçalanmasından sonra- verdiği kurtuluş savaşlarından sonra totaliter tek parti, askeri ve kabile diktatörlükleri kurdu. Dinsel Hukuk (Şeriat), İmparatorluk yapılarında nispeten bir “Hukuk” yaratmıştı. Ancak kurulan yeni “Ulus-Devlet”lerin ihtiyacını karşılayabilecek bir yetkinliği yoktu. Avrupa’daki gibi bir kapışma-boğazlaşma yaşamadığı için de yeni bir “Hukuk” yaratamadı. Müslümanlar, Tanrı’yı hukuk otoritesi olarak “Ahkemu’l-Hâkimin= Hâkimlerin En İyisi” olarak algılayarak “Hukuk Devleti” kuracakları yerde; “Meliku’l-Mulûk=Kralların Kralı” yani siyasi otorite olarak benimseyip ona benzemeye çalışan despot krallıklar kurdular. (Zıllullahi fi’l-ard). Politik sorumluluklarını da, kendileri üstlenme yerine, Allah’a attılar: “Allah, affetsin.”

Dinsel Ahlak da çökmüştü. Çünkü tarihin yasası şöyle idi: “İman edenlerin, Allah’ı hatırlamaları ve ondan ine hakikate karşı saygılı olmaları gerekmez mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların çoğu ahlaksız kimselerdir.” (57/16). Müslümanların başına gelen de buydu. Bunun sebebi, Avrupa’da yaratılan endüstri devriminin yarattığı ekonomi, “Tanrının lütufları” olan tarım ve hayvancılığı büyük ölçüde devreden çıkarmış olmasıdır (“Tanrı, merkebi yarattı; Almanlar, Mercedes’i”). Yani yeryüzünün topoğrafyası-altyapısı değişti.

Kültürel atmosferde de büyük değişiklikler oldu. Descartes, Kant, Marx, Freud, Darwin, Hegel… İnsanlığın yeryüzündeki macerası hakkında büyük teoriler ortaya attılar. Nietzsche, daha o zamanlar sekülerleşmeyi ifade etmek için: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin” ve “Tanrı öldü, Tanrı öldü; onu hepimiz öldürdük/hepimiz onun katiliyiz.” demişti. Marx: “Katı/kutsal olan her şey buharlaşıyor.” demişti. M. Buber, “Tanrı Tutulması”nıdan bahsetmişti. T.S. Eliot “Çorak Ülke” şiirini yazmıştı.

Özetle toprağın ve atmosferin-iklimin (Zeitgeist=çağın ruhu-metafizik) değiştiği “küreselleşmiş” bir dünyada yaşıyoruz. İmanı (Tanrı’yı-Ahireti) ve Ahlakı tekrar geri getirmek, ciddi (ahlaki-entelektüel) emek istiyor. İslam Teolojik düşüncesinin, bu sorumluluğu yüklenecek gücü ve yeteneği görünmüyor. Üstelik şiddet örgütleri ile patolojik bir psikolojiyle kendini ezmeye kalkışanlara cevap vermeye çalışıyor. Yaratıcı-Şükreden Düşünmeyi diriltmek ve Rahmaniyete dayanan bir “Hukuk” oluşturmak çabasından başka çare yoktur. Hukuk yaratmak, “Barış” yaratmak demektir. Sürekli siyaset, savaş demektir.

İç Siyaset: Savaş mı yarış mı?

Avrupa, I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra kendi iç barışını sağlamak üzere İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Anayasal Demokrasi, Laiklik ve Kuvvetler Ayrılığı ilkelerini siyasetin raconu (mihenk/mehaz/mıstak/kriter) haline getirdi. Bu noktaya kolay gelinmedi. Sadece II. Dünya Savaşı’nda 65 milyon insan öldürüldü. Demokrasi, kimlik problemini eğitim veya zorla (asimilasyon) halledildikten sonra, nispeten yorgun toplumların burjuva hegemonyasında kurdukları bir siyasi sistemdir. İktidarı politik yelpazedeki partilerin şiddete başvurmadan (kansız) değiştirme aparatıdır. Topluma politik ideolojileri ile “hizmet” etmenin veya temsilcisi oldukları ekonomik sınıfların çıkarlarını “hukuk” çerçevesinde gerçekleştirmenin araçlarıdır. Politik ideolojilerin veya ekonomik sınıfların “oyun mantığı”na dayalı olarak birbirleriyle yarışması ve rekabet etmesine dayanır. Futbol maçına benzetilebilir. Kurallar ve hakemlerin gözetiminde, kitlelerin gözü önünde onların beğenisini kazanmaya dönük bir oyun. Kazanan, iktidar olur; tek başına veya kendine yakın diğer partner ile (koalisyon) birlikte hükumet kurar. Avrupa’da olimpiyatların ve takım oyunlarının canlandırılması, kitlelerde biriken enerjinin yıkıma (savaş) yol açmadan, barışçıl bir şekilde boşaltılması araçlarıdır. Dış siyasette ise “diplomasi” ve uluslararası antlaşmalar, siyaset yapmanın raconu haline geldi. Ancak BM’nin beş daimi üyesinin, bu anlaşmalara riayet etmediklerini de herkes bilmektedir. Diplomatik faaliyetler (Dış politika), hakkaniyete-eşitliğe dayanabileceği gibi; kandırma, tuzak, entrika, dolap çevirme, hileye başvurmaya (gavurluk) devam etmektedir. Dış politika, savaşın silaha başvurmadan devam ettirilmesi olarak işlemektedir. 

İslam toplumlarına gelecek olursak, tarihsel süreç içinde İç politika (siyaset), uzun süren bir iç savaş (Hz. Osman’ın öldürülmesi, Sıffın, Cemel, Kerbela…) sonucunda gücün zorla ele geçirilmesi ve zorla bir sülaleye tapulanması olarak (saltanat) şekillenmiştir. Yani savaş ile siyaset iç içe şekillenmiştir. Teolojik olarak geliştirilen “Daru’l-İslam- Daru’l-Harp” kavramları ile dış politika “Sürekli Savaş=Fütuhat” üzerine bina edilmiş iken; iç politika da “Fitne-Tekfir” kavramları üzerinden muhalefetin zorla bastırılması (şiddet-savaş) üzerine kurulmuştur. Hz. Muhammed’e atfedilen “Harp, hiledir” hadisi, hem  dış politikada  hem de iç politikada prensip haline gelmiştir. Yani siyaset, harp olarak kodlanmıştır. Doğal olarak da hile, kumpas, pusu, tuzak, dek, dolap, dubara, yalan, kandırma… “siyaset”in doğası olarak kodlanmıştır. Muaviye’nin, Hz. Ali ile giriştiği savaşta “Hakem” iddiası ile Kur’an yapraklarını askerlerinin kılıçlarına taktırması, Ebu Musa el-Eş’ari’nin Halife seçiminde Hz. Ali’yi kandırması, birer “hilekârlık” örneğidir. “Duhatu’l-Arap=Arap Dahileri (Ziyad b. Ebihi(piç), Amr İbn As, Muğire b. Şu’be, Muaviye b. Ebusufyan)” olarak bilinen isimlerin en önemli özellikleri, siyasetteki hilekârlıkları idi. 

Kur’an’da geçen: “Allah’ın tuzak kurması” ifadesini (3/54, 8/3027/50…) saygın müfessirlerin tamamı, kafirlerin, müminlere kurdukları haksız tuzakların boşa çıkarılması olarak yorumlamışlardır. Ancak bu ifadenin, İslam toplumlarında siyasetin “tuzak kurma” olarak algılanmasında bir etkisi olmuş mudur? sorusu, araştırmayı hak etmektedir. 

Günümüzde İslam ülkelerindeki dış politikaya gelecek olursak. Türkiye, uzun süre “Yurtta barış, dünyada barış”, “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri” politikasını güttükten sonra; iki binlerden itibaren dünyadaki mazlum ve mağdur Müslümanlar ile ilgilenmeye başladı. İran, devrimden sonra ABD ve İsrail’e karşı sert, Sünni dünyaya karşı sinsi politikalar izlemeye başladı. Suudi Arabistan da, petro-dolara ve ABD dostluğuna kavuştuktan sonra “Selefiliği” İslam dünyasında yaymaya çalışırken Şiiliğe karşı düşman olmaya başladı. Mısır ise: “Yardım alan el, buyruk almaya da alışıktır.”  

İç politikada, çoğunda iktidarlar tek parti, mollalar, ordu, kabile diktatörlüklerine dayanmaktadır. Yani “Saltanat”, bir biçimde devam etmektedir. Faslı düşünür M. A. Cabiri’nin dediği gibi, Hz. Osman’dan Sedat, Saddam ve Kaddafi’ye kadar hiçbir şey değişmedi. Hepsi zorla iktidara gelip, zorla/öldürülme veya “Devrim” ile (Rıza Pehlevi-Zeynel b. Ali, Hüsnü Mübarek…) ile indiriliyorlar. Demokrasiyi taklit eden ülkelerde de siyaset, yine “hilekârlık” ve “savaş” mantığı ile -adı konmamış- iç savaş olarak yürütülmektedir. Bazılarında seçimlere hile karıştırılmakta; diğer bazılarında ise “Parti”ler, mezhep veya etnik kökene göre şekillenmektedir. Özetle “Demokrasi oyununu”, kurallarına/hakeme/hukuka göre oynayamamaktadırlar. 

Oysa günümüz toplumları etnik ve dinsel-mezhebi açıdan “çoğul” toplumlardır. Böyle toplumlarda “kimlik siyaseti”, toplumun kamplara bölünmesi-husumet (düşmanlık) yaratılmasını doğurur. Din veya milliyetçilik üzerinden siyaset yapmak da aynı sonuçları doğurmaktadır. Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu durum, budur. Avrupa’nın deneme-yanılma yoluyla bulmuş olduğu kurumsal yapılar, iç siyasette barışı sağlamanın denenmiş araçlarıdır. Tekrar aynı süreçlerden geçmeden uygulanması, her toplumun yararınadır. Yaşanmış tecrübelerden ibret almasını beceremeyen toplumlar, aynı süreçleri yaşamak zorunda kalır. 

‘Vahyin Mahiyeti’ne Dair Tasavvurlar ve ‘Tarihselcilik’

Son yıllarda Türkiye’de İlahiyat alanında “Vahyin Mahiyeti” ve “Kur’an’ın Tarihselliği” tartışmalarında bu iki ayrı hususu birbirine karıştırma veya ayıramama sorunu yaşanmaktadır. Birincisi, bir iletişim olayı olarak Allah ile Hz. Muhammed arasında bir “ilişki-iletişim” olmuş mudur; olmuşsa, nasıl (sözlü-sözsüz/mana) olmuştur sorunudur. Özü itibari ile de, somut/olgusal olmadığı için, “Metafizik” bir meseledir. İkincisi ise, bu ilişkinin-iletişimin ürünü olduğuna inandığımız, hitapların-hükümlerin (Kur’an) zaman/tarih-toplum ile olan sosyolojik, hukuki, ahlaki boyutlarını ele alan (Nesh-Tecdit) “Hermenötik/Yorumsal” bir meseledir. Bu yazıda bu sorunu ele alacağız.

I- Vahyin mahiyeti tasavvurları  

a) Deistler

Deistler, genel olarak Evrenin yaratıcısı aşkın bir Tanrı’yı kabul ettikleri halde onun genel olarak insanlıkla ilgilendiğine inanmadıkları gibi; herhangi bir insan ile de (Peygamber) özel bir sözlü iletişim (Vahiy) ilişkisine girebileceğine inanmamaktadırlar. Örnek olsun diye Alman düşünür Herder’in Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkındaki yorumunu burada zikretmek istiyorum: “Yahudi ve Hristiyanların bozulmuş gelenekleri, milletinin poetik düşünme tarzı, kabilesinin mükemmel lehçesi ve kendinin şahsi kabiliyeti onun yüceltici kanatları olmuştur. Şiir sanatının, belağatın, ümmiliğin, zekânın ve azametin harikulade bir karışımı olan Kur’an, onun ruhunun aynasıydı. Bu aynaya onun hem kendini ve başkalarını şaşırtan istidatları, kusurları, temayülleri, hataları, illüzyonları ve geçici çareleri aksediyordu hem de başka bir peygamberin herhangi bir kutsal kitabının gösterdiğinden daha aşikâr olmak üzere… Bunlar, onun hayalinden taşıp dökülen müjde verici, cezalandırıcı peygamber konuşmaları idi.” ( Goethe, Doğu-Batı Divanı,-Tercüme Yorum ve Açıklamalar-. S. Özkan. İst, 2017, s. 90) Başka bir örnek: “Tarih boyunca vahyin mahiyetine yüklenen tüm anlamlar ve bu konuda üretilen teoriler; insanın doğası ve psikolojisi, dilin imkânları, tarihsel koşullanmaların belirleyiciliği, doğduğu zamandaki insanların kültür ve dünya görüşleri ile sınırlanmıştır. Vahyin mahiyetine yüklenen tüm anlamlar yorumsal, spekülatif, kurgusal ve tarihseldir. Bu belirlemeye Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın yüklediği anlamlar da dâhildir. O da, tarihseldir. Bir çeşit yorumlama ve o çağın dil, kültür ve dünya görüşünün oluşturduğu zeminle girişilen diyalojik ilişkinin neticesinde, belli bir gelişme sürecinin sonunda ortaya çıkmıştır.” (Hamdi Tayfur. Vahyin Tarihsel Mahiyeti. Ank,2017, s. 17-18) 

Kur’an’ın nazil olduğu dönemde de mevcut olan bu metafizik tutumun sahipleri şöyle diyorlardı: “Allah, hiçbir kimseye hiçbir şey indirmemiştir.” (6/91). Kur’an, bu tutumu şöyle değerlendirir: “Allah’ı gereği gibi tasavvur/takdir edemediler.” (6/91); “Hayır öyle değil, onlar, mahiyetini kavrayamadıkları ve sonucunu (ne-idüğünü) bilemedikleri bu olayı inkâr ettiler. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı.” (10/39). “Allah, bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri, onların inanmalarına mani oldu.” (17/94).  

Deistlerin sahip oldukları “Yüce/Mutlak” Tanrı tasavvurlarına göre, Allah’ın insan ile ilişki kurması imkânsızdır. Yani vahiy ürünü sözlerin, konuşmaların, hükümlerin muhtevasına bakarak, bunları, O yüce-mutlak varlığa yakıştıramamaktadırlar. Oysa Kur’an’da şöyle denmektedir: “Allah, bir sivrisineği, hatta ondan daha küçük bir varlığı bile örnek vermekten çekinmez.” (2/26). Tabii, onlara göre, bu cümleyi kuran da peygamberlik iddiasında bulunan Hz. Muhammed’in kendisidir. Bu durumda o, ya kendi kendini kandırmaktadır veya insanları kandırmaktadır. 

b) İslam filozofları

Müslüman filozoflar (Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd…), Yunan felsefesinin ontolojik ve hümanist karakterinden etkilenerek geliştirdikleri akıllar teorisi (bilfiil, bil kuvve, müstefad, faal, aşkın…) bağlamında peygamberliği filozofluğa; vahyi de, bir tür düşünme tarzına/akla benzetmişlerdir. ”Peygamberin aklının, olağan bir şekilde düşünen bir zihnin geçtiği aşamaları geçmesi gerekir. Ancak bundan sonra vahiy gelir. Peygamber ile sıradan bir insan (filozof) arasındaki tek fark, peygamberlerin kendi kendilerini eğitmesidir. Onların, felsefi ve mistik zihinlerden farkı, harici bir yönlendiriciye ihtiyaç duymamalarıdır. Vahiy, peygamberin Faal akıl ile kurduğu ilişkidir…” (Fazlurrahman,  İslam’da Nübüvvet-Felsefe ve Ehl-i Sünnet, çev: Ö. A. Yıldırım, M. A. Az, İst, 2017. s. 33-34). Gazzali, Vahyin bu Yunanileştirme tehlikesine karşı “Tehafutu’l-Felasife” adlı eseri ile cevap vermişti. Aynı şeyi, filozoflara karşı İbn Teymiyye’de farklı eserlerinde yapmıştı. 

c)İbnArabi ve çağdaş takipçileri: Süruş-M.Şebusteri 

İbn Arabi ve onun geçmiş ve çağdaş muakkiplerine göre Vahiy, mistik bir tecrübedir. Peygamberler gibi veliler/arifler de aynı tecrübeyi yaşarlar. Bu tecrübe, her iki grubun da kendi özel gayreti ve çabası sonucu Allah’ın onlara bahşetmiş olduğu bir yeti ve kabiliyettir. Seyr-i süluktan geçen her Arif/Veli, marifet nuru ile müşerref olur. 

İşrak Felsefesinin/Bâtıniliğin (Şiiliğin) Mistisizm ile akraba olduğu bilinir. Çağdaş Şii düşünürlerden Abdulkerim Süruş, mistisizmin vahiy anlayışını aynıyla savunmaktadır. Peygamberin, kendine hitap edilen sözleri dinleyen bir “muhatap” değil;  bizzat yaşadıklarını anlatan birer “muhabir” olduğunu, peygamberin bir teyip, hoparlör değil; bizzat yaşadığını/tecrübe ettiğini/gördüğünü (rüya) aktaran bir “Râvi” olduğunu ileri sürmektedir: “Bir meleğin ayetleri Hz. Muhammed’in kalbine indirdiği, onun da bunları tekrar ettiği yönündeki tasavvur değişmelidir. Bunun yerine Hz. Peygamberin tıpkı bizzat sahnede yer alarak olaylara can ve şekil veren bir muhabir gibi vakaları bildirdiği şeklindeki anlayış benimsenmelidir. Yani Kur’an’da Allah’ın söyleyen, peygamberin de dinleyen olduğu yönündeki önermenin yerini, gözlemleyip rivayet edenin Hz. Muhammed olduğu yönündeki anlayış almalıdır. Dolayısıyla ortada bir “hitap” ile “muhatap” , haber ile muhbir, ya da “kelam” ile “mütekellim” ilişkisi yoktur. Kabul edilenin tersine, olup biten her şey, “gözlemek ve rivayet etmek” ten ibarettir. Elbette her şey tamamen Allah’ın gözetiminde ve onun izniyle olmaktadır.”(A. Süruş, Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed. çev: Asiye Tığlı. İst. 2019. S 43-44). Benzer görüşleri İranlı düşünür M. M. Şebusteri de “Hermenötik Kur’an ve Sünnet” (çev: A. Dışkaya, İst, 2012, s. 185vd.) adlı eserinde savunmaktadır. 

Bu yorumun Kur’an açısından bir değeri olmadığını şu ayetler gayet net olarak ortaya koymaktadır: “ Kur’an, bir şair, kâhin sözü değildir; âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiştir. Eğer Peygamber, bize isnat ederek konuşsaydı (Rivayet), mutlaka onu kudretimizle yakalar ve şah damarını koparırdık.” (69/41-46). “Biz, Kur’an’ı insanlara dura dura okuyasın diye pasaj pasaj indirdik.” (17/106). 

d) Ehli Sünnet veFazlurrahman

Ehli Sünnet uleması (Kelamcılar, Fakihler, Müfessirler, Muhaddisler) ve mezhepleri (Mutezile, Eş’arilik, Maturidilik, Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik, Malikilik, Zahirilik…) yukardaki yorumlardan ayrı olarak vahyin, Allah’ın melek Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’in kalbinde yarattığı “lafız ve mana” birlikteliği olduğu konusunda –neredeyse- ittifak halindedirler. Fazlurrahman’ın vahyin mahiyeti konusunda yazdığı yazılarında Ehli Sünnet’in görüşünü kabul ettiğini daha önceki bir yazımda ortaya koymuştum. Fazlurrahman, Sünnilikten az farklı olarak, vahiy anında Hz. Muhammed’in kalbinin “teyip-mikrofon-robot” halinde donuk olmayıp bilakis Allah’ın görevlendirdiği Cebrail vasıtasıyla kalbine ilka edileni existansiyal olarak yaşadığını, derinden hissettiğini söylemektedir. 

II- Tarihselcilik 

Fazlurrahman’ın teorisyenliğini yaptığı “Tarihselcilik”, daha önceki yazılarımda kendisine yaptığım atıflarla ortaya koymaya çalıştığım gibi, geleneğimizde izleri zayıf olan (Hz. Ömer, Ata b. Ebi Rebah, Ebu Yusuf, N. Tufi…) Kur’an ahkâmının yorumu ile ilgili Fıkıh Usulünü ilgilendiren metodolojik veya sosyolojik bir “Tefsir” sorunudur. Geleneksel Kur’an ilimlerindeki kavramsal dayanağı ise, “metafizik” bir tartışma olan “Kelam’ın Kadimliği” veya “Hâdis-Mahlûk” sorunundan ziyade; “Nesh” ve “Esbab-ı Nüzul” gibi, sosyolojik-hukuki değişim sorunuyla ilişkilidir. Yani vahiy tarihi boyunca Allah’ın, önceki şeriatları nesh etmesi ve yenilemesi esprisine dayanan sosyolojik-toplumsal- ahlaki bir sorundur. Ulemanın, bu geleneği sürdürme sorunudur. Hatta Sünni ulema, Vahyin vuku bulduğu 610-632 tarihleri arasında bile “Nesh”in gerçekleştiği kanaatindedir. Maturidi, Hz.Ömer’in içtihatlarını “İçtihadî Nesh” olarak kavramsallaştırmıştı. Tamamen “metafizik” olan “Vahyin Mahiyeti” sorununu, vahiy ürünü olan konuşmaların (Kur’an) tarih-toplum ve dil ile ilişkisini araştırma (tefsir-fıkıh-hermenötik) ile karıştırmak, büyük bir yanılgıdır. Hele “Deist” olunmadıkça “Tarihselci “ olunamayacağı iddiası, herhangi bir düşünsel nedenden yoksun bir saçmalıktır. Fazlurrahman, Tarihselciliği çok özet olarak şöyle tanımlıyor:               “Toplumsal düzenlemeler ile ilgili meselelerde ilahi buyruk, bir ahlaki boyuta, bir de hassaten hukuksal boyuta sahiptir. Hukuksal boyut, kelamın ebediliği ile yedinci asır Arabistan’ının fiili çevresel şartları arasındaki karşılıklı bir ilişkidir. Çevresel yön, elbette değişmeye maruzdur. Biliyoruz ki, Hz Ömer toplumsal düzenlemelerde bazı köklü değişiklikler yapmak zorunda kalmış ve peygamberin bazı önde gelen ashabınca muhalefet edilmiştir.” (Fazlurrahman, İslami Yenilenme-Makaleler-III, çev: A. Çiftçi. Ank, 2002, s. 78) 

III- Sonuç: 

Goethe, metafizik düşünme bağlamında şöyle der: “Düşünen insanın en büyük mutluluğu, araştırılabileni araştırmak; araştırılamayanı da sükûnetle kabul etmektir.” (Goethe, Doğu-Batı Divanı, s. 100). Çağdaşı Kant da, metafizik düşünce tarzının, insanın kendinden kaçamadığı onulmaz bir maraz olduğunu belirtmişti. Wıttgenstein ise, şöyle der: “İfade edilemeyecek olan, ifade edebildiğim her neyse, onun anlam kazandığı zemini sağlıyor belki de.” (Wıttgenstein, Kesinlik Üstüne, çev: D. Şahinler. İst, 2009, s. 142) 

Şu Kur’an ayetleri de, paralel olarak, Allah’ın ve Vahyin “mahiyeti” hakkında metafizik “dir-dır” yapmak isteyenlere bir uyarı mahiyetindedir: “Müteşabih (metafizik) ifadelerin ne-idiğünü/mahiyetini (te’viluhu) Allah’tan başka kimse bilemez. Kalplerinde fitne olanlar, bunların peşine düşerler; ilimde derinleşmiş olanlar ise: ”Rabbimiz, bu konuda ne dediyse odur; hepsine iman ettik” derler.” (3/7). “Sana Vahiy (Ruh) den soruyorlar; de ki:  o, Rabbimin bir fiilidir (emr); bu konuda size çok az bilgi verilmiştir.” (17/85) 

Metafizik yapma hastalığına tutulmuş mütekebbir filozoflar hakkında Goethe şöyle der: “Birçok felsefeci sözcüklere sarılmayı sürdürür ve sanki felsefe, ne yazık ki -vezirsiz bir satranç oyunuymuşçasına- ağır ağır “düşüncenin yolu” boyunca sürünür durur. Felsefe, “çözümleme” ile gelir ve şeyleri tanımlamaya çalışır. Ancak gelişen ve pekinliğe meydan okuyan “Ruh”u kaçırır. Mikroskoplar yararlıdır; ancak şuurun/zihnin veya Ruh’un keşfi için değil. Ayrıntılara yakından bakmaksızın edemesek bile; onların “anlam”ları, bağlam üzerine dayanır.” (Kaufmann, İnsanı Anlamak-I (Goethe-Kant-Hegel). çev: A.Yardımlı, İst, 1995, s.43).  Wıttgenstein, Felsefe hakkında şöyle der: ”Felsefe sorunlarının çözümü, masaldaki armağan ile karşılaştırılabilir: büyülü şatoda büyülü bir şey gibi görünür. Oysa gün ışığında bakıldığında, sıradan bir demir parçasından başka bir şey değildir.” (Kesinlik Üstüne, 131). F. Nietzsche de Filozofların metafizik kibri üzerine şöyle der: “Tümü de sanki gerçek görüşlerini soğuk, arı, tanrısal bir kaygısızlık içindeki diyalektiğin öz-gelişimi yoluyla ortaya çıkarmış ve elde etmiş gibi dururlar… Onları (kavramlar), “gerçeklikler” olarak vaftiz ettikleri önyargılarının düzenbaz sözcüleridirler. Ve bunu kabul eden bir vicdan cesaretini taşımaktan çok uzaktırlar. Bir düşmanı veya dostu uyarmak için bunun da bilinmesine izin veren cesaretin tadını almaktan ya da kendi ile alay etmekten uzaktırlar.” (Kaufman, İnsanı Anlamak-II (Nietzsche-Heidegger). S.103). Bu eleştiriler, filozoflar için olduğu kadar, onları yansılayan teologlar için daha da geçerlidir. 

Fazlurrahman’ın Davası ve Türkiye İlahiyatının Vaziyeti

I – Fazlurrahman’ın davası 

Türkiye’de Fazlurrahman ismi, bazı çevrelerde onun Kur’an’ı anlamada benimsemiş olduğu bilimsel bir metodoloji olan “Tarihsellik” ile özdeşleştirilirken; Tarihsellik de,  aynı çevrelerce –art-niyetlice- Kur’an’ı “Tarihe gömmek” olarak kodlanmaya çalışılmaktadır. Oysa –dürüst (ön-yargısız) olarak onun -neredeyse bütünü ile Türkçeye çevrilen- eserlerine bakan biri, onun davasının, bu tezviratın tam tersi olduğunu hemen görür. “Tarihsellik” mevzusu,  Sünniliğin teolojik olarak benimsediği “Kelam-ı Kadîm” teorisi ve kurmuş olduğu “Fıkıh Usulü” çerçevesinde mutlaklaştırmış olduğu “Şeriat” kategorilerini yani Sünniliği dinamikleştirmek için başvurduğu metodolojik bir husustur ve proje içinde önemli ve fakat çok az bir yer alır.  Sünni teoloji (Kelam) ve yorum metodolojisi (Usul-i Fıkıh), taşımış olduğu köklü hatalar yüzünden zaten Kur’an’ı ve İslam’ı büyük ölçüde tarihin dışına düşürmüştür. Onun gayesi, Kur’an’ı ve İslam’ı, Modernitenin (Sekülerizm-Kapitalizm) doğurmuş olduğu ve insanlığın bugün karşı karşıya bulunduğu metafizik, ahlaki, politik, iktisadi ve hukuki sorunlara bir çözüm olarak sunabilmektir. Fazlurrahman’ın projesini iki başlık altında toplamak mümkündür: 1- Sünniliğin Eleştirisi ve Yenilenmesi. 2- Modernitenin Eleştirisi ve ona İslam ile –inter-aktif- mukabelede bulunulması. Onun projesini, –hepsine kendinin itiraz kayıtlarını saklı tutmak şartıyla- Gazzâlî, İbn Teymiyye, Şahveliyyullah Dehlevi, İmam Rabbani, Muhammed İkbal gibi “Reform/tecdit” çabalarının bir devamı olarak görmek mümkündür. Fazlurrahman, S. Ahmet Han, C. Afgani, M. Abduh, A. Kevakibi, H. Tunusi gibi “Klasik Modernist”leri, birçok açıdan olumlu bulmakla birlikte, metodolojilerinin zayıflığı açısından eleştirdiği gibi; Mevdudi, S. Kutup, Humeyni vb. gibi “Yeni İhyacılar”ı da, geleneği olduğu gibi tekrar-iktibas etmekle eleştirmiştir. Kendi çizgisini “Yeni Modernist” olarak niteleyen Fazlurrahman, bu kritiklerini “İslam’da İhya ve Reform”, “İslam ve Çağdaşlık” adlı kitaplarında ve çeşitli makalelerinde yapar. Şimdi, onun projesini ana hatlarıyla özetleyelim. 

A- Sünniliğin eleştirisi ve yenilenmesi 

Sünnilik, geliştirmiş olduğu Kelam, Fıkıh Usulü, Tefsir, Hadis, Tasavvuf ve Felsefe disiplinlerinde “Kurucu Tecrübede (Kur’an-Sünnet)” ortaya konan ve insanın duyu, düşünce, duygu ve sezgi kapasitelerine (Kalp-Ruh) bütüncül olarak ve birden hitap eden ve duygu-düşünce ve davranıştan oluşan dinamik dini söylemi/praxisi, mikroskobik ve matematik/geometrik olarak parçalayıp yok etmiştir. Fazlurrahman, “İslam” adlı eserinde bahsettiğimiz bütünlüğün ortaya çıkışını ve tarihi süreç içinde parçalanışının serüvenini anlatır. “Ana Konuları ile Kur’an” adlı eserinde, Metafizik/iman, Ahlak ve Toplumsal hayat arasında var olan Kur’an’daki bu bütünlüğü (Allah, İnsan, Toplum, Tabiat, Vahiy, Ahiret, Şeytan…) yeniden kurmaya çalışır. Türkçeye Adil Çiftçi tarafından çevrilen ve dört cilt olarak yayınlanan “Makaleler” inde bir taraftan Sünniliğin usul ve asıllarında gördüğü yanlışlıkları eleştirirken; aynı zamanda bunları yenilemeye çalışır. Bu bağlamda Fazlurrahman’ın klasik İslami disiplinlerin olumlu katkılarını kabul etmekle birlikte, onlara karşı yönelttiği başlıca eleştirileri kısaca şöyledir: 

Fıkıh Usulünü, İçtihat yani “Kıyas” yöntemi ve “Kaynaklar Teorisi (Kur’an-Sünnet-İcma) ile Kur’an’ın hukuki yanını –geriye dönük olarak- kısırlaştırmak ve mumyalamak ile suçlar. “Tarihsel Kritik Yaklaşım” metodolojisi ile bunu aşmaya çalışır. 

Kelam’ı, Kur’an’ın duygu ve ahlak boyutunu ihmal ederek kuru akılcılığa (cedel-mutezile) ve “Zat-Sıfat”, “Cevher-Araz” tartışmalarına boğulmakla suçlar. Kur’an’ın “Adalet ile yoğrulmuş Merhametli” Allah’ını “Kaprisli Mutlak Güç” e dönüştürmek ve denenmenin temeli olan İnsan hürriyetini yok etmekle (Kadercilik-Eş’arilik) suçlar. Mürcie’nin, amel/ahlaktan kopuk “iman” anlayışını (tasdik/marifet) reddederek, Kur’an’a dönüp bu bağı yeniden kurmaya çalışır.  

Tefsir’i, Kur’an’ın fikri bütünlüğünü yok eden “parçacılık”  ve dilsel-filolojik analizlerde boğulmak ile suçlar. 

Hadis İlmini, bu konu ile ilgili müstakil olarak yazmış olduğu “Tarih Boyunca İslami Metodoloji” adlı eserinde erken dönemde var olan dinamik “Yaşayan Sünnet” kavramını ve pratiğini yok ederek Hadisleri dondurmak, mutlaklaştırmak ile suçlar. 

Tasavvufun doğuşunda anlaşılabilir gerekçeleri (Kelamcılar ve Fakihlerin günahlarını) kabul etse de, zamanla Tasavvufun örgütlenmesinin (Tarikatlar), İslam toplumlarında açtığı yaraları ve teorinin felsefileşmesinin (Vahdet-i Vücut), Kur’an açısından metafizik yanlışlığını ve sebebiyet verdiği ahlaki çöküntüyü anlatır. 

İslam Felsefesi’nin, -Gazzâli’nin vukufiyetle hissettiği gibi- Kur’an’dan koparak Yunanileşmesini yani ontolojiye kaymasını eleştirir. “İslam Düşüncesinde Nübüvvet” adlı eserinde filozofların vahiy ve peygamberlik anlayışlarını eleştirir. 

Bütün bu eleştiriler ile birlikte, bu disiplinlerin, İslam’ın tarihsel olarak mevcut olmasında ve sürmesindeki paylarını teslim eder. “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, ilk yüz yıldaki politik iç-savaş ve parçalanmaya rağmen, İslam toplumunun birlik (Sünnet) ve beraberlik (Cemaat) halinde tarihe devam etme azminin bir konsensüsüdür; tarih boyunca sürekli sultanların partisi olsa da. Onun yapmaya çalıştığı, yeniden Kur’an’ın önce Dünya görüşünü (“Ana Konuları ile Kur’an” da bunu yapmaya çalışır), sonra bunun üzerine bina edilecek evrensel ahlak anlayışını ve daha sonra da bunlar üzerine kurulacak siyasi-hukuki-iktisadi toplumsal düzeni, çeşitli makale ve kitaplarında tasvir etmeye çalışır. Bu, Sünniliğin yenilenmesidir. Fazlurrahman,- kanaatimce önemsemediği için- Şiilik üzerine müstakil bir makale veya kitap yazmamıştır. 

B- Modernitenin eleştirisi ve ona karşı İslami mukabele 

Fazlurrahman, “İslam ve Çağdaşlık” ve “İslam’da İhya ve Reform” adlı kitaplarında ve çeşitli makalelerinde Sekülerizm’in Din-Dünya, Din-Siyaset ayrımlarını şiddetle reddettiği gibi; Hümanizmin, Allah’ın yerine İnsanı koymasını da reddeder. Aynı şekilde o, pozitivizmin, metafiziği/hakikati elimine eden tutumunu reddederken; Allahsız pratik ahlakın asla mümkün olmadığını söyler. Protestanlığın yaratmış olduğu –ve Weber’in gösterdiği gibi, sonunda Kapitalizme çıkan-“Dünya için Dindarlık” anlayışı yerine; Kur’an’ın, “Dünyada Dindarlık (Takva)” davasını savunduğunu söyler. Kapitalizmin mutlak mülkiyet, tek dünyalı, acil, peşin, şimdi-burada, sınırsız üretim-sınırsız tüketim, ihtiras ve israfa dayalı Ekonomisi yerine; Kur’an’ın mülkiyeti “emanet” olarak gören, çift dünyalı (Dünya-Ahiret), hem peşin hem veresiye, zorunlu vergiye (zekât) ve gönüllü paylaşmaya (infak), dayanışmaya/mübadeleye dayanan, israfı reddeden… Ekonomisini ikame eder. Teknolojiye Allah’ın yaratışını değiştirmeye kalkışmamak kaydıyla, hayatı kolaylaştıran “araç” olarak bakar.  Tekniğin özünün, metafizik olduğunun (Heidegger)  farkındadır. Siyasette saltanat/tek-adamlık ve teokratik otoriter rejimler yerine; İslam’ın “Şura” prensibini, çağdaş demokrasi teorisi ile paralel yorumlar. Batı’nın, cinsellik ve aile konularında içine düşmüş olduğu durumu eleştirir. 

II – Türkiye ilahiyatının vaziyeti 

Sünniliğin Türk versiyonu olan mistik “Anadolu İslam’ı”nın “Derviş Devlet” Osmanlının kucağında Şeriat-Hilafet ve Tarikat olarak miadını doldurup çöktüğünü merhum M. Akif, “Safahât” adlı manzum eserinde bir ağıt olarak terennüm eder. Oldukça sert-seküler bir devrim ile kurulmuş yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde Hilafet ve Şeriat lağvedilmiş; halkın dini-ibadî ihtiyaçlarını deruhte etmek için din, “Diyanet” teşkilatı aracılığı ile siyasete bağlanmış; Tarikatlar ise, yeraltına çekilmiştir. Dinin, devlet tarafından baskı altına alınması, bir refleks olarak toplumda “Cemaat”lerin oluşmasına (Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık…) sebebiyet vermiştir. 1970’lerden itibaren de din, -kanuni koşullardan dolayı- siyaset alanında zorunlu olarak “Takiyye” yaparak, maske takarak tezahür etmeye, kristalleşmeye başlamıştır (Milli Görüş-Muhafazakârlık).  

Çok Partili hayata geçişle birlikte dinin sosyolojik görünürlüğü tedrici olarak artmış; devlet de, 1949 da Ankara Üniversitesine bağlı olarak İlahiyat Fakültesini kurmuştur. 1980 ihtilaline kadar sayıları 10 civarında olan bu fakülteler, 2000’e kadar 20’ye çıkmış; bu tarihten itibaren de sayıları 100’ü bulmuştur. Bu fakültelerde gerek Türkiye halkının içinde bulunduğu dinsel bilinç durumu (inanç-iman-ahlak), gerekse Sünniliğin Teolojik mirası hakkında ne tür bir performans ortaya konmuştur? 1980-2000 arasında görece bir tartışma ve üretim ortamı olmuştur. Sayıları artmaya başladıktan itibaren de,  -iki binlerden sonra- giderek kendilerini politik iradenin otoritesine teslim etmiştir. İlahiyat Fakültelerinin içinde bulunduğu vaziyeti şöyle tasvir etmek mümkündür: 

1- Medreselerin Osmanlı toplumunda uzun süren skolastik tekrarı (talim-tahsil, Haşiye-Şerh) yüzünden toplumsal hayat formasyonlarını ve dünyadaki toplumsal ve düşünsel gelişmeleri algılama ve düşünceye tahvil etme becerisini kaybettiği, bilinen bir husustur “Bizim oğlan Bina (gramer kitabı) okur; döner döner, yine okur.” “Et-tekraru ahsen; velev kâne yüz seksen.” Maveraünnehrin rasyonel teolojisi (Matüridilik) Anadolu’ya uğramamıştır. Anadolu’ya gelenler, Ahmet Yesevi’nin müritleridir (mistisizm). Bu durum, o kadar güçlü bir habitustur ki, aynen İlahiyat fakültelerinde de devam etmektedir. Medrese, Felsefeyi başlangıcından itibaren bünyesinden kovduğu gibi; Batı’da gelişen “Sosyal Bilimler” ile de sağlıklı bir iletişim kuramamıştır. Kur’an, sıradan-sokak insanını binlerce kez tekrarlayarak (tefekkür, tezekkür, tafakkuh, taakkul, tedebbür) düşünmeye çağırırken; Medresenin, bin yıldan beri -kitleleri geçtik-, kendini bile “ezbere” kilitlemesi, ibret vericidir. İlahiyat Fakülteleri, büyük ölçüde aynı (gelenek) uykusunu sürdürmektedir. 

2- İlahiyat Fakülteleri, tarihinin ve toplumunun mistik atmosferinden ve bagajından başını dışarıya çıkarıp;  İslam Dünyasında son iki yüz yılda geliştirilen bir düzine reformcu/tecditçi-ihyacı hareketleri ve kişileri hakkıyla değerlendirip onlar ile ciddi bir inter-aktif/diyalojik ilişkiye girememiştir. Mistik bir şahsiyetin isminin (Hacı Bayram Veli) bir “Üniversite”ye isim olarak verilmesi; yeni kurulan “İslam-Bilim-Teknoloji Üniversitesine (ne demekse?)” Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu isminde bir “menkîbeci”nin “Rektör” olarak atanması, durumu ele vermektedir. 

3- Batı’nın dine saldıran Pozitivist bilim ve felsefesine karşı bazı ilahiyatçılar, yine Batı’nın geliştirdiği “Post-modernist” düşünce dağarcığından medet ummaya kalkışmıştır. Kendi geçmişi ile canlı-diyalojik bir düşünsel-existansiyel ilişkiye girememektedir. 

4- Batı, Osmanlının “can-düşmanı” olarak kodlandığı ve Osmanlı, onun tarafından yıkıldığı için; orada gelişen Sosyal Bilime ve İslam Çalışmalarına –ciddiyetten uzak- haddinden fazla şaşı göz ile bakılmaktadır (Oryantalizm söylemi). 

5- Son dönemde İlahiyat Fakültelerinin çoğaltılması, akademik-bilimsel/düşünsel kaygıdan ziyade, politik ve iktisadi (istihdam) kaygılara dayanmaktadır. Bunların çoğu, birer “Akademi/Fakülte” veya “Beytu’l-Hikmet” olmaktan ziyade, Dergâh, Tekke, Medrese, Şube niteliğindedir. “Akademi” olmaya karşı çıkılacaksa, onu aşacak bir “Düşünce Okulu” yaratılmak zorundadır. 

6- İlahiyat Fakülteleri, özellikle iki binlerden itibaren Diyanet bürokrasisinin, bir üst kariyere atlama platformuna dönüşmüştür. 

7- İlahiyatlar, siyasal irade din konusunda ağzını açmadıkça, açamıyor; ağzını açanlar hakkında, Cemaat ve Tarikatların başlattıkları sosyal medyadaki linç girişimlerinde: “Sin; küllahın görünmesin” moduna yatıyor. Değişimi dikkatle takip ederek gereğini yapmanın/icabına bakmanın (nesh-tecdit-update) zorluğundan/sorumluluğundan/tehlikesinden korkanlar/kaçanlar, tembelliği (ödlekliği) tercih edip, bunun adını da –kurnazlıkla “teslimiyet” veya “itaat/iman” koyuyorlar 

8- Bin seneden beri,  Kur’an’da ortaya konan ve ilk dört yüz yılda İslami disiplinlerin tedvin edilmesine vücut veren  “Yargılayıcı Düşünme”, taaccüp, hayret, merak ve tutku kaybolup; geviş getiren, cepten yiyen skolastik/dogmatik (ezber) düşünce egemen olduğu için; akademik anlamda “Tez Yazma” zorunluluğu, “Kitap” yazma ve “Vaaz” etme veya akademik yükselme amaçlı olarak gerçekleşmektedir. Eleştirel ve yaratıcı düşünme, tarihsel perspektif, hâlâ dine tehdit ve tehlike olarak algılanmaktadır (sapıklık-tekfir). Platonculuk (Mumyacılık) Türkiye İlahiyatının “asli günah”ıdır. 

9- Seksenlerden sonra gelişen ideolojik-politik “İslamcılık”, Türkiye’deki İlahiyat bilgisini “akademik-teolojik” olmaktan çok, ideolojik ve politik bir veçheye büründürmektedir.  “İlahiyatçılar”, geleneksel “Ulema” nın otoritesini devralacak hakkaniyetli bir performans gösterememiştir. Bu boşluk, hâlâ Cemaat-Tarikat ve Siyaset erbabı tarafından doldurulmaktadır. 15 Temmuz Felâketi (FETÖ), bunun en somut kanıtıdır. Diğerleri de sırada. 

10- Türkiye İlahiyatının yetiştirdiği birkaç önemli ismi değerlendirecek olursak: H. Karaman, -Erzurum-Konya ve İstanbul’un geleneksel ruhu olarak- altmışlı ve yetmişli yıllarda –o tarihler için- “eleştirel” olan bir çizgiden hızla uzaklaşıp; sağcı-siyasal iktidarların resmi-maslahat fetvacısı pozisyonuna kaymıştır. Ankara İlahiyattan yetişen M. S. Hatipoğlu, Sorbon’dan aldığı akademik terbiye ve titizlikle eleştirel düşünme tavrını korumuş ve Türkiye İlahiyatına –başta Hadis ilmi olmak üzere- ciddi bir katkı sunmuş ve kendisi gibi eleştirel karakteri olan öğrenciler yetiştirmiştir. Aynı fakülteden yetişen H. Atay, İslam’ın erken dönemindeki eleştirel-akılcı tutumunun (Mutezile-Felsefe) Türkiye ilahiyatındaki ilk temsilcisi olmuştur. Fıkıh ve Kelam alanında yeni içtihatlarda bulunmuştur. Kendisi gibi öğrenciler yetiştirmiştir. Y. N. Öztürk, İstanbul’un çökmüş mistik ruhundan bir müddet sonra kopup, medyanın ayartması ile “Medya Vaizi” (kaynak belirtmeden başkalarının düşüncelerini kendine mal etme) pozisyonundan popülerlik sağlayıp eski mahallesine hakaret üslubu ile kendine yeni bir mahalle edinip toplumun tümünü kucaklayamamıştır. Diğer taraftan, Türkiye’de Hüseyin Atay’dan sonra (ondan) Kur’an’ı keşfetmesi, Sünniliğin taşımış olduğu bir sürü çürümüşlüğü ve yanlışı görmesine vesile oldu ve bunları cüretle medya aracılığı ile ve yazarak söyledi. Kur’an’ın kapağını açmamış Türk halkının Kur’an ile tanışmasına katkısı inkâr olunamaz. Allah, rahmet eylesin. 

III –  Sonuç: 

Türkiye ilahiyatı, içinde bulunduğu ezber, tekrar, geviş getirme, cepten yeme, sayıklama, geleneği estetize etme, kariyerizm (iş olsun diye), meslek körlüğü gibi hastalıklardan kurtulmak istiyorsa; bir “Âlim-Düşünür-Bilimadamı” yani “Dava sahibi” Fazlurrahman’ın ortaya koyduğu metodoloji ve düşünce ürünlerinden istifade edebileceği çok şey mevcuttur. Rahmetli, 1970’li yıllarda kısa süreliğine Türkiye’ye ders vermeye geldiğinde, Erzurum’daki İslami İlimler Fakültesi’ndeki hocalar, ona “sapık” gözü ile bakarken; Ankara İlahiyat’taki bazı hocalar şaşı bakmış; bazıları da “şeriatçı” olarak nitelemişlerdir. Oysa Rahmetlinin kendisi, Türkiye’den umutluydu.  Geleneğe ve Batıya aynı anda vukufiyet kesp edip, sağlıklı bir sentez yapmak, sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Benzer girişimlerde bulunmuş M. İkbal, M. A. Cabiri, M. Arkoun, Taha Abdurrahman, R. Garaudy, A. İ. Begoviç, Hasan Hanefi, N. Hamid Ebu Zeyd gibi son dönemde İslam ve Batı üzerine kafa yorup sentez yapan, çözüm öneren düşünürlerin projelerini tanıyan biri olarak, Fazlurrahman’ın sentezinin müstesna ve mümtaz bir yeri olduğu kanaatindeyim.