İslamcılık’a Reddiye: ‘Evrensel Ümmetçilik’

Alman hukukçu düşünür Carl Schmitt, siyaseti, Estetik (güzel-çirkin), Ahlak (iyi-kötü) ve Ekonomide (kâr-zarar) olduğu gibi içerikten bağımsız, formel olarak “dost-düşman” kavramları ile tanımlar. Siyasal düşman, yabancı ve ötekidir (1). Antropoloji ve Siyaset Felsefesi açısından bu tanım doyurucu ve oldukça kapsayıcıdır. Tarihsel pratiğe baktığımızda “Dost-Düşman” formlarının içeriğinin: 1-Etni-site/kavim/kabile-ırk/dil; 2- Din-mezhep, inanç, ideoloji; 3- Çıkar; 4- Ahlak kriterlerinin biri veya bir kaçı tarafından doldurulduğunu görürüz. 

Kur’an’a baktığımızda bu toplumsal yapıların oluşumları doğal (sosyolojik-politik) olarak toplumsal düzlemde onaylansa da; siyasal bağlamda “dost-düşman” ayırımının meşruiyetinin “Ahlak” (adalet-zulüm) ile içeriklendirilerek korunduğunu görürüz. Kur’an’da din/iman da nihayetinde Allah’a karşı ahlaki bir tutuma indirgenir. Şöyle ki, Allah’ın nimetlerine karşı şükran duygusu ile ona “iman” edenler, onun “dostu (veliyullah-2/257)”; bu nimetlere karşı “nankörlük (küfür)” gösterenler ise, O’nun “düşmanlarıdırlar (aduvvullah-8/60)”. Kâfirler, müminlere “düşman” olmadıkları müddetçe; uluslar-kavimler, kabileler arası hukuka (anlaşma/ahit-akit) göre barış içinde eşit ilişkiler kurulacak topluluklardır(60/7-8). Müslümanlara karşı zulüm edenler (işkence, sürgün, öldürme, sömürme…), Müslümanların düşmanları; bunlara kalkışmayanlar ise, kendileri ile “Adalet (eşitlik, hakkaniyet)” ilkesine bağlı olarak aynı yurtta da hukuki sözleşmeli olarak birlikte (“Biz” olarak) yaşanacak gayri müslimlerdir(60/8). Aynı anda hem kâfir hem de zalim olanlar, hem Allah’ın, hem de Müslümanların düşmanlarıdırlar; kâfir olup, insanlara-müslümanlara zulmetmeyenler, Müslümanların düşmanı değildirler. İnsanlara zulmedenler ise, Müslümanların düşmanıdırlar.(2/193) Aynı inancı paylaşan müminler, dini anlamda bir “Millet” tir; sözleşmeli/anayasal olarak birlikte (aynı yurtta/ülkede) olan müslim-gayri müslimler ise, siyasi bağlamda maslahata dayalı bir “Ümmettir (dost-biz)” oluştururlar.  

Bu bağlamda Hz. Muhammedin Medine’de (yurt/ülke) yaptığı “vatandaşlığı” kuran “Toplum Sözleşmesi (Medine Vesikası)” örnek bir uygulamadır. Emeviler’den itibaren, gayri müslimlere tanınan “Zımmilik” statüsü ise, gayri islamî bir uygulamadır. Gayri müslimlerin, savaşa alınmadıkları için ödedikleri “cizye” vergisi, hakkaniyete uygundur. Emevilerden itibaren gayri müslimlere –müslümanlara zulüm etmedikleri halde- adalete ters olarak “ikinci sınıf” insan muamelesi yapılmıştır. Oysa onların gayri müslimliği (küfür) Allah ile ilişkileri bağlamında özel bir sorundur; müslümanları ilgilendirmez: “Dinde zorlama yoktur” (2/256). “Sizin dininiz size; bizim ki de bize” (109/6). Tarihsel pratikte ve bugün, dini/islami “ümmetçilk”, yanlış bir şekilde “iman kardeşliği” üzerine kurulmuştur. “Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek devlet” mottosundaki “Millet” kavramı, ister modern “ulus=nation” anlamında olsun; isterse Kur’an’daki anlamı ile “aynı dinin müntesipleri, müminler topluluğu/iman kardeşliği” olsun, siyasal bağlamda devlet-yurt/ülke kurmanın, siyaset yapmanın, birlikte yaşamanın kriteri olarak yanlıştır. Görüldüğü gibi, bu ideolojide “Dost-Düşman” ayrımı, din-iman üzerinden kurulmaktadır. Seküler liberal- milliyetçilikte ise, “Dost-Düşman” ayrımı etnisite (ırk/dil) veya çıkar üzerinden kurulmaktadır. Örneğin; Evrensel İslami Siyasal Ümmetçi bir perspektiften vatandaşlarının bir bölümü “Cami”yi, bir başka bölümü de “Cemevi”ni ibadet mekânı olarak kabul ediyorlar ise; devlet, bunu tanır, ayrımcılık yapmaz. Devletin misyonu, “Hidayet” değil; “Adalet”tir. Tebliğ veya tashih görevi, göreli(tartışmalı) olarak Ulemanın görevidir; devletin bürokratik bir uzantısı  olan Diyanet’in değil. 

2/Bakara suresi 191-194 ve 8/Enfal-39 ayetler, müslümanlar ile müşrikler arasındaki “savaş durumu”nda müslümanların misli ile mukabelede bulunmalarını ifade eder. Savaşın gerekçesi, müşriklerin zalimliğidir. 2/193 ve 8/39. ayetlerde: “ …zulüm/baskı/işkence (fitne), kalmayıncaya ve din  (seçimi) özgürce Allah (için) oluncaya kadar onlarla savaşın; onlar savaşmaya son verdiklerinde, siz de son verin. Düşmanlık, sadece zalimlere karşıdır.”  denmektedir. 194. Ayette ise, süresi boyunca savaşmanın yasak olduğu “Haram Aylar”ın karşılıklı olduğu; eğer müşrikler,  bu aylarda Müslümanlara saldırırsa; onların da karşılık vermelerini ifade ediyor. 

Ebu Hanife ve takipçisi İmam Maturidi, savaşın gerekçesini (dost-düşman) zulüm/işkence/saldırganlık (fitne) olarak görürken; Şafii-Arap müfessirler, ayetlerde geçen “fitne” kavramına Kur’an’da hiç kullanılmayan, ikincil ve mecaz anlamlar olan “şirk-küfür” anlamını vererek, savaşmanın gerekçesini (dost-düşman) “Küfür” olarak yorumlamışlardır. Yorumlarında bir de “Ben, insanlar: “Lailahe illellah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emr olundum” diye bir de Hadis zikretmektedirler (2). Bu hadisin “Dinde zorlama yoktur” (2/256) ayeti ile çelişik olduğu, gayet açıktır. Fakihlerin, dış politikanın temeli olarak geliştirdikleri, “Sürekli Savaş Hali” anlamına gelen “Daru’l-Harp” kavramı, aynı mantık tarafından üretilmiştir. İslam tarihi boyunca ülke işgal etme anlamına gelen “Fetih ve Cihat” pratiği, meşruiyetini, bu yorumdan almıştır. Oysa Müslüman olmayan ülkeleri “Daru’d-Davet-Daru’l-İcabe=İslamiyetin tebliğ edileceği topraklar-ülkeler-insanlar” olarak gören âlimlerin görüşü, Kur’an’a daha uygundur. 

Burjuva sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilen modern toplum projesi/ulus inşası, “tek ulus, tek ülke” ilkesine dayanıyordu. Amaç, burjuva sınıfının hâkimiyetinde bulunan diğer etnik farklılıkları ezerek, öğüterek, asimile ederek ortadan kaldırmaktı. Bir devlet sınırı içerisinde geriye sadece tek bir dile, tek bir kültüre, tek bir tarihi hafızaya ve tek bir bağlılığa yer veren bir“oda” kalmıştır. Burjuva sınıfının dışındaki etnik-dini topluluklar, yeni ulus-devletin sunduğu milliyetçilik ve liberalizm yüzleri arasında hiçbir temel farkın olmadığını gördü: Milliyetçilik ve liberalizm farklı stratejiler tercih etti; fakat benzer sonuçlara yönelik gayretler gösterdi. Topluluklar için onların planları dışında ya da kendi kendini idare yaklaşımları sağlayacak bir boş alan yoktu. Tek uluslu milliyetçi bakış açısı ile özgür ve bağımsız vatandaşlardan oluşan liberal bir cumhuriyet modeli içerisinde de topluluklara yer yoktu. Ulus-devletin iki yüzünden (milliyetçi-liberal) hangisi geleceğe bakarsa baksın, gördükleri sadece ara güçlerin muhtemel düşüşüdür. Bu proje, etnik azınlıklara acımasız bir tercih bırakmıştır: asimile olmak veya yok olmak. Yani aslında kültürel kimlik farklılıklarından gönüllüce feragat etmek yahut zorla ellerinden alınmak. Her iki alternatif de aynı sonuca çıkıyor… Asimilasyon için yapılan baskıların amacı diğerlerini farklılıklarından mahrum bırakmak. Milletin geri kalanından farksız bırakmak için, ulusal kimliğin tekil yapısında onları sınıflandırmak, hazmetmek ve çözmek.”(3) 

Görüldüğü gibi, Batıda gerçekleştirilen “Laiklik” ilkesi, Kilisenin despotizmine karşı dini topluluklara özgürlük temin etmiş olsa da; “Milliyetçilik” ve “Liberalizm”, etnik farklılıkları ortadan kaldırmıştır. İslam ise, metafiziği ve toplumsal sözleşme teorisi açısından hem dini, hem de etnik farklılıkları bir arada tutmaya elverişlidir. Ancak, son yüz yılda Mısırda oluşan “İhvan-i Müslimin”, Pakistan’da oluşan “Cemaat-ı İslami” ve Türkiye’de oluşan “Milli Görüş” adlarındaki “İslamcı” hareketler, tarım toplumlarında oluşturulmuş  “Şeriat” kategorisi    ve imparatorluk zamanlarındaki “Zımmilik” statüsü yorumundan vazgeçemedikleri için, bu elverişliliği görememişlerdir. Bu hareketler, Demokrasiyi, “Şura” kavramı ile meşrulaştıramadıkları gibi; Laikliği de, Ayet ve Hadise (kaynaklara) aleni atıf yapmadan –çünkü aleni atıf dogmatizm, fanatizm, despotizm ve iç savaş potansiyeli taşır- ahlaki-akli ve “Dia-kritik” (diyalojik ve eleştirel) olarak yani gerekçeli olarak yasama yapmayerine(Rahmani tutum) salt “dinsizlik” olarak algılamışlardır. 

“Dillerin ve renklerin farklı olması, Allah’ın iradesi ile” (30/22) oluştuğuna göre, bir ülkede/yurtta/vatanda yaşayan/yaşamak zorunda olan/kalan farklı etnisite ve dinden insanların ortak, rızaya dayalı, eşit onura sahip “vatandaşlar” olarak yaşamaları gerekir. Ulus Devlet “sınır” larının, neredeyse tamamının rıza ile değil; zorla-güç (boyun eğdirme-eğme) ile çizildiği bilinmektedir.  “Evrensel Ümmetçi” devlet yapılanmasında hakkaniyet/eşitlik ve adaletten dolayı “Yönetim” sorunu olamayacağına göre, ülkede yaşayan halkların iletişim (maslahat) için çoğunluğun dilinin “Resmi Dil” olması, hakkaniyete uygundur. Makul çoğunlukta olan azınlıkların eğitim dilinin, ana dille olmasında bir sakınca yoktur ve azınlıkların hakkıdır. Böylece “öz/özerk-yönetim” veya bölünme gerekçesi, ahlaken ortadan kalkar. Böyle bir yapıda kimlikler, birbirlerini tehdit olarak değil; karşılıklı etkileşim içinde, eşit “yurttaş/vatandaş”lar olarak görürler. Birlikte biz/dost olmanın raconu,  uzlaşma ile oluşturulmuş evrensel ahlaka dayalı hukuktur. Her “öteki”, yurttaş olmayan, “düşman” değildir; düşman öteki, zalimlerdir. 

“Önermelerin (fikirlerin/ideolojilerin) çeşitli olması, bizi rahatsız etmemeli. Çünkü çeşitliliğe katılan her yeni önerme, bir fırsatı gözden kaçırma tehlikesini yahut bir olasılığın gerçek belirtisini önemsiz görme durumunu azalttığı için hoş karşılanmalıdır. Bir önermenin değeri, onu kimin oluşturduğuna yahut kimin deneyimine ait olduğuna bağlı olmamalıdır. En iyi çözümlerin “bizim” tekelimizde olduğunu düşünmemeliyiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, yukarıda söylenenlerden hareketle burada sözümüz, tüm önermeleri eşit değerde ve seçilmeye değer olarak kabul edeceğiz anlamına gelmiyor. Kaçınılmaz olarak, bazıları diğerlerinden daha iyi (doğru) olacaktır. Basitçe bu, mutlak kanaatleri kabul ve katı cümleler paylaşmak konusunda hazırlıksız olduğumuz anlamına gelir. Faydalı ve gerçekten değerli fikirlerin, ancak tüm farklı seslerin olduğu gibi kabul edildiği, bütün olası eleştirileri ve kabullerin iyi niyet ve itimat ile yapıldığı çoklu bir diyalog ortamında sağlanabileceğini, hepimiz kabul ederiz. Başka bir ifade ile kültürel farklılığı kabul etmek, bir son değil; bir başlangıçtır.”(4)  

NOT: Konu ile ilgili daha geniş bilgi için benim “Evrensel Ümmetçiliğe Doğru”( Ank. 2016) adlı kitabıma bakabilir.

‘İslamcılık’a Reddiye: Rahmani Siyaset

Siyaset, Platon’un (Bilge Kral), Sokrates’in, Aristo’nun (muakkipleri Farabi-İbn Sina ve İbn Rüşt) ve Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ortaya koyduğu gibi ya “Pratik Ahlak”tır; ya da Firavun’un, Neron’un, Hitler’in… ortaya koyduğu gibi, Şeytanlıktır (istiğna-istikbar). Dünya tarihi, bu iki kategorizasyona göre okunabilir. Rejimler de bu iki saik ile kurgulanır. 

Laikliğin, Avrupa’da kurumsallaşmış din olarak Kilise örgütünün ortaçağlar boyunca siyaseti de kapsayarak hayatın bütün alanlarını kontrol etmesi ve insanlara işkence uygulamasına karşı bir aksülamel olarak ortaya çıktığı malumdur. Aydınlanma felsefesi ve Fransız devrimi, Kiliseyi ve ortaya koyduğu Katolik din anlayışını eleştirerek onu kamusal alandan, devlet örgütlenmesinden dışarı yani sivil toplum alanına geriletti. Buradaki temel saik’in aklı özgürleştirmek ve devlet örgütlenmesini Kilisenin dogmalarında uzaklaştırmaktı. Seküler, kavramının “dinsizlik” değil; Kilisenin dışındaki alan anlamına geldiği bilinmektedir. Felsefi düzeyde (Aydınlanma felsefesinde) diğer taraftan dine karşı bir reddiyenin-düşmanlığın geliştiği de bilinmektedir. Demokrasiye geçildikten sonra din, kendini Kilise dışında “Muhafazakâr” siyasi akım olarak siyasette devam ettirmeye çalıştı. Liberal politik görüş, dine karşı kayıtsız davranırken; seküler bir etiğe dayanan sol siyaset, dine karşı menfi bir tutum sergilemiştir. Latin Amerika’da gelişen “Kurtuluş Teolojisi” ise, kendini politik olarak ifade etmiştir. 

İslam dini ve toplumu, tarihsel koşulları gereği siyasal bir kategori olarak doğmuştur. Politika-üstü dini-ahlaki (iman-salih amel) bir mesaj, Arapların direnişi-düşmanlığı ve reddi yüzünden politik niteliği yoğun olan bir içeriğe evrilmiştir. Böylece İslam, Araplar içinde bir “iç-savaş” sürecinde doğmuştur. Bu, Allah tarafından öngörülmüş bir gerçeklik değildir; tarihsel-toplumsal koşulların yarattığı mümkinattatan bir sonuçtur. Bu süreçte müminler, daima barıştan yana olurken; Müşrikler ve Yahudiler, savaştan yana olmuşlardır. Müslümanlar da, kendilerini koruyarak siyasal bir toplum ve devlet olarak bu süreçten çıkmışlardır. Arapların şiddete teşne tabiatı, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra siyasetin yine “Hilafet” adı altında fakat fiilen “iç-savaş” olarak devamını doğurmuştur (Cemel-Sıffın-Kerbela, Hârre… savaşları ve katliamları). Aynı tabiat, daha sonra Müslüman toplumun “Fütuhatçı/Ganimetçi/Gaspçı” olmasını intaç etmiştir. Tebliğ ile İslam’ı yayma yerine, siyasi ve coğrafi genişleme, kendini cihat, i’la-i kelimetullah ve nizam-ı alem kavramları ile “dini” olarak nitelemiş olsa da; dini saik, siyasi ve iktisadi saiklerin yanında sadece bir unsur olmuştur. Diğer taraftan, Arapların kabileciliğe teşne olmaları, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra siyasetin “Kabile/Kureyş” asabiyetine dikişlenmesini doğurmuştur. Dört halifenin dördü de Kureyştendir. Kur’an, siyasal sorunların “Şura”, emaneti ehline verme ve adalet ilkeleri ile; iktisadi hayatı ise özel mülkiyet, helal kazanç, zorunlu vergi (zekat) ve gönüllü bağış (infak) ile yürütülmesini salık verirken; Muaviye, İran ve Bizans’tan etkilenerek kabile/aile hakimiyetine dayanan “Saltanat” yapısına geçmiştir. İktisatta ise özel mülkiyetten devlet mülkiyetine, ticaretle birlikte “ganimet” ekonomisine geçilmiştir. Emevilerin haraç konusundaki tutkuları bilinmektedir. Kur’an’da tescillenmiş olan “özel mülkiyet” yerine (örneğin: Karun’a “nerden buldun?” diye sorulmamıştır.28/76-82); fetihler ile elde edilen büyük toprak mülkiyetinin “Devlet” elinde kalması, Müslüman toplumlarda devleti ve siyaseti tek hengamonik güç haline getirerek bireyin, özgürlüklerin ve hukukun gelişmesinin önünü tıkamıştır. 

Bu süreçlerin içerisinde din olmuştur. Ancak, dinin tavsiyeleri, kalıcı kurumsal yapılara kavuşturulamamıştır. Din, “şeriat” ve “tarikat” kavram ve kurumları ile sivil ulema tarafından (fıkıh, kelam, tefsir, hadis, tasavvuf) toplumun içinde sürdürülmüştür. Siyasal yapı (saltanat), şeriat-tarikat ve ulema-meşayıh’tan etkilenebildiği oranda dinin sınırları içinde kalmıştır. Bu süreç zarfında siyasal erkin aleni olarak dini değer, kavram ve kurumlara atıf yapması (Allah, İslam, Şeriat, Peygamber, Hadis-Sünnet…vs), yer yer iç-savaş, din sömürüsü, totalitarizm ve dogmatizm olarak aktualleşmiştir. İmparatorluk yapılarını böyle özetlemek mümkündür. İslam imparatorluklarında –gayri müslimler dahil(zımmilik)- halkların temel insan haklarına (can, mal, namus, din, dil, mülkiyet…) fazlaca dokunulmamıştır. Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan sonra, İslam dünyasında –Batıdan etkilenerek- milliyetçiliğe dayanan laik ulus devletler kurulmuştur. Bunların tamamı tek parti, kabile veya askeri diktatörlüklerdir. İkinci Dünya savaşından sonra Batıdaki devlet/rejimler, laik-demokratik hukuk devlet yapısına evrilmiştir. İslam dünyasında böyle bir gelişme olmamıştır. 

“Rahmaniyet”, insanlığın denenme sürecinde -mucize ile desteklenen peygamberleri red ve inkâr eden toplumların adalet gereği cezalandırılması olan, “olağan üstü hal” dönemleri hariç (2/57,9/70, 30/9…)-, insanların karşılaştıkları kötülüklerin, kendilerinin sebebiyet verdiği nedenlerden dolayı olduğu (42/33); bunun dışında Allah’ın rızık/nimet konusunda herkese “eşit” davrandığı; Allah’a ve insanlara karşı zulmedenlerin cezalarının “Ahiret”e ertelenmiş olduğu (14/42) anlamına gelir. Benim, İslam dünyasına önerim, Allah’ın Rahman sıfatı, nasıl ki dünyada mümin-kafir ayrımı yapmadan herkese “eşit” muamele ediyor; aynen onun gibi, siyaset ve devletin, Rahmaniyyet’in bir tecellisi olarak, ülke sınırları içinde bulunan her din ve dilden vatandaşlarına karşı tarafsız, adil, hakkaniyetli ve eşit davranmasıdır. Bu, Batıdaki “Laiklik” ve “Hukuk Devleti” ilkelerine karşılık gelir. Birincisi, seküler iken; benim önerim dinsel-teolojik saikledir. İkincisi de, Şura ilkesinin gereği, yönetim süreçlerine bütün vatandaşların aktif ve sorumluluk bilinci ile katılmasıdır. Bu da, Batıdaki “Demokrasi” ilkesine karşılık gelir. Demokrasi, seküler bir prosedür iken; benim önerim yine dinsel ve teolojik saiklidir. 

Kur’an’daki hukuki pozitif (Hudud) yasaların günümüzde geçerli olup-olmadığı sorunu, -benim Kur’an anlayışıma göre- hukukçuların gerekçelendirmeleri gereken bir anlam/bilme(maslahat-illet- maksat-hikmet) sorunudur; yoksa sanıldığı gibi dogmatik bir “iman” sorunu değildir. Bu da, siyaseti değil; hukuk problematiğini ilgilendirir (yorum ve bilgi/düşünce) sorunudur. Kur’an açısından siyaset, hukuk ve iktisat süreçlerinin “Büyük-sevaplar” veya “Büyük-günahlar” olarak dinsel oldukları izahtan varestedir. Ancak, bu süreçlerde sorun çözen-sorumlu kişilerin kendilerini dinin “temsilcisi” olarak görmeleri durumunda, değindiğimiz tehlikelerden kaçınılamıyor. Benim önerim, bu alanlarda sorun çözme makamında olanlar, aynen Allah (Kur’an) ve Hz. Muhammed (Hadis-Sünnet)in yaptığı gibi, insanların onurunu ve maslahatını koruyan (makasıdu’ş-şeria) önerilerini bize gerekçeli olarak, yani akla-vicdana, maslahata, hikmete yaslanarak açık ve aleni olarak getirsinler ki, onlara itiraz etme ve düzeltme hakkımızı kullanalım. Bu öneri, şu ayetlere uygundur: “Hakkında bilgin olmayan husuların peşine (körü körüne) takılma; çünkü göz, kulak ve kalp (yani bilgi aktları. İG) Ahirette bundan sorumlu tutulacaktır (17/36). “Onlar, sözleri dinler ve en güzeline uyarlar.”(39/18) “Onlar (müşrikler): ‘şayet dinleseydik veya düşünseydik, cehennem ehlinden olmayacaktık.’ derler.”(67/10)  

Kamu hukukuna ilişkin hak ihlalleri, hem hukuk devletinde hem de şeriatta devlet tarafından cezalandırılır. Bireysel dini tercih ve bireysel ahlak sorunlarına gelince, hem hukuk devletinde hem de İslam’da buraya devlet karışamaz: “Doğruluk ve sapıklık, dince ortaya konduktan sonra, dinde zorlama yoktur.” (2/256). “Sen (Hz. Muhammed/mirasçıları olan ulema), sadece hatırlatıcısın; sen onların üzerinde zorba değilsin.” (88/22). 

Devlet, toplu halde yaşayan insanların güvenlik, adalet ve refah ihtiyaçlarından doğmuştur. Bu ihtiyaçlar da sınırları olan bir yerde, şehirde ve ülkede siyaset aracılığı ile yerine getirilir. Dinin temel problematiği iman-küfür, adalet ve zulümdür. Siyasetin formel, temel problematiği dost ve düşman ayrımıdır. İslam’a göre devlet vazifelerini yerine getirirken (siyaset) dost-düşman ayrımını adalet ve zulme göre yapar. Diğer siyasetler bu ayrımı dine (teokrasi), dile/ırka (ulus-devlet) veya çıkara (kapitalizm) göre yaparlar. 

Allah, Rahman ve Rahimdir. Rahman sıfatı ile Allah, yeryüzündeki hayat düzenini, insanın “denenme” sürecini “adalet” ilkesine göre yürütür. Rahim sıfatı ile de Dünyada ve Ahirette inanan insanlar ile özel ilişkiye girer. Rahim sıfatı ile müminlere muamele etmesi, denenmenin Rahmaniyetin tecellisi olan “adalet” ilkesine bağlı düzenini bozmaz. Müslümanların kuracağı “Devlet” düzeni, Allah’ın Rahman sıfatının yeryüzündeki tecellisidir. Müslümanlar kendi aralarında birbirlerine karşı Allah’ın Rahîm sıfatı ile muamele edebilirler; kafirlere ve zalimlere karşı muameleleri “Rahman” sıfatının tecellisi (adalet) ile olur (48/29). Rahmaniyet, dünyada şöyle tecelli eder: “Kim dünyanın acil menfaatlerini isterse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar veririz…; kim de, Ahireti talep eder ve onun için çalışır ise, onun hakkettiği karşılık da verilir; Rabbinin lütfu, onlara da, bunlara da yasaklanmış değildir.” (17/18-20). Müslümanların yönetiminde olan devlette “dinde (iman, ibadet, bireysel ahlak) zorlama yoktur” (2/256). Kamu hukukunda ise, her toplumda/devlette olduğu gibi, adaletin ve kamu maslahatının gereği olarak zorlama (Hukuk) vardır. İslam, ne seküler (dinsiz) bir devlet; ne de dini bir teokrasi önerir. Din/İslam ile devlet arasındaki ilişki ne “kardeşlik” ilişkisi; ne de devlet dinin “uzantısı”dır. Dinî devletin de, dinsiz devletin de sicili İnsan Hakları açısından temiz değildir.  

Devlet, dinin/İslamın önerilerinin bir kısmını (adalet) yerine getiren şeffaf bir aygıttır. Devlet olmadan da İslamın bir kısmı (iman, ibadet ve bireysel ahlak) yaşanır. Müslüman olmak için devlet zorunlu değildir. Siyaset ve devlet adil, güvenli ve refah içinde bir toplum kurma ideali olarak İslam’ın bazı değerlerinin pratize edilmesidir. Devlet, memlekette/sınırlar içinde yaşayan, dili-dini-kökeni ne olursa olsun, bütün vatandaşlarına karşı eşit mesafede (yakınlıkta-uzaklıkta)dır. Devlet ve siyaset, kendi sınırları dışındaki insanlar ile de (dış politika) adalet açısından ilgilenir. “Zarar vermek ve zarara uğramak doğru değildir (La darara vela dırara.)” Hadisi, dış politika ilkesidir.  

Laiklik, dinden doğabilecek tehlikelerin önüne geçebilir; ancak milliyetçilik/ırkçılık (ulus-devlet) dininden doğan insan harcamaları ve zulümler, iki asırdır devam ediyor. Milliyetçilik dininden de laikleşmemiz gerekiyor. Devlet, hasbelkader çoğunluk olan etnik gurubun/ırkın malı/manivalesi değildir. Çoğunluğun dilinin “Resmi dil” olması, ayrı bir mevzudur; maslahat icabıdır. Devlet ve siyaset, ülkedeki bir etnisite/ırk/dil adına kurulup yapılmamalı. İnsanlar dini, dili ve çıkarı aşarak devlet idaresinde “Rahmaniyet” derecesine ulaşmalılar artık. Seküler, Milliyetçi, Liberal, Kapitalist, Demokratik “Ulus-Devlet”, iddia ettiği evrensel, adil “Hakem” rolünü dayandığı metafizikten (Agnostisizm veya Nihilizm) ve dost-düşman ayrımı kriterlerinden (çıkar-milliyetçilik) dolayı yerine getirememiştir. Rahmaniyet metafiziği, buna müsaittir. Devletin dini adalettir. İslami açıdan, siyaset yaparken Tanrı’ya, Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e açıktan, aleni atıf yapmak, bunların “adına” konuşmak/davranmak din istismarı, dogmatizm, totalitarizm ve bunların akabinde “iç-savaş” çıkarma potansiyeli taşıdığı için (tarihsel olarak bunun Hıristiyanlıkta ve İslam’da epeyce örneği mevcuttur) doğru değildir. Batıda “Laiklik” çözümü bundan doğmuştur. İslamın (veya başka bir dinin) değerlerine inanabilirsin; onları ayakta tutmaya çalışabilirsin; ama, onlar “adına” konuşmaya, mücadeleye, münakaşaya girilmemeli; çünkü, oradan çıkış yok. Bizim önerdiğimiz “Evrensel İslami Ümmetçilik”, bütün bu handikapları aşma teşebbüsüdür. 

Türkiye’nin Kronikleşmiş ‘İç-düşmanlık’ Yaraları ve Tedavisi

Türkiye’de halkın kahir ekseriyeti huzur-sükûn, güven, refah, dayanışma ve birlik-bütünlük isterken; mevcut bazı politik-ideolojik ve dinsel-teolojik tutumlar, bunu parçalamaktadır. Bunları başlıca üç madde halinde toplamak mümkündür. 

I-ÇATIŞMALAR 

1-Etnik-Milliyetçi Çatışma 

Bu çatışma ve düşmanlık durumu, Devlet ile PKK arasındadır. Türkiye devletinin, milliyetçi ideolojiye dayalı olarak “Ulus-Devlet” halinde kurulup bu devlete “Türk” kimliği ve dili verilmesi, bu topraklardaki gayri Türk etnik grupların çoğunluğu tarafından benimsenip içselleştirildiği halde en büyük grup olan Kürtler tarafından tamamıyla benimsenmedi ve 1980’lerden itibaren PKK ortaya çıktı. Bu çatışma, modern Ulus-Devlet’in ontolojik ve etik doğasına içkindir. Çünkü ulusal sınırlar içinde egemen olan etnik-dilsel grup -veya onun adına hareket edenler-, diğer azınlıkları kendinde eritmeye mecburdur. Diğer türlü, onlar da devlet isteyeceklerdir. Avrupa-ABD ve Rusya bu sorunu, Federal, Kon-Federal, Özerk Yönetim ve Eyalet sistemleri ile nispeten çözmüştür. Diğer (Doğu) toplumlar ve devletler çözememişlerdir. Sorun devam etmektedir. 

2- Teolojik/Dinsel-Politik Çatışma 

Bu Çatışma, AK Parti ile FETÖ arasında yaşanmaktadır. Bu çatışma, Osmanlıda olduğu gibi, meşru-merkezi siyasi hegemonya ile kendinde güç hissettiği zaman ortodoksiye 19 kez başkaldıran Mehdi-Şeyh merkezli Tasavvuf/Tarikat arasındaki kavganın devamı olarak yaşanmıştır. 17-25 Aralık, Tape’ler, 15-Temmuz, FETÖ’nün iktidardaki AK Parti’ye karşı giriştiği politik çatışma ve düşmanlık örnekleridir. Daha sonra, AK Parti, FETÖ üyelerini yakalama ve yargılamalarla buna cevap verdi. 

3- Politik-İdeolojik Çatışma 

Bu çatışma, AK Parti ile CHP’nin tabanlarından ziyade politik kadroları ve medya trolleri arasında yaşanmaktadır. CHP, Ulus-Devlet’in ideolojik savunucusudur. AK Parti ise, devrimler esnasında ideolojik-teolojik mağduriyete uğrayan muhafazakâr halkın-kitlenin temsilcisidir. Muhafazakâr kitlenin Menderes (DP), Demirel (AP), Erbakan (MSP-SP), Türkeş (MHP) ve Özal (ANAP) gibi temsilcileri, Ulus-Devletin bekçileri olan CHP ve Askeri Bürokrasi (Vesayet Rejimi) ile doğrudan politik çatışmayı göze almamışlardı. AK Parti de, ilk on yıllık iktidarında bunu göze almamıştı. Daha sonra Fethullah ile işbirliğine girerek bu rejimi tasfiye etmeye giriştiler. Bundan sonra, CHP’nin politik kadroları ile AK Parti’nin politik kadroları ve medya trolleri arasında militan bir münaferet ve “düşmanlık” durumu oluştu. 

II-ÇATIŞMALARI AŞMA 

1- Türkiye (Anadolu), Osmanlı imparatorluğundan Türklerin hâkimiyetinde kalan son toprak parçası olduğu için, Türkler, buranın parçalanmasına asla izin vermeyeceklerdir. Kürtler ise, Irak ve Suriye’de oluşturdukları “Kanton”lardan birini de Türkiye’de oluşturmak istemektedirler. “Ulus-Devlet”, onların da ideali olmuş durumdadır. Bu vaziyette bu çatışmayla nihaye devam edecek gibi görünüyor. Çatışmayı çözmenin yolu, Türkler ile Kürtlerin tarihsel, kültürel, duygusal, dinsel ortak kimlik özelliklerine yaslanarak, onların istediği onursal-dilsel kimlik haklarının kendilerine iadesidir. Bundan ötesi, nâdanlıktır. Benim “Evrensel Ümmetçilik” ve “Rahmani Siyaset” dediğim teorinin gereği budur. Ulus devletin ideolojik aygıtlar (okul, polis, ordu, üniversite, sosyal bilim, hapishane, çekirdek aile, milliyetçilik) kullanarak ülke sınırları içinde bulunan etnik ve dinsel grupları tornadan geçirerek aynılaştırma politikası, zorbalıktır ve ahlaken yanlıştır. Ulus Devlet çağında –Küreselleşmeye ve Turizme rağmen- Ülke sınırların içinde yaşamaya mahkûm/mecbur olduğumuza göre ve yaşam bir “yolculuk” ise; “Aynı Gemide” yolculuk yapmak zorunda olduğumuz gerçeğinden kalkarak, medeni bir yaşama kuralları raconu (Anayasa-Toplum Sözleşmesi) yapabiliriz. “Geniş Aile” dönemlerinde “Evde-Yuvada” yaşıyorduk; şimdi “Çekirdek Aile” olarak “Yurtta, Otelde, Gemide” kalıyoruz. 

2- FETÖ ile AK Parti arasındaki politik çatışmanın teolojik temellerine “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” kitabımda yeterince değinmiştim. Osmanlı döneminde “Tarikat”, Cumhuriyet döneminde ise “Cemaat” tarzında örgütlenen dinsel gruplar, devlete destek oldukları gibi; epeyce de köstek olmuşlardır. Bular, Devlet içinde “devlet”; Din (İslam) içinde “din (mistisizm)”dirler. Osmanlı dönemindeki yaklaşık otuz ayaklanmadan 19’u tarikatlar tarafından çıkarılmıştır. Bu yapıların “Batınî” epistemolojileri, hiyerarşik örgütlenme tarzları ve katı dinsel-dogmatik tutumları, egemen bir devlette daima “güvenlik” problemi teşkil etmektedir. Egemen devlet tarafından bunların” “Güvenlik Eşiği” tahmin edilemediğinde isyan girişiminde bulunmaktadırlar. FETÖ olayında da aynısı tekrarlanmıştır. Demokratik bir yapıda bu tür yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir pozisyonda tutulması esastır. Ayrıca İlahiyat Fakültelerinde Osmanlı döneminde devletin neredeyse “ortağı” olan bu yapıların akademik bir analizi ve teolojilerinin sıkı bir yapı sökümünün yapılması gerekir. Yarın, bir başka Tarikat veya Cemaatin FETÖ tarzı bir eyleme girişmeyeceklerine kimse garanti veremez. 

3- Modern Ulus Devlet öncesi (Osmanlıda) “Devlet” tarafından değil; otoritesini çoğul ulemanın oluşturduğu “Şeriat” tarafından “oluşumu sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir halde birbirine karışmasına izin vererek; bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar boyunca sürmüş” (Wael Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019 s 174) kimliğin (Ahali-Teba), Ulus Devlet tarafından, son derece radikal-sert yaptırımlarla (devrimler-cezalandırmalar) bir örnek ‘vatandaş’a dönüştürülmesi (“Vatandaş, Türkçe konuş”) gayri Türk unsurlarda ve muhafazakâr halk yığınlarında ciddi travmalar yaratmıştır. Bu travma, halkta herhangi bir isyana dönüşmemiş olsa da, ciddi uçuklamalar-içerlemeler yaratmıştır. Osmanlı “Millet Sistemi”nde bütün kimlikler, özgürce oluşmuş ve özgürce yaşamışlardır. Modern “Türkiye”de de -Resmi Dil Türkçe olmak kaydıyla- mevcut dillerin korunması ve konuşulması hatta “Ana dilde eğitim” bile mümkündür. Yeter ki, “birlikte/ümmet (maslahat icabı birliktelik) olma” iradesi sarsılmasın. 

4- 1950-2000 arasında muhafazakâr halk, kendini temsil edecek “lider”ini aramış ve iki binlerin başında da bulmuştur. Bundan sonra da taleplerini daha sahici/siyasi olarak aramış ve almıştır. Bu tutum, “Vatandaşlaşmış” seküler bireylerde bu lidere, onun bürokratik siyasi kadrosuna ve medyadaki temsilcilerine (nam-ı diğer “troller”ine) karşı bir hınç-düşmanlık durumu yaratmıştır. Buna devletin ekonomik imkânlarının el değiştirmesinin yarattığı kıskançlık, kin, nefret ve düşmanlığı da ekleyelim. 1925-2000 arasında muhafazakârlık Türkiyede “dip dalga” olarak sürekli varlığını sürdürür iken; laiklik/sekülerlik “yüzey sörfü” olarak var oldu. 2000 sonrasında muhafazakârların iktidarda ortaya koydukları dinsel-ahlaki performans, Laikliği/sekülerleşmeyi (“Deizm “tartışmaları) dip dalga; muhafazakârlığı yüzey sörfü haline dönüştürdü. 

5- İmparatorluk yapı tarzlarının dağılmasından sonra İslam dünyasında oluşan seküler “Ulus Devlet” yapıları Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan, Afganistan…da “İslami Ulus Devlet” yapılarına dönüştü ve Ulus Devletin ideolojik aygıtları (okul, üniversite, polis, medya, ordu, hapishane, aile ve din eğitimi…)  yani  “Kimlik Teknolojileri” ile yeknesak “mümin” bireyler oluşturmaya çalıştılar. Hepsinde de benzer ahlaki-politik sorunlar, iç-çatışmalar ortaya çıktı. 2010’un başlarından itibaren de Türkiye’de benzer öykünmeler olmaya başlandı. Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik”  bakış açıma göre “Devlet”, Şeriatın umumi maksatları olan insanların can, mal, din, nesil ve onur (namus)unu korur (makasidu’ş-şeria). Devlet’in “şiddet tekeli” ve egemenlik (yönetme) hakkını meşrulaştıran hususlar bunlardır. Kimlik oluşumu, sivil olarak topluma bırakılmalıdır. (Ulus veya İslami) “Devlet” aygıtının ve “Siyasi Otorite” nin zorla, kapatarak, eğip bükerek (okul-eğitim) “kimlik” oluşturma hak ve yetkisi olamaz. Din ve Tanrı gibi soyut bir varlığın insani-teolojik bir imajına/resmine/tasavvuruna “mutlak olarak O olduğu” vehmi ve devlet aygıtı ile buna uygun toplum veya insan yetiştirme gayreti, kaçınılmaz olarak şiddeti ve totalitarizmi (İslamcılık) doğurmaktadır. Dinin örgütlenmesi (Kilise, Diyanet, Tarikat, Cemaat, Parti…) müminlerin “Profesyonelleşmesi” dir. Oysa sahici dindarlık, amatör bir ruh gerektirir. CHP ve Ak Parti, jakoben, militan, toplum mühendisi, mücahit/muvahhit karakterleri ve “Devlet” sopası, maşası, okulu, hapishanesi, polisi, ordusu…ile insan eğitmekten ve “makbul vatandaş” yetiştirmekten vazgeçmelidirler. “Milli Eğitimin” ahlaken meşru tek gayesi olabilir: İnsanın “insan” olma potansiyel kabiliyetlerini açığa çıkarma ehliyetini onlara kazandırmak. Gerisi, “Allah, kerim”: Kendiliğinden gelir. 

İslamcı Muhafazakârların Ahlaki Performansının Teolojik-Politik Kökenleri Üzerine

Modern Ulus-Devlet’in, -M. Foucault’un vukufiyet ve derinlikle analiz ettiği gibi- bürokrasi, okul-üniversite (sosyal bilimler), adliye, parlamento, polis, ordu, hastahane, hapishane, çekirdek aile ve milliyetçilik ideolojisi ile “disipline” edici; “benlik teknolojileri” ile devlete bağlı yepyeni ve seküler bir birey/vatandaş (maneviyatın yitirilmesi- benliğin parçalanması ve esaslı bir narsisizm) ve toplum yaratmaya giriştiğini herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti de bu minval üzere kurulmuştur. Oysa Ulus Devlet öncesi (İmparatorluk) toplumlarında bireyin oluşumu, “sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik, ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir şekilde birbirine karışmasına izin vererek, bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar ve hatta bin yıllar boyunca sürmüştü.” (Hallaq, Wael. İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. s 174) 

Türkiye Cumhuriyeti, çökmüş olan Osmanlı imparatorluğundan devraldığı kozmopolit “Ahali/Teba”yi tek-tip “Vatandaş” haline dönüştürmek için bahsi geçen ideolojik aygıtlar ile çalışırken; bin yıllık kadim kültür ve dini değerlerin taşıyıcıları olan ahalinin kahir ekseriyeti, buna (vatandaş olmaya) karşı bir direnç gösterdi. Kadim kültürün hukuki (Şeriat), bilimsel (Medrese), politik (Hilafet-Saltanat) ve dilsel (Alfabe-Osmanlıca)…maddi formları “devrimler” ile devre dışı bırakılırken; kimliğin ontolojik-manevi kurucu unsuru olan popüler Din (Tarikatlar), yeraltına çekilerek buna direnç gösterdi. Bir müddet sonra yeni formlar (Cemaatler) da ekleyerek varlığını sürdürdü. Yetmişli yıllardan sonra da politik (parti) ve kültürel (Vakıf, Dernek- İmam-Hatipler) formlar ekleyerek gelişmesine devam etti. Bu durumda yani Şeriatın (iman-ibadet ve ahlaka dayanan hukukun/fıkhın) ilga edildiği bir zeminde yeni biçimlenen Ulus Devlet ve oluşturulmak istenen “vatandaşlık/cemiyet”, muhafazakârların nezdinde epeyce bir oranda “gayri meşru” kaldı. 

1950’ye kadar tek parti, 1960’tan sonra da askeri bürokrasi/vesayet rejimi ile Ulus Devlet bir yandan, bahsi geçen “ideolojik aygıtları” (L. Althusser) eliyle yeni vatandaşı yetiştirmeye çalışırken; öte yandan muhafazakâr direnişi hukuki yasak ve kültürel aşağılamalar ile (gerici-şeriatçı-ayağı çarıklı…) bastırmaya çalıştı. Muhafazakâr taban (Tarikat-Cemaat-Parti-Dernek, Vakıf…), aleni bir isyan girişimine teşebbüs etmeden önce, “Takiyye” ile devlete karşı bir duruş-karakter geliştirdi. 2000’lerin başlarında “idare-i maslahatçı” ılımlı merkez-sağın çökmesi ile de, 1970’lerde bulduğu dinsel/mistik “Mehdi” ve bir de çatal yürekli-karizmatik politik lider bularak devleti ele geçirdi. Daha sonra bu iki şahıs arasında politik-teolojik bir çatışma çıktı (15-Temmuz Darbe Girişimi). Politik lider (Halife/Sultan), halkın desteği ile dinsel Mehdiyi püskürttü ve iktidarını pekiştirdi.  

Burada bir parantez açıp şu hususu belirtmek gerekir: İktidar, FETÖ darbesinin, ABD işbirliği ile Türk devletinin, Türk milletinin yıkılmasını ve parçalanmasını hedeflediği sonucunu sürekli dile getirirken; bu oluşumun ve teşebbüsün, iktidarla paylaştığı teolojik (Sünnilik-Sufizm) kökleri-sebepleri üzerinde durmaya ve bunu sorunsallaştırmaya asla yanaşmamaktadır. 

Demokratik seçimler ile muhafazakâr tabanın (%50) desteğini alan karizmatik lider (Sayın Erdoğan) Türkiye’yi yaklaşık yirmi senedir idare ediyor. Son dönemlerde Ak Partinin bürokratik kadrosunun ve siyasi ekibinin ahlaki performansı üzerine toplumda ciddi tartışmalar yapılmaktadır. Aşağıda bu durumun teolojik ve politik sebepleri üzerinde duracağım. 

A- Teolojik nedenler: 

1- Antropolojik olarak, bir dinin kurucu tecrübesinin üzerinden uzun zaman geçince (İslam için 1400 sene) kendiliğinden bir iman ve ahlak kaybı yaşanır. Kur’an, kendinden önce “Kitap Ehlinin (Yahudi-Hristiyan)” bir gerçeği olarak bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur. (57/16). 

2- Sünniliğin inanç/akide konusunda kurucu-öncü mezhebi olan “Mürcie”, yanlış bir yorum ile Kur’an’daki canlı “iman”ı, ölü itikat (tasdik) ile karıştırdığı gibi; İbn Teymiyye (Kitabu’l-İman, Kahire, tarihsiz, s. 63vd) ve T. İzutsu’nun vukufiyetle ortaya koydukları gibi, Kur’an’da iman ile ahlak arasında “kopmaz” bir bağ olduğu halde; Mürcie, bu bağı koparmıştır. (T. İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çev: S. Ayaz, İst, 1984, s. 268 vd). Fazlurrahman da bu konuyu Kur’an çerçevesinde ele alan müstakil bir makale yazmıştır (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi, Ankara, 1997, s. 1vd.) Bu hakikatin; Hariciliğin ahlaki ameli, imanın “parçası” sanarak yaratmış olduğu tekfir kampanyası ve katliam furyası ile hiçbir ilişkisi yoktur. Mutezile, imanı olduğunu söylediği halde, ahlakı olmayanlara “Mümin” sıfat vermemiş; onları “iki arada bir derede/isimsiz-sıfatsız (el-menziletu beyne’l-menzileteyn)” olarak nitelemiştir. Mürcie’ye göre: “Lailahe illallah” diyen, cennete gider. Bu yorum, Hariciliğin yaratmış olduğu terörü ortadan kaldırmış olsa da; bu light/beleş kimlik tanımının, Sünni dünyada hem imanın, hem de ahlakın zayi olmasına ciddi düzeyde sebebiyet verdiği, tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yüzden, tarih boyu doğru-yanlış ölü bir itikada sahip olan herkes, kendini mükemmel “mümin” sanıp, canlı ve doğru (dogmatik olmayan, gerekçeli) bir iman etme gayretine girmemektedir. 

3- Sünnilikte “ahlak” sponsorluğunu Tasavvuf ve Tarikatlar üstlenmiştir. Tasavvuftaki “ahlak”ın, Kur’an’daki hali ile (Takva-Salih/Dürüst Amel) ilahi- kamusal bir sorumluluk değil; dünyadan bir kaçış (Züht), ahlaki koşulsuz bir hümanizm ve ilahi bir “aşk” problematiği olduğu bilinmektedir. Sabri Ülgener’in ortaya koyduğu gibi, -Selçukilerde olmasa da- Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar, toplumun dünyaya/hayata (politika-iktisat) karşı mesafe bilincini zayıflatarak-çürüterek onun çökmesine zemin hazırlamışlardır (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst, 1981, s. 52vd.) 

4- Tarikat ve onun taklidi olan Cemaatlerdeki insan tipinin, karizmatik/dinsel bir lidere koşulsuz boyun eğen, toplumun tümüne (cemiyet) değil; grup üyelerine karşı aşırı (E. Fromm’un ifadesi ile “ensest” düzeyinde. Psilakaliz ve Din, çev. Ş. Alpagut. İst, 1990, s. 82) bir bağlılık yarattıkları bilinmektedir. Fetö olayı, bu gerçeğin yalın bir ifadesidir. Teolojik dogmatizmin (taklit), mistik narsisizm veya mazoşizm ile birleşmesi, bu sonucu doğurmuştur. 

B- Politik nedenler 

1- Ulus-Devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin rejim ve ideoloji (sekülerizm) değişimi, muhafazakârları, kendilerinin olduğuna inandıkları “devlet”in zorla ellerinden alındığı inancından hareketle, ona karşı bir mesafe koyup; “Takiyye” yaparak onu ele geçirmeye çalışırken; “Harp Hiledir” hadisini, bu Takiyye’yi meşrulaştırmanın mesnedi olarak okudular, yorumladılar. 

2- Ulus-Devlet, bir Burjuva ideolojisi olarak, monarşiye karşı savaşıp “Hukuk”u, kendi haklarını garantiye almak ve çıkarlarını korumak için oluşturmuştu. Osmanlıda “Şeriat” –Kadıları her ne kadar siyasi erk atasa da- sivil ve ilahi bir otorite olarak toplumun haklarını koruyordu. Benim “Rahmani siyaset” dediğim, budur. Şeriat’ın ilgasından sonra muhafazakârlarda “Hukuk” veya “Kamu” alanı-kavramı oluşamadığı için, devleti “kendi”leri sanıp siyasi tahakküm peşinde koştular. Bu durumda Yasama ve Yargı (Hukuk) siyasi erkin (yürütmenin)/liderin uhdesinde (vicdanında) toplanmış oluyor. İslam toplumlarında “Hukuk (Şeriat) vurgusu, “Rahmaniyet (Ahlak-Adalet)” olarak İlahiliği/Allahlığı ifade ederken; salt siyaset vurgusu, “Kadir-i mutlak (Güç)” olarak İlahiliği/Allahlığı (Zillullahi fi’l-ard) ifade eder. Şeriat kategorisi, birincisine; “Ulus-Devlet” kategorisi, ikincisine delalet eder (Hz. Ömer ve A. Hitler). Devlette ve dünyada, hakem ve oyunun kuralları olmadan maçın nasıl geçebileceği tahayyülü ile Hukuk olmadan siyasetin nasıl geçtiği aynıdır. 

3- Muhafazakâr tabanın yıllarca devlet imkânlarından uzak kalması, Türkiye’nin bilim ve teknoloji üretememesi yüzünden endüstri devrimine geç kalması ve sanayi sponsorluklarının seküler kesimlerce paylaşılmış olması, muhafazakâr tabanı, devletten sosyal yardım ve hizmet almaya; onların siyasi-bürokratik temsilcilerini de, “Rant-Emlak” ekonomisine sevk etti. Böylece ihalelerden (%lik) ve havadan/gökten (Emsal) para kazanmaya yöneldiler. 

4- Ulus-Devlet’in, muhafazakârların bazı dinsel-sembolik değerlerini (Ezan, Kur’an öğrenimi, Başörtüsü) kamu kurumlarında yasaklaması, muhafazakâr tabanı temsilcilerinin kamusal ahlaki performansına bakmaksızın, onların “alınlarının secdeye varması”na fit olmaya sevk etmiştir.  Hoş, 1960-1980 arası yaşanan yoğun iç göç esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, muhafazakâr halkın kendisinin, “Kamu hakkı”na ne kadar saygılı olduğunu da gösterir. 

5- Batıda “Vakıflar”, zenginler tarafından kurulup kamuya, devlete, herkese hizmet (hayır/iyilik) vermektedirler. Muhafazakârların kurdukları vakıflar ise, siyasi iktidar tarafından devletten/kamu kaynaklarından finansa edilip, politik-ideolojik olarak belli bir kesime hizmet etmektedir. Bu durumda Vakıf, herkes için “hayır/iyilik” olmaktan çıkıp; “Bizim” için politik “güç” anlamına kaymış oluyor: “Medreseleri ve Tarikatları destekleyen büyük vakıfların kurucularının zengin yönetici elit olduğu, herkesçe bilinen müsellem bir gerçekti. …Onların motivasyon kaynağı, iktidarlarını halkın karşısında meşrulaştırmak; hizmet alanların motivasyonu ise, çaresiz ihtiyaçlarıydı.”(Hallaq Wael B. İslam Hukukuna Giriş. Çev: N. Kızılkaya.İst. 2018. S 90-91.) 

Sonuç olarak, Cumhuriyet rejimi, hedeflerine tam ulaşamadığı gibi, bahsi geçen nedenlerden dolayı muhafazakâr ahali ve temsilcileri de sahip olduğunu iddia ettiği İslami değerlerden (iman-ahlak-hukuk) hayli uzak mesafelerde birbirleri ile kavga halindeler. 

İttifakların ‘Vatanseverlik -Vatan Hainliği’ Kriterleri Üstüne

Yurt/Vatan, imparatorluklar sonrası “Ulus-Devlet” ve “Milliyetçilik” ideolojisi oluştuktan sonra giderek önem kazanan birer kategori ve kavramdır. Sınır, bayrak, devlet, millet, Yurt/Vatan kavramının tamamlayıcılarıdır. Toplumların varoluş formasyonları, son yüz elli-iki yüz yıldır bu kategorilerle mümkün olmaktadır. “Türkiye”de, yirminci yüzyılın başlarında bir ulus-devlet/milliyetçilik projesi olarak, mevcut sınırları içinde kuruldu. Tek parti döneminde -kültürel düzlemde- biraz zorla ve çok partili hayata geçtikten sonra da gönüllü olarak bir “Türkiye” ideası vatandaşlarda oluşmuştur. Seksenlerde ortaya çıkan PKK, bu ideaya karşı Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgeyi bölme ideası üzerine kurulmuştur. Kürt halkının epeyce bir bölümü, bu teşebbüse katılmamıştır. Yine yetmişlerde kurulmuş olan “FETÖ”, uzun süre Türkiye kavramına sadık kaldığı halde; daha sonraları kapılmış olduğu küresel düzeyde İslamı “temsil” iddiası bağlamında ABD ile işbirliğine girip “Türkiye” yi önemsiz bir mevki olarak görerek buradaki meşru siyasal iktidara darbe yapma teşebbüsünde bulunmuştur. Darbeden sonraki seçimlerde Ak Partisi, “Başkanlık” sistemine geçmek için MHP ile “Cumhur İttifakı”nı kurdu. CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi de “Millet İttifakı”nı kurdu.

Ak Partisi, “İslamcılık” ideolojisinden geldiği için, başlangıçta “Ümmetçi” bir perspektiften bakarak “Vatan/Yurt” kavramını pek fazla önemsemiyordu. Partinin kurucu şefleri/kurmay heyetinin etnik kökenleri de bunda etkili olmuş olabilir. “Gönül Coğrafyası (Osmanlı Hinterlandı)”, Ak Parti’nin ikinci vatanı idi. Ancak, Suriye politikası ve sonuçları, 15 Temmuz darbe girişimi ve sonuçları ve PKK’nın “Çukur eylemleri”, Rabia” selamı ile çıkılan “İslamcılık/ümmetçilik” politikalarından “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Vatan-Tek Bayrak” milliyetçiliğine geri dönmek zorunda kaldılar. MHP, zaten başından beri oradaydı. Dolaysıyla “Cumhur İttifakı” kolay oluştu.

Siyasetin genetik/temel üç bileşeni vardır: 1- Kişisel çıkar tutkusu, 2- Bireysel veya gurupsal güç istenci, 3- Ahlak/Adalet/Maslahat/Ortak iyi talebi…

Her siyasal parti, kurucuların ve destekleyenlerin genetik karakterine göre partinin ideolojik kimliği belirlenir. Partilerin “Yurtseverliği”nin oranı, üçüncü bileşenin gücüne ve yoğunluğuna göredir.

Ak Partisi, daha doğrusu 2008’lerden itibaren partiye hakim olan Sayın Erdoğan’ın, öteden beri “Gönül coğrafyası”ndaki insanlara karşı göstermiş olduğu her türlü ilgisi, yardımı, desteği ve nezaketi, takdire şayandır. Kendi “vatandaş”larının bütününe de aynısını göstermesini beklemek hakkımızdır. Örneğin, Sayın Erdoğan, “İhvan-ı Müslimin” hareketinin liderlerinden birinin kızının (Esma) öldürülmesine gözyaşı dökerken (normal); Gezi kalkışmasında polisin açtığı ateş sonucu ölen Alevi çocuğa (Berkin) karşı benzer bir sorumluluk beklemek hakkımızdır. Kalkışmanın illegalliği, polisin/devletin aynı ile cevap vermesini meşru kılmaz.

Dinsel ümmetçilik modu, Suriye’den 4.5 milyon Arap’ın Türkiye’ye gelmesinde bir sakınca görmezken; PKK’nın siyasi uzantısı HDP’yi Türkiye’lileştirme çabası yerine; yöneticilerinin tahrikine kapılıp onları rahatça “Kürdistan”a göndermektedir. PKK hem muhalefeti hem de muhalefet üzerinden iktidarı içeriye kilitleyerek, konsolide ederek gözünü açamaz, başını kaldıramaz hale getirmektedir. Türkiye, kuruluş aşamasında “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” makamından, iki binli yılların başından itibaren “Hem Arap’ın yüzü hem Şam’ın şekeri” makamına sıçratılmış; Esat ile Sayın Erdoğan, önce duygusal “Kanka”lıktan daha sonra dinsel “şeytan”lık ilişkisine savrulmuştur. Bu ülke ile bunlar döneminde ayağı yere basan, sağduyulu bir “politik” ilişki hiç olmadı.

Türkiye, bir aidiyyet/aile duygusu ve hamiyetiyle Cumhuriyet döneminde kendi nüfusunda Kızamık, Çocuk Felci ve Çiçek hastalıklarını tamamen yok etmişti. Yoğun mülteci akını ile bu hastalıklar, tekrar nüksetmeye başladı. Bu göçün, Türkiye’nin sosyolojik-kimlik-kültür-sağlık-ahlak yapısını bozduğu yönündeki eleştiriler, hemen ümmetçi bir refleks ile “ırkçılık” olarak yaftalamaktadır. Aslında bu tepkinin şuur altında “Vatan” kavramının olmaması veya zayıflaması yatmaktadır. Politik İslamcılar, modern (Ulus-Devlet) dönemin bir realitesi olan “vatandaşlık” kavramını kavrayamadıkları gibi, kabullenemiyorlar da. Oysa, “Ev (Yurt)” olmadan, misafirperverlik olmaz. İslami bağlamda herkes için adaleti savunma olarak “Evrensel ümmetçilik”, sadece “mümin” kardeşlerden oluşan dinsel ümmetçiliği aşan “vatandaşlık” ve hatta “cihanşümul”lüktür. Ben buna “Rahmani Siyaset” veya “Rahmani Laiklik” diyorum.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Vatan hainliği” edebiyatını “mukaddesatçı/milliyetçi” saiki ile yapmaktadır. Cumhur İttifakı, “Türkiye”yi kendi özel mülkiyeti-evi gibi algılayarak, adeta muhalefete: “Ya (benim gibi) sev; ya da terk et” alternatifi sunmaktadır. Cumhur İttifakının “Yerellik-Millilik” söyleminin böyle bir arka planı vardır. Normal vatandaşlar olma yerine, ülkeye “sevdalı” olma veya onu “karşılıksız sevme” saplantıları, patolojik sonuçlar doğurabilmektedir. İç politika ile çok meşgul olmak, kültür-kimlik politikaları ile boğuşmak, Sayın Erdoğan’ı dış politikadan hayli koparmıştır. Bir dönem Rusya ile iplerin kopması; halen İsrail, Mısır, Suud, Suriye ile sorunlu oluşumuz, Doğu Akdeniz’de sıkıştırılmamız, AB ve ABD ile yaşadıklarımız (ulvi yalnızlık), bize Sayın Erdoğan’ın iyi bir mahalle dövüşçüsü olduğunu; ancak, aynı oranda mahir, ferasetli, uz/uzak-görülü bir devlet adamı olmadığını ortaya koymaktadır. Son seçimlerden sonra ortaya atılan “Türkiye İttifakı”, “Beka davası” bağlamında mevcut ikiye bölünmüşlüğü aşmaya yönelik doğru bir teşebbüstü. Ancak, her iki tarafta da yeterli irade ve motivasyon olmadığı için, akim kaldı.

Ülke/Vatan/Yurt/Devlet (Sınır-Egemenlik), bireyler için özgürlük, güvenlik, geçim ve gönenç kaynağı olduğu için değerlidir. Bunları temin etmediği veya tam tersine sebep olduğu takdirde değerini yitirir. Devleti yönetenler veya kendini “bizzat” devlet sananlar, eğer bu ikincilere sebebiyet veriyorsa, orada kolayca ihanet ve dış güçler ile “işbirlikçiliği” ortaya çıkar. Ülkeyi terk etmeler çoğalır. Türkler “Doğduğun yer mi? Yoksa doyduğun yer mi?” sorusuna “Doyduğun yer” cevabını vermişlerdir (deyim).

S.Freud, E. Fromm ve G. Jung, bize bilinçaltının, bilinç dışının/gölgenin, bilinçten çok daha geniş ve güçlü olduğunu gösterdiler. Bilinçdışının, karanlık bölgenin veya Jung’un deyimi ile “Gölge”nin bilinç ile ilişkisini Fromm, bir örnek ile şöyle anlatır: “Daha başka bir örnek olarak savaşçı politik bir lider üzerinde durulabilir. Böyle bir lider, güttüğü politikanın ve aldığı kararların temelinde vatanseverlik duygusu ve yurduna hizmet sorumluluğu gibi yüce ülkülerin yattığına içtenlikle inanmasına karşın; gerçekte, kendine onur (İtibar/gurur.İG) sağlamak amacıyla böyle davranıyor olabilir” (Erich Fromm, Çağımızın Özgürlük Sorunları. Çev: B. Güvenç. İst. tarihsiz. S 111).

Cumhur İttifakı’nın görece sert ve aşağılayıcı dili karşısında “Millet İttifakı’nın (CHP-İYİ Parti-SP) dili (Kılıçdaroğlu hariç) daha yumuşaktır. Son seçimlerde Millet İttifakı, HDP ile gayri resmi ittifak yaptı. Bunun sebebini “Denize düşen, yılana sarılır” sözünde görmek mümkündür. Muhalefetin/Millet ittifakının, HDP ile işbirliği yapmasında Cumhur İttifakı’nın, bunları denize (sürekli muhalefet ve aşağılanma) itmesinin önemli payı olduğu doğrudur. Muhalefet, iktidar olabilmek veya Erdoğan’ı iktidardan düşürmek için, ABD ve AB (Batı-Dış güçler) ile işbirliğine girmekten çekinmiyor. Bu durumda da “Türkiye” kavramının sınırları ortadan kalkıyor: Cumhur İttifakında Ortadoğu, Türkiye’nin içine girerken; Millet İttifakında Batı, Türkiye’nin içine girmektedir. Hasılı, her iki taraf da diğerinin de içinde yaşayabileceği bir “Türkiye” tasavvur edemiyor. Özetle Türkiye, tarihinde görülmedik düzeyde bir “Kaht-ı rical (Devlet adamı yoksunluğu)” yaşamaktadır.

 

‘Türkiye’ Nedir?

1 – GERÇEKLER  

a-) Türkiye, altı yüz yıl yaşamış bir imparatorluğun iç çürümesi sonucu kısa bir sürede bedenini ve ruhunu kaybetmiş bir olgusallıktan sonra bir “enkarnasyon” teşebbüsü (devrim) ile doğmuş yeni bir bedendir. İngiliz imparatorluğu çöktükten sonra, gönüllü bir “İngiliz Milletler Topluluğu” hâlâ varlığını sürdürürken; Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra Türkiye, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ve “Ne Şam’ın şekeri; ne de Arap’ın yüzü.” vecizeleri ile baş başa kalmıştır. Türkiye entelijansiyası, bu muazzam/skandal olgusallık üzerine neredeyse hiç düşünmemiştir. Osmanlı ruhuna ne oldu?

b-) Devlet’in, ancak rejim ve kültür değiştirme yolu ile var kalacağı kararı ve teşebbüsü (devrim), toplumda bir yarılma ve travma yaratmıştır: Bir tarafta başı ve kolları kopmuş bir gövde olarak muhafazakâr halk yığını; diğer tarafta bin yıllık kafasını değiştirmiş, yeni bir beden arayan yeni bir baş: “Yaralı Bilinç”: Hz. Muhammed (şeriat) ve M. Kemal (Kemalizm)  Bu ülke, bu iki şahsın arasında bir yer bulmak zorunda. Bunları, birbirlerinin “düşmanı” olarak konumlandırmak, bu ülkeyi böler. 

c-) Sosyolojik olarak, imparatorluk bakiyesi halklardan oluşmuş çoğul bir yapı: Balkan ve Kafkasya’dan göç etmek zorunda kalmış ve Anadolu’nun “müslümanlaştırılmasından” sonra burada bulunan Türk-Kürt-Arap ahali. Dinsel olarak yeknesak (%99) olsa da, mezhep olarak Sünni-Alevi ve –kuruluş aşamasındaki yasaktan dolayı-  yeraltından gelip legalleşen bir sürü “Tarikat-Cemaat”.  

d-) Stratejik olarak Doğu-Batı arasında “köprü” ve Kuzey (Rusya)-Güney (Akdeniz) arasında Süper güçlerin daima göz diktikleri bir coğrafya. Enerji kaynaklarına yakın ve geçiş koridoru olan yol. Bu gerçekler, bu ülkede siyaset yapmayı ciddi olarak zorlaştırmakta ve adeta ipte oynayan cambaz gibi mahir olmayı (devlet adamı) gerektirmektedir. Süper güçlerin yeni düzen kurma savaşı Ortadoğu üzerinden yapılmaktadır. Ayrıca Yarımadaların elde tutulması, daima zor olmuştur. 

f-) 1950’lerden itibaren iktidara gelen muhafazakâr partiler ve onların liderlerinden Menderes, ülkeyi borca sokarak Amerika’ya bağımlı hale getirdi. Demirel ve Erbakan yerli ve milli politikalar ile ülkeyi sanayileştirmeye çalıştılar.  Özal, tasarruf ve sanayileşmeyi gevşeterek ticaret ve turizme önem verip ülkeyi Kapitalist tüketim kültürüne eklemledi. Geleneksel “ganimet” ekonomisine de onunla tekrar geri döndük (“Bir koyup, üç alma”).  İki binlerden sonra iktidara gelen Ak Partisi ve onun lideri sayın R. Tayyip Erdoğan ise, İmam-Hatip kökenli olduğu için, politik ajandasını, ertelenmiş olan kimlik/kültür politikasına ağırlık vererek (Muhafazakârlık) ekonomik alanda inşaat-rant-hizmet (ganimet) politikaları güdüp, Türkiye’nin teknoloji-tarım-hayvancılık üretim kapasitesini hayli ihmal etmiştir. Son birkaç yılda bu durumun farkına varılıp silah teknolojisine önem verilmeye başlanmıştır. Tarım ve Hayvancılıktaki kriz devam etmektedir. Afganistan’dan “çoban”, Suriye’den “garson”, Türkî cumhuriyetlerden “bakıcı”…. ithal ederken (mülteci); Türkiye’den Avrupa’ya beyin göçü (mühendis) ve sermaye kaçmaktadır. 

2 – AVANTAJLAR-DEZAVANTAJLAR 

a-) İslam, Kurtuluş savaşının bir motivasyon kaynağı olmuş olmasına rağmen; yeni dönemde siyasetin enerjisini tüketen (irtica-vesayet) bir dinamik haline gelmiştir. Sünniliğin tecdit edilememesi, dini, toplumun birliğini sağlayan bir kimlik-kurucu unsur olmaktan çıkarıp; toplumu bölücü bir etken haline getirmiştir. Yeni rejimin, dine uzun süre şaşı bakması, kitleleri devletten soğutmuştur. Tarikat ve Cemaatler, dinin, yeni rejimde “yeraltında” varlığını sürdürme faaliyetidir. İmam-Hatipler, halkın, devlet eliyle dini çocuklarına öğretme teşebbüsüdür. Şimdilerde sayıları hayli fazla olan İlahiyat fakültelerinin teolojik performansı, dinin, Türkiye için avantaj veya dezavantaj olmasını belirleyecektir.  

b-) Etnik ve dinsel çeşitlilik, Osmanlı imparatorluğunda İslam’ın müsamahasından, Türklerin alicenaplığından dolayı bir sorun olmamıştır.  Bugün olmaktadır. Bunun aşılması gerekir. İmparatorluk bakiyesi toplama/toplumlarda (ülke/devlet) etnik milliyetçilik, ilkelliktir. 

c-) Modern birer ideoloji olarak ulus-devlet, milliyetçilik ve ırkçılık bir arada yaşamak için ciddi sorunlar çıkarmıştır. Yurtseverlik ve ailesine (etnisite) sempati-hizmet olarak milliyetçilik ile kendi etnisitesini üstün görme ve onun lehine çıkarcılık olarak milliyetçilik (ırkçılık) çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Uzun süren bir arada yaşama tecrübesinden ve İslam’ın toleransından istifade ederek etnik çoğulluğumuzu, zenginlik kaynağı olarak işlevselleştirebiliriz. İster “Medenilik” olarak; isterse “Medinelilik” anayasası olarak düşünelim, “öteki” ile birlikte (Mahallelilik-Komşuluk), olumlu, insani-islamî bir değerdir. 

d-) Türkiye’nin iklim koşulları, tarihi-kültürel mirası, su kaynakları ve doğal bitki örtüsü, ihtiyaçlarını karşılayacak kapasitede iken; bunların gereği gibi üretici-verimli değerlendirildiği söylenemez. İnsanımızın, tarım ve hayvancılıktan koparılarak varoşlarda sosyal yardım ile geçinir hale sokulması skandaldır. Ayrıca 80 milyonluk demografi unsuru, önemli bir güç kaynağıdır; ancak, kendilerine geçerli bir “meslek” edindirmek şartı ile. 

3 – İDEALLER  

a-) Türkiye, şimdiye kadar başaramadığı bir “Toplum Sözleşmesi” yapmak zorundadır. İslam, Türkiye’yi kuran temel kültürel bir “kod” olması hasebi ile burada yaşayan insanlardan isteyenin, dini değerlerini -dogmatik ve totaliter bir eğilime girmeden- yaşamasına imkân veren bir uzlaşma sağlanmak zorundadır. Kurucu iradenin, kendine karşı tehlikeli bir unsur olarak görüp, dini ıslah çabalarına meydan vermeden sert bir şekilde baskılaması, yanlış olduğu gibi; her ne kadar, “Türk”lüğü bir “eşitlik” telosu olarak vazetmiş olmasına rağmen, uygulanan politikalar ile bu, gerçekleşmemiş ve Kürkler küstürülmüştür. Bu uçuklamayı/içerlemeyi-kanamayı durduracak yeni bir formül bulunabilir. Dış güçleri/şeytanı suçlamaktan önce, birlikte yaşama iradesi ile konuşmayı-müzakereyi (siyaset) öğrenmek zorundayız. “Bölünme” ideası, tarihin ve kültürel kodların muvacehesinde “haince” bir teşebbüstür; failleri, cezalandırılmaya devam edilmelidir. Devleti, içerde siyasi ihtirasların bir manivelası değil; herkesin güvendiği tanrısal bir misyon/yansılama olarak “Hukuk” ile sınırlandırmak esastır. Nitekim C.Sichmit’in gösterdiği gibi, Batı’da seküler politik kurumlar, Hristiyanlığın bir dönüşümü olarak gerçekleşmiştir (Siyasi İlahiyat). 

b-) Demokrasi, devlet çarkını döndürmenin ve ülkenin mevcut kaynaklarına erişmenin ve üleşmenin fırsat eşitliğini sağlayan bir aparattır. Seçim, bu prosesin “elif-bası”; kurumsal-örgütsel ortak aklı tesis etmek ise, amacı ve gayesidir. Bu sistemi, “seçim” ile kral/tek-el/tek-adam/ karizma/lider/başbuğ/führer… çıkarmak olarak algılamak, hayli primitif bir tutumdur. İstikrarı, kurumsal konsensüs yerine, bir kişide aramak, zayıflık ve cahillik alametleridir. “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi, insanlığın, faturasını ağır bir şekilde ödeyerek bulduğu bir siyaset pratiğidir. Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumu yoktur. İdeolojik, mezhebi ve etnik olarak çoğul olan bir toplumda “tek adam”cılık, bölücülük yaratır. Zira bu adam, bu gruplardan birine ait olacaktır. İslam’ın “Şura” ilkesi ile demokratik bir politik süreci hedeflediği halde; Saltanat rejimine Bizans ve Pers krallıklarına özenti ile geçildiği bilinmektedir. 

c-) Devletin, ülkede bulunan dinsel ve mezhepsel yorumlara karşı renk-körü/tarafsız bir “Hakem” olarak konumlandırılası, “Rahmani bir tutum” olarak doğru bir tavırdır. Devlet gücünü kullanan siyasi ve bürokratik zevatın, kendilerini herhangi bir dinsel-mezhepsel-teolojik/tanrısal yorumun “temsilcileri” olarak görüp, buna göre davranmaları, samimi olsalar bile, -dinler tarihinin şehadetiyle- sürekli zulüm, ölüm, baskı, şiddet ve sömürü doğurmuştur. Aralarında yoğunluk farkı olsa da, hiçbir dinin bundan istisna edilmesi mümkün değildir. Tanrı’nın rızasını kazanmak veya cennetteki nimetlerini çoğaltmak isteyen müminler, -Tanrının ve peygamberlerinin yaptığı gibi- bize siyasi-hukuki-iktisadi önerilerini, hiçbir “dinsel” otorite-kavram-değer-kişiye başvurmadan makul-mantıklı, vicdani, ahlaki, maslahî gerekçeler ile getirmeliler. Ta ki itiraz etme, revize etme, değiştirme, düzeltme… imkânımız doğsun ve bahsi geçen zulüm, sömürü, baskı, totalitarizm… tehlikelerinden azâde olalım. Kurumsal dinin –dinin kurumsallaşmasına karşı bütün itiraz kayıtlarını saklı tutmak kaydıyla- yeri, devlet değil; toplumdur. 

d-) Vatandaşların eğitilmesi, modern toplumda bir zorunluluk haline gelmiştir. Milli eğitimin ve Üniversite eğitiminin iki temel vazifesi vardır: 1- Vatandaşlarının insan olmakla yaratılıştan eşit olarak haiz oldukları potansiyel yaratıcı kabiliyetlerini aktüelleştirme becerisi kazandırmak. 2- Onların yaşamlarını sürdürmek ve kolaylaştırmak için bir “meslek” becerisi kazandırmak. Devletin, vatandaşlarını birilerinin belirlediği bir “ideoloji” veya “teoloji”ye göre eğmek-bükmek, şekillendirmek, kalıplamak, insan haklarına ters bir zulümdür. Modern toplumlar, uzmanlaşmaya ve mesleki farklılığa dayalı örgütlü toplumlardır. Kurumlar ve işletmeler, toplam kalite kontrolü-ölçümü ve sürdürülebilirlik ilkelerine göre ayakta kalmakta veya çökmektedirler. Ehliyet ve liyakat esastır. Böyle bir dönemde/yapıda akrabalık, hemşehrilik, partililik, dini yakınlık (alnı secdeye varma)…kriterlerine (sadakat) göre görev ve iş dağıtımı, hem işletmeleri-kurumları, hem de devleti çökertir. Örneğin, Türkiye’nin Üniversiteleri çökmüştür. Bir ortaçağ eğitim kurumu olan “Medrese”ye özen teşvik edilmektedir. Bu tutum, bir dekadans göstergesidir; derhal terkedilmelidir. 

e-) 1950’lerden itibaren, Muhafazakâr sağ iktidarlar döneminde NATO ve Gladyo aracılığı ile ABD ve AB’ye (Batı) sıkı bir şekilde “bağlandığımız” bilinmektedir. 2010’lardan itibaren bu bağları gevşetmeye başladığımız, siperden başımızı çıkarttığımız söylenebilir. Buna karşılık da “misilleme”ler gelmektedir. Bu sürecin gerçekçi ve usturuplu yönetilmesi elzemdir. Dikkatsizlik ve hayalperestlik –ki bazı örneklerini yaşadık-, Türkiye’yi daha kötü sonuçlara götürebilir. Dışa karşı mücadele ederken, içerinin/arkanın tahkim edilmesi zorunludur. Sayın Erdoğan, bu hususa yeterli performansı göstermemektedir. “Gönül coğrafyası” ile kurulan irtibat, “Vatandaş”lar ile kurulamamaktadır. Milliyetçiliği, “Rabia” kavramı ile ifade etmek, bunun kanıtıdır. PKK ve FETÖ gibi “terör” örgütleri doğurmak, bir yönü ile bu ülkenin siyasal aklının başarısızlığıdır. 

Sünniliğin Türkiye Sancıları Üzerine

Politik bir kategori olarak İslam ile yaşıt, teolojik bir kategori olarak da neredeyse bin ikiyüz yaşında olan Sünnilik; yaşlı bir çınar olarak bünyesinde özellikle demografik gövdesinde bugün bir takım ciddi/yaşamsal sorunlar taşımaktadır. Aslında olup biteni aşağıdaki ayet açıkça özetlemektedir: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi/saygı duyması gerekmez mi? Siz, sizden önce kendilerine kitap verdiğimiz halklar (Yahudi-Hristiyan) gibi olmayın. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu ahlaksızdırlar.” (57/16). Sünniliğin başına gelen de budur: Vicdana, izana, idrake, iknaya, itkana dayalı “iman ve ahlak” yok olmuş; taklide, alışkanlığa, geleneğe, dogmatizme/kör-inanca dayalı bir “Amentü” ve “İslam’ın Beş Şartı (İbadet/ritüel)”na dönüşmüştür. “İlmî (idrâk) hal” olmaktan çıkmış; “İnanç (dogma) hal/durum”una evrilmiştir. 

Sünniliğin oluşum/doğuş süreci içindeki politik ve teolojik sorunlara “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” adlı kitabımda değişik veçhelerden değinmiştim. Bu yazıda bugün Sünniliğin Türkiye’de içinde bulunduğu aktüel değeri üzerinde duracağım. Açıkça söylemek gerekirse, yukarıda iktibas ettiğim ayette ortaya konduğu üzere aradan geçen uzun zamandan dolayı İslam’ın iman ve ahlak değerleri hayli aşınmış ve dinsel ilişki, Amentü (inanç) ve ibadete/ritüele (İslam’ın Beş Şartı=Namaz-Oruç-Hac-Zekât-Kelime-i Şehadet) indirgenmiştir. Kalplerin katılaşması ile “İman” Allah ile canlı, sıcak, existansiyel/varoluşsal, idrake dayalı -ve zorunlu olarak amel/ahlak doğuran- duygusal değerlilik yaşantıları (saygı-korku, şükür, umut-güven-sevgi…) barındıran bir halden çıkmış; ölü, katı, kesin, kuru, dogmatik/ezber bir kanaate/kabule (inanç) dönüşmüştür.  Allah’a iman, dünyada müminlerin vicdanlarını etkileyen, onlar ile ilişki halinde olan bir “fail (Rahman)” olmaktan çıkmış; Ahirette etkin olacak olan bir faile (Rahîm) dönüşmüştür. Tanrı, ölmemiş olsa bile; unutulmuş veya tutulmuştur.  

Sünniliğin “Tasavvuf” dolayımı ile haiz olduğu “yanlış iman içeriği”, müminleri “din adamları (Mehdi-Kutup, Gavs, Veli…)” yolu ile kendilerine yabancılaştırarak “FETÖ” denen bir yapıyı doğurmuştur. Kur’an’da Yahudilere yöneltilen “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93) sorusu, Sünniliğin bugün Türkiye’de yaşayan bu grubu –ve diğer birçok cemaat ve tarikat- için de geçerlidir. İmanın canlı olması yetmez; istikamet/doğru iman etmek de önemlidir. Mistik bilincin kendine yabancılaşmış yanlış iman içeriği ve yanlış politik bilinci, Türkiye’yi göz göre göre tehlikeye atabilmiştir. Gelecekte de atmayacağının garantisi yoktur.

Kur’an’da varit olduğu şekli ile düşünce, vicdan, hüküm/karar verme (irade) yerine bugün salt inanç, itaat, teslimiyet ve boyun eğmeden oluşan bir dindarlık egemen oldu. Bu dindarlık tarzı (taklit/dogmatizm) insanı/mümini küçültür, zayıflatır ve çürütür. İslam dünyasına baktığımızda, bunun tezahürünü her yerde görüyoruz. 

Siyaset olarak aktüelleşen Sünnilik ise, zayıf bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de son yirmi yıl boyunca nimetleri çoğaltıp (üretim-teknoloji) hakkaniyetle paylaşmanın/bölüşmenin mücadelesini vereceği yerde;  “Amentü” ve “ibadet (alnı secdeye gitmek)” kriterlerinden oluşan “Biz (parti)” kriteri ile devletten memuriyet ve rant devşirme peşine düştü. Yaratıkların en iyisi olmanın kriterleri olan ”İman ve salih amel” (98/7), “Amentü ve İbadet”e dönüştürüldü. Oysa iman ve ahlak kriteri “Biz” sınırlarını daha derinlere kazımıştır: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutmak için öncülük edin. Kendiniz, anne-babanız, akrabalarınız aleyhine dahi olsa, zengin-fakir demeden şahitlik yapın. Adaleti yerine getirmede nefsiniz size engel olmasın. Eğer eğip-bükülür ve hakkı söylemekten-ihkaktan kaçınırsanız, bilin ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Binaenaleyh siyaset, “devlet” gücünü; ekonomi “para” gücünü ele geçirmeyi hedefler. Devlet ve para güç odakları/kaynaklarıdır fakat bunları kullanmanın kurala bağlanması (hukuk), tanrının yeryüzüne yansıması iken; bunların kuralsızlıkları ise tağutluk ve şeytanlıktır (2/256;4/60,37/17). 

Türkiye’de Sünnilik, Şeriat (Hukuk) ve Hilafet (Siyaset) olarak ilga edildikten sonra, Tarikat-Cemaat ve son olarak da siyaset olarak arkaik formları ile geri gelmiştir. Teolojik bünyesinde bir tecdit yapılamadığı gibi; ahlaki bünyesinde de herhangi bir tebdil/tağyir yapılamamıştır. Merhum M. Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, Osmanlı çöktüğünde Türkiye’de Sünniliğin teolojik ve ahlaki sefaletini gözler önüne serer. Dini bilincin ve kalbin esaslı bir bakımı yapılamadığı için, son yirmi yılda özellikle siyaset alanında/iktidarda ortaya konan performans, Sünniliğe (dine) olan güveni hayal kırıklığına uğratmıştır. Dinin amentü ve ibadet boyutlarına, görünür kısmına (başörtüsü-sakal-sarık-cübbe…) önem verilirken; iman ve ahlak boyutu yani adalet-zulüm, helal-haram boyutu siyaset, iktisat ve hukuk alanlarında ciddi düzeyde ihmal edilmiştir. Son dönemlerde dillendirilen “Deizm”in artışı, bu hayal kırıklığının bir semptomu olsa gerektir.  

Türkiye’de politik İslamcılığın aktörleri, iki binlerden itibaren politik-ideolojik ajandalarını (dava) İmam-Hatip müfredatından aldıkları eğitime göre şekillendiriyorlar. Herhangi bir entelektüel-teolojik, yorumsal ekole göre değil.  İmam-Hatiplerde eğitim yolu ile genç kuşaklara verilen, dini eğitim, tarikat ve cemaatlerde tedavülde olan dini teoloji ve pratik üzerine, sayıları yüzün üzerinde olan İlahiyat fakülteleri ciddi analiz yapamamaktadırlar. Sayının “100”e varması, bilimsel tutku ve düşünsel meraktan dolayı değil; politik iradenin yine politik kaygısından (seçmen-istihdam) dolayıdır. Bunun sebebi, dinsel-kültürel hastalıkların-çürümenin (dekadans) uzun zamanları ve geniş kitleleri kapsaması halinde, hastalıkların teşhis ve tedavisinin, zor olmasıdır. Devrimin dini aşağılamasına (irtica) reaksiyon olarak ortaya çıkan İmam-Hatip kuşağı, bu münafereti ortadan kaldıracak yeterli bir feraset-hikmet-tolerans, performans gösteremediği gibi; aksine bir kin-hınç-nefret dili üretmiştir. 

Fıkıh tarafından belirlenen helal ve haramlar (faiz-domuz-şarap-zina…) dilden düşürülmezken; “Kitabına uydurarak” ve “Hile-i Şeriyye”ler ile nice büyük “Haram”lar işlenmektedir. Bireysel (küçük) günahlar dilden düşürülmezken; büyük (kamusal) günahlar, dindarların umurunda olmamıştır. Örneğin “Faiz”in haramlığı dillerden düşürülmezken; “Emlak Rantı” hakkında herhangi bir “Fıkıh” geliştirilemediği için, Kitabına uydurarak faizden bin kat daha “beleş” olan kârlar elde etmede müminlerin vicdanı asla ürpermemektedir. 

Son iki seçimde Tunceli’de “Komünist” bir şahsın önce bir kasabada sonra da şehir merkezinde Belediye Başkanı seçilerek “fenomen” haline gelmesi; İslam’ın metafizik (imani) değerlerine itibar etmeyip, onun ahlaki değerlerini (hakkaniyet-dürüstlük-paylaşım, üretim…) yerine getirmesinden dolayı halkın teveccühünü kazanmasıdır. Halk arasında “Hal, sâridir” diye bir söz vardır. Demek ki, İnsanların vicdani kapasitesi, iman olmadan da aktüel olabildiği gibi; diğer vicdanlar tarafından da takdir edilebiliyor.