Türkiye’de Zayıf ‘Kamu’ Bilincinin Teolojik Kökleri Üzerine

– TANIM  

Kamu kavramı, hem hukuki hem de siyasal bir kavramdır. Siyasal anlamı politik süreçte kerameti/kutsiyeti, otoritesi kendinden menkul “kişiler (Papa-Kral)” yerine, herkesin/toplumun doğrudan politik süreçte sorumlu-aktif olmasını ifade eder. Hukuki olarak da, herkesin, eşitlik ve adalet prensipleriyle, haklarının hukuki/yasal kurallar ve kurumlar ile garanti altına alınmasıdır. “Siyasi kamu, vatandaşların oluşturduğu bir kamusal topluluğun, müzakereye dayalı kanaat ve irade oluşumunu sağlayacak iletişim koşullarını temsil eder. Kamusal tartışma, devletin uygulamaları ile bağlantılı konularla ilişkili olduğunda, bir siyasi kamudan söz ederiz. Devlet, “kamusal” olma vasfını kamuyu gözetme, yani bütün hukuki toplulukların ortak iyiliğini sağlama görevine borçludur… Siyasi meşruiyetin kaynağı, bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değildir; daha ziyade, bu iradenin (özgürce) oluşması, yani bizzat müzakere edilme sürecidir. Meşru bir karar, sadece genelin iradesinden çıkmış olmasından dolayı değil; genelin müzakeresinden çıkmış olmasından dolayı meşrudur.” (M. Erdoğan. “Kamu Alanı ve Liberalizm” Aydınlanma Modernlik ve Liberalizm, Ankara, 2006. s. 278-279). Avrupa’da bu sürecin Kilise ve Krallıkların mutlak monarşilerine karşı gerçekleşen Fransız İhtilali ve Demokrasi teorisinin gelişmesinden sonra gerçekleştiği bilinmektedir. 

– TEORİ/TEOLOJİ VE TARİH 

Kur’an’da kamuyu ilgilendiren politik sorunların, toplumun iştiraki ile çözülmesi gerektiği tavsiye edilmiştir: “Onların kamusal işleri (emruhum), aralarında (beynehum) şura (ortak müzakere ve oydaşma) iledir.” (42/38). Hilafet döneminde bu tavsiyeye, tereddütlü bir uyma çabasından kısa süre sonra, Bizans ve Sâsani devlet geleneğine yani Saltanata/Padişahlığa kayıldığı bilinmektedir.  Ekonominin büyük ölçüde tarımsal üretime bağlı olduğu bu dönemde Hz. Ömer’in fethedilen toprakları gazilere/ahaliye dağıtmayıp, devlet mülkiyetine vermesi, halkın yönetim sürecine katılmasını zayıflatırken; siyasi iktidarın/saltanatın gücünü alabildiğine artırmıştır. Devletin kendini Din (Tanrı) ile dolayımlaması (Zıllullah), herkese ait olan mülkiyeti ve devleti Halifenin/Sultanın emrine vermiştir. Özel mülkiyet, özgürlüğün ve hukukun temelidir. İslam imparatorluklarında toprak mülkiyetinin devlet ağırlıklı olması, bireysel özgürlüklerin ve Hukuk Devletinin gelişmesini engellemiştir. Bunların, Avrupa’da Burjuva sınıfının Feodalite/Derebeyliği, Kilise ve Krallığa karşı verdiği mücadele ile geliştiği bilinmektedir. 

Kamu, hukuki bağlamda Kur’an’da “Hududullah/Hukukullah” kavramı ile ifade edilir. Sanıldığı gibi “Hukukullah”, iman ve ibadetler olarak Allah’ın hakları değil; kamunun, halkın, herkesin hakkı (Kul hakkı-Tüyü bitmemiş yetimin hakkı) bu kavram ile ifade edilmiştir. Bu alanda da adaletin gerçekleştirilmesi talep edilmiş ve bu adalet dağıtma işi (Dağıtıcı adalet), bir “emanet” olarak “ehil” kişilere verilmesi istenmiştir. (4/58). Tarihsel olarak, politik ve ekonomik/mülkiyet bağlamında olmasa da, hukuki bağlamda “Kamu” alanı ve hukuku ilk defa Müslümanlarda ortaya çıkmıştır. Wael Hallaq’ın ortaya koyduğu gibi, “Şeriat” kavramı ve kurumu, hukuk alanında İslam toplumlarında her dinden, mezhepten ve ırktan insanın haklarını devletten bağımsız olarak Rahman olan Tanrının tavsiyesine uygun olarak Ulema ve Kadılar tarafından korunmuştur. (W. Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. S 173 vd.) 

İmparatorluk yıkılıp “Ulus Devlet” icat edildikten sonra siyaset de hukuk yapmak da egemen politik iradenin (ulusun) eline geçmiştir. Batıda yaklaşık yüzyıl süren totaliter ulus devlet aşamasından sonra Avrupa’da demokrasiler gelişmeye başlamıştır. Bu aşamada geliştirilen “Kuvvetler Ayrılığı (Yasama-Yürütme-Yargı)” ilkesi, Kamu kavramının ve bilincinin temelidir. İslam imparatorluklarında Yürütme/siyaset, saltanatın tahtında; yargı, ulemanın; yasama ise, ulemanın ve sultanların ortak yetkisindeydi. Avrupa’da Burjuva sınıfının öncülüğünde Ulus-Devlet ortaya çıkınca, Kilise ve Krallık devre dışı kaldı ve bu süreçler önce totaliter devlet döneminde siyasi erkin kontrolündeydi; sonradan birbirinden ayrıldı. Avrupa’da Hukuk Devletinin gelişmesinde Aristo’dan beri Avrupa’nın felsefi gündeminde olan “Dağıtıcı Adalet” fikrinin önemli bir katkısı olmuştur. Adalet idesi, dağıtıcı adalet ile özdeş görülmüştür: “Bu özdeşleştirme, öncelikle dağıtım fikrine ekonomi alanını aşan bir kapsam verildiğini varsayar. Adalet açısından bakıldığında bütün toplum rollerin, görevlerin, hakların ve ödevlerin, avantajların ve dezavantajların, yararların ve yükümlülüklerin dağılımı olarak görülür… Meselenin tarihinin diğer ucunda ise John Rawls’u aynı girişim içinde buluruz. O da, en elverişli durumda olanın avantajının artmasının en elverişsiz durumda olanın dezavantajının azaltılmasıyla telafi edilmesini talep ederek, eşitsiz paylaşımlardaki adalet ile eşitlik denklemini kurtarmak ister. Rawls’a göre yasa karşısında eşitlik ilkesini tamamlayan ikinci ilke budur… Böylelikle, adaletin meşru biçimciliğini/kesinliğini ikinci kez nitelemiş ve onu yalnızca yargı pratiği olarak değil; hakların ve yararın herkesin avantajına hakkaniyetli biçimde paylaşım ideali olarak tanımlamış oluyoruz.” (P. Ricoeur, Sevgi ve Adalet, çev: A.U. Kılıç. İst. 2016. S 23- 24.)  İşte Avrupa’da ve Amerika’da devlet kuvvetleri olan yasama, yürütme ve yargıyı “dağıtan” gerekçe budur. 

– İSLAM DÜNYASI VE TÜRKİYE’DE DURUM 

İslam toplumlarındaki ulus devletler, Avrupa’nın yüzyıl önceki totaliter devlet aşamasında kalmışlardır. Ne Demokrasi, ne de Hukuk devleti gelişebildiği için “Kamu” kavramının siyasi ve hukuki boyutları olabildiğince zayıftır. M.A. Cabiri’nin dediği gibi: “Hz Osman’dan Kaddafi’ye kadar egemen olan kod, zorla gelip zorla (öldürülme) ile gitmektir.”  

Türkiye’ye gelecek olursak, İmparatorluk çöktükten sonra bir Ulus Devlet olarak kurulmuştur. Tek Adam, Tek Parti dönemlerinden sonra, bürokratik askeri vesayet, kamunun hem siyasi hem de politik alanlarını etkisi altına almıştır. İki binlerden sonra legal ve illegal (kumpaslar) yollardan askeri vesayet bertaraf edildikten sonra, ilk on yılda nispi olarak kamunun siyasi ve hukuki alanı genişlemiştir. (Demokratik seçimler-Avrupa Birliği uyum yasaları). Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ve başkanlık sistemine geçişten sonra tekrar bu alanlar zayıflamaya-daralmaya başlamıştır. Karizmatik kişi/lider kültü büyüdükçe, kuvvetler ayrılığı ilkesi zayıflamaya başlamıştır. Politik hayatımız ‘adam tutmak’, hukuki hayatımız ise, devlet dairelerinde ‘adam bulmak’ üzerine kurulmuş durumda. Önünde herkesin (kamu) eşit olduğu kanun, yasa, hukuk, kurum ve kurallar oluşturmayı başaramıyoruz vesselam. 

Türkiye’de Dinin Ocağı Sönüyor mu?

Teolojik Arka plan 

Dinî duyarlılığın (iman-amel) biri bireysel-ahlaki, öteki sosyolojik-kurumsal olmak üzere iki ocağı mevcuttur. Bireysel ahlaki ocağın kaynağı insanın vicdanı-kalbidir. Dinin temeli olan “İman” , “ibadet” ve “ahlak” buradan neşet eder. İkincisi ise, dinin toplum hayatında kurumsallaşması sonucu oluşan mezhep, tarikat, cemaat veya bürokratik olarak Kilise, Havra, Şeyhu’l-İslamlık, Diyanet…dir. Birinci kaynağın aktif olması, müminlerin sürekli düşünsel, duygusal, sezgisel (teemmül, tedebbür, tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür) bir çaba göstermelerini gerektirir. Şu Kur’an ayeti, bu gerçeği ifade eder: “İman edenlerin, Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen hakikati(düşünmekten) dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine Kitap verilip de (Yahudiler-Hristiyanlar) üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onların birçoğu fasık kimselerdir.” (57/16) Mezhepler teşekkül edip, aradan 1400 sene geçince İslam’ın başına da aynı şey gelmiştir. Müminler, -biraz çaba gerektiren- sürekli iman tazeleme-etme yerine, belirlenmiş “itikad”lara salik olmuş; amellerini de vicdanlarına göre (düşünerek-gerekçeli ve duyarak) değil; “fetva”lara ve “kitaptaki yerlerine” göre taklit yolu ile ezbere ve alışkanlık ile işlemişlerdir: İlmihal dindarlığı(İslam’ın Beş Şartı, Amentü ve 32 farz). Bu tarz bir dindarlık, hiç yoktan iyidir; fakat, aktif vicdanın ortaya koyması gereken/ideal dindarlık(Takva) değildir.  

Mutlak hakikate kesin olarak ulaştığına inanç veya bir yoruma körü körüne/dogmatik olarak bağlılık (entegrizm, fanatizm, bağnazlık, yobazlık, partizanlık, militanlık…) ile dini metinleri hiçbir (gramatik, mantıki-ahlaki) kurala bağlı kalmadan, keyfine göre köpürterek yorumlamak, dinlerin üstesinden gelemediği başlıca iki büyük felakettir. Duvarı nem, insanı gam, dinleri din adamları-dindarlar ve teologlar çürütür. 

Peygamber/Vahiy ile kurulmuş dini tecrübelerin başına gelen iki büyük tehlike daha vardır: 1- Kurucu tecrübe döneminden sonra araya uzun zaman girince canlı  “İman”ın, ölü (dogmatik-kör) “itikada(Amentü)” dönüşmesi. İtikat/inanç-tasdik ile canlı imanı Kur’an şöylece birbirinden ayırır: “Araplar dediler ki: “İman ettik”. De ki: “Henüz iman etmediniz; “Teslim olduk/tasdik ettik” deyin. İman, henüz sizin kalplerinize girmemiştir.” (49/14). 2- Zamanla yorum yolu ile sahih öğretinin “tahrif” edilmesi. Şu ayetler, bu gerçeği ifade eder: “(Yahudiler ve Hrıstıyanlar), dinlerini parçaladılar; her mezhep de kendi yorumundan emindir.” (23/53) “ Şu dinlerini (yorum yolu ile tahrif edip) parçalayanlar var ya, senin (Hz. Muhammed) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.” (6/159). Bu olgusal durum, evrensel İslam’ın her üç fraksiyonunun (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) başına gelmiştir. 

İmanın “canlı” olması gerektiği gibi, bir de “sahih/doğru (hak-sırat-ı müstakim) olma problemi vardır. Yahudilere yapılan şu eleştiri, bu gerçeği ortaya koyar: “Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şeyi emrediyor!” (2/93). Bu durum, yanlış yorumlarla Hristiyanlık ve İslam’ın da başına gelmiştir (mezhepler). Dinler mezhep/yorum olmadan tarihsel yolculuklarına devam edemezler. Ancak, yorumu dondurmak-mumyalamak, dinlerin hakikatini öldürür. Sürekli yorum (içtihat) yolu ile tecdit (update) edilmeleri gerekir. Bu durum, akarsu ile durgun (göl) su arasındaki farka benzer: “Akarsu, pislik tutmaz.”; ancak, durgun su kokar. 

Türkiye’de Pratik Durum 

Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde, İslam’ın kurumsallaşmış hali olan hilafet (siyaset), hukuk (şeriat) ve tarikat (tekke-zaviye) da çökmüştü. Merhum Mehmet Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, bu çöküşün terennümüdür. Yapılan kültür devrimleri ile bu kurumlar ilga edildi. Ancak, tarikatlar, yeraltına çekildi. Halkın Namaz-Oruç-Hac gibi dini ibadetlerini deruhte etmek için de “Diyanet” teşkilatı kuruldu. Halkın yaşadığı dini mağduriyeti ikame etmek için “Cemaat”ler kuruldu (Nurculuk-Süleymancılık-Işıkçılık…). 1949 da İlahiyat Fakültesi, 1950’lerden itibaren “İmam-hatip” liseleri kurulmaya başlandı. Yetmişlerden itibaren siyasette de din kristalleşmeye başladı (Milli Görüş). Cumhuriyet döneminde din, Türkiye’de Tarikat-Cemaat, Diyanet, İlahiyat, İmam-Hatip ve Siyasette varlığını sürdürmektedir. Bu kategorilerde dinin varlığını sürdürme şekilleri kabaca şöyledir: 

1- Tarikat ve Cemaatlerde din, kişi kültü etrafında, taklit yolu ile zikir-ibadet ve grup dayanışması-çıkar saikleri ile varlığını sürdürmektedir. 

2- Diyanette din, örgütsel düzeyde bürokrasi-meslek; halk düzeyinde ise ritüel/ibadetler (Namaz-Oruç-Hac-Zekât) düzeyinde varlığını sürdürmektedir. Ancak, bu ibadetlerin rutine/alışkanlığa bağlanması, onların doğurması gereken kamusal ahlakı intaç etmemektedir. Tersinden, “İslam’ın Beş Şartı”nı doldurduğu için, Ahlaka yer kalmamaktadır. 

3- İlahiyat Fakültelerinde din, meslek (Akademisyen) olarak icra edilmekte ve düşünce üretme, geleneksel dini düşünceye kritik olarak bakma yerine, onun tekrarı ve estetize edilmesi olarak sürmektedir. Bendeniz, doksanlardan itibaren kaleme aldığım “Allah’ın Ahlakîliği Sorunu”, “Sabit Din Dinamik Şeriat”, “Sünniliğin Eleştirisine Giriş”, “Dine Yeni Yaklaşımlar”, İtikattan İmana”… adlı kitaplarımda kritik bir kaygıyı taşımaktayım. 

Geleneksel “Âlim-Ulema” tipi, daha organik iken (“Allim, mecceanen; kemâ ullimte meccanen=Karşılıksız öğrendiğin gibi; karşılıksız öğret.”); Akademisyen tipi, daha profesyoneldir. 

4- Siyasette din, Devrimlerin yaratmış olduğu mağduriyeti dile getirerek, muhafazakârların “rövanş” duygusunu tatmin etmekte; İktidar olmaya vesile olduğu için de, iktidardakilerin devletin ekonomik imkânlarına erişmesini sağlamaktadır. Muhalefette/siyasette dindarlık söylemi, “dürüstlüğü” ifade-îmâ ederken, etmiş iken; iktidara gelince elemanların iman ve ahlak performansına göre, görece epeyce bir vatandaş nezdinde bozulmayı-fiyaskoyu ortaya çıkarmıştır. 

Dinin Türkiye’de taşıyıcı teolojisi ve kurumları taklide dayalı olarak arkaik, taklidi olduklarından dolayı, yeni kuşaklarla iletişim kuramamakta ve yeni kuşaklar, yaşlılara oranla dine fazla itibar etmemektedirler. Bunun sebebi gayet basittir. Çünkü Sünni teolojinin kavramları yenilenmemiştir (Tecdit). Genç kuşaklar sosyal medya ve internet yolu ile din konusunda çeşitli ve yeni bilgilere ulaşmakta; oysa sosyolojik çevrelerindeki kişiler ve onların din dili ve dinsel kurumlar, hayli arkaik kalmaktadır. Felsefe ve Bilimin dili karşısında din dili yani teolojik dil, bunların meydan okumalarına gerekli cevabı üretebilmiş değildir. Dindar olduğunu iddia edenlerin, gerek iktidarda, gerekse sosyal ortamlarda ortaya koydukları iman ve ahlaki performansı da, yeni kuşakların dine olan ilgisini azaltmada önemli bir rol üstlenmiştir: “Bunlar, müslümansa; ben, müslüman değilim” sözünü sık duymaya başladık. 

Küresel düzlemde Teknolojinin gelişmesi ve insanları çepeçevre kuşatması, kapitalist-seküler yaşam tarzının yaygınlaşması, postmodern (nihilist) felsefelerin revaç bulması, son iki yüz yıldır dünyadaki dini atmosferi (zeit-geise=çağın ruhu) giderek zayıflatmaktadır. Yüz yıl önce Nietzsche’nin “Tanrı öldü” ve “çöl (sekülerlik-dinsizlik) büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin” sözleri; Marx’ın: “Katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey sekülerleşiyor.” uyarısı; Martin Buber’in “Tanrı Tutulması” kavramı; Alman şair Hölderlin’in dile getirdiği : “Tanrıların göçüp gitmesi” ve İngiliz şair T.S Eliot’un “Çorak Ülke” şiiri… bu gerçeği ortaya koymaktadır. 

Dinin bireysel ahlaki ocağı insanın kalbi-vicdanı olduğu için, Kur’an’ın kavramsallaştırması ile kalbin katılaşmasının, paslanmasının, hastalanmasının, taşlaşmasının… “geçici/dönemsel” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kurumsal ocaklarından Hristiyanlığın kilise ocağı söndüğü gibi; İslam (Sünni-Şii) dünyasındaki ocakların (tarikat-cemaat, camii, diyanet, ilahiyat, imamet, siyaset) da alevi-ateşi (imanı-ahlakı) sönmüş; insanları ısıtmayan-ışıtmayan; ancak boğucu kara dumanlarının tütmesi-tütsüsü sürmektedir.  Kur’an, insan vicdanını alevlendirecek bir potansiyele sahiptir; ancak Türkiye’de ve İslam dünyasında İslam’ın ocaklarının da sönüp sönmeyeceği, müminlerin kalplerinin, vicdanlarının, bilinçlerinin performansına bağlı olacaktır. 

 

Toplum ve Devlet Hayatında Siyaset ve Hukukun Yeri

Siyaseti, yeni bir toplumsal formasyon-devlet oluşturma ve onu koruma-kollama faaliyetlerinin bütünü olarak tanımlamak mümkündür. Hukuk ise, bu toplumsal formasyonun kalıcı iç düzeni ve nizamıdır. Toplumsal yaşam için siyasetin zorunluluğu ve lüzumu ne ise, hukukunki de odur. Örneğin, Allah, yedinci yüzyılda Arap yarımadasında (Mekke-Medine civarında) Hz. Muhammed öncülüğünde Vahiy (Kur’an) aracılığı ile yeni bir toplumsal formasyon (Müslümanlık-Müslüman toplum) oluşturma girişiminde bulunmuştur. Bu yapı, -siyasal bağlamda- kendi dışına karşı tebliğ ve cihat-kıtal faaliyeti ile oluşurken; kendi içinde emaneti ehline (liyakat) vermek, şura, adalet ve maslahat ilkeleriyle oluşmuştur. Hukuki bağlamda ise yeni toplum Allah ile bir sözleşme (Misak); müminlerin kendi aralarında ahlaki-hukuki bir nizam (Hududullah-Hukukullah) ve gayri müslimler ile yine bir hukuk (ahit-akit) oluşturmuştur. Gayri müslimler ile Medine’de ‘Birlikte Yaşama (Ümmet)’nın raconu ise, yine bir hukuk metniyle tescil edilmiştir (Medine Vesikası). 

İslam tarihinde “Hilafet-Saltanat” siyasi faaliyeti ifade ederken; “Şeriat” siyasal iktidardan bağımsız olarak sivil ulema tarafından “Hukuk”u ifade ve ifa-icra etmiştir (“Şeriat’ın kestiği parmak, acımaz”). Müslüman toplumların tarihi, bir yandan siyasetin hukuku baskılama çabası olarak gerçekleşirken; diğer taraftan da Hukukun(Şeriat), siyaseti baskılama tarihi olarak görülebilir. 

Avrupa toplumları -siyasal bağlamda- kendi içi ve aralarında uzun süren din, ırk, sınıf, çıkar savaşlarından sonra, “Toplum Sözleşmesi” teorisiyle İnsan Hakları, Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Devleti formasyonlarını geliştirerek bugünkü nispî barış ortamına kavuşmuşlardır. Yani Avrupa (AB) ve ABD, -dünyanın gerisinden farklı olarak- kendi içinde “Hukuk Devleti” yaratmayı başarmış politik formasyonlardır.  

Osmanlı imparatorluğu dağıldıktan sonra kurulan ve halkı Müslüman olan devletler, siyasal birer formasyon olmayı başarırken; toplumlarının gönüllü iç barışını oluşturacak hukuki nizamlar oluşturamamışlardır. Siyaset, hepsinde dominant, ana belirleyici unsurdur. Bu devletler, Avrupa’nın başardığı gibi, siyaset yapmanın uzlaşımsal bir raconunu da (Demokrasi-Laiklik, Kuvvetler ayrılığı…) geliştirememişlerdir.  Siyaset kişi kültü, kabile, ordu, din, aile, tek parti gibi “Kuvvet-Karizma” unsurları ile yapılmaktadır. Siyaset, doğası itibarıyla ‘Güç istenci’nin aktüelleşmesi ve “Şeytanlığın (Kibir)” kolayca içeriğine nüfuz edebileceği bir faaliyet türü iken; hukuk, Rahmaniyetin (adalet-insaf) yeryüzünde tecelli etmesidir. Siyaset, olay ve icat çıkarır, yaratır; hukuk, ona şekil ve nizam verir. Bir futbol maçında takımların ‘başarı’ için kıran kırana mücadelesi, siyasete benzerken (güç istenci); ‘hakemlik’ müessesesi, hukuku ifade eder. 

Türkiye’ye gelecek olursak, -politik bağlamda- Cumhuriyet, bir dizi radikal siyasal kararlar (devrimler) ile yeni ve seküler bir toplum oluşturmak için kurulmuştur. Toplum, yerli ahali (Türk-Kürt) ile birlikte Balkanlar ve Kafkaslardan Anadolu’ya sığınmış Müslüman anasırdan oluşmuş; etnik olarak hetorejen bir yapıdadır. 1924-1950 arası Tek-Adam ve Tek Parti ile geçmiştir. Daha sonra 1960-2000 arası yarı demokratik-laik bir askeri ‘vesayet’ dönemi olmuştur. Devrimlerle içerlemiş olan katı muhafazakâr halk, bir taraftan cemaat ve tarikatlar ile rejimin sek laik tutumuna karşı kendi kadim kimliğini korumaya çalışırken; diğer taraftan da, 1970’lerden itibaren “Milli Görüş” adıyla kendini siyasette görünür kılmaya çalışmıştır. İki binli yılların başından itibaren gömlek değiştirerek (takiyye) AK Parti’yi oluşturan muhafazakârlar (cemaat ve siyaset), siyaset ile vesayet rejiminden ‘rövanş’ almaya başlamışlardır. Daha sonra da aralarında politik-teolojik ihtilaf vuku bulmuş, ‘Cemaat’ kanadı, ‘Parti/Siyaset’ kanadına askeri bir saldırıda bulunmuştur (15 Temmuz). Bu saldırıyı savuşturan siyasal parti kanadı, ondan sonra siyasal erkin “istisna (Olağanüstü Hal)” oluşturma yani parlemanto dışı kanun koyma hakkını kullanarak katı bir ‘siyasal’ refleks içine girerek, kendi siyasal müttefikleriyle (Cumhur İttifakı), siyasal muhaliflerine (Millet İttifakı) karşı mücadeleye girişmiştir. 

Bu arada, 1980’lerden itibaren PKK terör örgütü, devlete karşı silahlı-siyasi bir başkaldırı hareketine kalkışmış; devlet de, bu terör hareketi ile mücadele etmeye devam etmektedir. 

Sonuç olarak, Türkiye devleti ve toplumu, ideolojik, etnik ve mezhepsel olarak hetorojen bir yapıda olduğu için, sonuna kadar ‘siyasal’ makamda kalmakta ve bir türlü iç barışını oluşturacak bir ‘hukuk düzeni’ kuramamaktadır. Umarım, Hz. Muhammed’in Medine’de ve Batının kendi içinde kurduğu gibi bir ‘Toplum Sözleşmesi’ ve ‘Hukuk Nizamı’ kurmayı başarabiliriz. Medeni olmanın raconu ‘siyaset’ değil; ‘Hukuk’ nizamı kurmaktır. Benim ‘Rahmani Siyaset’ veya ‘Evrensel Ümmetçilik’ dediğim şey, siyasetle birlikte evrensel bir hukuk oluşturma çabasıdır. 

İslamcılık’a Reddiye: ‘Evrensel Ümmetçilik’

Alman hukukçu düşünür Carl Schmitt, siyaseti, Estetik (güzel-çirkin), Ahlak (iyi-kötü) ve Ekonomide (kâr-zarar) olduğu gibi içerikten bağımsız, formel olarak “dost-düşman” kavramları ile tanımlar. Siyasal düşman, yabancı ve ötekidir (1). Antropoloji ve Siyaset Felsefesi açısından bu tanım doyurucu ve oldukça kapsayıcıdır. Tarihsel pratiğe baktığımızda “Dost-Düşman” formlarının içeriğinin: 1-Etni-site/kavim/kabile-ırk/dil; 2- Din-mezhep, inanç, ideoloji; 3- Çıkar; 4- Ahlak kriterlerinin biri veya bir kaçı tarafından doldurulduğunu görürüz. 

Kur’an’a baktığımızda bu toplumsal yapıların oluşumları doğal (sosyolojik-politik) olarak toplumsal düzlemde onaylansa da; siyasal bağlamda “dost-düşman” ayırımının meşruiyetinin “Ahlak” (adalet-zulüm) ile içeriklendirilerek korunduğunu görürüz. Kur’an’da din/iman da nihayetinde Allah’a karşı ahlaki bir tutuma indirgenir. Şöyle ki, Allah’ın nimetlerine karşı şükran duygusu ile ona “iman” edenler, onun “dostu (veliyullah-2/257)”; bu nimetlere karşı “nankörlük (küfür)” gösterenler ise, O’nun “düşmanlarıdırlar (aduvvullah-8/60)”. Kâfirler, müminlere “düşman” olmadıkları müddetçe; uluslar-kavimler, kabileler arası hukuka (anlaşma/ahit-akit) göre barış içinde eşit ilişkiler kurulacak topluluklardır(60/7-8). Müslümanlara karşı zulüm edenler (işkence, sürgün, öldürme, sömürme…), Müslümanların düşmanları; bunlara kalkışmayanlar ise, kendileri ile “Adalet (eşitlik, hakkaniyet)” ilkesine bağlı olarak aynı yurtta da hukuki sözleşmeli olarak birlikte (“Biz” olarak) yaşanacak gayri müslimlerdir(60/8). Aynı anda hem kâfir hem de zalim olanlar, hem Allah’ın, hem de Müslümanların düşmanlarıdırlar; kâfir olup, insanlara-müslümanlara zulmetmeyenler, Müslümanların düşmanı değildirler. İnsanlara zulmedenler ise, Müslümanların düşmanıdırlar.(2/193) Aynı inancı paylaşan müminler, dini anlamda bir “Millet” tir; sözleşmeli/anayasal olarak birlikte (aynı yurtta/ülkede) olan müslim-gayri müslimler ise, siyasi bağlamda maslahata dayalı bir “Ümmettir (dost-biz)” oluştururlar.  

Bu bağlamda Hz. Muhammedin Medine’de (yurt/ülke) yaptığı “vatandaşlığı” kuran “Toplum Sözleşmesi (Medine Vesikası)” örnek bir uygulamadır. Emeviler’den itibaren, gayri müslimlere tanınan “Zımmilik” statüsü ise, gayri islamî bir uygulamadır. Gayri müslimlerin, savaşa alınmadıkları için ödedikleri “cizye” vergisi, hakkaniyete uygundur. Emevilerden itibaren gayri müslimlere –müslümanlara zulüm etmedikleri halde- adalete ters olarak “ikinci sınıf” insan muamelesi yapılmıştır. Oysa onların gayri müslimliği (küfür) Allah ile ilişkileri bağlamında özel bir sorundur; müslümanları ilgilendirmez: “Dinde zorlama yoktur” (2/256). “Sizin dininiz size; bizim ki de bize” (109/6). Tarihsel pratikte ve bugün, dini/islami “ümmetçilk”, yanlış bir şekilde “iman kardeşliği” üzerine kurulmuştur. “Tek vatan, Tek millet, Tek Bayrak, Tek devlet” mottosundaki “Millet” kavramı, ister modern “ulus=nation” anlamında olsun; isterse Kur’an’daki anlamı ile “aynı dinin müntesipleri, müminler topluluğu/iman kardeşliği” olsun, siyasal bağlamda devlet-yurt/ülke kurmanın, siyaset yapmanın, birlikte yaşamanın kriteri olarak yanlıştır. Görüldüğü gibi, bu ideolojide “Dost-Düşman” ayrımı, din-iman üzerinden kurulmaktadır. Seküler liberal- milliyetçilikte ise, “Dost-Düşman” ayrımı etnisite (ırk/dil) veya çıkar üzerinden kurulmaktadır. Örneğin; Evrensel İslami Siyasal Ümmetçi bir perspektiften vatandaşlarının bir bölümü “Cami”yi, bir başka bölümü de “Cemevi”ni ibadet mekânı olarak kabul ediyorlar ise; devlet, bunu tanır, ayrımcılık yapmaz. Devletin misyonu, “Hidayet” değil; “Adalet”tir. Tebliğ veya tashih görevi, göreli(tartışmalı) olarak Ulemanın görevidir; devletin bürokratik bir uzantısı  olan Diyanet’in değil. 

2/Bakara suresi 191-194 ve 8/Enfal-39 ayetler, müslümanlar ile müşrikler arasındaki “savaş durumu”nda müslümanların misli ile mukabelede bulunmalarını ifade eder. Savaşın gerekçesi, müşriklerin zalimliğidir. 2/193 ve 8/39. ayetlerde: “ …zulüm/baskı/işkence (fitne), kalmayıncaya ve din  (seçimi) özgürce Allah (için) oluncaya kadar onlarla savaşın; onlar savaşmaya son verdiklerinde, siz de son verin. Düşmanlık, sadece zalimlere karşıdır.”  denmektedir. 194. Ayette ise, süresi boyunca savaşmanın yasak olduğu “Haram Aylar”ın karşılıklı olduğu; eğer müşrikler,  bu aylarda Müslümanlara saldırırsa; onların da karşılık vermelerini ifade ediyor. 

Ebu Hanife ve takipçisi İmam Maturidi, savaşın gerekçesini (dost-düşman) zulüm/işkence/saldırganlık (fitne) olarak görürken; Şafii-Arap müfessirler, ayetlerde geçen “fitne” kavramına Kur’an’da hiç kullanılmayan, ikincil ve mecaz anlamlar olan “şirk-küfür” anlamını vererek, savaşmanın gerekçesini (dost-düşman) “Küfür” olarak yorumlamışlardır. Yorumlarında bir de “Ben, insanlar: “Lailahe illellah” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emr olundum” diye bir de Hadis zikretmektedirler (2). Bu hadisin “Dinde zorlama yoktur” (2/256) ayeti ile çelişik olduğu, gayet açıktır. Fakihlerin, dış politikanın temeli olarak geliştirdikleri, “Sürekli Savaş Hali” anlamına gelen “Daru’l-Harp” kavramı, aynı mantık tarafından üretilmiştir. İslam tarihi boyunca ülke işgal etme anlamına gelen “Fetih ve Cihat” pratiği, meşruiyetini, bu yorumdan almıştır. Oysa Müslüman olmayan ülkeleri “Daru’d-Davet-Daru’l-İcabe=İslamiyetin tebliğ edileceği topraklar-ülkeler-insanlar” olarak gören âlimlerin görüşü, Kur’an’a daha uygundur. 

Burjuva sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilen modern toplum projesi/ulus inşası, “tek ulus, tek ülke” ilkesine dayanıyordu. Amaç, burjuva sınıfının hâkimiyetinde bulunan diğer etnik farklılıkları ezerek, öğüterek, asimile ederek ortadan kaldırmaktı. Bir devlet sınırı içerisinde geriye sadece tek bir dile, tek bir kültüre, tek bir tarihi hafızaya ve tek bir bağlılığa yer veren bir“oda” kalmıştır. Burjuva sınıfının dışındaki etnik-dini topluluklar, yeni ulus-devletin sunduğu milliyetçilik ve liberalizm yüzleri arasında hiçbir temel farkın olmadığını gördü: Milliyetçilik ve liberalizm farklı stratejiler tercih etti; fakat benzer sonuçlara yönelik gayretler gösterdi. Topluluklar için onların planları dışında ya da kendi kendini idare yaklaşımları sağlayacak bir boş alan yoktu. Tek uluslu milliyetçi bakış açısı ile özgür ve bağımsız vatandaşlardan oluşan liberal bir cumhuriyet modeli içerisinde de topluluklara yer yoktu. Ulus-devletin iki yüzünden (milliyetçi-liberal) hangisi geleceğe bakarsa baksın, gördükleri sadece ara güçlerin muhtemel düşüşüdür. Bu proje, etnik azınlıklara acımasız bir tercih bırakmıştır: asimile olmak veya yok olmak. Yani aslında kültürel kimlik farklılıklarından gönüllüce feragat etmek yahut zorla ellerinden alınmak. Her iki alternatif de aynı sonuca çıkıyor… Asimilasyon için yapılan baskıların amacı diğerlerini farklılıklarından mahrum bırakmak. Milletin geri kalanından farksız bırakmak için, ulusal kimliğin tekil yapısında onları sınıflandırmak, hazmetmek ve çözmek.”(3) 

Görüldüğü gibi, Batıda gerçekleştirilen “Laiklik” ilkesi, Kilisenin despotizmine karşı dini topluluklara özgürlük temin etmiş olsa da; “Milliyetçilik” ve “Liberalizm”, etnik farklılıkları ortadan kaldırmıştır. İslam ise, metafiziği ve toplumsal sözleşme teorisi açısından hem dini, hem de etnik farklılıkları bir arada tutmaya elverişlidir. Ancak, son yüz yılda Mısırda oluşan “İhvan-i Müslimin”, Pakistan’da oluşan “Cemaat-ı İslami” ve Türkiye’de oluşan “Milli Görüş” adlarındaki “İslamcı” hareketler, tarım toplumlarında oluşturulmuş  “Şeriat” kategorisi    ve imparatorluk zamanlarındaki “Zımmilik” statüsü yorumundan vazgeçemedikleri için, bu elverişliliği görememişlerdir. Bu hareketler, Demokrasiyi, “Şura” kavramı ile meşrulaştıramadıkları gibi; Laikliği de, Ayet ve Hadise (kaynaklara) aleni atıf yapmadan –çünkü aleni atıf dogmatizm, fanatizm, despotizm ve iç savaş potansiyeli taşır- ahlaki-akli ve “Dia-kritik” (diyalojik ve eleştirel) olarak yani gerekçeli olarak yasama yapmayerine(Rahmani tutum) salt “dinsizlik” olarak algılamışlardır. 

“Dillerin ve renklerin farklı olması, Allah’ın iradesi ile” (30/22) oluştuğuna göre, bir ülkede/yurtta/vatanda yaşayan/yaşamak zorunda olan/kalan farklı etnisite ve dinden insanların ortak, rızaya dayalı, eşit onura sahip “vatandaşlar” olarak yaşamaları gerekir. Ulus Devlet “sınır” larının, neredeyse tamamının rıza ile değil; zorla-güç (boyun eğdirme-eğme) ile çizildiği bilinmektedir.  “Evrensel Ümmetçi” devlet yapılanmasında hakkaniyet/eşitlik ve adaletten dolayı “Yönetim” sorunu olamayacağına göre, ülkede yaşayan halkların iletişim (maslahat) için çoğunluğun dilinin “Resmi Dil” olması, hakkaniyete uygundur. Makul çoğunlukta olan azınlıkların eğitim dilinin, ana dille olmasında bir sakınca yoktur ve azınlıkların hakkıdır. Böylece “öz/özerk-yönetim” veya bölünme gerekçesi, ahlaken ortadan kalkar. Böyle bir yapıda kimlikler, birbirlerini tehdit olarak değil; karşılıklı etkileşim içinde, eşit “yurttaş/vatandaş”lar olarak görürler. Birlikte biz/dost olmanın raconu,  uzlaşma ile oluşturulmuş evrensel ahlaka dayalı hukuktur. Her “öteki”, yurttaş olmayan, “düşman” değildir; düşman öteki, zalimlerdir. 

“Önermelerin (fikirlerin/ideolojilerin) çeşitli olması, bizi rahatsız etmemeli. Çünkü çeşitliliğe katılan her yeni önerme, bir fırsatı gözden kaçırma tehlikesini yahut bir olasılığın gerçek belirtisini önemsiz görme durumunu azalttığı için hoş karşılanmalıdır. Bir önermenin değeri, onu kimin oluşturduğuna yahut kimin deneyimine ait olduğuna bağlı olmamalıdır. En iyi çözümlerin “bizim” tekelimizde olduğunu düşünmemeliyiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, yukarıda söylenenlerden hareketle burada sözümüz, tüm önermeleri eşit değerde ve seçilmeye değer olarak kabul edeceğiz anlamına gelmiyor. Kaçınılmaz olarak, bazıları diğerlerinden daha iyi (doğru) olacaktır. Basitçe bu, mutlak kanaatleri kabul ve katı cümleler paylaşmak konusunda hazırlıksız olduğumuz anlamına gelir. Faydalı ve gerçekten değerli fikirlerin, ancak tüm farklı seslerin olduğu gibi kabul edildiği, bütün olası eleştirileri ve kabullerin iyi niyet ve itimat ile yapıldığı çoklu bir diyalog ortamında sağlanabileceğini, hepimiz kabul ederiz. Başka bir ifade ile kültürel farklılığı kabul etmek, bir son değil; bir başlangıçtır.”(4)  

NOT: Konu ile ilgili daha geniş bilgi için benim “Evrensel Ümmetçiliğe Doğru”( Ank. 2016) adlı kitabıma bakabilir.

‘İslamcılık’a Reddiye: Rahmani Siyaset

Siyaset, Platon’un (Bilge Kral), Sokrates’in, Aristo’nun (muakkipleri Farabi-İbn Sina ve İbn Rüşt) ve Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ortaya koyduğu gibi ya “Pratik Ahlak”tır; ya da Firavun’un, Neron’un, Hitler’in… ortaya koyduğu gibi, Şeytanlıktır (istiğna-istikbar). Dünya tarihi, bu iki kategorizasyona göre okunabilir. Rejimler de bu iki saik ile kurgulanır. 

Laikliğin, Avrupa’da kurumsallaşmış din olarak Kilise örgütünün ortaçağlar boyunca siyaseti de kapsayarak hayatın bütün alanlarını kontrol etmesi ve insanlara işkence uygulamasına karşı bir aksülamel olarak ortaya çıktığı malumdur. Aydınlanma felsefesi ve Fransız devrimi, Kiliseyi ve ortaya koyduğu Katolik din anlayışını eleştirerek onu kamusal alandan, devlet örgütlenmesinden dışarı yani sivil toplum alanına geriletti. Buradaki temel saik’in aklı özgürleştirmek ve devlet örgütlenmesini Kilisenin dogmalarında uzaklaştırmaktı. Seküler, kavramının “dinsizlik” değil; Kilisenin dışındaki alan anlamına geldiği bilinmektedir. Felsefi düzeyde (Aydınlanma felsefesinde) diğer taraftan dine karşı bir reddiyenin-düşmanlığın geliştiği de bilinmektedir. Demokrasiye geçildikten sonra din, kendini Kilise dışında “Muhafazakâr” siyasi akım olarak siyasette devam ettirmeye çalıştı. Liberal politik görüş, dine karşı kayıtsız davranırken; seküler bir etiğe dayanan sol siyaset, dine karşı menfi bir tutum sergilemiştir. Latin Amerika’da gelişen “Kurtuluş Teolojisi” ise, kendini politik olarak ifade etmiştir. 

İslam dini ve toplumu, tarihsel koşulları gereği siyasal bir kategori olarak doğmuştur. Politika-üstü dini-ahlaki (iman-salih amel) bir mesaj, Arapların direnişi-düşmanlığı ve reddi yüzünden politik niteliği yoğun olan bir içeriğe evrilmiştir. Böylece İslam, Araplar içinde bir “iç-savaş” sürecinde doğmuştur. Bu, Allah tarafından öngörülmüş bir gerçeklik değildir; tarihsel-toplumsal koşulların yarattığı mümkinattatan bir sonuçtur. Bu süreçte müminler, daima barıştan yana olurken; Müşrikler ve Yahudiler, savaştan yana olmuşlardır. Müslümanlar da, kendilerini koruyarak siyasal bir toplum ve devlet olarak bu süreçten çıkmışlardır. Arapların şiddete teşne tabiatı, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra siyasetin yine “Hilafet” adı altında fakat fiilen “iç-savaş” olarak devamını doğurmuştur (Cemel-Sıffın-Kerbela, Hârre… savaşları ve katliamları). Aynı tabiat, daha sonra Müslüman toplumun “Fütuhatçı/Ganimetçi/Gaspçı” olmasını intaç etmiştir. Tebliğ ile İslam’ı yayma yerine, siyasi ve coğrafi genişleme, kendini cihat, i’la-i kelimetullah ve nizam-ı alem kavramları ile “dini” olarak nitelemiş olsa da; dini saik, siyasi ve iktisadi saiklerin yanında sadece bir unsur olmuştur. Diğer taraftan, Arapların kabileciliğe teşne olmaları, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra siyasetin “Kabile/Kureyş” asabiyetine dikişlenmesini doğurmuştur. Dört halifenin dördü de Kureyştendir. Kur’an, siyasal sorunların “Şura”, emaneti ehline verme ve adalet ilkeleri ile; iktisadi hayatı ise özel mülkiyet, helal kazanç, zorunlu vergi (zekat) ve gönüllü bağış (infak) ile yürütülmesini salık verirken; Muaviye, İran ve Bizans’tan etkilenerek kabile/aile hakimiyetine dayanan “Saltanat” yapısına geçmiştir. İktisatta ise özel mülkiyetten devlet mülkiyetine, ticaretle birlikte “ganimet” ekonomisine geçilmiştir. Emevilerin haraç konusundaki tutkuları bilinmektedir. Kur’an’da tescillenmiş olan “özel mülkiyet” yerine (örneğin: Karun’a “nerden buldun?” diye sorulmamıştır.28/76-82); fetihler ile elde edilen büyük toprak mülkiyetinin “Devlet” elinde kalması, Müslüman toplumlarda devleti ve siyaseti tek hengamonik güç haline getirerek bireyin, özgürlüklerin ve hukukun gelişmesinin önünü tıkamıştır. 

Bu süreçlerin içerisinde din olmuştur. Ancak, dinin tavsiyeleri, kalıcı kurumsal yapılara kavuşturulamamıştır. Din, “şeriat” ve “tarikat” kavram ve kurumları ile sivil ulema tarafından (fıkıh, kelam, tefsir, hadis, tasavvuf) toplumun içinde sürdürülmüştür. Siyasal yapı (saltanat), şeriat-tarikat ve ulema-meşayıh’tan etkilenebildiği oranda dinin sınırları içinde kalmıştır. Bu süreç zarfında siyasal erkin aleni olarak dini değer, kavram ve kurumlara atıf yapması (Allah, İslam, Şeriat, Peygamber, Hadis-Sünnet…vs), yer yer iç-savaş, din sömürüsü, totalitarizm ve dogmatizm olarak aktualleşmiştir. İmparatorluk yapılarını böyle özetlemek mümkündür. İslam imparatorluklarında –gayri müslimler dahil(zımmilik)- halkların temel insan haklarına (can, mal, namus, din, dil, mülkiyet…) fazlaca dokunulmamıştır. Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan sonra, İslam dünyasında –Batıdan etkilenerek- milliyetçiliğe dayanan laik ulus devletler kurulmuştur. Bunların tamamı tek parti, kabile veya askeri diktatörlüklerdir. İkinci Dünya savaşından sonra Batıdaki devlet/rejimler, laik-demokratik hukuk devlet yapısına evrilmiştir. İslam dünyasında böyle bir gelişme olmamıştır. 

“Rahmaniyet”, insanlığın denenme sürecinde -mucize ile desteklenen peygamberleri red ve inkâr eden toplumların adalet gereği cezalandırılması olan, “olağan üstü hal” dönemleri hariç (2/57,9/70, 30/9…)-, insanların karşılaştıkları kötülüklerin, kendilerinin sebebiyet verdiği nedenlerden dolayı olduğu (42/33); bunun dışında Allah’ın rızık/nimet konusunda herkese “eşit” davrandığı; Allah’a ve insanlara karşı zulmedenlerin cezalarının “Ahiret”e ertelenmiş olduğu (14/42) anlamına gelir. Benim, İslam dünyasına önerim, Allah’ın Rahman sıfatı, nasıl ki dünyada mümin-kafir ayrımı yapmadan herkese “eşit” muamele ediyor; aynen onun gibi, siyaset ve devletin, Rahmaniyyet’in bir tecellisi olarak, ülke sınırları içinde bulunan her din ve dilden vatandaşlarına karşı tarafsız, adil, hakkaniyetli ve eşit davranmasıdır. Bu, Batıdaki “Laiklik” ve “Hukuk Devleti” ilkelerine karşılık gelir. Birincisi, seküler iken; benim önerim dinsel-teolojik saikledir. İkincisi de, Şura ilkesinin gereği, yönetim süreçlerine bütün vatandaşların aktif ve sorumluluk bilinci ile katılmasıdır. Bu da, Batıdaki “Demokrasi” ilkesine karşılık gelir. Demokrasi, seküler bir prosedür iken; benim önerim yine dinsel ve teolojik saiklidir. 

Kur’an’daki hukuki pozitif (Hudud) yasaların günümüzde geçerli olup-olmadığı sorunu, -benim Kur’an anlayışıma göre- hukukçuların gerekçelendirmeleri gereken bir anlam/bilme(maslahat-illet- maksat-hikmet) sorunudur; yoksa sanıldığı gibi dogmatik bir “iman” sorunu değildir. Bu da, siyaseti değil; hukuk problematiğini ilgilendirir (yorum ve bilgi/düşünce) sorunudur. Kur’an açısından siyaset, hukuk ve iktisat süreçlerinin “Büyük-sevaplar” veya “Büyük-günahlar” olarak dinsel oldukları izahtan varestedir. Ancak, bu süreçlerde sorun çözen-sorumlu kişilerin kendilerini dinin “temsilcisi” olarak görmeleri durumunda, değindiğimiz tehlikelerden kaçınılamıyor. Benim önerim, bu alanlarda sorun çözme makamında olanlar, aynen Allah (Kur’an) ve Hz. Muhammed (Hadis-Sünnet)in yaptığı gibi, insanların onurunu ve maslahatını koruyan (makasıdu’ş-şeria) önerilerini bize gerekçeli olarak, yani akla-vicdana, maslahata, hikmete yaslanarak açık ve aleni olarak getirsinler ki, onlara itiraz etme ve düzeltme hakkımızı kullanalım. Bu öneri, şu ayetlere uygundur: “Hakkında bilgin olmayan husuların peşine (körü körüne) takılma; çünkü göz, kulak ve kalp (yani bilgi aktları. İG) Ahirette bundan sorumlu tutulacaktır (17/36). “Onlar, sözleri dinler ve en güzeline uyarlar.”(39/18) “Onlar (müşrikler): ‘şayet dinleseydik veya düşünseydik, cehennem ehlinden olmayacaktık.’ derler.”(67/10)  

Kamu hukukuna ilişkin hak ihlalleri, hem hukuk devletinde hem de şeriatta devlet tarafından cezalandırılır. Bireysel dini tercih ve bireysel ahlak sorunlarına gelince, hem hukuk devletinde hem de İslam’da buraya devlet karışamaz: “Doğruluk ve sapıklık, dince ortaya konduktan sonra, dinde zorlama yoktur.” (2/256). “Sen (Hz. Muhammed/mirasçıları olan ulema), sadece hatırlatıcısın; sen onların üzerinde zorba değilsin.” (88/22). 

Devlet, toplu halde yaşayan insanların güvenlik, adalet ve refah ihtiyaçlarından doğmuştur. Bu ihtiyaçlar da sınırları olan bir yerde, şehirde ve ülkede siyaset aracılığı ile yerine getirilir. Dinin temel problematiği iman-küfür, adalet ve zulümdür. Siyasetin formel, temel problematiği dost ve düşman ayrımıdır. İslam’a göre devlet vazifelerini yerine getirirken (siyaset) dost-düşman ayrımını adalet ve zulme göre yapar. Diğer siyasetler bu ayrımı dine (teokrasi), dile/ırka (ulus-devlet) veya çıkara (kapitalizm) göre yaparlar. 

Allah, Rahman ve Rahimdir. Rahman sıfatı ile Allah, yeryüzündeki hayat düzenini, insanın “denenme” sürecini “adalet” ilkesine göre yürütür. Rahim sıfatı ile de Dünyada ve Ahirette inanan insanlar ile özel ilişkiye girer. Rahim sıfatı ile müminlere muamele etmesi, denenmenin Rahmaniyetin tecellisi olan “adalet” ilkesine bağlı düzenini bozmaz. Müslümanların kuracağı “Devlet” düzeni, Allah’ın Rahman sıfatının yeryüzündeki tecellisidir. Müslümanlar kendi aralarında birbirlerine karşı Allah’ın Rahîm sıfatı ile muamele edebilirler; kafirlere ve zalimlere karşı muameleleri “Rahman” sıfatının tecellisi (adalet) ile olur (48/29). Rahmaniyet, dünyada şöyle tecelli eder: “Kim dünyanın acil menfaatlerini isterse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadar veririz…; kim de, Ahireti talep eder ve onun için çalışır ise, onun hakkettiği karşılık da verilir; Rabbinin lütfu, onlara da, bunlara da yasaklanmış değildir.” (17/18-20). Müslümanların yönetiminde olan devlette “dinde (iman, ibadet, bireysel ahlak) zorlama yoktur” (2/256). Kamu hukukunda ise, her toplumda/devlette olduğu gibi, adaletin ve kamu maslahatının gereği olarak zorlama (Hukuk) vardır. İslam, ne seküler (dinsiz) bir devlet; ne de dini bir teokrasi önerir. Din/İslam ile devlet arasındaki ilişki ne “kardeşlik” ilişkisi; ne de devlet dinin “uzantısı”dır. Dinî devletin de, dinsiz devletin de sicili İnsan Hakları açısından temiz değildir.  

Devlet, dinin/İslamın önerilerinin bir kısmını (adalet) yerine getiren şeffaf bir aygıttır. Devlet olmadan da İslamın bir kısmı (iman, ibadet ve bireysel ahlak) yaşanır. Müslüman olmak için devlet zorunlu değildir. Siyaset ve devlet adil, güvenli ve refah içinde bir toplum kurma ideali olarak İslam’ın bazı değerlerinin pratize edilmesidir. Devlet, memlekette/sınırlar içinde yaşayan, dili-dini-kökeni ne olursa olsun, bütün vatandaşlarına karşı eşit mesafede (yakınlıkta-uzaklıkta)dır. Devlet ve siyaset, kendi sınırları dışındaki insanlar ile de (dış politika) adalet açısından ilgilenir. “Zarar vermek ve zarara uğramak doğru değildir (La darara vela dırara.)” Hadisi, dış politika ilkesidir.  

Laiklik, dinden doğabilecek tehlikelerin önüne geçebilir; ancak milliyetçilik/ırkçılık (ulus-devlet) dininden doğan insan harcamaları ve zulümler, iki asırdır devam ediyor. Milliyetçilik dininden de laikleşmemiz gerekiyor. Devlet, hasbelkader çoğunluk olan etnik gurubun/ırkın malı/manivalesi değildir. Çoğunluğun dilinin “Resmi dil” olması, ayrı bir mevzudur; maslahat icabıdır. Devlet ve siyaset, ülkedeki bir etnisite/ırk/dil adına kurulup yapılmamalı. İnsanlar dini, dili ve çıkarı aşarak devlet idaresinde “Rahmaniyet” derecesine ulaşmalılar artık. Seküler, Milliyetçi, Liberal, Kapitalist, Demokratik “Ulus-Devlet”, iddia ettiği evrensel, adil “Hakem” rolünü dayandığı metafizikten (Agnostisizm veya Nihilizm) ve dost-düşman ayrımı kriterlerinden (çıkar-milliyetçilik) dolayı yerine getirememiştir. Rahmaniyet metafiziği, buna müsaittir. Devletin dini adalettir. İslami açıdan, siyaset yaparken Tanrı’ya, Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e açıktan, aleni atıf yapmak, bunların “adına” konuşmak/davranmak din istismarı, dogmatizm, totalitarizm ve bunların akabinde “iç-savaş” çıkarma potansiyeli taşıdığı için (tarihsel olarak bunun Hıristiyanlıkta ve İslam’da epeyce örneği mevcuttur) doğru değildir. Batıda “Laiklik” çözümü bundan doğmuştur. İslamın (veya başka bir dinin) değerlerine inanabilirsin; onları ayakta tutmaya çalışabilirsin; ama, onlar “adına” konuşmaya, mücadeleye, münakaşaya girilmemeli; çünkü, oradan çıkış yok. Bizim önerdiğimiz “Evrensel İslami Ümmetçilik”, bütün bu handikapları aşma teşebbüsüdür. 

Türkiye’nin Kronikleşmiş ‘İç-düşmanlık’ Yaraları ve Tedavisi

Türkiye’de halkın kahir ekseriyeti huzur-sükûn, güven, refah, dayanışma ve birlik-bütünlük isterken; mevcut bazı politik-ideolojik ve dinsel-teolojik tutumlar, bunu parçalamaktadır. Bunları başlıca üç madde halinde toplamak mümkündür. 

I-ÇATIŞMALAR 

1-Etnik-Milliyetçi Çatışma 

Bu çatışma ve düşmanlık durumu, Devlet ile PKK arasındadır. Türkiye devletinin, milliyetçi ideolojiye dayalı olarak “Ulus-Devlet” halinde kurulup bu devlete “Türk” kimliği ve dili verilmesi, bu topraklardaki gayri Türk etnik grupların çoğunluğu tarafından benimsenip içselleştirildiği halde en büyük grup olan Kürtler tarafından tamamıyla benimsenmedi ve 1980’lerden itibaren PKK ortaya çıktı. Bu çatışma, modern Ulus-Devlet’in ontolojik ve etik doğasına içkindir. Çünkü ulusal sınırlar içinde egemen olan etnik-dilsel grup -veya onun adına hareket edenler-, diğer azınlıkları kendinde eritmeye mecburdur. Diğer türlü, onlar da devlet isteyeceklerdir. Avrupa-ABD ve Rusya bu sorunu, Federal, Kon-Federal, Özerk Yönetim ve Eyalet sistemleri ile nispeten çözmüştür. Diğer (Doğu) toplumlar ve devletler çözememişlerdir. Sorun devam etmektedir. 

2- Teolojik/Dinsel-Politik Çatışma 

Bu Çatışma, AK Parti ile FETÖ arasında yaşanmaktadır. Bu çatışma, Osmanlıda olduğu gibi, meşru-merkezi siyasi hegemonya ile kendinde güç hissettiği zaman ortodoksiye 19 kez başkaldıran Mehdi-Şeyh merkezli Tasavvuf/Tarikat arasındaki kavganın devamı olarak yaşanmıştır. 17-25 Aralık, Tape’ler, 15-Temmuz, FETÖ’nün iktidardaki AK Parti’ye karşı giriştiği politik çatışma ve düşmanlık örnekleridir. Daha sonra, AK Parti, FETÖ üyelerini yakalama ve yargılamalarla buna cevap verdi. 

3- Politik-İdeolojik Çatışma 

Bu çatışma, AK Parti ile CHP’nin tabanlarından ziyade politik kadroları ve medya trolleri arasında yaşanmaktadır. CHP, Ulus-Devlet’in ideolojik savunucusudur. AK Parti ise, devrimler esnasında ideolojik-teolojik mağduriyete uğrayan muhafazakâr halkın-kitlenin temsilcisidir. Muhafazakâr kitlenin Menderes (DP), Demirel (AP), Erbakan (MSP-SP), Türkeş (MHP) ve Özal (ANAP) gibi temsilcileri, Ulus-Devletin bekçileri olan CHP ve Askeri Bürokrasi (Vesayet Rejimi) ile doğrudan politik çatışmayı göze almamışlardı. AK Parti de, ilk on yıllık iktidarında bunu göze almamıştı. Daha sonra Fethullah ile işbirliğine girerek bu rejimi tasfiye etmeye giriştiler. Bundan sonra, CHP’nin politik kadroları ile AK Parti’nin politik kadroları ve medya trolleri arasında militan bir münaferet ve “düşmanlık” durumu oluştu. 

II-ÇATIŞMALARI AŞMA 

1- Türkiye (Anadolu), Osmanlı imparatorluğundan Türklerin hâkimiyetinde kalan son toprak parçası olduğu için, Türkler, buranın parçalanmasına asla izin vermeyeceklerdir. Kürtler ise, Irak ve Suriye’de oluşturdukları “Kanton”lardan birini de Türkiye’de oluşturmak istemektedirler. “Ulus-Devlet”, onların da ideali olmuş durumdadır. Bu vaziyette bu çatışmayla nihaye devam edecek gibi görünüyor. Çatışmayı çözmenin yolu, Türkler ile Kürtlerin tarihsel, kültürel, duygusal, dinsel ortak kimlik özelliklerine yaslanarak, onların istediği onursal-dilsel kimlik haklarının kendilerine iadesidir. Bundan ötesi, nâdanlıktır. Benim “Evrensel Ümmetçilik” ve “Rahmani Siyaset” dediğim teorinin gereği budur. Ulus devletin ideolojik aygıtlar (okul, polis, ordu, üniversite, sosyal bilim, hapishane, çekirdek aile, milliyetçilik) kullanarak ülke sınırları içinde bulunan etnik ve dinsel grupları tornadan geçirerek aynılaştırma politikası, zorbalıktır ve ahlaken yanlıştır. Ulus Devlet çağında –Küreselleşmeye ve Turizme rağmen- Ülke sınırların içinde yaşamaya mahkûm/mecbur olduğumuza göre ve yaşam bir “yolculuk” ise; “Aynı Gemide” yolculuk yapmak zorunda olduğumuz gerçeğinden kalkarak, medeni bir yaşama kuralları raconu (Anayasa-Toplum Sözleşmesi) yapabiliriz. “Geniş Aile” dönemlerinde “Evde-Yuvada” yaşıyorduk; şimdi “Çekirdek Aile” olarak “Yurtta, Otelde, Gemide” kalıyoruz. 

2- FETÖ ile AK Parti arasındaki politik çatışmanın teolojik temellerine “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” kitabımda yeterince değinmiştim. Osmanlı döneminde “Tarikat”, Cumhuriyet döneminde ise “Cemaat” tarzında örgütlenen dinsel gruplar, devlete destek oldukları gibi; epeyce de köstek olmuşlardır. Bular, Devlet içinde “devlet”; Din (İslam) içinde “din (mistisizm)”dirler. Osmanlı dönemindeki yaklaşık otuz ayaklanmadan 19’u tarikatlar tarafından çıkarılmıştır. Bu yapıların “Batınî” epistemolojileri, hiyerarşik örgütlenme tarzları ve katı dinsel-dogmatik tutumları, egemen bir devlette daima “güvenlik” problemi teşkil etmektedir. Egemen devlet tarafından bunların” “Güvenlik Eşiği” tahmin edilemediğinde isyan girişiminde bulunmaktadırlar. FETÖ olayında da aynısı tekrarlanmıştır. Demokratik bir yapıda bu tür yapıların şeffaf ve denetlenebilir bir pozisyonda tutulması esastır. Ayrıca İlahiyat Fakültelerinde Osmanlı döneminde devletin neredeyse “ortağı” olan bu yapıların akademik bir analizi ve teolojilerinin sıkı bir yapı sökümünün yapılması gerekir. Yarın, bir başka Tarikat veya Cemaatin FETÖ tarzı bir eyleme girişmeyeceklerine kimse garanti veremez. 

3- Modern Ulus Devlet öncesi (Osmanlıda) “Devlet” tarafından değil; otoritesini çoğul ulemanın oluşturduğu “Şeriat” tarafından “oluşumu sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir halde birbirine karışmasına izin vererek; bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar boyunca sürmüş” (Wael Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019 s 174) kimliğin (Ahali-Teba), Ulus Devlet tarafından, son derece radikal-sert yaptırımlarla (devrimler-cezalandırmalar) bir örnek ‘vatandaş’a dönüştürülmesi (“Vatandaş, Türkçe konuş”) gayri Türk unsurlarda ve muhafazakâr halk yığınlarında ciddi travmalar yaratmıştır. Bu travma, halkta herhangi bir isyana dönüşmemiş olsa da, ciddi uçuklamalar-içerlemeler yaratmıştır. Osmanlı “Millet Sistemi”nde bütün kimlikler, özgürce oluşmuş ve özgürce yaşamışlardır. Modern “Türkiye”de de -Resmi Dil Türkçe olmak kaydıyla- mevcut dillerin korunması ve konuşulması hatta “Ana dilde eğitim” bile mümkündür. Yeter ki, “birlikte/ümmet (maslahat icabı birliktelik) olma” iradesi sarsılmasın. 

4- 1950-2000 arasında muhafazakâr halk, kendini temsil edecek “lider”ini aramış ve iki binlerin başında da bulmuştur. Bundan sonra da taleplerini daha sahici/siyasi olarak aramış ve almıştır. Bu tutum, “Vatandaşlaşmış” seküler bireylerde bu lidere, onun bürokratik siyasi kadrosuna ve medyadaki temsilcilerine (nam-ı diğer “troller”ine) karşı bir hınç-düşmanlık durumu yaratmıştır. Buna devletin ekonomik imkânlarının el değiştirmesinin yarattığı kıskançlık, kin, nefret ve düşmanlığı da ekleyelim. 1925-2000 arasında muhafazakârlık Türkiyede “dip dalga” olarak sürekli varlığını sürdürür iken; laiklik/sekülerlik “yüzey sörfü” olarak var oldu. 2000 sonrasında muhafazakârların iktidarda ortaya koydukları dinsel-ahlaki performans, Laikliği/sekülerleşmeyi (“Deizm “tartışmaları) dip dalga; muhafazakârlığı yüzey sörfü haline dönüştürdü. 

5- İmparatorluk yapı tarzlarının dağılmasından sonra İslam dünyasında oluşan seküler “Ulus Devlet” yapıları Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan, Afganistan…da “İslami Ulus Devlet” yapılarına dönüştü ve Ulus Devletin ideolojik aygıtları (okul, üniversite, polis, medya, ordu, hapishane, aile ve din eğitimi…)  yani  “Kimlik Teknolojileri” ile yeknesak “mümin” bireyler oluşturmaya çalıştılar. Hepsinde de benzer ahlaki-politik sorunlar, iç-çatışmalar ortaya çıktı. 2010’un başlarından itibaren de Türkiye’de benzer öykünmeler olmaya başlandı. Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik”  bakış açıma göre “Devlet”, Şeriatın umumi maksatları olan insanların can, mal, din, nesil ve onur (namus)unu korur (makasidu’ş-şeria). Devlet’in “şiddet tekeli” ve egemenlik (yönetme) hakkını meşrulaştıran hususlar bunlardır. Kimlik oluşumu, sivil olarak topluma bırakılmalıdır. (Ulus veya İslami) “Devlet” aygıtının ve “Siyasi Otorite” nin zorla, kapatarak, eğip bükerek (okul-eğitim) “kimlik” oluşturma hak ve yetkisi olamaz. Din ve Tanrı gibi soyut bir varlığın insani-teolojik bir imajına/resmine/tasavvuruna “mutlak olarak O olduğu” vehmi ve devlet aygıtı ile buna uygun toplum veya insan yetiştirme gayreti, kaçınılmaz olarak şiddeti ve totalitarizmi (İslamcılık) doğurmaktadır. Dinin örgütlenmesi (Kilise, Diyanet, Tarikat, Cemaat, Parti…) müminlerin “Profesyonelleşmesi” dir. Oysa sahici dindarlık, amatör bir ruh gerektirir. CHP ve Ak Parti, jakoben, militan, toplum mühendisi, mücahit/muvahhit karakterleri ve “Devlet” sopası, maşası, okulu, hapishanesi, polisi, ordusu…ile insan eğitmekten ve “makbul vatandaş” yetiştirmekten vazgeçmelidirler. “Milli Eğitimin” ahlaken meşru tek gayesi olabilir: İnsanın “insan” olma potansiyel kabiliyetlerini açığa çıkarma ehliyetini onlara kazandırmak. Gerisi, “Allah, kerim”: Kendiliğinden gelir. 

İslamcı Muhafazakârların Ahlaki Performansının Teolojik-Politik Kökenleri Üzerine

Modern Ulus-Devlet’in, -M. Foucault’un vukufiyet ve derinlikle analiz ettiği gibi- bürokrasi, okul-üniversite (sosyal bilimler), adliye, parlamento, polis, ordu, hastahane, hapishane, çekirdek aile ve milliyetçilik ideolojisi ile “disipline” edici; “benlik teknolojileri” ile devlete bağlı yepyeni ve seküler bir birey/vatandaş (maneviyatın yitirilmesi- benliğin parçalanması ve esaslı bir narsisizm) ve toplum yaratmaya giriştiğini herkes bilir. Türkiye Cumhuriyeti de bu minval üzere kurulmuştur. Oysa Ulus Devlet öncesi (İmparatorluk) toplumlarında bireyin oluşumu, “sosyal, ruhsal, ahlaki, ekonomik, ve politik faktörlerin yavaşça, hatta belli belirsiz bir şekilde birbirine karışmasına izin vererek, bu süreçte içten içe gelişen ve sosyal temelli bir mantıkla yürütülen dâhili denge ve denetleme mekanizmaları yaratarak yüzyıllar ve hatta bin yıllar boyunca sürmüştü.” (Hallaq, Wael. İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. s 174) 

Türkiye Cumhuriyeti, çökmüş olan Osmanlı imparatorluğundan devraldığı kozmopolit “Ahali/Teba”yi tek-tip “Vatandaş” haline dönüştürmek için bahsi geçen ideolojik aygıtlar ile çalışırken; bin yıllık kadim kültür ve dini değerlerin taşıyıcıları olan ahalinin kahir ekseriyeti, buna (vatandaş olmaya) karşı bir direnç gösterdi. Kadim kültürün hukuki (Şeriat), bilimsel (Medrese), politik (Hilafet-Saltanat) ve dilsel (Alfabe-Osmanlıca)…maddi formları “devrimler” ile devre dışı bırakılırken; kimliğin ontolojik-manevi kurucu unsuru olan popüler Din (Tarikatlar), yeraltına çekilerek buna direnç gösterdi. Bir müddet sonra yeni formlar (Cemaatler) da ekleyerek varlığını sürdürdü. Yetmişli yıllardan sonra da politik (parti) ve kültürel (Vakıf, Dernek- İmam-Hatipler) formlar ekleyerek gelişmesine devam etti. Bu durumda yani Şeriatın (iman-ibadet ve ahlaka dayanan hukukun/fıkhın) ilga edildiği bir zeminde yeni biçimlenen Ulus Devlet ve oluşturulmak istenen “vatandaşlık/cemiyet”, muhafazakârların nezdinde epeyce bir oranda “gayri meşru” kaldı. 

1950’ye kadar tek parti, 1960’tan sonra da askeri bürokrasi/vesayet rejimi ile Ulus Devlet bir yandan, bahsi geçen “ideolojik aygıtları” (L. Althusser) eliyle yeni vatandaşı yetiştirmeye çalışırken; öte yandan muhafazakâr direnişi hukuki yasak ve kültürel aşağılamalar ile (gerici-şeriatçı-ayağı çarıklı…) bastırmaya çalıştı. Muhafazakâr taban (Tarikat-Cemaat-Parti-Dernek, Vakıf…), aleni bir isyan girişimine teşebbüs etmeden önce, “Takiyye” ile devlete karşı bir duruş-karakter geliştirdi. 2000’lerin başlarında “idare-i maslahatçı” ılımlı merkez-sağın çökmesi ile de, 1970’lerde bulduğu dinsel/mistik “Mehdi” ve bir de çatal yürekli-karizmatik politik lider bularak devleti ele geçirdi. Daha sonra bu iki şahıs arasında politik-teolojik bir çatışma çıktı (15-Temmuz Darbe Girişimi). Politik lider (Halife/Sultan), halkın desteği ile dinsel Mehdiyi püskürttü ve iktidarını pekiştirdi.  

Burada bir parantez açıp şu hususu belirtmek gerekir: İktidar, FETÖ darbesinin, ABD işbirliği ile Türk devletinin, Türk milletinin yıkılmasını ve parçalanmasını hedeflediği sonucunu sürekli dile getirirken; bu oluşumun ve teşebbüsün, iktidarla paylaştığı teolojik (Sünnilik-Sufizm) kökleri-sebepleri üzerinde durmaya ve bunu sorunsallaştırmaya asla yanaşmamaktadır. 

Demokratik seçimler ile muhafazakâr tabanın (%50) desteğini alan karizmatik lider (Sayın Erdoğan) Türkiye’yi yaklaşık yirmi senedir idare ediyor. Son dönemlerde Ak Partinin bürokratik kadrosunun ve siyasi ekibinin ahlaki performansı üzerine toplumda ciddi tartışmalar yapılmaktadır. Aşağıda bu durumun teolojik ve politik sebepleri üzerinde duracağım. 

A- Teolojik nedenler: 

1- Antropolojik olarak, bir dinin kurucu tecrübesinin üzerinden uzun zaman geçince (İslam için 1400 sene) kendiliğinden bir iman ve ahlak kaybı yaşanır. Kur’an, kendinden önce “Kitap Ehlinin (Yahudi-Hristiyan)” bir gerçeği olarak bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur. (57/16). 

2- Sünniliğin inanç/akide konusunda kurucu-öncü mezhebi olan “Mürcie”, yanlış bir yorum ile Kur’an’daki canlı “iman”ı, ölü itikat (tasdik) ile karıştırdığı gibi; İbn Teymiyye (Kitabu’l-İman, Kahire, tarihsiz, s. 63vd) ve T. İzutsu’nun vukufiyetle ortaya koydukları gibi, Kur’an’da iman ile ahlak arasında “kopmaz” bir bağ olduğu halde; Mürcie, bu bağı koparmıştır. (T. İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar, çev: S. Ayaz, İst, 1984, s. 268 vd). Fazlurrahman da bu konuyu Kur’an çerçevesinde ele alan müstakil bir makale yazmıştır (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev: Adil Çiftçi, Ankara, 1997, s. 1vd.) Bu hakikatin; Hariciliğin ahlaki ameli, imanın “parçası” sanarak yaratmış olduğu tekfir kampanyası ve katliam furyası ile hiçbir ilişkisi yoktur. Mutezile, imanı olduğunu söylediği halde, ahlakı olmayanlara “Mümin” sıfat vermemiş; onları “iki arada bir derede/isimsiz-sıfatsız (el-menziletu beyne’l-menzileteyn)” olarak nitelemiştir. Mürcie’ye göre: “Lailahe illallah” diyen, cennete gider. Bu yorum, Hariciliğin yaratmış olduğu terörü ortadan kaldırmış olsa da; bu light/beleş kimlik tanımının, Sünni dünyada hem imanın, hem de ahlakın zayi olmasına ciddi düzeyde sebebiyet verdiği, tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yüzden, tarih boyu doğru-yanlış ölü bir itikada sahip olan herkes, kendini mükemmel “mümin” sanıp, canlı ve doğru (dogmatik olmayan, gerekçeli) bir iman etme gayretine girmemektedir. 

3- Sünnilikte “ahlak” sponsorluğunu Tasavvuf ve Tarikatlar üstlenmiştir. Tasavvuftaki “ahlak”ın, Kur’an’daki hali ile (Takva-Salih/Dürüst Amel) ilahi- kamusal bir sorumluluk değil; dünyadan bir kaçış (Züht), ahlaki koşulsuz bir hümanizm ve ilahi bir “aşk” problematiği olduğu bilinmektedir. Sabri Ülgener’in ortaya koyduğu gibi, -Selçukilerde olmasa da- Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar, toplumun dünyaya/hayata (politika-iktisat) karşı mesafe bilincini zayıflatarak-çürüterek onun çökmesine zemin hazırlamışlardır (Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İst, 1981, s. 52vd.) 

4- Tarikat ve onun taklidi olan Cemaatlerdeki insan tipinin, karizmatik/dinsel bir lidere koşulsuz boyun eğen, toplumun tümüne (cemiyet) değil; grup üyelerine karşı aşırı (E. Fromm’un ifadesi ile “ensest” düzeyinde. Psilakaliz ve Din, çev. Ş. Alpagut. İst, 1990, s. 82) bir bağlılık yarattıkları bilinmektedir. Fetö olayı, bu gerçeğin yalın bir ifadesidir. Teolojik dogmatizmin (taklit), mistik narsisizm veya mazoşizm ile birleşmesi, bu sonucu doğurmuştur. 

B- Politik nedenler 

1- Ulus-Devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin rejim ve ideoloji (sekülerizm) değişimi, muhafazakârları, kendilerinin olduğuna inandıkları “devlet”in zorla ellerinden alındığı inancından hareketle, ona karşı bir mesafe koyup; “Takiyye” yaparak onu ele geçirmeye çalışırken; “Harp Hiledir” hadisini, bu Takiyye’yi meşrulaştırmanın mesnedi olarak okudular, yorumladılar. 

2- Ulus-Devlet, bir Burjuva ideolojisi olarak, monarşiye karşı savaşıp “Hukuk”u, kendi haklarını garantiye almak ve çıkarlarını korumak için oluşturmuştu. Osmanlıda “Şeriat” –Kadıları her ne kadar siyasi erk atasa da- sivil ve ilahi bir otorite olarak toplumun haklarını koruyordu. Benim “Rahmani siyaset” dediğim, budur. Şeriat’ın ilgasından sonra muhafazakârlarda “Hukuk” veya “Kamu” alanı-kavramı oluşamadığı için, devleti “kendi”leri sanıp siyasi tahakküm peşinde koştular. Bu durumda Yasama ve Yargı (Hukuk) siyasi erkin (yürütmenin)/liderin uhdesinde (vicdanında) toplanmış oluyor. İslam toplumlarında “Hukuk (Şeriat) vurgusu, “Rahmaniyet (Ahlak-Adalet)” olarak İlahiliği/Allahlığı ifade ederken; salt siyaset vurgusu, “Kadir-i mutlak (Güç)” olarak İlahiliği/Allahlığı (Zillullahi fi’l-ard) ifade eder. Şeriat kategorisi, birincisine; “Ulus-Devlet” kategorisi, ikincisine delalet eder (Hz. Ömer ve A. Hitler). Devlette ve dünyada, hakem ve oyunun kuralları olmadan maçın nasıl geçebileceği tahayyülü ile Hukuk olmadan siyasetin nasıl geçtiği aynıdır. 

3- Muhafazakâr tabanın yıllarca devlet imkânlarından uzak kalması, Türkiye’nin bilim ve teknoloji üretememesi yüzünden endüstri devrimine geç kalması ve sanayi sponsorluklarının seküler kesimlerce paylaşılmış olması, muhafazakâr tabanı, devletten sosyal yardım ve hizmet almaya; onların siyasi-bürokratik temsilcilerini de, “Rant-Emlak” ekonomisine sevk etti. Böylece ihalelerden (%lik) ve havadan/gökten (Emsal) para kazanmaya yöneldiler. 

4- Ulus-Devlet’in, muhafazakârların bazı dinsel-sembolik değerlerini (Ezan, Kur’an öğrenimi, Başörtüsü) kamu kurumlarında yasaklaması, muhafazakâr tabanı temsilcilerinin kamusal ahlaki performansına bakmaksızın, onların “alınlarının secdeye varması”na fit olmaya sevk etmiştir.  Hoş, 1960-1980 arası yaşanan yoğun iç göç esnasında ortaya çıkan “Gecekondu” olayı, muhafazakâr halkın kendisinin, “Kamu hakkı”na ne kadar saygılı olduğunu da gösterir. 

5- Batıda “Vakıflar”, zenginler tarafından kurulup kamuya, devlete, herkese hizmet (hayır/iyilik) vermektedirler. Muhafazakârların kurdukları vakıflar ise, siyasi iktidar tarafından devletten/kamu kaynaklarından finansa edilip, politik-ideolojik olarak belli bir kesime hizmet etmektedir. Bu durumda Vakıf, herkes için “hayır/iyilik” olmaktan çıkıp; “Bizim” için politik “güç” anlamına kaymış oluyor: “Medreseleri ve Tarikatları destekleyen büyük vakıfların kurucularının zengin yönetici elit olduğu, herkesçe bilinen müsellem bir gerçekti. …Onların motivasyon kaynağı, iktidarlarını halkın karşısında meşrulaştırmak; hizmet alanların motivasyonu ise, çaresiz ihtiyaçlarıydı.”(Hallaq Wael B. İslam Hukukuna Giriş. Çev: N. Kızılkaya.İst. 2018. S 90-91.) 

Sonuç olarak, Cumhuriyet rejimi, hedeflerine tam ulaşamadığı gibi, bahsi geçen nedenlerden dolayı muhafazakâr ahali ve temsilcileri de sahip olduğunu iddia ettiği İslami değerlerden (iman-ahlak-hukuk) hayli uzak mesafelerde birbirleri ile kavga halindeler.