Türkiye’de Siyaset ve “Fırsatçılık” İlişkisi

Son dönemlerde kiralarda, gıda ve emtia fiyatlarında enflasyonla orantılı olmayan bir artış yaşandı. Bunu, ev sahiplerinin ve esnafın “Fırsatçı”lığı olarak niteleyip ahlaksızlık olarak eleştirdik. Fırsatçılık özü itibari ile hakkaniyete uygun olmayan, fahiş fiyat artışı, kurnazlık, ne pahasına olursa olsun başarı, acımasızlık, “Acırsan, acınacak duruma düşersin” anlayışıdır. Fakat kimse, bu davranışın, bu kadar yaygınlaşmasının kaynağını sorgulamadı. Ben, bunun, Türkiye’de yirmi küsur yıldır yapılan siyaset tarzının, halka sirayeti olarak görüyorum. Gel ki halkımızın genetiğinde fırsatçılık biraz vardır: “Salla başını, al maaşını”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, Bedava pekmez, baldan tatlıdır.” gibi deyimler, bu gerçeği ortaya koyar. Trafikte sürekli şerit değiştirmeyi itiyat haline getiren; mevsimlik fiyat indirimlerini “Vurgun” diye reklam yapan bir zihniyet, fırsatçıdır.

Kartalkaya otel yangınından sonra 400 TL olan yangın tüplerinin birden 700TL ye fırlaması, fırsatı “ganimet” e çevirme becerisidir. İcat çıkarma(S. Bayraktar örneğinde olduğu gibi), üretim, emek ve ticaret yerine; yağma-talan-ganimet kültüründen/itiyadından geliyor oluşumuzdan dolayı Belediyeciliği, imar ve inşaatı, şehirciliği, madenciliği “köşe dönme/ganimet” vesilesi yapmamızı doğuruyor.

Olayın doğru anlaşılması için, el an yapılan siyasetin genetiğini çözümlemek gerekir. Bunun için de yakın tarihe bakmamız gerekir Kültür Devrimi, tarihte çok az sayıda siyasetçinin ve ülkenin teşebbüs ettiği “skandal” düzeyinde bir eylemdir. Fransız Devrimi (Jakobenler), Çin(Mao)in kültür devrimi ve Rusya’nın (Lenin-Stalin) kültür devrimi. Bir de bizimki. Türk kültür devrimi, işlevi bitmiş bir çok kurumu tasfiye etme girişimi olduğu gibi; aynı zamanda halkın kurucu kimliğini oluşturan bazı dinsel değerlere (zülfiyare) dokunmuştur. Diğer devrimler neyse de; kimliğin kor unsurlarına ikna yolu ile değil de, zorla dokunmak, halkta doğal olarak bir içerleme-uçuklama doğurmuştur. Şapka giymediği gerekçesiyle bir âlimi asmak, aklın alacağı bir şey değildir. Devrimciler, başlangıçta kurdukları “İstiklal Mahkemeleri”, daha sonraki “Yassıada Yargılamaları” ve yaptıkları “Darbeler” ile muhaliflere “iç-düşman” muamelesi yapmışlardır.

Türkiye’nin tarihinde “Hukuk”, büyük ölçüde hakkaniyetin tezahürü değil; devrimcilerin ve onlardan rövanş almak isteyenlerin siyaset yapmak için aracı/aparatı/sopası/iti olmuştur: “Kanun/Kararname Devleti”. Oysa “Hukuk”, maşeri vicdanın kahir ekseriyetinin ikna olduğu, itminan bulduğu sığınaktır.
N. Fazıl Kısakürek, yazılarında ve şiirlerinde Devrimcilerin yaptıklarını “Müstevli”lerden daha beter olarak görüp onlara karşı “kin”ini canlı tutmayı önerir. Devrimcileri “Kubur fareleri” ne ve “Maymun”lara benzetir. Hasılı o da devrimcileri, muhafazakâr halk yığınlarına “iç-düşman” olarak lansa eder.

Türkiye’de Devrimin böylesine bir travmaya dönüşmesinin nedeni, yapılan değişikliklerin, devrimcilerin gözünde tümünün doğru, çağdaş, işlevsel ve ileri adımlar olduğu inancı; muhafazakârların nezdinde ise, devrimden önce var olan kavram, kurum ve geleneklerin (şeriat, tarikat, hilafet) tümünün doğru, iyi, olması gereken ve kutsal olduğu inancıydı. Her iki tarafın entelektüel ve aydınları, içinde bulundukları dogmatik kuyudan çıkıp veya kaleden inip; birbirleri ile müzakere ederek, ortak bir bileşen/sağduyu yaratamadılar.

Sayın Erdoğan, Necip Fazıl’ın sadık bir takipçisidir. Siyasi ideolojisini büyük ölçüde Necip Fazıl’ın fikir ve hamaseti oluşturur. Siyaset ise, Sünni gelenekte savaş, hile, (Harp, hiledir; siyaset, savaştır) kurnazlık, kumpas, pusu, takiyye, yalan… olarak görülür. “İlm-i siyaset”in anlamı “Hile”dir. Doğruyu doğrudan söylememe ve yapmamadır. Sünniliğin siyasal babası Muaviye, Makyavelli’nin önde gidenidir. Siyaset, uzun süredir böyle bir anlayış ve psikoloji ile yapılınca; bu durum, kendiliğinden vatandaşa sirayet eder. Zira ”Hal, sâridir.” Araplar, İranlılar veTürkiye toplumu, tarihsel-kültürel olarak öndere, hakana-kağana, padişaha, sultana büyüğe, imama bakar ve ona bağlıdır: “En-Nas, ala din-i mülukihim=İnsanlar, yöneticilerin dinine bağlıdır.” “Balık, baştan kokar”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır; baş da Allah’a”, “İmam, bilmem ne yaparsa; cemaat da, bilmem ne yapar.” Siyaseti “fırsatçılık” olarak yapanlar, ekonomik alanda vatandaşın kendilerini yansılamasını eleştirme hakları yoktur.

İslami açıdan meseleye bakacak olursak, dış siyaset, toplumun güvenliğini sağlamak ve “Biz”im için kurulan tuzakları boşa çıkarmaktır. Başkalarını tuzağa düşürmek, saldırganlık, gasp, işgal ve sömürü haramdır. İç siyaset ise, toplumun refahını ve adaleti temin etmektir. Siyaset, “din dili” üzerinden değil; adalet, maslahat üzerine kurulur. Devletin dini adalettir. İçerde ve dışarda “Biz ve Öteki” ayrımı, iman-küfür üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden kurulur. Rahmani siyaset, Rahman olan Allah’ın inanan ve inanmayan kullarına adaletle muamele ettiği gibi muamele eder. Hukuk ile siyaset arasında şöyle bir ayrım yapılabilir. Hukuk, Rahmaniliğin yeryüzünde tecellisidir. Siyasete gelince, elbette siyaset, zorunlu bir faaliyettir. Ancak dikkat edilmediği takdir de Şeytanlık ve Tağutluğa kolayca kayabilir. Hatta şeytan, bu işi “Allah” ile aldatarak yapar (31/33, 35/5, 57/14).

Demokrasilerde siyaset, “rekabet ve yarış” olarak icra edilirken; etnik, dinsel ve ideolojik toplumlarda “dost-düşman” ve “hain-vatansever” jargonları ile yürütülür. Türkiye, ikinciden birinciye henüz evirilemedi.
Vatandaşlık düzeyinde “Narin Cinayeti”, Sağlık sektöründe “Yeni Doğanlar Çetesi”, Turizm sektöründe “Kartalkaya Otel Yangını”, Siyasette “Sinan Ateş Cinayeti”… örnekleri Türkiye’de “fırsatçılık” olarak siyaset ve ekonominin geldiği yeri gösterir: İhmal, inkâr, inat, insafsızlık.

Sonuç olarak, -yeri geldiğinde- kendimiz ve biz aleyhine de olabilecek, hakkaniyete/hukuka/adalete dayalı yeni bir “Kendi” ve “Biz” oluşturamadığımız sürece, burnumuz pislikten çıkamayacak.

Tanrı’yı “Öldürmek” ve Allah’ı “Kullanmak”: Cesaret ve Kurnazlık

1. Tanrı’nın Öldürülmesi

Yunanlar ve pagan Romalılar, kendilerinde bulunmayan bir niteliği Tanrılarına vermezlerdi. Tanrıları, doğalarının ve içgüdülerinin bir yansımasıydı. “Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Sekülerleşme onun kaderidir; “kahramanlık”, başlıca yaşam duygusu; tragedya ise, nihai amacı.”… “Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları, özellikle dinamik hareketli ve etkindir. Roma, erkinin doruğunda kendini böyle hissetmişti. 16’ncı yüzyıldan sonraki German Roma Batı’sında da bu prototip egemen olmuştur. Son dört yüzyılın Prometheusçu Batı kültürü, bu prototipin iyi bir örneğidir” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete Tuçay. İst. 1972. S.117). Orta Çağ’da Kilise’nin yarattığı Tanrı imgesi böyle değildi. İnsanın bedenine/biyolojisine adeta düşmandı. Kilise, bir “ruhbanlık”tı. Nietzsche, Kilise’nin yarattığı bu Tanrı imgesini şöyle eleştirir: “Hristiyan Tanrı kavramı -hasta tanrısı olarak tanrı, örümcek olarak tanrı, tin olarak tanrı- yeryüzünde ulaşılmış en yoz tanrı kavramlarından biridir; belki de, tanrı tipinin batış sürecindeki en düşük seviyeyi temsil eder. Tanrı’nın, yaşamın aydınlanması ve ebedi ‘evet’i onaylamak yerine, yaşamı çelecek kadar yozlaşması! Tanrı’da yaşamın ve yaşama isteğinin düşman ilan edilmesi!” (F. Nietzsche, Deccal. Çev: Oruç Aruoba. İst. 1995. S.29).

Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi süreçleri ile Batı, Kilise’nin yarattığı din (Hristiyanlık) ve Tanrı imgesini reddederek, asli kökleri olan Yunan ve Roma’ya geri döndü. Nietzsche, bu süreci Prometheusçu, kahraman insanın bir “düellosu” olarak veya “Tanrının öldürülmesi” olarak niteler. Nietzsche, kaçık adamın, Tanrı’nın ölümünü pazaryerinde ilan edişini şöyle anlatır: “… Kaçık adam, onların ortasına atılıp bakışları ile onları delip geçerek: ‘Tanrı, nerede?’ diye sorar; şunu da söyleyeceğim; onu biz öldürdük -sizlerle ben-. Onun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık; denizi kim içebilir? Bütün ufku silmemiz için elimize bu süngeri kim verdi? Güneşinin zincirlerinden koparırken, biz, ne yaptık yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya; biz, nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere, geriye, öne, yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? ‘Üst-alt’ kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu hissetmiyor muyuz? Giderek daha çok gece daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmamız gerekmiyor mu? Hava giderek soğumuyor mu? Tanrı’yı gömen mezar kazıcıların yaygarasından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı’nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı, çok çürüdü. Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü! Tanrı öldü gitti!…” (M. Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” Sözü. Çev: L. Özşar. Bursa. 2001. S.16) Tanrı’nın ölümünden sonra Avrupa’da (Utulitarizm/J.S Mill-J. Benham) ve Amerika’da (Pragmatizm/W. James-J. Dewey) ahlak ve din felsefesi, Hristiyanlığın peşine takıldığı Yeni-Platoncu “Gerçek/Hakikat” arayışı olmaktan çıkıp “Bugünü nasıl daha zengin bir geleceğe dönüştürebiliriz?” arayışına dönüşmüştür. (P. Watson, Hiçlik Çağı (Tanrı’nın Ölümünden Sonra Dünya). Çev: B. Mete-D. Eraş. İst. 2024. S.69)

2. Allah’ın Kullanılması

Kur’an: “Dikkat edin, şeytan (ğarur=ayartıcı), sizi, Allah ile aldatmasın” (31/33, 35/5, 57/14) uyarısında bulunur. Bu günah, müşriklerin içine düştükleri: “Allah’ı(n kişiliğini/karakterini) gereği gibi doğru takdir edememek” (6/91, 22/74, 39/67) yüzünden işlenir. Bu günahı, Müslümanlar da, başlıca üç şekilde işlemişlerdir.

a) Kadercilik: 

Kadercilik, cahil veya art-niyetli insanların, Allah’a saygı ve tazim adı altında ona iftira atmalarıdır. Kur’an: “Allah’a iftira atandan daha zalim kim olabilir?” (6/21, 7/37, 10/17…) diye, bu suçu işleyenleri kınar. Sünniliği büyük ölçüde belirleyen Eş’arilik, bu günahı işlemiştir. Oysa Allah, Kur’an’da baştan sona kadar, kendi-külli iradesinin, insanın cüzî-iradesine bağlı olarak tecelli ettiğini vurgular. İslam düşünce tarihinde Mutezile ve Maturidilik, bu görüşü dile getirmeye çalışmıştır. Allah’ın karakterini yansıtan “Esma-i Hüsna”yı “Sünnetullah” çerçevesinde yorumlamaya çalışmışlardır. (Geniş bilgi için bkz. İlhami Güler, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu. Ank. 1998.) Merhum Mehmet Akif, Safahat adlı manzum eserinde Sünniliği belirleyen Eş’ariliğin kaderciliğinin şekillendirdiği mümin/müslim tipini şöyle eleştirir:

……….

“Demek ki: her şeyin Allah…Yanaşman, ırgatın O;

Çoluk-çocuk, O’na ait: lalan, bacın, dadın O;

Vekil-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O;

Alış, seninse de; verişten mesul olan O;

Denizde cenk olacakmış, gemin O, kaptanın O; 

Ya ordu lazımmış, askerin-kumandanın O;

Köyün yasakçısı, şehrin de baş muhassılı O;

Tabib-i aile, eczacı… hepsi hasılı O;

Ya sen nesin? “Mütevekkil”! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir; ne saygısızlık bu!

Hudâ’yı kendine kul yaptı; kendi oldu Hüdâ;

Utanmadan da “Tevekkül” diyor bu cürete… Ha?” 

(M. Akif. Safahat. İst. 1985. S.268)

……….

b) Kaldıraç

Kur’an’da Cihat ve Fütuhat, İslam toplumunu mütecaviz saldırılardan korumak ve İslam’ın barış ortamında yayılmasını (tebliğ) sağlamak için önerilmiş iken; erken dönemlerden itibaren Araplar, bu iki kavramı istismar ederek, kendilerine ekonomik gelir (ganimet) ve siyasal nüfuz elde etmek için bir “kaldıraç” olarak kullanmışlardır. Kur’an’ın nazil olduğu dönemlerde Müslümanlar ile “sürekli düşmanlık ve savaş durumu”nu müşrikler yaratmış; Müslümanlar, savunma-korunma durumunda iken; daha sonraları geliştirilen, zulüm yerine, “küfr”ün “düşmanlık” sebebi olarak vazedilmesi ve gayrimüslimlerle “sürekli savaş” (Daru’l-Harp) hali ilan edilerek, durduk yerde etrafa saldırı yapmak meşrulaştırılmıştır. Komutanlar, ganimet ve kabile asabiyeti saikinin karışık olduğu din savaşlarında (cihat-fütuhat), askerlerine: “Allah, Allah” nidaları ile hücum-saldırı emri vermişlerdir. Hatta sükûnet/barış/anlaşma halinde bile, her bahar bir sefere çıkılması gerektiği yönünde fetvalar verilmiştir. Vergi gelirleri düşmesin diye, insanların “Müslüman” olmaları, hoş görülmemiştir. M. A. Cabiri’nin, Arap Aklının Siyasal Yapısı adlı kitabını okumak, “Fütuhat-Cihat”taki Kabile, Ganimet ve Dinin yerini/oranını görmek için yeterlidir. Benzer motivasyon, -bir yönü ile- göçebe ve asker Türklerde “Gazâ (ğazve=baskın, saldırı, talan, işgal)” kavramı ile dile getirilmiştir. Köroğlu’nun: “Eğri kılıç, kınında paslanmamalıdır” deyişi ve “Gazi” kavramının “Şehitlik” ile akrabalandırılması, “Ganimet Ekonomisi” ile din-İslam-Allah arasındaki ilişkiyi ifade eder: “Hay’dan gelen, Hu’ya gider.”

c) Kisb-i Kâr/Rant

Türkiye’de son 25 yıldır din/İslam (Allah), büyük ölçüde siyaset aracılığı ile ekonomik kâr/rant elde etmek için kullanılıyor. Kendini bilen dürüst dindarları tenzih ederim. “İnşaat ya Resulullah!”, bu süreci ifade eden bir deyimdir. İşin iyice cılkı çıktı. Görünüşte ve sözde: “din-iman-Allah”; gerçekte ise, “han-hamam”. Şeytan, insanları “Allah” ile aldatıyor; insanlar da mümin kardeşlerini “Allah” diyerek aldatıyorlar. Rahmetli Y.N. Öztürk’ün Allah ile Aldatmak adlı kitabı, bu durumu gözler önüne sermektedir. İroniye bakın ki kitabın çıktığı ilk hafta kitapçıya almak için gittiğimde, kitabın kapağında “23. Baskı” yazıyordu. İhale verdiklerinden aldıkları “rüşvet”in -“komisyon” mu demeliydim?- günahını sildirmek için, müteahhide “cami” inşa ettiriyorlar (“Minareyi çalan, kılıfını uydurur”). “Bakara-makara” diyerek, adam kandırıyorlar. “Vakıf” özel mülkiyetin “kamu” hizmetine tahsis edilmesi iken; -Osmanlı dâhil- Türkiye’de kamu mülkiyetinin özel mülkiyete tahsis edilmesi anlamına geliyor. “Kitleler, Tanrı’yı kandırma (“kullanma” mı deseydi?) peşindedir” (Spinoza).

Allah ile Hakiki İlişki: Misak/Ahit/Akit (Sözleşme)

Tanrı’nın “öldürülmesi” (Nietzsche’nin tasvir ettiği Hristiyan Tanrı), bir “istiğna”yı gizlediği gibi; bir yanı ile de bir dürüstlüğü, mertliği, cüreti, düelloyu ifade eder. Ancak, Müslümanların yaptığı (Allah’ı kullanma), -bir tür kurnazlık olarak- onların yaptığından daha az kötü bir şey değildir. Kur’an, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi “korku-umut” (havfan ve tamaaen, rağaben ve rehaben) üzerine kurar. Buna “takva” da diyebiliriz. Allah’ın şahsiyetini (Esma-i Hüsna/Sünnetullah) ve her konudaki hükmünü doğru/gereği gibi takdir etme kaygısı. Sürekli tetikte ve teyakkuzda olma durumu. Kendini/vicdanını kandırmama titizliği. Kül yutmama, uykusuz-uyanık olma. Söylenene kulak kesilme ve gözünü/gönlünü açık tutma hali. İnsana yüklenen “emanet/sorumluluk”, göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten sakındığı kadar ağırdır (33/72). Allah ile insanlık arasındaki ilişki, özgür iki irade arasında gerçekleşen bir sözleşmedir (7/172). Başlangıcı “kulluk” ilişkisi olsa da; gelişmesi “dostluk/velayet” ilişkisidir (Kastımın, Tasavvufta geliştirilen ve Hristiyanlıktaki “aziz”lere benzeyen “velilik” ile bir ilişkisinin olmadığını belirtmek isterim).Tersi ise, istiğna/şeytanlık olarak O’na meydan okumak (Batı’nın durumu) veya hevaya uyma/hayvanlık olarak, onu kandırmaya/kullanmaya çalışmaktır (İslam dünyasının durumu). Özetle, “Dinini tilkiden (kurnaz) öğrenirsen; tavuk yemeyi sevap sanırsın” demişler.

Taliban-İŞİD ve HTŞ: Ya da “Samimiyetten Doğan Dehşet”

Bu örgütlenmeler, görünüşte Afganistan’da ve Ortadoğu’da yabancı işgali veya yerli seküler diktatörlüklere karşı İslami enerji/iman ile oluşmuş kristalleşmelerdir. Daha derinde ise, ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratlarının ta başından beri manipülasyonlarına açık halde, bu enerjiyi dünyaya “Terörist” olarak gösterme stratejilerini içinde barındırır. Petrol ve Doğalgaz rezervlerini kontrol etmek için, dini enerji/iman, etnik asabiyet, Araplara, İran’a ve Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Kürtler de, ikinci bir aparat olarak kullanılmaya başlandı. Bu genel tespitten sonra, bu örgütlerin dinsel bağlamını analize geçelim.

1-TALİBAN

Taliban, Pakistan’ın “Hint Atmosferli” Sünnî-şeriatçı toprağında büyümüş ve Sovyetler Birliğinin işgaline karşı “Cihat” etmiş ve onları yıllar sonra hezimete uğratıp, çekilmek zorunda bırakmıştır. Bu başarıda ABD’nin, Rusya’nın burnunu sürtmek için Taliban’a verdiği desteği de unutmamak lazım. Afganistan’ı daha sonra ABD işgal etmiş; aynı akıbete kendisi de sürüklenmiştir. Bu başarılarda Taliban’daki İslam’dan gelen özgürlük, onur ve şehadet motivasyonlarını teslim etmek gerekir. Taliban’ın, bunun dışında üç bileşeni daha vardır. Birincisi, coğrafyanın dağlık olmasının doğurduğu sertlik; ikincisi, yoksulluğun doğurduğu sertlik. Üçüncüsü ise, düşünce yerine taklit/kesin-kör inancın samimiyetle birleşmesinden doğan dinsel coşku. Bu üçüncüsü, hepsinden önemlidir. Seküler bir devlet, eğer demokrasi ve hukuk ile dolayımlanmamış ise; diktatörlük ve işkence doğurur. Ancak, kesin inanç, cehalet ve samimiyetle donanmış bir “dinsel” örgüt veya devlet, Tanrı veya din/şeriat adına idam ve istibdat üretir. Cehaletin, samimiyet ile birleşmesi, hainlikten bin beter sonuçlar üretebilir. Hristiyanlık tarihinde Kilise, İslam tarihinde Hariciler, Yahudi tarihinde Siyonizm, bunun örnekleridir. Yakın Türkiye tarihinde oluşan “FETÖ” olayı, bunun başka bir örneğidir. Bütün ısrarlı analizlerime rağmen; olay, örgütün İslam başta olmak üzere, millete, devlete karşı “hainlik” e bağlandı. Oysa kendi samimi zanlarına göre, -ABD ile işbirliği içinde-“Allah Rızası” için, “Hainlik” ettikleri, Ak partisi ve Sayın R. T. Erdoğan idi. Samimiyetin (niyet), ahlak/din için “gerekli” şart; fakat yeterli olmadığı, bir türlü anlaşılamamaktadır. “Yeterli” şart, bilgi ve sonuçlardır: “İnneme’l umuru/amalu bilhavatım (İşler, sonuca göredir)” (Buhari).

2-İŞİD

İŞİD’e gelince, Bu örgüt, Taliban‘a benzer şekilde –“El-Kaide”den evrilme- Saddam diktatörlüğü döneminde işkenceye, baskıya, zulme maruz kalmış Sünni halkın hınç duygularının/içerlemenin/uçuklamanın, -büyük ölçüde- ABD ve İsrail istihbaratları tarafından manipüle edilerek Irakta Şii-Kürt hegemonyaya; Suriye’de Esad diktatörlüğüne karşı harekete geçirilmesiydi. Bu örgütlenmenin de iki farklı bileşeni daha vardı. Birincisi, Avrupa’daki yabancı-İslam düşmanlığının ve Türki cumhuriyetlerdeki şeriat özlemcisi gençlerde doğurduğu hınç ve militanlara vadedilen para (Dolar) ve cariye idi. İşlevi bittikten sonra imha edildi.

3-HTŞ

HTŞ’ye gelince, İŞİD’den evrilme çeşitli örgütlerin oluşturduğu bir koalisyondur. İdlip ve Halep’i ele geçirmişlerdi. Rusya’nın desteği ile Esat, bunları Halep’ten çıkardı. İdlip’de üstlendiler ve orada kendilerince “İslami/Şerî” bir yönetim oluşturdular. Başta İsrail’in Esad’ı destekleyen İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki kollarını kırması ve ABD’nin de Ukrayna’da -Esad’ı destekleyen- Rusya’nın kollarını kırması, Esad’ı “dayanaksız” bıraktı ve HTŞ, Suriye’nin Esat egemenliği altındaki bölgeyi kolayca/elini-kolunu sallayarak ele geçirdi. Bu başarıya –daha doğrusu boşluk doldurmaya- bir “Devrim” demek, ne kadar doğru, tartışılabilir. İsrail’in, Suriye’nin mevcut askeri ve ekonomik gücünü imha ettikten sonra bile olsa, HTŞ’nin yönetimi devralması, hayırlara vesile olabilir. Esat’ın, Sünni halka yaptığı işkence ve zulümlerin sona erdirilmesi, hayırdır. Şii İran’ın, bu kadar zalim ve işkenceci bir adama bu kadar süre ile destek vermesi akıl, izan, insaf, vicdan, din, iman, İslam ile izah edilecek bir şey değildir. İran’ı mağlubiyeti, İsrail’in teknik/silah üstünlüğüne bağlı olduğu gibi; mazlumların ahı da tutmuş olabilir.

Her üç örgütün mücahit/militan figürü “Kara/Kaba Sakallı”lıktır. Gür, kara/kaba-ak, uzun sakalın birbirinden farklı metaforik olmak üzere üç fenomenolojisi vardır: 1- Bilimsel-Felsefi merakın doğurduğu kendini kaybetme/esrime (Marx-Engels,Darvin…). 2- Bilgelik (“Aksakallı”). 3- Dinsel kesinlik (şeriat) kasvet/kabalık/karanlık, karizma. Bu örgütlerde “sakal” şehadet ile birlikte şeriatı simgeler. Her üç örgütün de doğduğu coğrafyalara baktığımız da, “cihat” ettikleri karşıt güç ABD, Rusya, İsrail, Esat, Saddam… gibi zalim odaklardır. Özgürlük ve onur için savaşmışlardır. Sonrasında kurdukları yönetim ise, “Dogmatik Şeriat”tır. Yönetimleri dinsel/teokratik olduğu için yaptıklarını – buna idam ve istibdat da dâhildir- , kendi adlarına değil; Allah, Şeriat, İslam adına yapmaktadırlar. İslam tarihinde “Hariciler” ve Hristiyanlık tarihinde “Kilise” de, yaptıklarını, -büyük ölçüde- “Allah Rızası” için yapmışlardı. Bu dönüşümün, bölge halklarına, barış, huzur ve güven mi; yoksa ABD; İngiltere ve İsrail’e bölgeyi kolayca kontrol imkânı mı sağladığı meşkûktür.

HTŞ, Suriye’de Taliban ve İŞİD’in yaptığı gibi bir yönetim kurarsa, tâ başta, Haricilerin yaptığı gibi, yönetmenin ölçüsünü sübjektif bir “yorum (“La hükme illalillah”)” olacak yani “takva-tekfir” üzerine kurmuş olacak. Hz. Ali, Hariciler’in slogan haline getirdikleri bu ayet parçası/bölümü/ifadesi için: “Kavlun sahih; yuradu biha el-Batıl=”Söz” doğru; fakat “yorum” yanlış.” demişti. Bunun da, -kendiliğinden- “Devlet” denen aygıtın, mümin/mücahit/militan dolayımı ile bir şiddet makinasına/sarmalına döneceği, açıktır. Oysa Suriye-Irak coğrafyası, binlerce yıldan beri yüzlerce etnik ve dinsel gurupların beraberce yaşadığı bir yerdir. İslam imparatorlukları, bu halkları, barış içinde yönetebilmişlerdir.

Modern Devlette politik alanda dinsel kavram, kurum ve değerlere aleni atıf yapmanın doğuracağı üç handikaptan kaçınılamaz: 1- Dogmatizm/kesinlik duygusu. Zira konuşan ve karar veren, kendisi değil; Allah, İslam ve Şeriattır. 2-Totaliterlik/Şiddet. Devleti deruhte edenler, bunu, kendi hevaları(!)na göre değil, Allah, Şeriat ve İslam adına yaptıklarını söylemektedirler. Hakikati “temsil” ettiğine inan “Mücahit”, hep iktidarda kalmak için, ötekileri aşağılar ve onları ezmeye çalışır. 3- Din İstismarı. Muaviye’nin, Hz. Ali ile yaptığı savaşta: “Aramızda Kur’an hakem olsun” deyip, askerlerinin süngülerinin başına Kur’an yaprakları taktırmasında olduğu gibi. İstismar kaçınılmazdır; zira biz insanların kalbini yarıp bakamayız.

4-SONUÇ

Kur’an, siyasette emaneti ehline vermeyi, adaleti ve şurayı emreder. Şeriatın maksatları da (Makâsidu’ş-Şeria): Malın, canın, ırzın/onurun, dinin/din hürriyetinin ve aklın/düşünme hürriyetinin korunmasıdır. Dinde zorlama yoktur. Kimse kimseyi tekfir etmeyecek. Yönetim, iman-küfür üzerine değil; adalet-zulüm çelişkisi üzerine kurulur. Ben, buna “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” diyorum. Uygulaması da şöyle: İslam davasını içselleştirmiş mümin, bana: Allah, Ayet, Kur’an, İslam ve şeriat kavramları ile değil; yani “Din dili” kullanarak değil; Allah’ın ve Peygamberinin yaptığı gibi maslahata dayalı, makul (kalb-i selim) ahlaki gerekçeli bir dil kullanacak. Her şey içtihat (şura) ve icma (oydaşma) ile karara bağlanacak kurallar (hukuk) ile yürütülecek. Her konuda eleştiri (muhalefet), itiraz serbesttir. Kamu alanında şiddeti, ancak yasalarla kendine yetki verilmiş devlet kurumları, -kurallara bağlı olarak- uygular. Bu bağlamda, Batının geliştirdiği “Hukuk Devleti”, “Kuvvetler Ayrılığı”, “Anayasa”, “Demokrasi” ve “Laiklik” ile benim “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat” kavramlarının bir çelişkisi yoktur. Çelişki, Dünya Görüşünden, Metafizik Çanaktan, Dava/İdeolojiden (içerikten) kaynaklanır. Gavur’un yaptığı alet kullanılır. Bahsettiğim kavram ve kurumlar “prosedürel” süreçlerdir.

Türkiye’nin İslam dünyasına yapacağı iyilik, bahsettiğin “Rahmani Siyaset” ve “Dinamik Şeriat”ı önce kendisi uygulayıp; daha sonra da, bunu, kardeşlerine tavsiye etmektir. Aksi takdirde, İslam dünyası samimiyetten doğan şiddet-tekfir (dehşet) sarmalından kurtulamayız.

Türkiye’nin Mevcut Gerilimleri/Tansiyonları

Osmanlı imparatorluğunun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir “Ulus Devlet” olarak kurulması, bünyesinde üç genetik tansiyonla mümkün olmuştur. Bu tansiyonlar: 1- Laik/Seküler-Dindar/Muhafazakârlık, 2- Türk-Kürt, 3- Sünni-Alevi farklılaşmalarıdır. Medeni bir toplum oluşturmak için, bugün bu ayrışmalardan birine “taraf” olmak değil; bunların üzerinde bir zekâya ve ahlaki cürete sahip olmak gerekir. Şimdi bu tansiyonları tek tek analiz edelim.

1-SEKÜLER-MUHAFAZAKÂR GERİLİMİ/TANSİYONU

Bu gerilim/tansiyon, insani var-kalma/hayata tutunma (Conatus essendi-Spinoza) motivasyonu ile köklere tutunma/kimlik motivasyonunun doğurduğu bir çelişkidir. Osmanlı siyasal-kültürel bedeninin, kendine karşı Batıda gelişen meydan okumalara zamanında mukabelede bulunamamasının doğurduğu anakronizm/tarih yapamama, kendi modernitesini (tecdit) yaratamamanın doğurduğu bir sorundur. Çöküş sürecinin, bıçağın kemiğe dayanmasının doğurduğu bir sonuç/semptomdur. “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” çabaları ile devlet-toplum kurtarılmaya çalışılmış; fakat başarılı olunamamıştır. O dönemde oluşan “Üç Tarz-ı Siyaset (Batıcılık-Türkçülük-İslamcılık/Osmanlıcılık)”ten yapılan Batıcı-Türkçü sentez, siyasal ve kültürel bir “Devrim” yaparak Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Eski rejimin kavramsal ve kurumsal yapıları olan Hilafet/Saltanat, Şeriat ve Tarikat ilga edilmiş ve yerine Batı standartlarında modern-seküler bir devlet kurulmuştur. Eski rejimin savunucuları ve temsilcileri yurt dışına sürülmüş ve toplum kesimleri ise, küserek içine kapanmış, içerlemiş ve uçuklamıştır. Yeni rejim taraftarları, yapılanların “kaçınılmaz” olduğunu savunurken; eski rejim taraftarları, buna ikna olmamışlardır. Genellikle “Türk” kökenliler, yeni rejime sahip çıkarken, gayrı-Türk kökenliler, “İslam/Ümmet” dolayımı ile karşı çıkmışlardır.

Temel sorun, “kaçınılmaz” olduğuna inanılan veya inanılmayan bu “travmayı/devrimi” sonrasında, makul bir zamanda rehabilite edecek politik-ahlaki entelektüel bir yeteneğin/yeterliliğin/kabiliyetin ortaya konamamış olmasıdır. Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, olduğu gibi devam ediyor olmasıdır. Tarafların, var-kalmanın/hayata tutunmanın ve köklere bağlı kalarak yenilenmenin “tabiiliğini” anlayamamış olmalarıdır. Tarafların dogmatik kalarak hâlâ uçlarda geziniyor olmalarıdır. Kurtuluş savaşının mümtaz önderlerinden biri ve devrimlerin bânisi olan M. Kemal’in “kahramanlığı”nın teslimi ve yaptıklarının doğrusu-yanlışı ile ele alınıp yerli yerine oturtulamamasıdır. O, bir “insan” olmaktan çıkarılarak, adeta bir tapınım nesnesine (Tanrı-Deccal) dönüştürülmüştür. Bu durum, Türkiye halkının düşünce fakiri oluşunun bir göstergesidir. Ne var ki, -yeterli olmamasına rağmen- son dönemlerde bazı “normalleşme” adımları da atılmaktadır.

Rahmetli İlahiyatçı Profesör Hüseyin Atay ve Y. N. Öztürk, Sünni Şeriatçı-Sufiliği içten sert bir eleştiriye tabi tutarak M. Kemal’i, Cumhuriyeti ve Laikliği yeniden yorumladı. CHP’nin genel başkanlığını yapmış sayın Kemal Kılıçtaroğlu, muhafazakâr kesimle “Helalleşme” den bahsetti. Şimdilerde gösterimde olan “Kızıl Goncalar” adlı dizi filmi, bu kronik sorunun çözümlemesi yönünde atılmış bir adımdır. Dizinin kahramanlarından emekli profesör Suavi ve doktor Levent, laikçi-çağdaş kesimin dini maneviyatla ilişki kurmasını; Şeriatçı-Halidi-Nakşi Tarikattan kaçan Meryem, kızı Zeynep ve mürşidin oğlu Hoca Sadi Hüdai, çağdaş-laik devlet yapısı ile barışmayı; Mürşidin torunu Cüneyt, katı mistik-tarikat yapısının doğurduğu “hastalığı”; Babasını (mürşidi) öldürterek posta geçen Vahit katı-şeriatçı, pragmatik, Makyavalist, mafyatik bir kişiliği; Naim ve “La-edri” gurubu ise, cahil-samimi mürit takımını temsil ediyor. Son yirmi yılda Tarikat-Cemaat ve Siyasetin ortaya koyduğu dinsel performans, muhafazakâr kesimde M. Kemal ve Laikliğin yeniden yeni bir biçimde keşfini tetiklemiştir.

2- TÜRK-KÜRT GERİLİMİ/TANSİYONU

Cumhuriyet, “Çağın Ruhu (Zeit-Geist)”na uygun olarak bir “Ulus” yaratma projesidir. Anadolu’da yaşayan Yahudi-Rum-Ermeni-Arap azınlıklar ve Kafkaslardan-Balkanlardan Anadolu’ya sığınan etnik azınlıklar, bu projeye ses çıkarmadılar. “Türk”lüğü ve Türkçeyi kabullendiler. Ancak, Anadolu’nun yerlisi ve diğerlerine nispetle demografisi fazla olan Kürtlerin büyük bir bölümü, yeni duruma razı olmadılar. Türkler ile “Sünnilik” ortak paydasına rağmen, bu rahatsızlığın arkasında, diğer alanlarda eşit vatandaşlık haklarına rağmen, 1- Dillerinin yasaklanması, 2- Birinci Dünya savaşı akabinde Irak-Suriye-İran ve Türkiye sınırları içinde kalan Kürtlerin, -doğal bir motivasyon ile-, buralardan ayrılarak kendilerine bir ulus devlet kurmak arzusu, 3- Süper güçlerin, -kendi çıkarları doğrultusunda- Kürtlerin yaşadığı devletleri istikrarsızlaştırma ve parçalama politikaları vardır. Bölgesel oluşumların geliştiği, küreselleşme ile “Ulus Devlet”lerin ve sınırların eski işlevselliklerinin kalmadığı bir dönemde “Ulus Devlet”, biraz geç kalmış bir taleptir. Ancak, “böl-parçala-yut” taktiğini güden emperyalistlerin işine gelmektedir (Irak-Suriye-Yemen-Libya-Sudan…).

Son otuz-kırk yılda bölgenin ekonomik kalkındırılması başta olmak üzere, Kürtçenin kullanılması doğrultusunda da önemli adımlar atılmıştır (“Çözüm Süreçleri”). Kürtlerin, yoğun yaşadıkları Güney-Doğu Anadolu dışına göçleri ve diğer etnik kökenlilerle evlilikleri (“Kız almışız, kız vermişiz; kirveyiz biz”-Ahmet Arif) “Bölünme”yi fiilen imkânsız kılmıştır. Doğum-Ölüm ve Evlilik törenleri aynı olan halklar, aynı kültürel “Ruh”a sahip oldukları için, “Bölünme” talebi, ancak “İhanet” olarak nitelenebilir. Sorunun çözümü, “Anadilde Eğitim” talebinde düğümlenir. Kürtlerin onur duygularını tatmin için, -birlikte yaşamak kaydıyla- ara bir çözüm bulunabilir. PKK’nın talep ettiği “Özerklik” ve “Konfederasyon” talepleri, ileride bölünmeye yönelik taktik hedeflerdir.

3- SÜNNİ-ALEVİ GERİLİMİ/TANSİYONU

Alevilik, Türklerin, “Araplık”tan kaçarken, Kureyş’in Ali’(ra)sine tutulmaları saflığıdır, düşünce kısırlığıdır. Arapların erken tarihindeki politik bir iç kavgaya Arap olmayan halkların karışması, “taraf” olması, işgüzarlık ve saflıktır. Başka bir toplumun tarihinde gerçekleşse de, politik-dinsel bir kavgada mazlumdan/hakkaniyetten yana olmak, övünülecek bir husustur. Ancak, bundan kişi ve ölüm kültüne bağlı dinsel bir inanç çıkarmak, mitik bir tutumdur. ”Sünnilik” de, -bir yönü ile teolojik olsa da- asli yönü ile yine bu iç-savaşla ilgili “politik” bir oluşumdur. İranlılar, Hüseyin üzerinden Ali (ra) soyu ile kurdukları akrabalık ve kendi milli onurlarını korumak için “Şiiliği (Aleviliği)” bir çözüm yolu olarak buldular. Türkler de, Araplıktan (Sünnilik/Şeriat) kaçmak için “Tasavvuf-Tarikat”ı benimsediler (“Şeriat, bu kuluna kaba geldi; ya resulullah”-Neyzen Tevfik). Bir Türk yazarının dediği gibi: “Arab’ın “Kelâm”ı varsa; Türk’ün’de “Tasavvuf”u vardır.”. Alevi-Sünni münafereti, Osmanlı Devletini baştan sona kadar kesmiş ve uğraştırmıştır. Bu sorun, Cumhuriyet’e Osmanlıdan kalmıştır. Diyanet teşkilatı kurulurken Sünni paradigma üzerine kurulmuş ve bu kurumda Alevilere yer verilmemiştir. Onlar da doğal olarak kendilerini “ikinci sınıf” olarak algılamışlardır. Ak Parti iktidarları döneminde “Alevi Çalıştayları” yapılmış olmasına rağmen, Alevi vatandaşlarımızı tatmin edecek (Cem Evlerinin ibadet mekânı sayılması) bir çözüme yanaşılmamıştır. Alevilik de Sünnilik de tarihsel, dogmatik, anakronik dinsel (kavramsal-kurumsal) yapılardır. Bu münaferet/tansiyon, yabancı istihbarat örgütleri tarafından kaşınarak zaman zaman iç çatışmalara vesile yapılmıştır (Çorum-Kahraman Maraş-Sivas Olayları). Türkiye’de yüzden fazla İlahiyat Fakültesi bulunmasına rağmen, Türkiye toplumunun maneviyat/din-ahlak/vicdan ihtiyacını karşılayacak bir din/İslam yorumu/tecdit/update geliştirilememektedir. Hepsi de Arkeolojik kazı yaparak, söylenenleri tekrar ederek, estetize ederek bir iş (ilim/bilim) yaptıklarını sanmaktadırlar. Rahmetli iktisat tarihçisi Sabri Ülgener ve Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın, Türklerin “Dinsel Aklı” üzerine yaptıkları tasviri-eleştirel çalışmaları dışarda tutuyorum.

SONUÇ

Başta söylediğimi tekrar edeceğim: Medeni bir toplum oluşturmanın yolu, maziye/tarihe takılarak antagonizmaları, münaferetleri, tansiyonları, taraf olmaları ila nihayet sürdürmek değil; bunları aşma zekâsını ve olgunluğunu ortaya koymaktır. Kabile asabiyetini, kan davasını, rövanş duygusunu sürdürmek, marifet değildir; karşı mahalleye el uzatabilmek, empati kurmak; yok olmamak-var kalmak için atılan adımlar ile köklere-kimliğe bağlı kalma ihtiyaçlarını birlikte düşünebilmektir. Devrimlerin saikini anlamaya çalışırken, mevcut dinsel kurumların ve kavramların (Şeriat-Hilafet-Tarikat) hayattan-gerçeklikten/dünyadan (seculum/seküler) nasıl kopup kabuk haline geldiğini anlamaktır. Merhum Mehmet Akif, “Safahat” da bunu anlatır. Halkın bin yıldan beri kimliğinin ontolojik kurucu unsurunu oluşturan dinsel sembolik kapitallerini (Kur’an okumak, ezan okumak, Hacca gitmek, örtünmek…) kısıtlamanın yarattığı içerlemeyi-uçuklamayı anlamaktır. Bir “Hukuk Devleti” oluşturmak ile “Makasidu’ş-Şeria=Malın, Canın, Onurun (Irz-namus), Aklın (düşünme hürriyeti) ve Dinin (din hürriyeti)”nın, “Dinamik Şeriat(İG)”ın aynı olduğunu kavramaktır. Tarihsel bir kahramanı putlaştırmanın veya onu lanetlemenin ötesinde; adam gibi hakkını teslim edebilmektir, hak ettiği yere koyabilmektir. “Yiğidi öldürüp, hakkını vermek”tir. Etnik-dilsel ve dini-mezhebi kökenleri farklı insanların birlikte yaşamak zorunda oldukları yeri(Türkiye) yurt-yuva/ev ve vatan olarak göremiyorlarsa; Dingon’un ahırı, yolgeçen hanı, hamam, otel olarak olarak değil; hiç olmazsa, okyanustaki “Gemi” olarak görmek zorundadırlar. Hainliğin ve korsanlığın alemi yok.

Neden Hukuk Tanımıyoruz?

Tanım-Teori

Hukuk, adalet arayışı anlamında Rahmaniyyetin tecellisi olarak tarafsızlık veya haklıdan yana olmaktır. Haklıya hakkını, haksıza cezasını vermektir. “Biz” demeye en uygun/temel kriter, hukuk ve adaletin terazisidir. Akrabalık, çıkar birlikteliği, inanç birlikteliği gözetmez: “Emaneti/kamusal sorumluluğu-görevi ehline vermek” (4/58), temel prensiptir. “Ey iman edenler, kendiniz (müminler), ana-babanız ve en yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak adaleti ayakta tutun. Zengin veya fakirliği de kriter olarak almayın. Allah, bu hususta onlara sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede nefsinize (içgüdülerinize), kendinize uymayın. Eğer konuyu çarpıtırsanız veya şahitlikten çekinirseniz; Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (4/135). Musa (a.s), kabile asabiyeti yüzünden bir kişiyi öldürdükten sonra, yaptığının yanlış olduğunu anlayınca: “Bu şeytanın işidir; o, apaçık ayartıcı bir düşmandır” (28/15) demişti. Zira; “Peygamberler, kişisel vicdanı, toplumların tarihinde yaşanan olaylarda ifadesini bulan kâinatın manevi düzeni ile yüzleşmeye davet ediyorlardı. Adalet mücadelesi, tarihsel bir eylem meselesi idi. Dolaysıyla peygamberlerin en tutarlı takipçilerinin gözünde kişiler arası eşitlikçi adalet, uygar yaşamın en yüce değeri haline geldi. Öyle ki, gerektiğinde adaleti sağlamak uğruna diğer sanatlardan ve müreffeh bir hayattan bile vazgeçilebilirdi” (Marshall. G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni. Çev: Berkay Ersöz. Ank. 2024. S.160). “İbrahimi ve Mazdacı geleneklerin genel görüş tarzı, cemaat (ümmet) aracılığı ile tarihte adaleti gözetmek diye özetlenebilir. Bütün peygamberler, adil eylemin en üstün dinsel etkinlik olduğunu vurgulamışlardır. Özellikle bireysel kişisel benlik farkındalığı ile ilgilenen Hint kökenli geleneklerin (Mistisizm-Tasavvuf/İG) aksine, -halkçı olsun olmasın- İran-Sami gelenekleri, kişiler arası adalet meselesine önem vermişlerdir” (Marshall, a.g.e., s 174).

Tanrı nezdinde kıymetli-kıymetsiz olmanın iki kriteri vardır: 1-İman-Küfür. 2- Adalet-Zulüm. İnsanlar nezdinde bu kriter tektir: Adalet ve zulüm. Birincisi, Allah ile insan arasındadır; bizi ilgilendirmez (“Dinde zorlama yoktur”, 2/256). Hukukun tecelli etmesi için, bireylerdeki vicdanın diri olması, doğru tartması, bunun için de düşüncenin aktif olması gerekir. Taklit ve kör-inanç, mezhep taassubu yaratır; bu da adalet terazisini bozar.

Devrimci-Seküler “Biz”

Osmanlı Devleti, çöküşüne doğru “Tanzimat” döneminde geliştirdiği “Mecelle” ve “Kanun-i Esasi” ile “Hukuk Devleti” olmaya başlamıştı. Ömrü yetmedi, öldü. Cumhuriyet, bir dizi “Kültür Devrimi” ile kuruldu. 1950’lerden itibaren Batı’ya yaklaşarak hukuk yapmada ve hukuki kurumlar geliştirmede epeyce mesafe almıştı. Ancak, hukuka “uyma” ve “denetleme”de her zaman sorunlar olmuştur. Darbeler, hukuka uymadaki başarısızlıkların bir göstergesidir. Kültürel devrim yaşamış bir toplum olmamız hasebi ile bizde “siyaset”, güç istenci, tahakküm tutkusu, iradesini tenfiz etmek için “hukuk” kavramını, kanun “sopa”sının kılıfı olarak kullanılmıştır. Bu, dün böyleydi; bugün de böyle. Toplumun bütün kesimlerinin ortak maslahatını ve güvenliğini sağlayacak, konsensüse (icma-şura) dayalı bir hukuk yaratma aşamasına gelemiyoruz. Daima “Madem öyle; işte böyle” veya “Sen öyle yaparsan; ben de böyle yaparım” (kin, intikam, rövanş) modundayız.

Mezhebî/Mütedeyyin “Biz” 

Dinî itikat birlikteliği, inananlara kendiliğinden/de facto dogmatik (gerekçe getirmeksizin) bir doğruluk vehmi/zannı yaratır: “Bizden olan, kesinlikle haklıdır.” Mezhep altı “mikro-mezhep”ler olan tarikat ve cemaatlerde de aynı zihniyet egemendir. Bunlar, kendilerinin dinî anlamda “doğru yol”da (sırat-ı müstakim) oldukları zannı ve vehmi ile kolayca “Minareyi (daha küçük bir şeyi değil!) çalıp kılıfına uydurma”, “Hile-i Şeriyye”ler ve “Kitabına uydurmalar”, yani hukuksuzluklar yaparlar. Sözde veya samimiyetle “Allah rızası” için, gözlerini kırpmadan hukuksuzluk ve zulüm işleyebilirler. Çünkü kriter, kendilerinin kör-inançlarıdır; yazılı yasalar, argüman, delil, kanıt değil. Türkiye’de muhafazakârların mağduriyet psikolojisi, hukuka uymada önemli bir handikaptır. “Hizmet Hareketi” namı ile bir “cemaat”in yaptığı “kumpas”ları, “soru çalma”ları vb. hepimiz hatırlıyoruz. Takiyye yapan bu cemaat, 15 Temmuz’da deşifre edildikten sonra, bunların hakkında başlatılan tahkikatlarda “KHK” ile nice yaşın yanında kurunun da -hukuksuzca- yakıldığını, hem de dinî/mezhebî-meşrebî saiklerle bunun yapıldığını biliyoruz. Bu tevkif-tahkikatlarda kılı-kırk yararcasına bir titizlik gösterilmesi yerine; “günah keçisi” ve “şeytanlaştırma” süreçlerinin işlediğini biliyoruz. Tarikatların, “kamu hazinesi”nden “vakıf” adı altında mal-mülk-menfaat devşirmeleri ve bunu onlara “peşkeş” çekenlerin de hile-i şeriyye ve kitabına uydurma makamında oldukları, izahtan varestedir.

Ekonomik-Politik “Biz”

Günümüzde Türkiye’de politik “Biz” yani “Parti” oluşturmanın temel iki saiki mevcuttur: 1- Ekonomik çıkar tutkusu, 2- Politik tahakküm arzusu. Bir zamanların “Politik Yelpaze”si, yani “Merkez, Sağ, Sol” ve “Politik-İdeolojik Üçgen”, yani “Sol-Sosyal Demokrasi-Liberalizm-Muhafazakârlık”, dünyada da Türkiye’de de çoktan Post-Modern, Post-Hümanizm, Post-Truth, Trans-Hümanizm akımlarının un-ufak ettiği anlamsız kategoriler olarak kaldı. 2000’lerin başına kadar Türkiye’de Politik-İdeolojik “parti”lerin olduğunu söyleyebiliriz. Sağda DP, AP, ANAP, Millî Görüş partileri, MHP; solda CHP, sol-sosyalist partiler, Kürt partileri mevcuttu. 2000’li yılların başından itibaren AK Parti, sağ-muhafazakâr “boya”yı sabit tutarak iktisadi çıkar tutkusu (“Biraz da biz ölelim”) ve politik tahakküm arzusuna dönüştü. MHP, mafyöz ilişkilere evirildi; çağdaşlık-laiklik, Atatürk sembolik kapitallerini kullanarak CHP de “anonim şirket”e dönüştü. Kürt partileri, nispeten politik davalarını koruyarak ABD ve İsrail’in “proxy”lerine dönüştü. Bu yapılardaki “Biz”i oluşturan ortak bir ahlaki ülkü, ütopya, dava, ideal ve ideoloji yoktur. Başlıca motivasyon çıkar tutkusu ve güç istenci olduğu için, “hukuk”un esamesi okunmaz. Ülkemizde yalan, kandırma, tükürdüğünü yalama, “dün öyle-bugün böyle”, iki -hatta daha fazla- yüzlülük, kumpas, pusu…,  siyasetin tanımı (“siyaseten”) olarak görülünce; böyle bir ortamda “hukuk” tan bahsetmek, müstehildir. Konfüçyüs’e atfedilen: “Arsızlar ‘güçlü’ olunca; haklılar ‘suçlu’ olurmuş” özdeyişi, durumumuzu epeyce özetliyor gibi. Türk toplumunda “Balık baştan koktuğu” için ve “Hal, sâri olduğu” için; halk da siyasilere bakarak aynı şeyi yapıyor; kendi sorununu, kendi başına veya çeteleşerek çözüyor.

Sonuç

Hukuk yapmanın, yani adaleti tahakkuk/tenfiz etmenin evrensel iki kaynağı vardır: 1- Ahlak 2- Menfaatin altın kuralı olan: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” veya “Sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına da öyle davran”. Batı toplumları, uzun süren din, çıkar ve ırkçılık iç savaşlarından yorgun düştükleri için, -ahlak ile değil- ikinci kuralı keşfederek kurtulmuşlardır. Bizde de hukuk yapacak yeterlikte ahlak ve vicdan olmadığına göre; ikinci kuralı keşfetmek zorundayız. Zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Başka çaremiz yoktur. Aynının/kendinin bilinci, genellikle güç istenci, istiğna, iç-güdü, kör-inanç, refah, arzu, heva peşinde koşar (siyaset). Dinleme, ötekinin sesi-yüzü, başkasının bakışı, ötekinin mağduriyeti-ihtiyaçlarını gözetme, doğru bir “hukuk”a imkân verir. Ancak, bu (ahlaki saik) Türkiye’de şimdilik “imkânsız”. Büyük ölçüde güç istenci ve çıkar tutkusu ile motive olmuş bir “Biz/Siyaset” ekibinin, herkesin/kamunun/hukukun koruyucu kılıcı-meleği olacak yeni ve “sivil” bir anayasa yapma teklifi/talebi siyasi bir manevra, bir ironi, bir şaka-mizah olabilir. Oysa “Uygarlığın sanatlarından biri de, resmen dokunulmaz (Tanrısal-İG) kılınmış olan adalet sanatıydı. Bir yönetici, sadece ihtişamlı bir saraya veya göz kamaştırıcı başarılarla dolu bir sicile sahip olduğu için değil; aynı zamanda adil yasalar koyduğu, hukuku adaletli biçimde uyguladığı için de kendiyle gurur duyabilirdi. Bu itibarla, kişisel vicdani gelişim, uygar sanatlar arasında öne çıkarken; adaleti sağlamaktan duyulan gururun da, daha fazla önem kazanması beklenir.” (Marshall, a.g.e., s.147)

Türkiye’de Dinin Dört Figürle Geri Dönüşü

Osmanlı İmparatorluğu çöktükten ve Kurtuluş Savaşından sonra, Anadolu, tehcir ve nüfus mübadeleleri ile İslamlaştırılarak üniter bir ulus devlet kuruldu. Yüzde 99’u Müslüman olan halka Avrupai bir elbise biçildi-dikildi. Hilafet, Şeriat ve Tarikat ilga edilerek çağdaş-seküler bir devlet yapısı inşa edildi. Dinin itikat, ibadet ve ahlak unsurları Diyanet riyasetine tevdi edildi. Eğitimle de toplum sekülerleştirilmeye çalışıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde mevcut sünni teoloji tartışılmaya başlandı ise de; cumhuriyet döneminde -zaman olmadığı için- bu eleştiriye devam edilmemiş, mevcut dini muhayyile havalandırılmamış, tecdit edilmemiş, külleri üfürülmemiş, bakımı yapılmamış ve halının altına süpürülmüştür. O da, fazla zaman geçmeden geri dönmüştür. Bu dönüşün biri sivil, diğeri politik olmak üzere iki kanadı olmuştur. İkisi sivil, ikisi politik olmak üzere, bu geri dönüşü, başlıca dört figürle/kişi kültü ile izah etmeye çalışacağız.

1-SAİD NURSİ (“NURCULUK”)

Tarikat “ruhu”, Said Nursi’nin öncülüğünde “Cemaat” olarak geri dönmüştür. Said Nursi: “Devir, Tarikat devri değil; Cemaat devridir” diyerek, kendi örgütsüz “örgüt”ünü oluşturmuştur. Bir taraftan, kendi döneminde yükselen Pozitivizmin dine saldırılarını göğüslemek için bir savunma “Kelam”ı oluştururken; diğer taraftan da devletin/rejimin sek/sert/seküler uygulamalarına karşı sivil olarak dini hamiyetle karşı durmaya çalışmıştır. Devletin ısrarla takibatına rağmen; aleni suç işlemeden, legal bir şekilde yazmış ve konuşmuş, “Nurculuk” diye bir teolojik bir cemaat oluşturmuştur. Bu teolojik yeni yorum, onun ölümünden sonra farklı fraksiyonlara bölünmüştür. Hepsi de, sağ hükumetler ile dirsek temasında olarak ve diyaloğa girerek vakıf-dernek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu gruplar, şeriat ve hilafetten teolojik olarak vazgeçmemiş olmasalar da; cumhuriyet ve demokrasi ile fazla bir sorunları olmamıştır. “Risale-i Nur” külliyatını yazarak-basarak, okuyarak, okutarak tebliğ, vaaz, irşat faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Risale-i Nur külliyâtı, Sünni, kaderci Eş’ari ve ilhamcı-rüyacı Tasavvufi damarın, bazı Kur’an ayetleri ıle -Pozitivizmin saldırıları da göz önünde bulundurularak- yeniden yorumlanmasıdır. Türklerin tarihinde ilk “Türkçe” teolojik bir yorumdur. Bu süreç içinde Osmanlıda etkin olup yasaklanan Tarikatlar, yeraltında/illagal olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.

2-FETULLAH GÜLEN (“HİZMET HAREKETİ”)

Bu teoloji ile beslenen Fetullah Gülen, 1970’lerden itibaren kendi etrafında oluşturduğu muhip-müritleri ile ve “Allah isterse, kâfirleri müminlerin emrinde kendi dini için hizmetkâr kılar” inancı gereği ABD/CIA ile de ilişkiye girerek,“The Cemaat” veya diğer deyimle “Hizmet Hareketi”ni oluşturdu. Meşhur “Abant Toplantıları” ile Türkiye’de meşruiyet devşirirken; “Dinler Arası Diyalog” ile de uluslararası meşruiyetini perçinlemeye çalıştı. Sünnilikte meşru olan “Harp Hiledir” ve Şiilikteki “Takiyye” prensiplerine bağlı kalarak –yurt içinde ve yurt dışında- eğitim (Dershane-Okul) faaliyetleri başta olmak üzere değişik sivil toplum kuruluşları ile hareketini geliştirdi ve devleti “ele geçirmek” için kurumlarına sızdı (“Paralel Yapı”). Kendini “Kâinat İmamı” olarak görerek, İslam’ı dünyada “Temsil” misyonuna soyundu. İki binli yılların başlarından itibaren iktidara gelen AK Parti hükumetleri ile –alnı secde görenler olarak- de “iş birliği” yaparak mevcut “Vesayet Rejimi”ni yıkmak için soru çalmadan “Kumpas”lara varıncaya kadar bir sürü “illegal” faaliyetler yaptı. Gücünü artırınca, Ak Parti hükümeti ile bazı konularda ters düşmeye başladı ve aralarında bir münaferet oluştu. Sonunda “15-Temmuz/Darbe Girişimi”nde bulundu ve yenildi. Ondan sonra da “FETÖ” olarak takibatlara uğradı. Fetullah Gülen, 20 Kasım 2024 tarihinde Amerika’da öldü. Bu olgu, Ak Parti/Erdoğan’a karşı “İhanet”; Türkiye’ye karşı da kör-inanç, samimiyet ve cehaletin birleşmesinden doğan bilançonun/sonucun, ihanetten bin beter kötülüğüdür.

3-NECMETTİN ERBAKAN (“MİLLİ GÖRÜŞ”)

Yirminci yüzyılın başında Mısır kaynaklı “İhvanu’l-Müslimin” hareketinin başlatmış olduğu ve İslam dünyasında etkili olan “İslamcılık” hareketinden etkilenen Necmettin Erbakan ve arkadaşları, 1970’lerin başlarında “Milli Nizam Partisi” ile İslam’ı legal politik düzlemde “Milli Görüş” doktrini ile aktüelleştirmeye çalıştı. Buna 1979’daki İran “İslam Devrimi”nin etkisini de eklemek gerekir. “Ağır Sanayi” ve “Manevi Kalkınma” sloganları ile politik faaliyetlerde bulundu ve hükümetlere ortak oldu. İmam-hatip okullarının sayısını artırmaya çalıştı. Önceki hükumetlerin almış olduğu AB (“Batı Kulübü”)’ye girme kararına ısrarla karşı durdu. Anayasada mevcut olan sert “Laikçilik” politikalarını yumuşatmaya çalıştı. Fiilen dinamik bir hukuk nosyonuna haiz iken; dogmatik-donmuş bir “Şeriat” idealine, -açıktan olmasa da- elinden geldiğince bağlı kalmaya çalıştı. Amerika ve İsrail’in Türkiye’ye dönük politikalarına karşı çıkmaya çalıştı. Kurduğu partiler, mevcut vesayet rejimi tarafından kapatılsa da davasından vazgeçmeden –legal çizgide kalarak- yoluna devam etti.

4-R. TAYYİP ERDOĞAN (“İSLAMCILIK”)

İki binli yılların başında merkez sağın çökmesi ile birlikte R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, “Gömlek Değiştirerek” Milli Görüş’ten ayrılıp Ak Parti’yi merkez sağı ikame edecek tarzda geniş bir yelpaze ile kurdular. Ak Parti, muhafazakâr bir kalıp ile birlikte, -belli ölçüde- gayri “Türk” içerlemesi ve ekonomik motivasyonların sentezidir. Küreselleşme(Post-modern, Post-Turuth, Trans-Human…) ile birlikte dini ruhun buharlaşması, ekonomik(para) saikini(“arzular şelale”) güçlendirmiştir. Dolaysıyla, “Gömlek Değiştirme”nin asıl motivasyonu: “Biraz da biz ölelim”dir (İnşaat, İstihdam, İhale/Rant). Üretim ekonomisi ile pek “iş”leri olmamıştır. 2010’lara kadar, AB uyum yasları ve “The Cemaat” ile birlikte yol temizliği yapılmış; 15 Temmuz darbe girişiminden sonra da “Tek Adam (Başkanlık))” rejimi tahkim edilmiştir. Oysa yirmi yıl öncesinde sayın Erdoğan, “Başkanlık” sisteminin Amerikalılara ait bir şey olduğu gerekçesi ile eleştirmişti. Böylece ABD’ye vaad edilmiş olunan “Ilımlı İslam” rolünden yavaşça uzaklaşmaya başlandı. Fetullahçı darbe teşebbüsünün arkasında da bu caymayı cezalandırma vardı.

NATO (Batı) içinde olmamıza rağmen, önce “Köprü” pozisyonuna geçilmiş (“Eksen Kayması” tartışmaları); doğuya (Rusya, Türk Dünyası, Çin) da yönelinmiş ve “Gönül Coğrafyası” ile (Ümmetçilik) dostluk ilişkileri geliştirilmiştir. “Arap Baharı”nın kışa dönüşü ile birlikte (Suriye-Mısır politikaları) “Rabia” ruhundan “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak”a ricat edilmiştir: “Dimyata pirince giderken; evdeki bulgurdan olma.”

FETÖ olgusu ve iç politikadaki yolsuzluklar, hukuksuzluklar, tarikat kayırmaları, mafyalaşmalar…, geniş kitle tarafından “Dindar/Muhafazakâr-Mukaddesatçı” kimliğin hanesine yazılmış ve dinden soğumalar artmıştır (Deizm, Ateizm, Agnostisizm… tartışmaları).

5-SONUÇ

Düşünsel, kavramsal, kurumsal ve duygusal (vicdani) bir yenilenme (tecdit) olmadan, anakronik, dogmatik, mukallit bir dinsel muhayyile ile en son buraya varılmıştır. Osmanlı’nın siyasal bedenini çökerten teolojik (Sünni-Tasavvufi) muhayyile üzerine düşünmeden, onu sorgulamadan, yenilemeden –rahmetli M. Akif ve N. Topçu bunu yapmaya çalışmıştı-, Cumhuriyete, devrimlere küfretmenin ve dini “geri getirme” çabasının ve laikliğin üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Akif ve Topçu, siyasette din satan, profesyoneller (“İslamcı”) değil; samimi, dürüst, amatör, naif, basit, sıradan şair-düşünür müminlerdi.

İlk Sorumluluk/Zorunluluk Olarak “Düşünme”yi Öğrenmek ve Öğretmek

Düşünmenin İki Genetiği

Genetik olarak iki türlü düşünme vardır. Birincisi, meraktan doğan felsefi-bilimsel düşünme (icat çıkarma da buraya bağlıdır); ikincisi, hayret etmekten doğan dinsel ve ahlaki düşünme. Birincisi, eski Yunan’da palazlanmış ve daha sonra (Hristiyan/teolojik parantezden sonra) Batı’da üniversitelerde gelişmiş ve çiçeklenmiştir. Bu düşünme, özel ve kurumsal (eğitim) bir çabayı gerektirmektedir. İkincisi, Doğu Akdeniz’de peygamber/vahiyle başlamış, daha sonra dogmatik teolojilere evrilmiştir.

Birinci düşünme tarzı “Bu nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” sorularını sorup cevaplarını arar. İkinci düşünme tarzı ise: “Ben ve bu (nesne/şey) niçin yok değil de, var(ım)?” ve “Bu (olay-olgu), niçin başka türlü değil de, böyle oluyor?” sorularını sorar. Bu ikinci soruları, tek bir soruya indirgemek de mümkündür: “Bu değirmenin (Güneş sistemi, ekosistem ve insanın kendisi) suyu nereden geliyor?” İnsanlar, bu ikinci soruyu sormadan da yaşayabilirler: “Üzümü ye, bağını sorma.” Gelenek, alışkanlık, içgüdülerle geliştirilmiş yaşam tarzları, ikinci düşünme tarzına uzaktır. Köstebekler gibi toprakta/yerde yuva (yerleşke/köy, kasaba, şehir) yaparak/kurarak güvenlik ve konfor arayışına yönelirler. Dağa tırmanma (“Dağ deneyimi”) ve kartallar gibi yüksekten uçmayı (anlam arayışı), pek tahayyül edemezler; düşünmezler. Herakleitos, bu geniş halk yığınlarını köpeklere (“Çünkü onlar, tanımadıkları insanlara ürerler”) ve eşeklere benzetir (“Çünkü saman sarısı ile altını ayıramazlar”) (Martin Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, Çev: Ahmet Aydoğan, İst., 2008, s. 39). Kur’an ise bunları: “Aslandan ürkmüş eşeklere” (74/50-51) ve “elbise giydirilmiş kütükler”e benzetir: “Onları gördüğünde, kalıpları hoşuna gider; konuştuklarında da dinletirler; fakat onlar, sanki (aslında) elbise giydirilmiş kereste gibidirler” (63/4). “Üzümü ye, bağını sorma” modunda yaşayan nankör (kâfir) tabiatlı insanları Kur’an, genel olarak hayvanlara benzetir; “hatta daha aşağılıktırlar” (7/179, 25/44, 47/12…).

Şükreden Düşünme

Mu’tezilî düşünür Kadı Abdülcebbar, “İnsanın ilk ahlaki sorumluluğu, kendini nimetlendiren/ona hayat ve menfaat temin eden Allah’a şükretmektir” dedikten sonra; bunun gerçekleşmesi için de, bundan önce, onu tanıması, ilk ahlaki sorumluluktur der ve bunun gerçekleşmesi için de, daha da ilk sorumluluğun/zorunluluğun (vücubiyet) düşünmek (nazar) olduğunu vurgular. (Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, Kahire, 1988, s. 76-77). Kur’an’da vuku bulan bu düşünme tarzına, ben “Şükreden Düşünme” diyorum. (İlhami Güler, Şükreden Düşünme ve Küfreden Düşünme, Ank., 2019). Bu düşünme tarzını Heidegger, kendince şöyle tanımlıyor: “Kökensel ‘der Gedanc’ hafıza/zikir ve şükür sözcüklerinde bizi çağıran alana daha yakından kulak vermeliyiz. Bizi her yerde, her zaman düşünmeye sevk eden, en ziyade düşünce uyandırandır. Onun bize bahşettiği bağışa en ziyade düşünce uyandıranı düşünerek mazhar oluruz. Böyle yaparak, en çok düşünce uyandıranı düşünür durumda kalırız; onu hatırlarız. Böylelikle özümüzün bağışı, yani düşünme için şükür borçlu olduğumuzu, düşünceyle hatırlarız. En çok düşünce uyandıranı düşündüğümüz için şükrederiz… Böyle bir şükür, (basit bir-İG) ‘tazmin’ değildir; armağan tarzında bir karşılık vermedir. Ve ancak bu karşılık vermeyle biz, asli manada düşünceye sevk edenin asli doğası içinde ne ise o olarak kalmasına izin veririz” (Heidegger, a.g.e., 68). “İlk konuşma/düşünme anlamında zikir, bir o kadar da sadakat demektir. Bu sözcük (der Gadenc), dindarlığın özel anlamına sahiptir ve ibadetin sadakatine işaret eder. Bunun tek sebebi, onun kutsal ve lütufkâr olanın (Tanrı?-İG) üzerine her şeyi kuşatıcı yoğunlaşma rabıtası ifade etmesidir. Der Gadenc, sadakat olarak hüküm süren hafızaya (hatırlama/zikir) açılır… Çünkü şükrederken düşünen kalp, toplanmış ve yoğunlaşmış olduğu yeri hatırlar. Çünkü onun ait olduğu yer, orasıdır. Hafızada geriye doğru (verilmiş olanı, varlığı, kendini vereni-İG) düşünerek hatırlayan bu düşünme, kökensel/asli teşekkürdür” (Heidegger, a.g.e., 67).

Mantıki Düşünme

Heidegger, Sokrat öncesi Yunan düşünürlerinde varlığın gizlilikten sıyrılması-açığa çıkması (aletheia ve physispoesis) ve açıkta toplanmış olarak sükûn etmesi (Logos) olarak hayret halinde bir düşünmenin var olduğunu; okul filozofları (Platon-Aristo) ile birlikte bunun (Logos) “Mantık”a (Logic) dönüştüğünü ileri sürer: “Mantığın gelişimi ne zaman başlamıştır? Grek felsefesi sona doğru yaklaştığında ve okullar, örgütlenme ve tekniğe (uzmanlık) ait bir iş haline geldiğinde başlamıştır. Var olanın varlığı ‘idealar’ (Platon) olarak tasarlanıp ve bu haliyle ‘episteme’nin objesi haline getirildiği zaman başlamıştır. Mantık, Platon ve Aristotales okullarının (Akademia-Lise) müfredatında ortaya çıkmıştır. Mantık, (gerçek) filozofların (düşünür) değil; okul öğretmenlerinin bir icadıdır” (Heidegger, a.g.e., 26). “Mantık, düşüncenin biçimsel yapısı ve kurallarının bir açıklaması olarak Varlık ve düşünme arasındaki ayrım gerçekleştikten ve hatta ‘belli bir tarzda ve belli bir yönde’ (vurgu bana ait-İG) gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkabildi. Dolayısıyla mantığın kendisi ve onun tarihi, asla Varlık ve Düşünme arasındaki bu ayrımın özü ve kökeni üzerine yeterli ışık tutmaz. Mantığın kendisi, kökeni ve buyurgan yorum sunma iddiası bakımından bir açıklamaya (eleştiriye-İG) ve temele muhtaç durumdadır… Hegel’in bilinçli bir şekilde o zamana kadar ‘Metafizik’ diye bilinen disipline ‘Mantık’ adını vermesi, mantığın bu baskın konumu ile uyum içindedir. Onun Mantık Bilimi adlı eserinin, Mantık üzerine bilinen ders kitapları ile hiçbir ortak yanı yoktur.

Düşünme, Latincede ‘Intelligere’dir. O, Intellectus’un (zihin, müdrike, anlık) işidir. Eğer biz, intellektualismus (spekülatif-mantıki akıl yürütme) ile mücadele etmek istiyorsak, hasmımızı bilmemiz gerekir. Intellektualismus’un oluşumunun, uzun zaman alan bir gelişmenin, yani Batı metafiziğinin katkısıyla düşüncenin ele geçirdiği öncelikli konumun gücünü yitirmiş modern bir çocuğu olduğunu bilmemiz gerekir. Günümüz intellektualismus’unun, sağlıksız tümörleşmesine neşter vurmamız gerekir” (Heidegger, a.g.e., 27-28). Heidegger, bu süreci “Maneviyat”ın yanlış yorumlanması olarak niteler. Başlıca çıktıları şunlardır: 1- Ruh’un (Geist) zekâya (intelligenz) indirgenmesidir. Zekâ, mevcut şeylerin mümkün değişimlerinin ve tamamlayıcı yeni imalatlarının incelenmesi ve hesaplanması üstünde durarak düşünülmesinde sırf zekâsaldır. 2- Zekâ olarak tahrif edilmiş ruh, -bununla birlikte- ele geçirilmesi öğretilebilir ve öğrenilebilir hale gelen başka kullanımlık aletin hizmetinde bir kullanımlık aletin rolüne iner. 3- Ruh’un, bu “kullanımlık alet/araç” olarak yanlış yorumlanması başlar başlamaz, Manevi/Ruhsal vuku bulmanın güçleri (tezahürleri-İG) olan şiir, güzel sanatlar, devlet, din, bilinçli bakım ve planlamanın (zekâ) çemberine girer. 4- Bu çember içinde “Kültür”, şatafat ve ihtişam parçalarına dönüşür. Amerikan Kapitalizmi ve -aynı metafiziğe bağlı- Rus Komünizmi, bunun örnekleridir (Heidegger, Metafiziğe Giriş, Çev. Mesut Keskin, Berlin, 2011, s. 56 vd.). Heidegger’in, kendince “Akşam Diyarı”nın (Avrupa) ortasındaki “Gönderilmiş Halk” ve “Akşam Diyarının Kısmeti” olarak görmek istediği Almanlarda tezahür etmeye başladığına inandığı/sandığı “Ruh”, Nasyonal Sosyalist Partisi’nde “Faşizm” olarak tecelli etti. Şimdilerde Çin de aynı “Zekâ” çemberine girdi. Heidegger, Batı sayesinde pozitivizmin son aşaması olan ve tüm dünyanın artık “Çatısı/Çerçevesi (Ge-stell)” olan “Teknolojik (şimdilerde Dijital-İG) Düşünme”yi, “insan”lığın sonu olarak görür. Modern teknolojinin özü, yeni bir açığa çıkarma ve varlığa getirme tarzı olarak, yeni bir “metafizik”tir (Heidegger, Teknik ve Dönüş-Özdeşlik ve Ayrım, Çev. Necati Aça, Ank., 2015, s. 2021) Onun meşhur: “Bilim, düşünmez; sadece hesap eder (calculation)” ve “İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir” mottoları bunu ifade eder.

Sonuç

Mantığın “Metafizik”i kurması ile felsefe Platon, Aristo, Orta Çağ teologları, Descartes, Spinoza, Hegel’de “Onto-Teoloji”, yani “Ontoloji (Huzur Metafiziği-Ontolojik Emperyalizm)” olarak gerçekleşti. Daha sonra da Nietzsche gelerek, bu ortama sonradan tutturulan Hristiyanlığın Tanrı imgesinin “öldüğünü” ilan etti. Böylece, şükreden ahlaki bir düşünme ile bir “Ahlaklı (Rahman-Rahim)”ve kişilikli (Hayy-Kayyum) Tanrı’nın ahlaklı keşfi (iman) gerçekleşemedi. Heidegger’in, ilgi (sorge) etiği olarak “Varlık”a yönelmesi, Levinas’ın ve Derrida’nın da “onto-teoloji” şikâyetleri ve ahlaka yönelmeleri, bu durumun bir semptomudur.

İslam dünyasına gelecek olursak, Kur’an, Mekke’nin -Velit b. Muğire’de kristalleşen (74/18-25)- “hesabi (zekâ-ticaret)” düşünme ortamında “hasbi” ve “muhasibi” bir düşünme (tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh, tedebbür, taabbur, nazar, rey, basiret, dinleme…) yaratmaya çalıştı. İslam dini olan iman ve amel, itaat ve teslimiyet, böylesine tetikte ve teyakkuzda bir düşünme olan “Takva” ruhu ile oluşacaktı. Aradan fazla zaman geçmeden oluşan İslami ilimler, Kur’an’da beş duyu, mantık/nedensellik, ahlaki duygulanım ve bütüncül kavrayıştan (ilham) oluşan “Su” veya “İnci” benzeri düşünmeyi parçalayarak (H20) kendi yollarını (usul) kurdular. Daha sonra oluşan ekol ve mezhepler ise dogmatizmi, taklidi, kör-inancı, düşünmemeyi “din” haline getirdiler. “Esmau’l-Hüsnası” (örneğin: Rahman, Rahim, Hayyu’l-Kayyum…) ile bize kendini ahlak ile kayıt altına almış (Sünnetullah) Adil Allah’ı “Kadir-i mutlak, Mürid-i mutlak, Âlim-i mutlak” güç yumağı haline getirerek Mümin/Müslimleri karınca-koyun sürüsüne çevirdiler.

Türkiye’ye gelecek olursak, halkımız, Maslov’un “İhtiyaçlar Piramidi”nde hayvanlarla paylaştığımız fizyoloji, güvenlik ve aidiyet basamağında duruyor. Son iki basamak olan “saygınlık” ve “kendini gerçekleştirme” merdivenlerinden fersah fersah uzakta bulunuyor. Genellikle birbirine karşı kurnazlık, tuzak, kumpas, pusu kurma, dolap çevirme, fırsatçılık… şeklinde hayvansı “Kötü Düşünme” içinde bulunuyor.

Kur’an’ın ortaya koyduğu ve insanının gerçekleştirme kapasitesini haiz olduğu hasbi ve muhasibi düşünme -eğer istenirse- marangozluk gibi, el sanatları gibi öğretilebilir bir düşünmedir. Türkçede kullandığımız: “Çok düşünceli birisi” deyimi ince, nazik, vicdanlı, insaflı, ahlaklı anlamlarında, bu düşünmeyi öğrenmenin mümkün olduğunun kanıtıdır. Bunu, ailede ve örgün-yaygın eğitim kurumlarında gerektiği gibi öğrenmeye ve öğretmeye yeltenmediğimiz sürece, “hayvan oğlu/kızı hayvan” olarak kalacağız.