İslami Yenilenmenin (Tecdit) Metodu Olarak ‘Tarihsel Kritik Yaklaşım’

İlahi vahyin tarihinin, kendi içinde bir şeriatların yenilenmesi (5/48, 45/18) tarihi olduğu söylenebilir. Bu süreç, önceki bazı toplumsal-ahlaki hükümlerin zorunlu olarak silinmesi veya tağyir edilmesi (Nesh-2/106), tebdil edilmesi (16/101), bazısının ibka/ispat ve bazısının da imha edilmesi (13/39) şeklinde gerçekleşmiştir. İslam’ın erken tarihinde sınırlı bazı teşebbüslerin ötesinde, İmam Şafii tarafından kurulan Fıkıh Usulü ve kaynaklar teorisi (Edille-i Şeriyye: Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas) sayesinde İslam Şeriatının tarihsel değişime paralel olarak yenilenmesi başarılamamıştır. Şeriat, dondurulmuş, mumyalanmış, bir kere ve bütün zamanlar için olduğuna inanılmıştır. Şeriat, İslam’ın zamana-zemine göre form-şekil, muhteva kazanması, ete-kemiğe bürünmesi olarak değil; bizzat İslam’ın değişmez-ebedi kendisi olarak kabul edilmiştir.

19. yüzyılda İslam toplumları çökmüş, hepsi sömürgeleştirilmiş, yeniden bağımsızlık savaşı vererek özgürlüğünü temin etmiştir. Bu coğrafyada seküler, askeri-kabilevi-totaliter yönetimler kurulmuştur. Yirminci yüzyılda bir düzine İslam düşünürü,  İslami düşünceyi tekrar yenileme teşebbüsünde bulundu. Bunlardan Fazlurrahman ile Taha Abdurrahman’ın metodolojileri birbirine oldukça yakındır. Fazlurrahman, mutedil bir “Tarihsel Kritik Yöntemi” benimsediğini itiraf etmesinin yanında; Taha Abdurrahman bu yöntemi uyguladığı halde, benimsediğini itiraf etmez. Fazlurrahman, İman-İslam ve Takva kavramlarının metafizik-etik ortak paydasını alarak modern dünyada İslami bir sosyal-politik-iktisadi-hukuki düzenin kurulmasını ve toplumun oluşturulmasını savunur. Bu, Sekülerizme ve Kapitalizme karşı ve bunlara alternatif bir öneridir (1). Taha Abdurrahman, “Makasidu’ş-Şeria” bağlamında benzer bir “İslami Yenilenme (tecdit-tahdis-modern)” teorisini savunur. Bu yenilenmenin üç boyutu vardır: 1- Rüştüne Ermek. Bu ilke “Bağımsızlık” ve “Yaratıcılık” alt ilkelerini gerektirir. 2- Eleştirellik: Eleştiriden kaçırılacak hiç bir şey yoktur. 3- Kapsayıcılık: Dinin dışında hiç bir yer ve alan yoktur (2). Dikkat edilirse bu ilkeler, Sünniliğin temel niteliği olan “Mevrit-i nassta içtihat’a mesağ yoktur” ilkesine tamamen terstir. Abdurrahman, Kur’an’ın ğaybi-kutsi-sezgisel bir yanının olduğunu kabul etmek şartıyla, bütünü ile makasıtçı yani gerekçecidir. Tarihin yani insanlığın hareket halinde olduğuna-devindiğine inanmaktadır. Onun bütün projesinin “Makasıt=Ahlaki Gerekçe” ve “Hadase=Yenilenme” kavramları ile çerçevelendiğini söylemek mümkündür. Dikkatli bir okuyucu Fazlurrahman’ın projesi ile Taha Abdurrahman’ın projesi arasındaki büyük paralelliği rahatça görür. Yalnız epistemoloji-metodoloji bağlamında Rahman, duyu-düşünce-duygu ve sezgiyi birlikte ve bütüncül kullanırken; Abdurrahman’ın –Gazzali’ye benzer bir şekilde- “sezgi”ye biraz ağırlık verdiği görülür. Onun üçlü akıl teorisi (Mücerret-Müseddet-Müeyyet), bunu ortaya koymaktadır (3).

Makasıt, Rüşt, Takva, Hikmet kavramları Kur’an’ın kendinin asli nitelikleri olduğu gibi; yetiştirmek istediği insanın da asli nitelikleridir. Bu niteliklere haiz olan insan/mümin, ondaki lokal/yerel, kültürel, tarihsel unsurları rahatça görebildiği gibi; evrensel metanetteki hususları, değerleri de görür. Şöyle ki:

1 -) Kur’an’da “iman” edilecek gaybî hususlar (Tevhit-Mead/Ahiret, Nübüvvet, Melek…) olduğu gibi; anlaşılacak ve yorumlanacak ahlaki, hukuki, iktisadi ve politik hususlar da vardır. Anlaşılacak bölümleri, dogmatik olarak “inanılacak” bölümler ile karıştırmak yanlıştır. Bu ayrım, ne Tefsir geleneğinde ne de Fıkıh geleneğinde doğru dürüst yapılamamıştır. Kur’an’da yer alan hususların tümü “inanç” objesi haline getirilmiştir. Oysa Kur’an, baştan sona kadar söz konusu ettiği hususların şuur, hüccet, beyyine, burhan, hikmet… ile anlaşılmasını önermiştir.

2 -) Rüşdüne ermiş, muttaki, hekîm/hâkim müminler, Yolda (Sebil-Sırat-Şeriaat) kalmakla, yolsuzluk yapmamakla, yol yapmakla, yol vurmakla… sorumludurlar. Çocuklar gibi, söz (ayet-hadis) tutmakla, sözden çıkmamakla, söz dinlemekle mükellef değildirler. Hz. Ömer, yoldan çıkmamak için içtihatları ile sözden (ayet) çıkan reşit-raşit-mürşit, muttaki, hekîm-hâkim biri idi.

3 -) Salih amel (ahlak-ibadet) ile salim akıl-iman/düşünce arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Her ikisi de birbirini etkiler (92/5-10).

4 -) Kur’an’ın bütün hükümlerinin bir kere ve bütün zamanlar için olduğu inancı, görünüşte Tanrı’ya hürmeti, itaati, saygıyı… ifade eder. Fakat aynı zamanda tembelliği, yan gelip yatmayı ve sorumsuzluğu da ifade edebilir. Sorumluluk üstlenerek her yeni insanlık durumu karşısında Tanrının muradı-davası doğrultusunda yeni hükümler verme, üretme yerine; Bâtınilerin yaptığı gibi, ibarelerin/ifadelerin altına keyfince istediğini doldurma kurnazlığını üretir. Oysa asıl olan, ibarelerin “kullanımdan doğan” (Wittgenstein) tek-yalın anlamlarını dürüstçe bulmaya çalışmak, vermek, bunu kabul etmektir.

5 -) “Söz, gümüş ise; sükût, altındır” sözü, otoriter-totaliter toplumların şiarıdır. Sükût, altında bir kurnazlık barındırabilir: “Yere bakan, yürek yakan.” Ancak, söylemek-konuşmak, samimiyettir. Makasıtçı, Muttaki, Reşit/Râşit, Hekîm/Hâkimler söylenmiş sözü dinlemekle beraber, kendileri de söz söylerler, konuşurlar, hüküm verirler. Zira: “Söylemek, bir söylenmişin (gelenek) iletimi değildir. Söylemek, söylenmiş aracılığı ile anlam taşıdığında, onun tarafından kapsanır, emilir. Söylenmişin olmadığı söylemek ‘e açılmaya devam eden ve kendini bu şekilde ilan eden bir açılım gerekir. Söylemek, bu beyanattır. Tematikleştirmeyen, ama daha fazla sergileyen bir söylemek, sergilerken kendini tüketmektir. İşaret figürü içinde dinlenmeden işaret edileni işaret etmektir… Samimiyet, söylemenin söylenmiş içinde bütünüyle emilmesini ortadan kaldırır. Burada sözcüklerin kisvesi altında bilgi alış verişi yapılır. Hiç bir söylenmiş, “söyleme”nin samimiyetine denk değildir…” (4).

6 -) Tarihsel Kritik Yaklaşım, yedinci yüzyıl Mekke’sinin ticaret toplumunun zevklerine uygun “inci gibi gençler” (Ğılman-52/24) ve “göğüsleri henüz tomurcuklanmış kızlar” (78/33) gibi cennet nimetleri sunmanın ve dokuz yaşında kız çocukları ile evlenmenin Antropolojik gerçekliğini anlamaya çalışır ve bunun  “Evrensel” olmayabileceğini iddia eder.

7 -) İlahi pedagojinin tağyir (Nesh-2/106), tebdil (16/101) ve imha-İbka/isbat (13/39) ile şeriatları evirmesini (5/48, 45/18) anlamayanlar, Sünnetullah’ı takip ederek Allah’ın yaptığını (tecdit) yapanları (mücedditlerı) “Allah’ın hükümlerini beğenmeyenler” olarak nitelemektedirler.

8 -) “Hakka yönelen kimseler olarak yönünüzü Allah’ın insanları üzerine yarattığı dine dönün. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez.”(30/30). Bu ifadeler, sabit ve değişmez olan dinin insanın fıtratında olduğu; dışardaki insanlık durumlarının, tarihsel maceranın, şeriatların bu sabiteye göre ölçüldüğünü ve evrildiğini gösterir.

Kaynaklar:

1-) Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları (İman-İslam-Takva)” Allah’ın Elçisi ve Mesajı içinde. çev. Adil Çiftçi. Ank. 1997. S.1vd.
2-) Taha Abdurrahman, Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında. çev: A. Keskinsoy. İst. 2020 s. 131.
3-) Taha Abdurrahman, el-Amelu’d-Dini ve Tecdidu’l-Akl. Daru’l-Beyza. 2006.
4-) Emmenuel Levinas, Tanrı, Ölüm ve Zaman. çev: Işık Ergüden.  İst. 1993. S 186.

Müfrit-Mukallit ve Mutedil Tarihselcilik

Historical Critic Approach= Tarihsel Kritik Yaklaşım”  Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Fenomenoloji gibi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Batı’da gelişen sosyal bilimlerde ve felsefede bir araştırma (metodoloji) yöntemidir. Türkiye’de bazı cahillerin sandığı gibi, “Kur’an’ı tarihe gömen” yeni bir “mezhep” filan değildir. Esprisi/özü, sosyal-kültürel ve simgesel olguları-olayları anlamaya çalışırken, oluştukları tarihsel-toplumsal koşulları dikkate almayı; zira o koşulların, araştırılan olguların ortaya çıkmasını ve şöyle veya böyle olmasını, tarzını, formunu etkiledikleri kabulüne dayanır. Daha ziyade Marx, Hegel, Herder, Humbolt, Heidegger, Hölderlin, Nietzsche… gibi Alman filozofların benimsediği bir yaklaşımdır. Kendi içinde bu yaklaşımı genel olarak radikal tarihselciler (Marx-Hegel) ile mutedil tarihselciler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Radikal olanlar, olgu ve bilgi olarak insanlığın ortaya koyduğu her şeyin tarihsel-dönemsel-geçici/bir kereliğine olduğunu ileri sürerken; mutedil olanlar, olay ve olgularda, bilgilerde tarihsel bir yanın olduğu kadar; evrensel/değişmez, tekrar eden, kesin, metanetli bir yanın olduğunu da kabul eder. Bu yaklaşım, dini-ahlaki-hukuki-politik değerlere bakışta da böyledir. Batı’da sosyal bilimciler ve Filozoflar, bu yöntemi kutsal kitapların (Tevrat ve İncil) oluşumuna ve içeriğine de uygulamışlar ve onların mevsukiyeti ve ahlaki değerlerinin geçerliliği hususunda ortaya çeşitli görüşler koymuşlardır. Bu konu ile ilgili literatür hayli zengindir. Şarkiyat çalışmalarında birçok müsteşrik, aynı yöntemi Kur’an’a da uygulamışlar ve çeşitli görüşler geliştirmişlerdir. Genellikle Hz. Muhammed’i vahiy alan bir “peygamber” olarak değil; kendi görüşlerini ifade eden biri olarak görmüşlerdir.

***

Pakistanlı İlahiyatçı Fazlurrahman, mutedil tarihselciliği Kur’an’a uygulamış bir Müslümandır. Fazlurrahman, bu yöntemi İtalyan hukuk felsefecisi Emilo Betti’den esinlenerek geliştirdiğini söyler. Varmış olduğu sonuçları da yazmış olduğu makale ve kitaplarda ortaya koymuştur. “Ana Konularıyla Kur’an” adlı kitabı, onun Kur’an hakkındaki görüşlerini detaylı bir şekilde sergiler.  Vardığı sonuç özetle şudur: Kur’an, Allah’ın Hz. Muhammed’in kalbine ilkâ ettiği vahiydir. Bu vahyin muhtevası, yedinci yüz yılın Arap yarımadasının toplumsal, sosyolojik, antropolojik ve ahlaki ufku ile Allah’ın ezeli ilminin bir kaynaşmasıdır. Tarihin -ahlaki bağlamda ve özgürce- ileri doğru Araplar aracılığı ile itilmesidir. Ondaki ahlaki değerlerin bir kısmı iman-ibadet ve ahlak alanlarında -Kıssalarda anlatıldığı gibi- din olarak evrensel; bir kısmı da Arapların hazırbulunuşluğu bağlamında tarihseldir. Bu değerler ahlak-hukuk-siyaset ve iktisat alanlarında bulunurlar; bunlar ahlaki, sosyolojik, psikolojik açıklamalar ve izahlar ile gerekçelendirilir, kabul edilir ve ret edilir. Dogmatik olarak değil. Çünkü Allah, gerekçeli olarak konuşmuştur.

***

İslam Dünyasında Fransız mühtedi Müslüman filozof Roger Garaudy (“İslam ve İnsanlığın Geleceği”- “İslam’ın Vadettikleri”, “Yaşayanlara Çağrı”), Muhammed İkbal (“Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü”), A. İ. Begoviç (“Doğu ve Batı Arasında İslam”) ve Faslı düşünür Abdurrahman Taha (“Ruhu’d-Din”, Ruhu’l-Hadese”), Fazlurrahman ile benzer görüşleri savunmuşlardır: İslam, metafizik, ahlak, siyasi-iktisadi ve hukuki olarak Modernitenin-Sekülerizmin (Kapitalizm) alternatifi bir Dünya Görüşü-Paradigma ve Kültürdür.

Örneğin, Abdurrahman Taha; Hasan Hanefi, M. Arkoun, M. Abid el-Cabiri, N. H. Ebu Zeyd ve T. Tezyini… gibi Arap modernistleri “mukallit”ler olarak niteler ve eleştirir. Abdurrahman, Fazlurrahman ile ilgili bir yorum yapmamıştır. Yorumları, Fazlurrahman ile ciddi düzeyde örtüşmektedir. Sadece Akıl/Epistemoloji bahsinde Rahman, bütünlükçü (duyu-düşünce-duygu-sezgi) iken; Taha, biraz sezgici (Aklu’l-müeyyet) kalmaktadır. Rüşt, eleştiri ve kapsayıcılık gibi “Modern”liğin evrensel kriterlerini/raconunu koyup, İslam’ın “modern” bir yorumunu yapan Abdurrahman, bahsi geçen isimlerin Kur’an’ı aşırı İnsanileştirerek, onun kutsiyetini; aşırı aklileştirerek gaybiliğini; radikal bir şekilde tarihselleştirerek de ahlakını ve ahkâmını büyük ölçüde yok ettiklerini veya zayıflattıklarını ifade eder ( Taha Abdurrahman. Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında. Çev: A. Keskinsoy. İst. 2020. S. 75 vd.) Kendi İslami Modernlik projesinin, insanı olduğundan daha değerlileştirmenin yanında, aklın sınırlarını genişlettiği ve ahlakı insanların arasında kökleştirdiğini iddia eder.

Genel olarak müfrit ve mukallit tarihselci modernistlerin üç niteliğini sayabiliriz: 1- Bazılarına göre (hepsi değil) Hz. Muhammed’e dışardan (Allah’tan ve Cebrail vasıtasıyla) bir vahiy gelmemiştir. Kur’an’ın/Vahyin, bir biçimde Hz. Muhammed’in kendi bilinçdışının veya kalbinin bir ürünü olduğunu söylerler. 2- Kur’an’ın metafizik ve etik değerlerinin büyük bir bölümünün tarihsel olduğu ve bugün için geçerliliğinin olmayacağı kanaatindedirler. 3- Modern bilim-felsefe ve sekülerizmin değerlerinin evrensel olduğu kabulü yaygındır.

Türk Devriminin politik ve entelektüel seküler önderleri de yaklaşık olarak bu kanaatte olmuşlardır. Birçoğu, Kur’an’a “Çöl Kanunu” sıfatını yakıştırmışlardır. Son dönemlerde muhafazakârlıktan/gelenekten kopup Agnostik, Deist, Ateist olan zevatın görüşleri de bunlara yakındır.
Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinde M. S. Hatipoğlu, Ali Bardakoğlu, Hayri Kırbaşoğlu, Adil Çiftçi, İlhami Güler ve Ömer Özsoy… gibi isimler, Fazlurrahman’ın mutedil tarihselciliğine kail olmuş isimlerden bazılarıdır. Bu iddiayı, bu zevatın yazmış oldukları eserlerde görmek mümkündür.

***

Mutedil tarihselciliğin genel mottosunu “Sabit Din Dinamik Şeriat “ olarak ifade etmek mümkündür. Şu ayet, bu fikri ilham eder: “Bu kitabı sana hakikatle ve önceki kitap/vahiyleri doğrulayıcı ve gözetici olarak indirdik. Artık Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılarak onların arzularına uyma. Biz, tarih boyu, her bir toplum için ayrı bir şeriat ve yöntem koyduk. Eğer Allah dileseydi, hepinizi (yeknesak) tek bir toplum yapardı (böyle yapmadı). Verdiği/indirdiği hükümler ile sizi denemek için sizi farklı toplumlara ayırdı. Öyle ise, iyiliklerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, ihtilaf ettiğiniz şeylerin hakikatini size açıklayacaktır.” (5/48).

Mutedil tarihselciliği kendi geleneğimizden yani klasik Kur’an ilimlerinden(Nasih-Mensuh, Esbab-ı Nüzul, Mekki-Medeni) ve  Hz. Ömer, Ata b. Ebi Rabah, İmam EbuYusuf ve Necmettin et-Tufi… gibi sahabe ve klasik alimlerin  fikirlerinden de çıkarmak mümkündür.

Tarihselciliğin Savunusu ve Namusu

Uzun süreden beri Türkiye’nin teolojik entelektüel ortamı muhafazakâr tarikat ve cemaatlerin hegemonyasına geçmiş olmasından dolayı, medyada ve akademyada bu alanla ilgili özgür tartışmalar yapılamıyor. Dogmatik olmayan ilahiyatçılar ve farklı düşünen kişiler, medyadan ve bilumum konferans, sempozyum, panellerden kovulmuş- sürülmüş durumdalar. Meydanı epey bir süredir boş bulmuş gelenekçi bazı ilahiyatçılar ve kimi sosyolog-sosyal bilimciler, elde ettikleri köşelerde ve mahfillerde Türkiye ilahiyatında entelektüel bir iz açmış olan “Tarihselciler” hakkında hilaf-ı hakikat şeyler ve ağızlarına geleni söylüyorlar. Aşağıda, yapılan bu ithamlara karşı kısa bir savunma yapacağım.

1-Teorik Çerçeve

Mutedil Tarihselcilik, üç ilke üzerine bina edilmiştir: 1- 610-632 arasında vuku bulan ilahi Kur’an hitabı (vahiy),yaşayan canlı Araplara yöneltilmiştir. Yani Kur’an hitabının “Kızım (Araplar), sana söylüyorum; gelinim (Arap olmayanlar), sen işit” tarzında bir hitap olmadığı; direkt kıza/Araplara hitap edildiği; dolayısıyla Arap olmayan kavimlerin, kendi kendilerine –sanki kendilerine de “canlı/bizzat” hitap ediliyormuş/muhatap alınıyorlarmış gibi- “gelin-güveyi olmamaları” gerektiği;
ancak, “kızlık/insanlık” ortak paydasında ona (Araplara) söylenenlerin bir kısmının, kendilerini de bağlayabileceği gerçeği (6/92, 19/97, 36/6, 42/7, 41/44, 12/42, 43/3, 46/12).

2- “Tarihsellik”  tezi, -Hegel’e-Marx’a veya Hermenötiğe daha gelmeden-, geleneksel Kur’an ilimlerinden: “Nasih-Mensuh”, “Esbab-ı Nüzul” ve “Mekki-Medeni” ve Hz. Ömer’in içtihatları üzerine rahatça bina edilebilir. Çünkü mevzunun özü, Tanrı’nın hüküm koymasının ve kaldırmasının, toplumsal yapının değişmesine ve insanların ahlaki vüsatına bağlı olması gerçeğidir (2/106, 16/101). Bu yetkinin, sadece Tanrı’ya has olduğu, insanlara verilmediği iddiası, tarihen/olgusal olarak doğru olmadığı gibi; sanki toplumsal ve bireysel tekâmülün, son vahiy ile sona erdiği vehmine dayandığı için de geçersizdir.

3-Hitabın tarihselliği, mesajın geriye doğru (Kıssalar) ve ileriye doğru (Kâffeten linnas-34/28, ve Rahmeten lilalemin-21/107) evrenselliğini ve bu ileriye doğru taşıma umut-niyet ve beklentisinin, Hz. Muhammed ve Araplar aracılığı ile gerçekleştirilmesi gerektiğini (227/8, 6/19, 62/3) engellemez. Dolayısıyla “Evrensellik”, İlahi hitabın (Ya Eyyühellezine Âmenu, Ya Eyyühennas…) insan veya inanmış herkese yönelmiş olduğu vehminden değil; mesajın metanetinden, haber verilmiş (taşınmış/ihbar edilmiş) olmasından ve ulaşan kişilerin âkil-bâliğ olmasından doğar. Bu yaklaşım, İlahi hitabın mevzularının bir bölümünün salt Arapları/kızları ilgilendirdiği; gelinleri/diğer kavimleri ilgilendirmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu teorik çerçeveye 1- Hasbi olmak, 2- Muhasibi (eleştirel-gerekçeci) olmak ilkeleri ışığında, mutedil Tarihselcilere yapılan ithamlara aşağıda cevap vermeye çalışacağım. Tarihselciliğin özü “Kıssa”ların anlattığı sabit/evrensel din (iman-ibadet-ahlak) ve “Nesh”in anlattığı dinamik şeriattır(5/48).

2- İthamlar ve İzahlar

1- Tarihselcilerin, -hâşâ- Allah’ın zihnini okuduğu veya Allah’a psikanaliz yaptıkları ithamı yapılmaktadır. Mutedil tarihselcilerin üstadı sayılan Fazlurrahman, “yorum” konusunda şöyle diyor: “Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tekbaşına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın” olana (Allah’a) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim olsa da; yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir. Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-Makaleler-I. çev: A. Çiftçi. Ank. 1997. S. 14.) Yorum hakkında bu sözlerden sonra, yukardakiithamlar “iftira” olmaktan başka nedir?

2- Allah’ın, Rahmeti ve Hikmeti gereği yedinci yüz yıldaki Mekke-Medine- Taif ve çölün (sokağın) psikolojisini, antropolojisini, karakterini, seciyesini,
coğrafyasını, iktisadını… hesaba katarak konuşmasını, O’nun ezeli ilmi ve mutlaklığı ile –dogmatik olarak- zıtlığa düşürerek inkâr etmek, haysiyetli bir “kulluk” göstergesi midir?

3- Mübin, fasih, beliğ, açık, tek anlamlı ve sokağın anlaması için özel bir itina gösterilerek basitleştirildiği ve kolaylaştırıldığı dört kez tekrar ve itiraf edilen (45/17,22,32, 40) bir söylemi, gaybi konuları (Allah-Ahiret-Melek) insan zihnine yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için başvurulan “Teşbih” ve mecazı vesile yaparak müphem, kapalı, gizemli, sırlı, zipli, dumanlı hale getirmek hangi “dindarlığa” ve dürüstlüğe sığan bir şeydir? Aristo’nun dediği gibi: “Bir cümle, birden çok anlama geliyorsa; hiçbir anlama gelmiyordur.”

4- Söylemin-söylevin (hitabın-hutbelerin), canlı/yaşayan muhataplarına “ne dediği”ni dilsel ve tarihsel/olgusal delillere/gerekçelere dayanarak anlama dürüstlüğü, cesareti ve çabasını, “Tanrı’nın zihnini okuma” veya “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” olarak yaftalayıp; müphemliğe, papaz kurnazlığına, göze girmeye, çok anlamlılığa, metaforlara, tevile başvurmak ne kadar sahiciliktir?

5- Bazı olguların ve hükümlerin tarihselliğini kabul etmeyip, insanlığın (Arapların da) zamanla ahlaken bazı alanlarda tekâmül edebileceğini inkâr ederek, vicdanını bastırmak için ibarelere sentaksın, gramerin kaldıramayacağı akla-hayale gelmedik taklalar attırmak ne kadar dürüstlüktür? Veya dindarlıktır?

6- “Ahkemu’l-hâkimin=Hâkimlerin en iyisi” (95/8) olan Allah,- Musa Carullah’ın dediği gibi- Hz. Muhammed ve arkadaşlarının bazı içtihatları ile belirledikleri hükümleri ayetlerin/farzların mesnedi yaparken; hatta Hz. Ömer ‘in içtihatlarını dahi “ayet”- leştirirken (muvafakât-ı Ömer); yani hüküm koymada bunların kendine“şerik” olmasından gocunmazken; mümin insanın kapasitesizliğinden,hüküm koyamayışından, zayıflığından, çocukluğundan kıvanç duyan mü’minlik/müslümanlık nasıl bir şeydir?

7- “Onlara karşı gücünüzün yettiği oranda kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (8/60) ifadesindeki “savaş atları” ibaresini anlarken rahatça/otomatikman “tarihselci” olup hemen: “tabii ki bugün bu tank, top, füze, uçak, denizaltı… demektir” diyenler; sıra toplumsal, ahlaki, politik, hukuki, iktisadi bir mevzuya gelince nasıl oluyor
da birden 1400 sene öncesi Arap toplumunun o günkü toplumsal psikolojisi, seciyesi, seviyesine göre ileri doğru atılmış bazı adımları, her alanda bütün tarihlerin ve insanlığın nihai ölçüsü, mihengi, kriteri, mizanı yapabiliyorlar?

8- Allah’ın meramını, maksadını, muradını, derdini, davasını Arap dilinin kelime dağarcığı, gramer kuralları ve belagat üslubu ile muhataplarına doğrudan anlatma ve kabul ettirme imkânı varken; -“müteşabih” ifadeler de aleni olarak bunun bir unsuru iken (3/7)-; şairlerin yaptığı gibi sözünü alengirli, kapalı, çok anlamlı, katlı, derin,sırlı, zipli ifade edip muhatapların kafasını karıştırıp anarşi yaratarak sonra da, buna “zenginlik” demek, hangi hikmete uyar? Bu konuda vahyi ilahi bir “pedagoji” olarak gören Abraham Lessing, şöyle diyor: “Her (ilahi) ilk okuma kitabı belli bir çağ içindir. Onu geride bırakmış olan bir çocuk (çağ/ nesil) için tasarlandığından daha uzun bir süre kullanmayı sürdürmek zararlıdır. Çünkü bunu herhalde yararlı bir şekilde sürdürmek için kitaba onda olandan daha fazlasını yüklemek ve kitaptan içerebildiğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. Mecaz ve kinayelere (müteşabihlere) çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, çocuğa  (yeni kuşağa) dar, çarpık, kılı kırkyaran/safsatacı (sofist) bir anlayış verir. Çocuğu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve onun zihnini açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseme ile doldurur.”(G. Ephraim Lessing. İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2011. S. 110). Müslümanların büyük bir bölümü, bugün bu halde değiller mi?

9- Hitap evrensel ise (Ya eyyühennas),16/80-81. ayetlerde sayılan “deridenevl”, ”sıcaktan koruyan elbise”,“mağaradan/dağdan-taştan evl”… nimetlerinden
hangileri bugünün bütün insanlığına verilmiştir?

10- Levinas’ın vurguladığı gibi, “söylenmiş söze (vahye)” ittiba/itaat etmenin yanında onun fehvasınca yeni “söz söyleme” yani sorumluluk üstlenme (içtihat/tecdit) yerine, söylenmiş sözü köpürtmek ve sömürmek ne kadar ahlakidir? Dogmanın yaşlı-yaygın ve sert zırhına bürünerek anı, durumu, hali, gerçekliği namusluca “yorumlayanları (racon kesenleri-hüküm koyanları)” tekfir etmek, mertlik ve dürüstlüğe, dine-imana sığar mı? Teslimiyeti, itaati ve imanı vazeden Kur’an söylem/söylevi, bunun on katı ve beş ayrı düşünme formu (tafakkuh, taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür) ile düşünmeyi emretmiyor mu? Hüküm vermeyecek isek; düşünmenin ahlaki nesnesi ne ola ki?

11- İnanç sahibi olmak ve samimiyet bir metni doğru anlamayı garanti etmediği gibi; onu köpürtmeyi ve onda olmayan şeyleri ona söyletmeyi de engellemez. Metnin bütünlüğüne olan vukufiyetin artması, tarihsel bağlam hakkındaki bilginin artması, sentaks (kullanım) ve gramer-edebiyat bilgisi, sözün kastına bizi daha fazla yaklaştırır.

12- Bir de “tarihselci” yaftası yememek için onların söylediklerini“durumsallık”, “tedricilik”, “te’vil”, “yorum”, “makasıt” kavramları ile ifade edenler var. Bunları anlamak mümkün.

13- Kur’an, yedinci yüzyılın Mekke, Medine, Taif ve çölün (Bedevi) ufku ile Allah’ın ufkunun kaynaşmasıdır. Şeriatların veya -cumhur ulemanın kabul ettiği gibi- ayetlerin birbirini “Nesh” etmesi, bu ufuk kaynaşması sürecinin canlı-dinamik, değişken olduğunu gösterir (2/106, 8/65-66, 16/101…). Kur’an’ın inzalinden sonra,
bin dört yüz sene boyunca Arapların veya insanlığın ufkunda herhangi bir değişme olmamış mıdır? En azından Kur’an’da kesin olarak sonlandırılmış olmayan kölelik ve cariyelik hakkında –kıvırmadan- ne diyeceğiz? Saraylardaki padişahlar ve İŞİD gibi, uygulamaya devam mı diyeceğiz? 14- 610-632 arasında aynı zamanda
toplumsal-politik bir hareketin yürüyüşüne eşlik eden bir ideoloji-kritik söylemin/söylevlerin toplamı olarak dosya (Mushaf) haline getirilen Kur’an’ın, “Kutsal Kitap”a dönüştürülüp dondurularak dogmatik olarak sürekli salt “ezberden” okunması, tarihin, ileri doğru değil; geriye doğru (gerici) bir çekilme çabasıdır.

15- Tarihselcilik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap (Emevi-Abbasi) tarihine musallat olan kabilecilik, şiddet-iç savaş ve Kur’an’ın “Cihat” veya “Fütühat” kavramlarını ülke işgal etmek, gasp-yağma ve çapulculuklarının maskesi yapmanın, İslam’ın evrensel mesajı ve onun “barışçıl tebliğ edilmesi talebi (16/125)”
ile ilişkisi olmadığını anlamaya fırsat verir.

16- Tarihselcilik, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden birinin(Prof.Dr. Cafer Karadaş), bu günlerde itiraf ettiği gibi, Türkiye’de Kur’an’ı Türkçe Meal’inden okuyan gençlerin epey bir bölümünün Ateist ve Deist olmalarınınbir nedeni, eğer zihinlerinin modern eğitim tarafından şekillenmesi ise; diğer nedeninin de, “Bu kitap, size doğrudan hitap ediyor” dogmatik yalanının çocuklarda doğurduğu hayal kırıklığı olduğunu anlamamıza imkân verir. Ben on sene önce bu gerçeği söylediğimden dolayı, sosyal medyada yemediğim küfür kalmamıştı.

Yenişafak Gazetesi Röportajı – 31.5.2020

Tefekkür ederek yeniden doğaya dönelim: İmanımızı doğaya dönerek yenileyelim

İki ayı aşkın süredir evdeyiz. Evde geçirdiğimiz sürede yapılacak en büyük ibadetin tefekkür olabileceğini hatırlatan ilahiyatçı Prof. Dr. İlhami Güler, yaşadığımız günleri Allah’ı anarak geçirmenin önemine değiniyor. Yaşadıklarımızı “Bu, insanlık için büyük bir şans” diye değerlendiren Güler, sözlerine şöyle devam ediyor: “Gelecekte sahici anlamda bir imanın ve ahlakın doğabilmesinin koşulu, insanın tekrar doğaya dönebilmesine ve yeniden düşünmeyi başlatmasıyla mümkündür.”

Prof. Dr. İlhami Güler

Dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs salgını insanlığın geleceğini yeni değerler üzerinde kurmayı gündeme getirdi. Öyle anlaşılıyor ki, bu durum hem geçmiş ve günü gözden geçirmeyi, hem de geleceği sağlam zeminler üzerinde kurmayı zorunlu kılacak. AÜ İlâhiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. İlhami Güler içinde bulunduğumuz süreçten yola çıkarak, yaşadıklarımızdan çıkaracağımız dersleri ve üzerimize düşen görevleri hatırlatırken dünya nereye gidiyor, gelecek tasavvurumuz ne olmalı gibi soruların da cevabını verdi.

Bir cümleniz şöyle başlıyor; “Dindarların Rüşd ve Hikmet sorunu, dinsizlerin ve diğerlerinin de İstikamet ve Hidayet sorunu vardır. Her iki kesim de genellikle sorunlarını göremezler.” Yaşadığımız koronavirüs salgınını dikkate alırsak sizce bu iki grubun bu pandemide göremedikleri nelerdir?

Türkçede güzel bir söz vardır: “El (yabancı) ile gelen kara gün, düğün-bayramdır.” Bu söz, insanların felaket günlerinde dayanışmasını, zorluğu aşmak için işbirliğini, birbirine yardımını, düşmanlıkları, kırgınlıkları atmayı, affetmeyi, yeniden başlamayı, el ele vermeyi… ima eder. İnsan olmanın zayıflığının doğurduğu insiyaki bir birleşme duygusudur. Ülkemizde oluşan kimlik ayrışmasını Corona pandemisi ortadan kaldıramadı. İnsan olma kapasitemiz(medenilik) açısından çok hayal kırıcı bir durum.

Küresel bir etki oluşturan bulaşıcı hastalıkların, öldürücü virüslerin nedenleriyle ilgili teolojik bir bağ kurulabilir mi? Bu konuda insani ve İslami yaklaşım nasıl olmalı?

Bu tip pandemiler, insanlık tarihi kadar eskidir. Bunları Tanrı’nın “tetiklemesi” veya insanların günahkârlığından mütevellit Tanrı’nın insanlara “saldığı” bir ceza olarak görmek İslam(Kur’an) açısından anlamsızdır. Bunlar(virüsler) deprem, sakat doğumlar, kuraklık, kıtlık, gibi Ekosistemin “yapısal” unsurları. Yani Dünya/hayat dizayn edilirken insanın “deneneceği” düşünülerek/öngörülerek (Fitne-Bela-İmtihan) acı, ızdırap, zorluk, sıkıntı, zarar, mihnet, meşakkat (şerr/kötülük) ve nimetler, mal, enginlik, refah, haz, mutluluk, neşe… birlikte yaratılmıştır.(90/4,21/35, 2/155-56) Denenmede insandan beklenen sorumluluk, nimetlere şükretmesi; zorluklar karşısında da onları azaltmaya-aşmaya çalışırken isyan etmeyip sabretmesidir (direnç/direniş). Zorluklar ile kolaylıklar birlikte ve iç içedir (95/5-6). İnsanların, ahlaken yanlış icraatlar yaparak (kubuh) Allah’ın kurmuş olduğu ekolojik dengeyi bozmaları (fesat=İklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, GDO…vs) ayrı bir kötülük kaynağıdır(30/41,2/205). Allah, bu dengenin bozulmamasını tavsiye etmiştir(55/7). Virüslerin yaşam dünyası, hayvanlar alemi olduğu halde; onların insanlığa bulaşması, insanlar aracılığı ile olmaktadır.

HALKA HİZMET, HAKKA HİZMETTİR

  • Koronavirüs salgını her şeye hazırlıklı olduğunu sandığımız ABD ve Avrupa’yı perişan etti. Bundan çok büyük yaralar alacağı düşünülen Türkiye’de ise başarılı bir mücadele var ve üstelik bu ülkelerin yanısıra dünyanın birçok ülkesine yardım ediyoruz. Buradan baktığımızda Türkiye›yi gelecek adına, insanlık adına ümitvar görebilir miyiz?
  • Anadolu’nun bin yıldan fazla olan Müslüman kimliği, sağlığı “ticari” bir unsur görme yerine; onu halka” hizmet” olarak görmüştür. (Halka hizmet, Hakka hizmettir.) Dünyaya yaptığı yardımlar da, yine bu merhametin/rahmetin neticesidir. Medeniyet, salt teknoloji ve maharet değil; vicdan ve merhamettir. Birinci tür uygarlık anlayışı, bu pandemi günlerinde görüldüğü gibi, sınıfta kalmıştır.

Devletlerin yetkililerinden sıkça duyduğumuz bir söz var: “Koronavirüs sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Bu söz size neyi çağrıştırıyor, yeni dönemde sizce neler değişecek?

Çok güzel bir ata sözü vardır: “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet tükenir, ne de nasihat.” Ben, fazla bir şeylerin değişebileceğine inanmıyorum. Tanrı’nın ölümünden (Nietzsche), tutulmasından (M:Buber), göçüp gitmesinden (Hölderlin), unutulmasından (Kur’an) sonra Avrupa’nın öncülüğünde gezegenimizin topoğrafyası yani altyapı/endüstri devrimi ve üstyapı/aydınlanma-pozitivizm olarak oldukça değişti. Tanrı’nın evinden(Tabiat-Ekosistem) kendi ellerimizle icat ettiğimiz yeni bir eve taşındık(Teknoloji): “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar Mercedes’i.” Buna uygun ekonomik sistem(Kapitalizm) ve siyasal sistem(Ulus-Devlet) geliştirildi. Tanrı’nın rahmeti-inayeti, lütfu, rızkı, inamı, ihsanı… olan(Ayât) bir dünyadan ipekböceği kozasının aynısı (Heidegger’in kavramsallaştırması ile “Ge-stell”=çepeçevre kuşatan) olan kendi ellerimizle icat ettiğimiz evlere(Tecno-city) taşındık. Doğaya dönemediğimiz sürece de Tanrı’ya(dine) dönemeyeceğiz. Hıristıyanlığın Tanrı’yı ve Ruhu yanlış kavramsallaştırmasının bedelini, Tanrı’yı ve Ruhumuzu kaybederek ödüyoruz (Modernite-Postmodernite).

Dünya din adına ortaya çıkan birçok Batıl inançların işgali altında. Bu tablo karşısında kimi felsefeciler dinin öneminin tamamen azalacağını iddia ediyorlar. Sizce gelecekte dinin toplumda etkisi ne olacak? Din adına şanslı olabilecek şey var mı, varsa nedir?

Din(iman-ahlak), doğanın/ayetlerin içinde yaşarken insanın tedebbür, tefekkür, tezekkür, taakkul, tafakkuh etmesi ve ibret alması ile mümkün olmuştur. Hak dinin(İbrahimi Monoteizm=Yahudilik-Hıristıyanlık ve İslam) ve batıl/insani dinilerin(Hinduizm-Budizm) doğuş zemini buydu. Şimdi bu zemin “Teknoloji” tarafından örtüldü. Gelecekte sahici anlamda bir imanın ve ahlakın(dinin) doğabilmesinin koşulu, insanın tekrar doğaya dönebilmesine ve bahsetmiş olduğumuz “düşünme”yi başlatmasına bağlıdır. İnsan, Kur’an’ın vurguladığı gibi elleri ile kazandığının “rehin”i olmuştur. Yani tutuklanmıştır(74/38,52/21).

AHLAKİ DÜŞÜNMEYE İHTİYACIMIZ VAR

Müslümanlar, günümüz penceresinden dünyanın gidişatını nasıl okumalı, üzerlerine düşen görevler nelerdir?

Müslümanlar, ilahi dinin tahrif edilmemiş kaynağına(Kur’an’a) sahipler. Bu, insanlık için büyük bir şans. Ancak Müslümanların içinde bulunduğu ahlaki teolojik durum, şu ayetin tasvir ettiği Kitap Ehli(Yahudiler ve Hıristiyanlar) ile aynı durumdadır: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen haktan/hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Onlar, kendilerinden önce kitap verilenler(Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimselerdir.”(57/16) Yani Müslümanların üzerinden de uzun zaman(1400 sene) geçince, onlar da, kendilerinden öncekiler ile aynı duruma düştüler. Doğaya dönmeyi ve Kur’an’ın tavsiyelerine (başta şükreden ahlaki düşünmeyi başlatma) uymayı kabul ederlerse, insanlığa hidayet rehberi olabilirler. Kastettiğim düşünme, meraktan doğan Felsefi ve Bilimsel düşünme değil. Onun sayesinde bu duruma geldik.(“Bilim düşünmez; bilim hesap eder.” Heidegger). Kastettiğim düşünme Kur’an’ın öğütlediği hayretten doğan şükreden düşünme.

Her şey kendi düzleminde gerçek anlamını bulur

  • İlahi ve batıl dinlerin toplamı üzerinden baktığımızda yeryüzünde din denilen çok sayıda olgu var. Bunların ağına takılmamak ve tevhidî dine ulaşmak için üzerimize düşen görevler nedir?
  • Mevcut kutsal kitapları tek tek incelediğimizde veya Kur’an’dan Peygamberlerin tümünün çağrısının ortak paydasına baktığımızda gördüğümüz şey, insanların içinde doğmuş oldukları tarih-toplum ve kültüre taklit(dogmatik) yolu ile teslim olmadan, vicdanları ile bu yapıları sorgulayarak, başkalarının sözlerini dinleyerek bir hakikate varma çabası göstermeleridir. Evrensel kurtuluşun iki koşulu olduğuna inanıyorum: “-Hasbi(samimi) olmak. 2-Muhasibi(eleştirel-critical olmak). Bu iki koşulu gerçekleştirdikten sonra velev ki hakikat bulunmamış olsun, Tanrı’nın, insana bir şey diyemeyeceğine inanıyorum: “Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.” (7/156,40/7)

İnsan nankörlükten vazgeçmeli

Fotoğraf: Arşiv

Dünyanın bugünkü durumuna baktığımızda dinin geleceği açısından güzele yönelik neler söylenebilir?

“Sünnetullah” dediğimiz ve Allah ile insanlığın arasındaki ahlaki ilişkiyi değişmez(35/43,48/23) ahlaki yasalara bağlayan ve ilk adımı da insana bırakan (Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar.) sisteme göre, insan Allah’a dönmedikçe, Allah da kendini insanın gözüne sokmayacaktır. Tanrı hakkında “Tutulma”, “Göçüp-gitme” “Öldürme”, “Unutma”… insanın tutumlarıdır. İnsan, bu nankörlükten vazgeçip ona yöneldiğinde, “O, şahdamarımızdan bize daha yakındır.” (50/16)

Düzen toslayınca değişir

  • İnsanlığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
  • Hiç iyi görmüyorum. Batı’nın son üç yüz yıldır gezegenimizi ve insanlığı içine soktuğu cendere (sekülerizm/nerden gelip nere gittiğini bilememe, sınırsız üretim-sınırsız tüketim/kapitalizm, güç istenci, teknolojik kapatılma, pozitivizm, Ruh’un Zekâya dönüşmesi, Post-insan veya robotlar çağı(Homo Deus), postmodernizm/nihilizm…) devam ediyor ve bir yere toslamadan da durma(vukufiyet) ve geri dönme(tövbe) pek mümkün görünmüyor. Yine de klasik duayı tekrar edelim: “Allah, sonumuzu hayreylesin.”

Deizm tepki olarak doğmuştur

Genel tabloya bakıldığında deizm dinlere tepkiselliğin odağı gözüküyor. Bu sizce çağın kaderi mi? “Ateizm olacağına deizm olsun” diyenlerle ilgili neler demek istersiniz?

Deizm, vaktiyle Hıristıyanlığın/Kilisenin çürümüşlüğüne bir tepki olarak doğmuştu. Şimdi de Türkiye’de ve İslam dünyasında mevcut Şii-Sünni-Selefi-Tasavvufi mezhepsel/teolojik çürümüşlüğe bir tepki olarak gelişmektedir. “Allah’ı gereği gibi takdir edememek” (6/91,22/74) ten doğmuş bir sonuçtur. Allah’ın insanlıkla olan ahlaki ilişkisini ikna edici bir dil ile insanlığa anlatacak bir yeni yoruma ihtiyaç vardır. Eş’ariliğin tasvir ettiği “Hikmetinden sual olunmayan” Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak(Kaderci) Sünni tasavvur artık kitleleri tatmin etmemektedir.

Tefekkür bu günlerin en güzel ibadeti

  • İlk kez bir Ramazan’ı, camisiz, teravisiz, bayram sabahını namazsız geçirdik. Bu ramazan bayramını bambaşka bir atmosfer içerisinde idrak ettik. Bu durumu bir müslüman olarak nasıl hayatımızda yorumlamamız gereriyor. Bundan sonrası için neler yapmalıyız?
  • İslam dini(Kur’an), insanlık tarihinde ilk defa mabet ve din adamı zorunlu olmadan Tanrı’ya ibadet edilebileceği devrimini yapmıştır. Din adamı zorunlu değildir. Mabetsiz de ibadet yapılabilir (“Yeryüzü mescittir.” Hadis). “Onlar, ayaktayken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler ve : “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz, bizi azaptan koru.” diye dua ederler.”(3/191). Alın size Corona günleri için bir ibadet biçimi.

Kötülük Problemi Bağlamında Korona Pandemisi ve İslam

Yeryüzünde haddinden fazla kötülük olduğu ve bu durumun da Tanrı’nın yokluğunun delili olduğuna ilişkin tartışmalar, modern Batı felsefesinin özelde de Din Felsefesinin konusu olmuştur ve hala da tartışılmaya devam etmektedir Bu yazıda Kur’an/İslam açısından ve özelde de Corona(Covit-19) virüs salgını bağlamında konuyu ele alacağız.

Kur’an’a göre Evren bir kaos değil kozmos olarak yaratıldığı gibi; Güneş sistemi ve Dünya’daki eko-sistem, içinde insanlığın ortaya çıkması ve belli bir müddet yaşaması için Allah tarafından dizayn edilmiştir: “Güneş ve Ay bir matematiğe (hesaba) göre hareket etmekteler,  dünyadaki yeşillikler de O’na boyun eğer, göğü yükseltti ve yeryüzüne (ekolojik ölçüyü/dengeyi (mizan) koydu, ölçüde haddi aşmayın, ahlaki dengeyi de adaletle ayakta tutun ve onu sakın bozmayın. Allah, yeryüzünü canlılar (insanlar-hayvanlar) için hazırladı, orada ağaçlar, meyveler, yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler… yarattı.” (55/5-12) “İnsan yaratılıncaya kadar öncesinde uzun bir zaman geçti (Eko-sistemin hazırlanması).” (76/1)

1- KÖTÜLÜĞÜN ÇEŞİTLERİ VE DENEME

Allah, hayatı ve ölümü yani dünyayı ve ahireti insanların hangilerinin ortaya özgür iradeleri/vicdanları ile doğru/iyi (ahlaki) davranışlar ortaya koyacaklarını görmek ya da bu davranışları ortaya çıkarmak için yaratmıştır. (67/2)  Denenmek için hazırlanan ortam (dünya); nasıl meşakkat/mazarrat (kötülük) ve hayır, refah ve bolluk nitelikleri taşıyorsa insan da ahlaki bağlamda iyilik ve kötülük işleme niteliğine sahiptir.

İmtihan/denenme ortamının ontolojik zorluğu Kur’an’da şöyle anlatılır: “Biz, insanı ciğerine saplanan meşakkat, sıkıntı, zorluk, darlık ve mihnet içinde (kebed) yarattık.” (90/4) Kur’an’da “Fitne-Bela ve İmtihan” kavramları ile ifade edilen “Denenme”nin Türkçe karşılığı iyi ve kötü niteliklerin birbirinin içinde olduğu karışık durumdan, iyi niteliğin, bir cendereden/zorluktan-gerilimden geçerek ortaya çıkmasıdır. Örneğin: Has altının ateşte eritilerek cürufundan, taş ve toprağından ayrıştırılmasında olduğu gibi. Kur’an şöyle der: “Sizi hayır ve şer (kötülük) ile deneriz. Herkes ölümü tadacak ve sonra bize döndürüleceksiniz.” (21/35) “And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet (şer-kötülük) gelip dokunduğunda, onlar: “Biz Allah’a aitiz ve ona döndürüleceğiz.” derler.” (2/155-56)

Bu değerlendirmelerden şu sonuç çıkmaktadır: İnsanlık tarihi boyunca gezegenimizde eksik olmayan deprem, virüs (salgın hastalık), genetik bozukluk (sakatlıklar), kıtlık/kuraklık… gibi “kötülük”ler, Tanrı tarafından imtihan ortamının zorluğu/mihneti, meşakkati, acısı, eziyeti, ıstırabı gibi hâllerde bilerek irade edilmiş/öngörülmüştür: “Teyiden, vurgulanmalı ki, hayatta zorluk ile kolaylık birlikte ve iç içedir.”(95/5-6) Bunun karşıtı olan haz, mutluluk, zenginlik ve refahla birlikte nimetler ve rızıklar da insanın denenme ortamının unsurlarıdır. O hâlde “Denenme”, başımıza gelen veya hayatta karşılaştığımız şer/musibet ve hayır/refah durumlarında ahlaki anlamda iyilik yapmayı mı (ihsan-iman), yoksa kötülük yapmayı mı (kubuh-küfür) özgür irademiz ile tercih ediyor oluşumuzun ortaya çıkarılmasıdır.

“Fesat” yani kurulu düzeni/dengeyi bozma anlamında ahlaki “kötülük”ün ilki, insanın yapmış olduğu yanlış iş ve icraatlar sonrasında ekolojik dengeyi bozmasıdır. Kur’an şöyle der: “İnsanların kendi elleriyle işledikleri ahlaki kötülükler (kubuh) sebebiyle karada ve denizde ontolojik bozulma (fesat) ortaya çıkar. İnsanların işledikleri bu ahlaki kötülüklerin sonuçlarının bir kısmını Allah onlara ontolojik kötülük (fesat) olarak tattırır ki, belki dönerler.” (30/41) “Bazıları, yeryüzünde fesat çıkarma yani canlıları (nesil) ve ekini (bitki örtüsü) yok etme peşinde koşar.”(2/205) Dolayısıyla, günümüzde karşılaşmış olduğumuz ekolojik dengenin bozulması ( iklim değişikliği, global ısınma, ozon tabakasının delinmesi, bazı türlerin soyunun tükenmesi vs.) insanın işlemiş olduğu ahlaki kötülüklerin (kubuh) sonucudur.  Bu dengenin bozulmaması gerektiği söylenmişti. (55/7)

Virüslerin yaşam alanı, hayvanlar dünyası olduğu halde; Pandemilerin tarihi, bize onların insanlar tarafından hayatımıza taşındığını gösteriyor. AİDS virüsü, maymunlarla ilişkiden insanlara geçtiği kabul edilirken; Covit-19’un da Çin’de Yarasa yemekten insanlara sirayet ettiği söyleniyor.

Allah, insanın ve toplumun tabiatına (fıtrat-vicdan) ahlaki bir denge (adalet) koyup, özgür iradesi ile bu dengenin bozulmaması gerektiğini vazetmiştir. (55/9) Peygamberleri ile de bunu insanlara hatırlatmıştır. (42/17) Allah, insanı yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek (savaş), nankörlük (küfür) ve zulüm işleyecek kapasitede özgür olarak yaratmıştır. Melekler, sürekli Allah’ı tesbih etme, O’na hamd etme ve O’nu yüceltme şeklindeki yaşam tarzlarına/modlarına alternatif olarak insanın özgür ve kan dökücü olarak yaratılmasına karşı çıkmalarına rağmen Allah: “Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” (2/30) diyerek bu itirazı reddetmiştir. Binaenaleyh insan, bu niteliklere sahip olduğu gibi iman etme, salih ameller (adalet-merhamet-ihsan) işleme kapasitesine de haizdir.

Bir başka şerr (kötülük) tarzı da Allah’ın bir topluma mucize ile desteklenmiş bir peygamber gönderip bu peygamberin uzun süre onlara nasihatte bulunmasına rağmen; bu halkın, peygamberlerini reddedip, inkâr edip hatta onu öldürmeye kalkışmaları sonucu bir ceza/azap/helâkı hak etmeleri ile ortaya çıkar. Kur’an’da kıssaları anlatılan peygamberlerin (Örneğin Hz. Nuh, Hz. Musa…) durumları buna örnektir: “Allah’ın emrine muhalefet edenler, başlarına bir belanın gelmesinden korksunlar.” (24/63) “And olsun senden önce bir takım toplumlara peygamberler gönderdik. (Bunların reddedilmeleri üzerine) sonunda yalvarsınlar, tövbe etsinler diye onları şiddetli yoksulluk, darlık, zorluklarla yakaladık. Onlara azabımız geldiğinde bize yakarıp tövbe etmeleri gerekmez miydi? Fakat bunu yapmadılar, çünkü kalpleri katılaşmıştı.” (6/42-43)

O hâlde kozmolojik denge (Güneş sistemi), ekolojik denge (iklim, bitki örtüsü ve canlılar) ve birey-toplumsal hayattaki ahlaki denge (adalet) iç içedir. Doğa yasaları (Kaderullah) içinde Allah’ın iradesi ile insanın özgür iradesi arasındaki ahlaki  ilişkisi ise “Sünnetullah” olarak işlemektedir. Sünnetullahta asla bir değişme olmaz. (35/43, 48/23) Bu yasanın işletmecisi yani ilk adımı atan taraf insandır: “Kör Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar.” Kur’an, baştan sona kadar bu yasallıktan bahseder. “Ne ekersen, onu biçersin” ve “Ruzgâr eken, fırtına biçer” sözleri, insanların Ekolojik denge ve ahlaki toplumsal denge ile olan neden-sonuç ilişkisini ortaya koymaktadır.

2- FELAKET-MUSİBET ANLARINDA İNSANDAN BEKLENEN TUTUM

Nimet-refah-hayır (menfaat) durumlarında denenme bağlamında insandan beklenen tutum, Allah’a şükretmek; musibet-felaket durumlarında ondan beklenen ise sabretmek, Allah’a tevekkül etmek, acziyetinin farkına vararak ondan yardım talep etmektir. Sabır ise cendere-zorluk-meşakkat durumlarında isyan veya umutsuzluğa(nihilizme) düşmeden ortaya konacak ahlaki direnç ve direniştir. Kur’an şöyle der: “İnsanlara bir rahmet (bolluk-refah) tattırdığımızda sevinirler/mutlu olurlar. Eğer kendi işledikleri ahlaksızlıkların sonucu olarak başlarına bir kötülük (şerr) gelince, bir de bakarsın ümitsizliğe düşerler.” (30/36) İşte bu tutum yanlıştır. Yapılması gereken ise şudur: “Rabbinize alçakgönüllüce ve derinden dua edin; çünkü o haddi aşanları sevmez.

Düzene sokulmuşken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; Allah’tan korkarak ve rahmetini umarak ona dua edin; Allah’ın rahmeti iyilik edenlere yakındır.” (7/55-56)

“De ki: “Sizler, açıktan veya gizlice ona: “Eğer bizi bundan kurtarırsan, elbette şükredenlerden olacağız.” diye dua ederken; sizi karanın veya denizin karanlık (zor) durumlarından kim kurtarır? De ki, bu durumlardan sizi ancak Allah kurtarır; ama siz yine de ona ortak koşarsınız. De ki: “O, size üstünüzden/gökten veya yerden bir kötülük göndermeye kadirdir, kiminizi kiminize musallat etmeye kadirdir…” (6/63-65)

Özetle, bugün karşı karşıya olduğumuz salgının yaratmış olduğu kitlesel ölüm korkusu ve özgürlük yoksunluğu durumlarında –bu virüs ister insanların laboratuvarlarda icat etmiş oldukları bir fesat olsun, isterse Çinlilerin yarasa eti yemelerinden kaynaklanmış olsun- inanmış insanın alması gereken ahlaki tutum, tehlikeyi aşmak için bir taraftan elinden gelen bilimsel ve koruyucu bütün tedbirleri alırken; diğer taraftan: “La havle vela kuvvete illabillah=Allahın gücü-kudreti, kuşatmasının ötesinde başka bir güç yoktur”; “Hasbunallahu veni’melvekil, ni’mel Mevla ve ni’mennasir=Allah bize yardım için yeter; O, ne mükemmel vekil ve iyi yardımcıdır.”; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun=Biz Allah’a aitiz ve ona döneceğiz” (21/35) diyerek Allah’tan yardım talep etmek ve bu salgının aşılması için çalışanlara (sağlıkçılar—bilim insanları) metanet vermesini ve yardım etmesini istemektir.

Müslüman Dünyada ve Türkiye’de ‘Kamu’ Hukuku Neden Zayıf?

1 – İMPARATORLUKLARIN HİKAYESİ 

Kur’an’da “Kamu” mülkiyeti, zekât gelirleri, menkul olan savaş ganimetlerinin (Enfal) beşte birinden oluşan “Humus” un toplandığı “Beytulmal (Hazine)”den oluşurdu. Kamusal otoritenin (devletin), herkesin güvenliği ve refahı (maslahatı) için harcayacağı mal-mülk demektir. Daha sonraları koyulan haraç, öşür ve cizye vergileri de buraya aittir. Fütuhatın gelişmesi ile elde edilen toprakların bir kısmı “Ikta” olarak, devlet başkanı tarafından işlenmek üzere bazı kişilere verilirken; büyük bir kısmı da, Hz. Ömer’in içtihadı ile devletleştirilerek sahiplerine kiraya verilmişti (Haraç).  Hz. Ömer, Irak’ı fetheden komutan Sa’d b. Ebu Vakkas’a yazdığı mektupta: ”Arazi ve nehirleri, işleyicilerine bırak ki oralar, Müslümanların bütününe gelir (atiyye) olsun. Sen, oraları savaşa katılanlara dağıtırsan; sonradan gelenlere bir şey kalmaz.” der. Hz. Ömer, fethedilen toprakları, 59 (Haşr) /6-10 ayetlerinde geçen  “Fey (Ganimet/Enfal)” grubuna sokarak “özel mülk” olarak değil; “devlet mülkü” olarak kalmasını şöyle temellendirir: “Bu fey’, ayetlerde geçen müminlerin hepsi için umumi-müşterek bir haktır. Bu toprakları, savaş gazilerine dağıtırsak, sonradan gelen müminleri nasipsiz bırakırız”. (Mustafa Fayda. Hulefa-yı Raşidin Devri. İst. 2020. S. 306).  59 (Haşr)/7. Ayeti ganimetin, toplumun zenginleri arasında temerküz etmemesini, dolayısıyla dağıtılmasını önerir; daha sonraları ortaya çıkacak olan, devlet başkanının (Halife-Sultan-Padişah) fethedilen topraklar üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisini veya toprak elde etmek için savaşa girişmeyi değil. “Fetih” kavramı, -Kur’an’daki anlamı ile değil; bu bağlamda- ülke olarak toprak mülkiyetinin, savaş ile “el değiştirmesini” yani İslam devletine geçmesini ifade eder. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyde, bu toprakların, Müslümanlar arasında “özel mülk” olarak da paylaştırılabileceği kanaatindedirler. (a.g.e. s. 308) İslam’ı başka toplumlara “tebliğ” etmenin (Cihat-İ’la-i kelimetullah) yegâne yolunun ülke-toprak ele geçirmek olduğu, Arapların bir gerçeği-uygulaması olsa gerek; Kur’an’ın değil. Hz. Ömer’in içtihadı, ahlaki açıdan nispî olarak doğrudur; ancak sorunlu olan, gayri müslimlere ait olan “özel mülk”lerin, Müslümanların  “devlet mülkiyetine” geçirilmesi, tebliğin veya cihadın “fetih” olarak yorumudur. İslamiyet’e davet etmek için, “hikmet ve güzel öğüt ile (16/125)” ile Havarilerin ve Hz. Muhammedin yaptığı gibi elçi/mektup veya ulemadan oluşan “Tebliğ Heyeti” gönderme yerine; komşuların üzerine “ordular” salma, birbirinden ayrı iki ahlaki tutum ve tavırlardır. Birinci tutum, dünyayı “Daru’l-İslam-Daru’d-Da’va/Daru’l-İcabe” olarak ayırırken; ikinci tutum, “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” olarak ayırmıştır.

Siyasi otorite de, “Şura (istişare-oydaşma)” yani toplumun tümü ile birlikte oluşturulacak yerde; Kabile karizması ile önce Kureyş’e, sonra da Ümeyye oğullarına/klanına tapulanmıştır (Emeviler-Saltanat). Burada temel kırılma noktaları: 1-Fethedilen bölgenin tarım arazilerinin, önceki sahiplerinin “özel mülkü “olmaktan çıkarılıp, devletleştirilmesi. 2- Siyasi otoritenin “Kabile-Aile” ye geçmesidir. Bütün İslam imparatorluklarının tarihi budur. Her ikisi de Kur’an’ın ahlak-hukuka dayanan politik “Davası”na terstir. Çünkü fütuhatı gerçekleştiren “savaş”, Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir dönemindeki gibi, kendilerini korumak için başvurmak zorunda kaldıkları “haklı savaş” değil; başlatıcısı Müslümanların olduğu “yayılma” savaşıdır. Dolayısıyla, Hz. Ömer’in bu toprakları “Fey (ganimet-enfal)” grubuna sokması doğru değildir.

Bireysel ve toplumsal hukuk sorunlarını çözmek, -yazılı hukuk oluşturulmadığı için-  İslam toplumlarında sivil “Ulema” ya bırakıldı. Daha sonra da “Kadılık” müessesi oluşturuldu. Ancak İslam toplumları, devleti denetleyecek bir hukuki yapı (Kamu Hukuku) geliştiremediler. “İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü Halife, biatın (zorunlu boyun eğme) verdiği yetkiyle, halka karşı değil; Allah’a karşı sorumludur.” (M.A. el-Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. çev: A. İ. Pala-M. Ş. Çıkar. Ank. 2001.  S. 82)

Kamu Hukuku bağlamında benzer durum, Avrupa’da da vardı. Siyasi iktidar ve toprak mülkiyeti Kilisenin, Kralların ve Feodal lortların/beylerin elindeydi. Burjuva sınıfının yükselmesi ile özel mülkiyeti koruyan yasalar çıkarıldı: “Magna Carta” ile başlayan süreç. Fransız Devrimi (1789) ile de siyasal otorite Kilise ve krallardan halka geçti. Siyasi otorite, meşruiyetini halktan alıp topladığı vergileri şeffaf ve denetlenebilir bir halde kamunun hizmetinde harcayan bir merci durumuna geldi. Hukuk Devleti ve Kamu Hukuku da böyle doğdu. Devlete ait hazine ve onu kullanma yetkisine haiz hükümet, -istisnasız-“herkes”in maslahatını-hukukunu gözetme konumuna geldi. Vatandaşlar da, bunu bilerek vergi kaçakçısı olmadan sorumluluklarını yerine getirir oldu: Kamuya ait olan “hepimize” aittir. Avrupa’da “Devlet”, kamunun temsilcisi olarak kuvvetler ayrılığı, yazılı hukuk (Anayasa), İnsan Hakları, Demokrasi ve Laiklik ilkeleri üzerine kuruldu.
Siyasi Otoritenin (Halife-Sultan-Padişah) Abbasilerden itibaren kendini “Hilafet” kavramı ve “Allah” aracılığıyla dolayımlaması (Zıllullah, Kaimbiemrillah, Muizlidinillah, Adudullah…) ile devlet mülkü (memalik) ve tasarrufu, onun mutlak, denetimsiz ve kutsal (teokratik) yetkesine geçmiş oldu. Mülk/toprak elde etmenin kaynağı “Fütuhat” ile ganimet, zekât ve tarım-ticaret vergileri idi. Saltanat da bunu istediği gibi tasarruf edebiliyordu. Bundan dolayı, Ahali (Vatandaş) bu mülke, “hiç kimsenin” malı olarak veya “Allahlık” olarak bakıyordu. “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, böyle bir psikolojinin ürünü olsa gerek.  Sultan, istediğine devlet malını “Ulufe”, “Arpalık”, “Vakıf” olarak dağıtabiliyordu. Ünlü Osmanlı şairi Şeyh Galip, kendi mesnevisi olan “Hüsn-i Aşk” da, kendine yöneltilen Mevlana’nın Mesnevisinden çalıntılar yaptığı suçlamasına “fahriye-i şahane=övünç vesilesi” olarak şöyle bir cevap verir: “Esrarımı Mesneviden aldım/

Çaldımsa, miri malı çaldım.”  “Mirî malı” devlet malı demektir. Bu olgu, Osmanlıda ahalinin “Devlet Malı (herkesin malı)”na nasıl baktığını gösteren korkunç bir örnektir.

Abbasiler’de “Beytulmal=Hazine”, fethedilen “ganimet” toprakları ile birlikte tarım ve ticaret vergilerinden oluşuyordu. Arapların, öteden beri “çapul” yapma tabiatları ile birlikte, “ticaret” yapma kabiliyetleri unutulmamalı. Dünyada ticari kapitalizmin, ilk defa Abbasiler döneminde Müslümanlar eliyle oluşturulduğu doğrudur. (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurun. Ankara. 2016.) Ancak Türklerin hegemonyası (Selçuklular-Osmanlılar) ile birlikte (asker millet) ticaret zayıflamıştır. Devletin ağırlıklı ekonomik kaynağı, artık sadece “ganimet” tir. Özel mülkiyetin ve ticaretin zayıf olduğu bir toplumsal yapıda “Devletlu” kavramı, hem siyasi-askeri bürokrasiyi imler; hem de devlet aracılığı ile “zengin” olmayı. Yıkılış dönemlerinde “hoşafın yağı (ganimet) kesildiği” için, Yeniçeriler ayaklandığı gibi; devlet de, müsrif alışkanlıklarını karşılamak için dışarıdan borçlanmaya gitmiştir (Duyun-i Umumiye).
Ekonomik kaynaklar “hesapsız (ganimet)” geldiği gibi; harcanması da “hesapsız” dır: “Haydan gelen, huya gider.” Osmanlı ahalisinde ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında “Rüşvet” in yaygın olması ve  “norm”al kabul edilmesinin nedeni de budur: “Selam verdim; rüşvet değil diye, almadılar (Fuzulî).”, “Bal tutan, parmağını yalar.”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.”…

2 – TÜRKİYENİN DURUMU 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda devlet (hazine) arazileri genişti. Osmanlıdan kalan özel vakıf mülkleri de devlete devredildi. Saltanatın/sultanın yerini alan Tek Parti yönetimi (Yüce Atatürk-Milli Şef), devlet mülkü üzerinde istedikleri tasarruf yetkisine sahiptiler. İsteyen, bu dönemde yapılan tahsis ve devirleri kaynaklardan öğrenebilir; detayına girmeyeceğim. 1950 sonrası nispi demokratik dönemde devlet malı ve hazine arazileri üzerindeki tasarruflar devam etti.  1960 sonrası gerçekleşen iç göç sürecinde vatandaşın hazine arazileri üzerine “Gecekondu” yapması ve sağcı-muhafazakâr siyasi iradenin bunu onaylaması ve keyfi “sübvansiyon” politikaları, “rüşvet” ve talan/yağma (ganimet) alışkanlığının devam ettiğinin göstergesidir. 2000’ler sonrası –üretime ağırlık verme yerine- devam eden “Rant Ekonomisi (“İnşaat, ya Resulullah!”) ve siyasi iktidarın kamuya ait arazilerin (arsaların) yakınlara ve özel vakıflara istediği gibi ( “kanun” ile) tahsis veya devredilmesi; kanun değişikliği ile Köylülere ait olan “Mera” mülklerinin,  Belediyelerin (siyasi iradenin) tasarruf yetkisine devredilmesi, aynı alışkanlığın devamı olan örneklerdir.

Anadolu’da en yaygın hukuki anlaşmazlık davalarından birinin, tarla-arazi “sınır ihlali” davaları olması, vatandaşların bu konudaki kültürel genetiğini ele verir.  Özel mülkün (ki özgürlüğün temeli ve ön şartıdır) tâ baştan beri “Devlet” tarafından hakkıyla tanınmaması; bireyleri, devlete bağımlı hale getirdiği gibi; “herkese” ait olan mal ve mülke karşı da yöneticilerde ve halkta “talan/yağma/ganimet” gözü ile bakmayı doğurmuştur. Ebeveyn ile çocuk ve koca ile karı arasındaki ilişkinin, sevgi ve şefkatin arkasından saygıya dayanan bir “hukuk” ilişkisi olması yerine; bir “mülkiyet” ilişkisine dayanmasının kökeni de, buradadır. Türkiye’nin, devlet ile vatandaşı arasında ve vatandaşların kendi aralarında bir “Hukuk” yaratamamalarının, böylesine uzun/tarihî ve teolojik bir geçmişi mevcuttur.

3 – SONUÇ 

Hristiyanlık (İsevilik-İnciller) –Kilise değil- sevgi, barış ve merhamet dinidir; tarihsel Yahudilik bağlamında dini bir reformdur. Ancak İslamiyet (Kur’an-Sünnet),  -Yahudilik (Tevrat)de olduğu gibi- “Adalet/Hukuk”a vurgu yapan bir dindir. Özel mülkiyeti esas kabul eden Kur’an: “Mallarınızı aranızda haksız yere yemeyin; İnsanların mallarından (Kamu veya özel mülk) bir kısmını, -bile bile- günaha girerek hâkimlere (siyasi- dini-hukuki otorite) rüşvet olarak vermeyin.” (2/188) der. Diğer hukuki konularda da: “Ey iman edenler, kendiniz ve ana-babanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Allah, onlara (sayılan guruplara) sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede arzularınıza (heva) uymayın. Eğer hakikati çarpıtırsanız veya onu yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135) der. Müslümanlar, tarihi süreç içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde hukuk yapma işini “Ulema”ya devrederek, siyasi otoriteden bağımsız olarak ulemanın vicdani kapasitesi ile çözmeye çalışmışlardır. Ancak, devlet ile toplum arasındaki hukuki alanda, başta bahsettiğimiz iki kırılmadan dolayı adaleti tesis edememişlerdir. Bu durum, bugün de olanca çıplaklığı ile devam etmektedir. Çözüm, -Kur’an’ın önerdiği- ve Avrupa’da olduğu gibi, bir “Kamu Hukuku” yaratmaktan geçiyor. Bunun da ilk adımı, özel mülkiyetin ve özgürlüğün, -“Denenme” nin ön şartı olarak- ilahi bir hibe olduğunu anlamaktan ve kabul etmekten geçiyor.