Kimlik Oluşturmanın İki Tarzı: Düşünme ve Dogmatizm

Başlık, insanlığın yaşarken ve kimlik oluştururken daima üzerinde olduğu iki minvali-hâli ifade eder. İkinci tutumun, birinciden daha kolay ve içgüdüsel-hayvâni olduğu, izahtan varestedir. İnsanlık ve Müslümanlık, ikinci halden birinci hâle geçişi ifade eder. Toplum olarak uzun zamandan beri ikinci hal üzere olduğumuz, sanırım herkesin bildiği ve gözlemlediği bir husustur. Bu yazıda biraz bunun üzerinde duracağım.

Düşünme-Dinleme-Diyalog

Kur’an nazil olmaya başladığında Araplar, düşünmeyen, katı gelenekçi-muhafazakâr, dogmatik bir dini zihinsel hal üzerinde idiler. Kur’an, sıradan sokak insanına -dini-ahlaki bağlamda- düşünür olmayı öğütledi. Tefekkür, taakkul, tafakkuh, tezekkür, tedebbür ve ibret alma gibi değişik fiil formları ile onlara binlerce kez düşünmeyi tavsiye etti. Kendi din-ahlak davasını, böyle bir aktif-vicdani düşünme faaliyeti üzerine kurmayı önerdi. Müslümanlık, bunu başaran insanlar sayesinde oluştu. Mezhepler teşekkül ettikten sonra da, Allah’ın Kitap Ehli ve Müşrikleri eleştirdiği: “Dinlerini param parça ettiler ve her mezhep de kendinin doğru yolda olduğundan kesin olarak emindir.” (23/53) durumuna düştüler.

Dinlemek bir erdemdir, muhalif ve muarızını dinleyebilmek daha büyük bir erdemdir. Muhataplarımızın konuşmasını “Bal” ile dahi olsa kesmemeliyiz. Gevezelik, dırdır ve sürekli konuşmak ahlaksızlıktır. Allah’ın kendisi, toplumu dinleyerek, onların konuşmalarını iktibas ederek (Kâfirler dediler ki…, Sana diyorlar ki…,Müşrikler şöyle dediler….) onlarla polemiğe girdi: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözlerini işitmiştir. Sizin sürdürdüğünüz tartışmayı işitmekteydi. Allah, hakkıyla işitendir, bilendir.” (58/1)

Allah, kendi yaptığını, insanlara da tavsiye etmiştir: “Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.” (39/18). “Kur’an okunduğunda,  sükût edin ve onu dinleyin ki, merhamete/hidayete nail olasınız.” (7/204). Cehennemlikler, Ahirette birbirlerine derler ki: “Şayet dinlese idik veya düşünse idik; burada olmayacaktık.” (67/10).  “Allah nezdinde canlıların en kötüleri, hakikate-doğru söze karşı sağır, lal ve kör olan insanlardır.” (8/22). “Sağır, lal ve kör yani ölü olanlar, dinleyemezler.” (30/52).

Selam vermek ve selam almak, yani sulh, selamet ve barış temennisi ile yabancılarla tanışmak ve diyalog başlatmak, İslam’ın “diyalog” ilkesidir. Diyalog başlatmak için,  herkese koşulsuz olarak selam verilir ve herkesin selamı da alınır: “Size selam veren kimseye, -dünya hayatının geçici menfaatini (ganimet) gözeterek- veya peşin hükümle, kin ile kesin-kör inanç ile: “sen mü’min değilsin” diyerek diyaloğu/selamı reddetmeyin.” (4/94).  Müminler, kendilerine sataşan veya laf atanlara karşı “Selam” der ve giderler (25/63). Düşman olunan topluluk ile yeniden diyalog imkânı daima vardır ve diyalog kapısı daima açıktır: “Allah, sizin ile düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).

Özetle, kimlik, kişilik ve karakter oluşturmanın doğru yolu, dinamik bir düşünme, dinleme ve diyalogdur. Merak, yaratıcılık, hayret etme, hayal gücü, kendini tanıma, sorgulama, şüphe etme, nöbetleşe olarak kendine geri çekilme ve ötekine gitme, herkes için zorunludur.

Hölderlin’in “İnsanoğlu çok şey yaşamıştır/Çünkü diyaloğuz biz/Ve bir diyalog, ancak bir başka diyaloğu dinleyebilir.” mısralarını Heidegger şöyle yorumlar: “ İnsan varlığı dilde temellenir; fakat bu aslında yalnızca diyalogda (konuşmada ve dinlemede) gerçekleşir. O andan itibaren insan kendisini süregiden her şeyin varlığına yerleştirir; ancak bundan sonradır ki insan kendisini değişebilir olana, geliş ve gidişe açabilir. Zamanın var olduğu andan beri diyaloğuz. Zaman doğduğu ve devam ettiği için tarihsel varlıklarız. Her ikisi de –diyalog halinde olma ve tarihsel olma- aynı yaştadır, bir birlerine aittir ve aynıdır.” (R. Kearney. Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler, çev: H. Arslan. İst. 2010. s 390.) R. Kearney ise bu konuda şöyle der: “Bu diyalog halini miras olarak geliştiren Gadamer ve P. Ricoeur, insan bilincinin kendini asla -Descartes ya da erken Husserl’in inandıkları gibi- dolaysız sezgi yolu ile bilemeyeceğine dikkat çekerler. Bilinç kendini işaretler, göstergeler, semboller ve metinler aracılığı ile bilebileceği bir hermenötik tura maruz kalmalıdır. Başka bir deyişle, bilinç, anlamını içerden ve kendisinden yola çıkarak silemez; bilinç, kendisini ait olduğu tarihsel cemaatin veya geleneğin metinleriyle diyaloğa girerek yorumlayabilir… Anlamı kendi başımıza mucizevi bir şekilde yaratamayız. Anlamı, bizden önce düşünen, yazan ya da konuşan başka insanlardan miras alırız. Mümkün her durumda bu anlamı kendi projelerimize ve yorumlarımıza göre yeniden yaratırız. Fakat daima biz burada ve şimdi sonradan kendi kendimize konuşmadan önce daha önce başka zamanlarda ve mekânlarda konuşulmuş olan şeyleri dinleme yükümlülüğümüz vardır.” (Kearney, a.g.e. 390-391).

Dogmatizm-Düşmanlık-Dayatma

Dogmatizm, mahiyetini salt “güç”ün oluşturduğu bir otoritenin emir, buyruk ve önerilerine koşulsuz boyun eğme ve itaat etmektir. Bir önermeyi, taşımış olduğu tutarlılık, gerekçe, metanet, mantıktan dolayı değil de; o yani otoriteden çıkmış olduğu için doğru kabul etmektir. Dogmatik olmanın kökeninde tembellik, çıkar ve korku yatar. Otorite, bir Tanrı imgesi/tasavvuru olabileceği gibi; bir put veya dinsel ve politik kişi veya kişiler (toplum), bir kurum (devlet-parti) de olabilir. Güç sahibi olmanın yanında, ona denk ahlaki bir kapasite ile gücünü sınırlayan otorite de olabilir. Bu tarz otoriteden çıkacak hükümler hakkaniyete, sağduyuya, vicdana, gerekçeye, mantığa dayanacağı için, saygın ve meşru otoritedir. Böyle bir otoritenin buyrukları idrâk ederek, anlaşılarak saygı ile itaat edilebilir ve boyun eğilebilir. Kur’an’daki Allah tasavvuru (esmâu’l-hüsna), böyle bir otoritedir: Merhametle yoğrulmuş, adaletle donanmış kudret.

Seküler olsun, dindar olsun dogmatik kişilik, kimlik ve karakter, insanlık için tehlikelidir. Dindar dogmatiklik biraz daha tehlikelidir. Çünkü arkasında “Tanrı” gibi mutlak bir güç vardır. Onu, kafasına göre -dogmatik olarak- memnun etmek isteyecek dindarın yapamayacağı şey yoktur. Hem de “Tanrı rızası” için. Dinler tarihi, sözde dindarların yarattığı şiddet ve zulümlerle doludur. Saymaya gerek yoktur.

Kur’an’a göre zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur (2/193). Dost-düşman ayrımı yapmanın kriteri ırk, dil, din, çıkar ayrılığı değil; adalet ve zulümdür: “ Allah, sizi dininize ait olduğunuz için/bu yüzden sizinle savaşmamış, sizi yurdunuzdan çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak sizinle dininize aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (60/8-9).

Modern Ulus devlet, milliyetçilik ve ekonomik çıkar (kapitalist) saikleri veya din ve mezhep saikleri ile yaratılan dost ve düşman ayrımlarının tümü tehlikeli ve sorunludur. Partizanlık ile yaratılan dost-düşman ayrımları da aynıdır. Etni site/ırk, dil, din, mezhep gibi antropolojik kimlik verilerinin politik vatandaşlıkta dost-düşman ayrımında kriter olması yanlıştır.

Uluslararası veya ulusal düzeyde güven ve düzen sağlamak için başvurulacak kriter adalet ve hakkaniyete dayanan ve müzakere, uzlaşma, oydaşma, konsensüs, icma ve şura ile oluşturulacak hukuk ve kurumlardır. Salt güce dayanarak çıkarılan kanunlar ile dayatma yaratmak zulüm ve zorbalıktır.

Bu üç kötülüğü A. Badiou muhteşem bir şekilde şöyle özetler: “Sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak (taklit/dogmatizm); kendi çıkarı uğruna bir hakikatten vazgeçmek (ihanet); ve bir hakikatin bütüncül gücüne inanmak (felaket)… O halde hakikat etiğinin bu kötülüklere karşı üç ilkesi şunlardır: 1- “Devam et” buyruğu altında feraset yani taklitlere kanma. 2- Hainliğe karşı cesaret, hakikate sadakat, vazgeçme. 3- Bütünlük ve kesinlik yani dayatma ve zorlama iğvasına karşı itidal. Hakikatler etiği, ne dünyayı bir Yasa’nın soyut hâkimiyetine tabi tutmayı; ne de dışsal ve radikal bir Kötü’ye karşı mücadele etmeyi amaçlar. Tam tersine hakikatlere gösterdiği sadakat yolu ile Kötü’yü –tam da bu hakikatlerin dublörü ya da karanlık yüzü olarak gördüğü Kötü’yü- savuşturmaya çabalar.” (Alain Badiou, Etik (Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme), çev: T. Birkan. İst. 2003. S. 92).

Sonuç

Şahsiyet, karakter, kişilik, kendilik ve birey olmak dinamik ve yaratıcı süreçlerdir. Kimlik, böyle oluşturulabileceği gibi; etnisite/ırk, dil, din, mezhep gibi Antropolojik/verili, daha ziyade durağan, edilgen, taklide dayalı ve dogmatik olarak da oluşturulabilir. “Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olma”nın, norm/normal olması gibi. Peygamberler, kimliği birinci tarzda oluşturmaya çalışmışlardır. Mezhepler ve teolojiler ise, zamanla ikinci tarza kaymışlardır. Kültürün, düşüncenin, dinlemenin ve diyaloğun öncelendiği toplumlarda dinsel kimlik de politik kimlik de daha sağlıklı, yaratıcı ve medeni olur. Politikanın öncelendiği toplumlarda ise, kimlikler kesin, kör, çelik çekirdekli, taklide dayalı yani dogmatiktir. Bu da kaçınılmaz olarak hınç, kin, nefret, düşmanlık, dayatma ve çatışma türetir. Bugün Türkiye’de olduğu gibi.

Kültür Yaratamamanın Faturası: Her şey ‘politika’

1- Batı’nın Poetika-Politika Hikâyesi 

Akademisyen, kültürel çalışmalar uzmanı Besim Dellaloğlu,  “Poetika ve Politik (İst. 2020)” adlı eserinde Avrupa’nın ve Batı’nın “Ancien Regime”den yani Kilise/Katoliklikten (Ortaçağ/Karanlık) çıkarak modern seküler paradigmanın oluşum hikâyesini anlatır. Bu sürecin, bir “Uzun Devrim” olduğunu; poetik/kültürel olanın politik olanı öncelediğini vurgular.

Bu sürecin, gelenekten kalkarak onun yenilenmesi, evrilmesi, tekâmül ettirilmesi süreci olduğunu ortaya koyar. Adına Rönesans, Reform, Aydınlanma, Hümanizm, Sekülerleşme dediğimiz süreçlerin tümünün bu karakteri taşıdığını belirtir.  Bu süreçleri Kültür, medeniyet, matbaa, klasik, kanon, üniversite, edebiyat, sanat, kamusal alan, roman, ulusal alegori, gelenek, yerlilik, kültür savaşları, kültürel hegemonya, sosyoloji… gibi odak kavramları üzerinden yapar.

Yani “Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” dediğimiz politik ve “Endüstri Devrimi” veya “Kapitalizm” gibi ekonomik kategorilerin “kültürel kamusallık” gibi bir geçmişi vardır. Batı’da meydana gelen toplumsal değişmeyi metodolojik açıdan ele alan bu tasvir, zorunlu olarak Batı’nın Prometheuscu-Seküler, ilerlemeci, organizmacı-mekanik, doğacı/materyalist, hümanist… paradigmasını benimsemek anlamına gelmiyor. 

Dellaloğlu, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Modernleşmenin Zihniyet Dünyası (İst-2012)” adlı eserinde ise, Tanpınar’ın, eserlerinde Avrupa’nın veya Batı’nın yaptığını “devam ederek değişme, değişerek devam etme” şeklinde benimsediğini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, bu yaklaşımı, Tanpınar’a benzer şekilde “İmtidad”  kavramı ile eserlerinde ortaya koymuştur.

Dellaoğlu, Batıda oluşan kültürel kamusallığın Kanon-Klasik, Sanat-Edebiyat bölümünü Türkçede “Müfredat” oluşturma; Üniversite-Eğitim (Bildung) bölümünü ise “Maarif” olarak karşılamaktadır. Dellaloğluna göre, “Türk Devrimi”, Yahya Kemal ve Tanpınar’ın modernleşme yaklaşımlarını göz ardı ederek, kültürel ve politik olarak radikal bir “Kısa Devrim” yapmıştır.

Buna biz “Kısa-devre” de diyebiliriz. Dellaloğlu, Modern Türkiye’de seküler modernistlerin, genellikle her şeyi yenilemek/devirmek peşinde iken; muhafazakârların, genellikle her şeyi değiştirmeden/yenilemeden devam ettirmek (yerlilik-millilik) peşinde olduklarını söyler. Ana tezini özetlediğim bu konuyu Türkiye bağlamında biraz detaylandırmaya ve örneklendirmeye çalışacağım.

2 – Tarihsel Hikâyemiz 

16. yüzyılda Batı’da (1517) Luther, Wittenberg’deki Katolik kilisesinin kapısına meşhur 95 maddelik itirazlarını astığında “Teolojik Rönesans (Yenilenme-Tecdit)” ı başlatmış oluyordu. Bizde (Derviş Devlet Osmanlı) ise, medrese, skolastik bir tekrar ve taklit içinde iken; halkın dini muhayyilesi, canlı Tarikatların kontrolünde idi.

17. Yüzyılda (1651) Kadızâdeliler ile Sivasîler arasındaki kanlı çatışma, bunun bir kanıtıdır. Kâtip Çelebi’nin “Mizanu’l-Hak (çev: S. Uludağ. İst 2008)” adlı eserinde anlattığına göre, Ayasofya imamı Kadızade Mehmed Efendi ve Sultanahmet cami imamı Abdulmecid Sivasî’nin atışma yolu ile taraftarlarını birbirlerine karşı düşmanlaştırdıkları ve bir Cuma günü kanlı çatışmalara sebep olan ihtilaf konuları şunlardı:

Kabir azabı var mı yok mu, kabir ziyareti caiz mi değil mi, şefaat var mı yok mu, Hızır yaşıyor mu ölmüş mü, Kandil kutlamak ve mevlit okumak caiz mi değil mi, tütün ve kahve içmek haram mı değil mi, sema ve devran caiz mi değil mi, matamatik ve felsefe yapmak caiz mi, yasak mı? …. 

Hâsılı, Osmanlı, Teolojik tecdidini yapamadığı için, Batı’nın meydan okumalarına mukabelede bulunamadı. 18 ve 19. Yüzyılda başlayan “Tanzimat” ve “Meşrutiyet” yani kültürel ve politik yenileşme çabaları, kültürel ve politik bedenin çökmesini durduramadı. “Üç Tarz-ı Siyaset (İslamcılık-Batıcılık ve Türkçülük)” tartışmaları, Jön Türklerin-İttihat ve Terakki Partisinin politik devrimi ve imparatorluğun tasfiyesi ile sonuçlandı. 

3 – Türkiye Cumhuriyetinde  Kültür ve Politika 

Cumhuriyet devrimi kültürel ve politik bir “Kısa Devrim” dir. Şeriat-Tarikat-Medrese (kültür) ve Hilafet-Saltanat (politika) ilga edilmiş; alfabe değiştirilmiştir. Sekülerlik ve Pozitivist bilim (üniversite), toplumun yeni Dünya görüşü ve kültürel kimliği olarak (müfredat ve maarif) benimsenmiştir. Bunların tümü, Batı’da olduğu gibi geleneğin organik-yaratıcı yenilenmesi (Kanon, Klasik, Rönesans, reform, Aydınlanma) yani “kültürel kamusallık” veya “Uzun Devrim” veya “Tecdit” yaratarak değil; politik bir “ Kısa Devrim (kısa-devre)” ile olmuştur. 

Bu sonuç, yani kültürel bir kamusallık yaratamamak Türkiye’de ideolojik-politik olarak seküler/laik- muhafazakâr/dindar; mezhebi olarak Sünni-Alevi; etnik olarak Türk-Kürt “pür-politik” kimlik fay hatlarını yarattı. Son elli yılda ise, “”takiyye” stratejisi ile “The Cemaat/Hizmet Hareketi” diye kültürel-politik bir “Paralel Yapı” oluşarak bir yönü ile politik “Vesayet Rejimi”ne; diğer yönü ile de politik ”İslamcı/Muhafazakâr” iktidara karşı “pür-politik-terörist” bir atraksiyona kalkıştı (15 Temmuz).  

Adetâ çelik çemberli (katı dogmatik) bu politik “Biz”ler, “Ufukların Kaynaşması” ve “Dalgaların Girişimi” şeklinde kültürel kamusallık veya islamî deyimle bir “tecdit” yaratamadığımız için; üzerinde uzlaşacağımız kültürel Kanonlar, Klasikler, Şiirler, Teolojik metinler, Sanat-Edebiyat ürünleri yaratamadığımız için; pür-politik söylem ve eylem, içerleyerek-uçuklayarak düşmanlık, hınç, kin ve nefretle PKK, DHKP-C ve FETÖ olarak “terör”e bile dönüşebilmektedir. Terör örgütlerinin hainliği veya onların dış güçler tarafından desteklenmesi, oluştukları ortamın kültürel-politik sorunlarını görmezlikten gelmeye itmemeli.  

Kendini çağdaş, Batılı, muasır-medeni, seküler-laik olarak görenler; karşıtlarını mürteci, cahil, yobaz-bağnaz, şeriatçı-hilafetçi… olarak nitelerken; kendilerini dindar/muhafazakâr, yerli, milli ve mukaddesatçı olarak görenler, karşıtlarını köksüz, yabancılaşmış, gavur kayırıcıları… olarak görmektedir. Her bir kimlik politikası, -kültürel kamusallık yaratılamadığı için- politikada “kişi kültü” yaratarak onun eteklerine tutunmaktadır. “İstiklal Marşı” ve “Yemen Türküsü” dışında ortak olarak toplumun/milyonların okuyabileceği manzumlarımız maalesef yoktur.

Batı, İncil’i herkesin okuyup anladığı “Kanon” yani değeri tescil edilmiş, kabul görmüş, gelenekselleşmiş kurallar, eserler haline getirebildiği halde; Bizde Kur’an, toplumun bir kesiminin ezberden okuyabildiği “kutsal” dır. Aynı şekilde, örneğin Safahat’ı, Mesnevi’yi, Nutuk’u kanon ve klasik haline getiremedik.  Fransızlar Rousseau’yu; Almanlar Goethe’yi; İngilizler Shakespeare’i, Ruslar Dostoyevski’yi, İranlılar Hafız’ı, Araplar Hadis’i… klasik veya kanon haline getirebilmişlerdir. Üniversite, toplumun tümü için –Dellaloğlu’nun kavramsallaştırması ile- milli “müfredat” ve “maarif/eğitim (Bildung)” oluşturmanın ocağı olarak düşünülmek yerine; ideolojik ve politik hegemonya kurmanın aparatları olarak algılanmaktadır. Hâsılı “Kültürel Hegemonya” (Gramsci) oluşturma yerine; hep “Politik Hâkimiyet” peşinde koşuyoruz. 

4 – Sonuç 

Bir ulus devlet sınırları içinde yaşayanların veya aynı gemide yolculuk yapmak zorunda kalanların yapması gereken, birincil insani/medeni faaliyet, merkezleri örtüşmese de ufukları birbiri ile kaynaşabilen veya dalgaları birbirine girişebilen farklılıkları barındıran kültürel kamusallıklar, “Bizler” yaratabilmektir. A. İzzet Begoviç’in dediği gibi: “Tevhit, aynı inancı paylaşan insanların birlikte yaşaması değil; farklı inançta olan insanların birlikte yaşayabilmeleridir.” Herkesi eşit haklara sahip “Vatandaş” lar olarak görebilmektir. Politik faaliyet ise, Carl Schmitt’in kavramsallaştırması ile “Dost-Düşman” kategorileri yaratmak değil; Badiou’nun dediği gibi nefreti denetim altına alabilmektir.

(A. Badiou, Aşka Övgü, çev: O. Türkay. İst. 2021. s 52). Şayet dost-düşman ayrımı yapacak isek de, bunu antropolojik kültür unsurları (din, mezhep, dil, etnik köken) üzerinden vatandaşlar için değil; adalet-zulüm üzerinden –gerektiğinde dış politikada- yapmaktır. Badiou, siyaset konusunda şöyle devam ediyor: “Nefret, kaçınılmaz olarak düşman sorunun tetiklediği bir tutkudur. Düşmanların var olduğu siyasette, ne şekilde olursa olsun örgütlenmenin rollerinden biri her türlü nefret etkisini denetim altına almak, hatta geçersiz kılmaktır. Siyasal düşman konusunda olabilecek en açık ve en sınırlı tanımı verebilmektir. Bu da, son derece entelektüel (ve de ahlaki. İG) bir sorundur.

Yoksa neredeyse bir önceki yüzyılın tümünde olduğu gibi, olabilecek en belirsiz ve en geniş tanımı vermek değildir.” (Badiou, a.g.e. S. 52). Bu konuda Kur’an şöyle der: “Allah, sizin ile ”düşman” olduğunuz insanlar arasına bir sevgi/yakınlık koyabilir.” (60/7).  Dolayısıyla, -kültür yaratma kapasitesizliğimizden geçtik- politik faaliyeti, sudan bahaneler ile insanlar arasında ebedi düşmanlıklar yaratmanın bir aparatına dönüştürmek, matah bir şey değildir.

Nietzsche’nin “Köle Ahlakı” dediği ve tarihsel olarak Yahudilerde teşhis ettiği şeyin itici gücü “hınç” ve düşmanlaştırma, “Günah Keçisi” yaratmadır. Yani maruz kalınan adaletsizliğin ve köleleştirilmenin, adalet arzusu değil de; “intikam” ahlakına yol açmasıdır. Filistinlilere yaptıklarında olduğu gibi. Kur’an, şöyle der: “Birilerine karşı içinizde beslediğiniz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin; İyilik ve takva üzerine yardımlaşın; günah işlemek ve düşmanlık üzerine değil. “ (5/2). Bana öyle geliyor ki M. Akif ve “Safahat”, bir kanon-klasik olma niteliğine haiz iken; N. Fazıl’ın “Büyük Doğu”su ve “Çile”, adlı eseri, muhafazakârların maruz kaldığı “Kısa Devrim”in yarattığı “öz vatanında parya”lığa karşı bir “hınç” ahlakını dile getirmiştir. Muhafazakârların “kültürel hegemonya” yaratamamalarını biraz buralarda aramak gerekir. 

Adalet Arayışı Olarak “Hukuk” veya Sopa Olarak “Kanun”

Siyaset ve Hukuk

Siyaset, modern dönemlerde ve uluslararası düzlemde “realpolitik” veya Makyavelizm olarak “to be or not to be”, kurtlarla dans (insan insanın kurdudur) ve av bulma-av olmama olarak gerçekleşmektedir. Birleşmiş Milletler Cemiyetinde İkinci Dünya Savaşı galibi beş daimî üyenin “veto hakkı”, bu düzlemde “hukuk”un olmadığının somut kanıtıdır. Ülkelerin içinde ise siyaset yönetme tutkusu; güç istenci, kişisel veya grupsal çıkar elde etmek, halka hizmet (kamu maslahatı) ve adaleti sağlama saikleri ile yapılır. Yargı, -pür hukuk- olarak, siyasi erkten bağımsız bir şekilde işlemesi gerekirken; yasama faaliyeti, iktidar ve muhalefetin ve siyasi erkin bir işi olarak istişare, icma, ikna ve oylama ile meşrulaşır. 

Bir ülkede maksimum düzeyde insanın meşru göreceği, razı olacağı bir “hukuk”un oluşabilmesi için o toplumun kanon, klasikler, müfredat (bildung) aracılığı ile bir “kültürel kamusallığın” yani etnisite/ırk, din/mezhep, sınıf ve anadil ayrışmalarını aşan bir eşit-ortak “vatandaş”lığın oluşması gerekir. Batı’da oluşan ve Batı’nın etkilediği diğer toplumlarda zor oluşan ve hatta oluşamayan şey budur. Hukuk yaratmanın zemininin olmadığı toplumlarda siyasi iktidar, kendi ideolojik, dinsel, sınıfsal ve ekonomik taleplerini “hukuk” kılıfı içinde “kanun” olarak meşrulaştırmaya çalışır.

Bir kararın “yasal/kanuni” olmasının, adaleti-hakkaniyeti değil; tam tersine zulmü-zorbalığı ifade edebileceği, insanların en kolay unuttukları şeydir. Örneğin: KHK ve “torba yasa” uygulamaları, “hukuk devleti” olmaktan çok “kanun devleti” olmanın alametleri olabilir. Kişilik/onur, özgürlük ve mülkiyeti korumak, hukukun ana gayesi, amacı ve işlevidir. Hukukun, “kanun” yolu ile iğfal edilmesinin arkasında yatan saikler ahmakça bir açgözlülük, güç istenci, içgüdü ve sahte bir yardımseverlik iddiası olabilir. Hukuk, örgütlenmiş adalet demektir. Ancak hukuk bunu adaleti temin etme iddiası ve icrası ile değil; zulmü, adaletsizliği yani kişilik/onur, özgürlük ve mülkiyet haklarına yapılan tecavüzleri engelleyerek yapabilir.

Hukukun Niteliği

Pozitif yasa/kanun, ister Allah, isterse insan tarafından yapılsın, tarihsel ve toplumsal bir momentte kamusal maslahatı/menfaati gözeterek adalet/hakkaniyet idesi ışığında yapılmıştır. Siyasal iktidar tarafından hakkaniyet gözetilmeden yapılmış keyfi yasalar da olabilir. Yasanın bağlayıcılığına istinaden özel sınıfsal, zümresel çıkarlar da yasalaştırılabilir. Marksist deyimle, “hukuk/yasa”, egemen sınıfın veya siyasi iktidarın “çalınan minarenin” kılıfı veya sopası durumuna sokulmuş olabilir. Meşru siyasal iktidarın veya yasa yapıcının -hakkaniyete dayanması gereken- amacı, bu yasaları, adalet/hakkaniyet idesi ışığında düzeltmek/düzenlemektir.

Pozitif yasanın ilahi olanı, o andaki durumu mutlak olarak “adil” bir hükme bağlar (helal-haram); insani olanı ise, nispi olarak adil bir hükme bağlamaya çalışır. İslam düşüncesinde birincisine “kazaî (pozitif hukuk/şeriat)”; ikincisine “diyanî/vicdani” olan ismi verilir. Ayrıca “fetva-takva” ayrımında “fetva”, müfti’nin kişiye özel yasası, içtihadı/yorumu iken; “takva”, fertlerin bireysel vicdanın, fetvayı aşan “adalet/hakkaniyet”i arayışıdır. “Şeriatın kestiği parmak, acımaz” ifadesi, yasanın adaleti tükettiği şeklinde bir güveni ifade etse de; yine de zamanın geçmesi, her iki (insani ve ilahi yasa) hükmün de altını oyabilir. İnsani olanın altının oyulması, Mecelle’de “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz” şeklinde; ilahi olanın ki ise, Kur’an’da “nesh-tebdil” olarak ifade edilmiştir. (2/106, 16/101, 13/38)

Yani pozitif yasa (şeriat), adalet idesi uğruna insan/vicdan ve Allah/vahiy tarafından daima yenilenmektedir. Son vahiyden/Kur’an sonra, yasamada “yenileme/tecdit” işi, içtihat/kıyas-istihsan aracılığı ile ya “ulema (içtihadî nesh-Mâtürîdî)” veya oylama ile inanan halk tarafından, onların vicdanı ile yapılır (şûra).

“Yasanın Yasası”

Buradaki temel sorun, adalet idesi/ülküsü ile pozitif yasanın asla örtüşemeyen yapısıdır: “Adalet idesi, yasayı yargılayan daha üst bir yasadır. “Yasanın yasası” olarak düşünülebilir. Ama onu bulmaya, onunla karşılaşmaya, onu sağlam temellere oturtmaya giriştiğimizde; mutlak anlamda temellendirilemez, tanımlanamaz, temsil edilemez olanın girdabına kapılmak kaçınılmazdır. Tevrat’ın yüzünü göstermeyen Tanrısı (Yahwe) gibi, adalet de kaçınılmaz bir ürperti ve kaygı kaynağıdır.” (Zeynep Direk, Başkalık Deneyimi, İstanbul, 2005, s 111.)

Bu sorun Kur’an’ın, Freud’un, Jung’un işaret ettikleri vicdanın “nispiliği” sorunudur ve asla bir çözümü yoktur. Vicdana hasbi ve muhasibi (eleştirel) olmak gibi “formel” ve insanlığın onurunu ve maslahatını koruma gibi içeriğe ilişkin genel ölçüler-ilkeler koysak bile; pratikte, her bir tekil ilişkide bunların “ne” olduğunu görmek, bireye veya kanun koyucuya kalmaktadır. Kafka’nın ünlü romanı Yasanın Önünde de dediği gibi: “Yasa’nın kapısı, daima bir kişiye açıktır.” Bu minvalde Zeynep Direk şöyle diyor: “Bilindiği gibi Kant’ın “ahlak yasası” da bu yüzden “formel” kalmak zorunda kalmıştır. Yasanın yasası olarak: “kategorik buyruk (adalet idesi)”: kategorik (mutlak-kesin) bir otoriteye sahip olabilmesi için tarihsiz, soykütüksüz olmalıdır ve hiçbir “hikâyeye (formel-pozitif kanuna İ.G.) mutlak ve kesin olarak yol açmamalıdır. Yasaya ilişkin hikâyeler (örnekler İ.G.) anlatılsa bile; bunlar, yasaya dışsal olan şartları ya da yasanın ifşa edilmesinin (tarihsel İ.G.) kiplerini ilgilendirir.” (Direk, age, s. 122.)Helal-haram”lar da bir yönü ile buna dâhildir.

Pascal gibi, rasyonel/vicdanî rölativizmden kaçınmak için “gelenek”e sığınmak (Direk, age, 113), yukarıda işaret ettiğimiz gerekçelerden dolayı, nihai bir çözüm değildir. Bundan dolayı Kur’an, kategorik olarak “geleneği (yasa)” hakikat sanma saplantısını şiddetle eleştirmiştir (7/28, 43/22, 31/21, 5/104…). Vicdani/adil/hakkaniyet olanın tümünü bir kere ve bütün zamanlar için olmak üzere Tanrı’nın bir halka, belirli bir zaman diliminde ve belirli bir yerde/toplumda verdiği/belirlediği “helal ve haram”lara bağlamak/dikişlemek ve bunu ilelebet taklit yolu ile (dogmatik olarak) tekrar etmek, aslında bu ideye ihanettir.

“Mevrid-i nasta (ilahi hükmün olduğu yerde) içtihada mesağ (yer) yoktur.” ilkesi, sadece dogmatik bir kanıdır. Zira “yasanın kaynağının Tanrı’ya (O’nun bir dönem/ecel için verdiği hükmüne, 13/38. İ.G.) bağlandığı yerde: “Tanrı” adı, sonucun nedeni doğurduğu yapıdaki döngüselliğin mührüdür. “Tanrı” adı, yasanın zaman ve tarih ile (toplumla) olan ilişkisini hasıraltı eder; yasayı zamandan çekip çıkarır (koparır). “Tanrı” adı, (bu yorumda İ.G.) her şeyin, tek bir anın simulakrumunda (suret-görüntü) meydana geleceği fantazisi (vehim-zan)dir.” (Direk, age, s. 130).  

Bu tuzağa düşmeden, Kur’an’ın ortaya koyduğu “Allah” tasavvurundan (Esmau’l-Hüsna) ve O’nun buyruklarından ve tavsiyelerinden bireysel vicdanımızın beslenmesi, daima mümkündür: “…üç kişi gizlice konuştuğunda dördüncüleri, beş kişi konuştuğunda altıncıları, bundan daha fazla veya az olsalar da, nerede olurlarsa olsunlar, Allah mutlaka onlarla beraberdir.” (58/7). Vicdan “tarafsız (mat-opak)” değildir; daima “kanar”, “sızlar”, “yanar”. Dilin “tutulması”, sözün “bitmesi”, yine onun deviniminin tezahürleridir.

Vicdan Sorunu ve Takva

Bunun karşıtı olarak, herhangi bir kişinin veya halkın, vicdani/adil/hakkaniyetli olanı “bulduğuna” kesin olarak inanması (sanması) da, yine adalete ihanettir. Doğru olan, daima eşikte olmak, kül yutmamak, “ürperti ve kaygı” hâlinde olmak, uykusuz-uyanık, tetikte olmaktır. Ziya Gökalp’in: “Ahlak yolu, pek dardır/Tetik bas, önü yardır” dizeleri, bunu ifade eder. Kur’an’daki “takva” bilinci de özü itibari ile böyle bir şeydir. Fazlurrahman’ın dediği gibi: “İnsanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Zira onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim, çaba ve fiil/karar da bizim ise de; bizim yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçek/nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir.” (Fazlurrahman. “Kur’an’ın Bazı Temel Ahlaki Kavramları (İman-İslam-Takva)”, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, çev. Adil Çiftçi, Ankara, 1997, s. 14.)

Klasik ulemanın, “ilahi olan” sözün üzerine yaptığı bireysel/vicdani yorumdan (tefsir-içtihat) sonra: “Allah, en doğrusunu bilir” ifadesi, bu titizliği gösterir. Çünkü Kur’an’ın “heva (53/23)” dediği ve insanda kökleşmiş, teşhisi zor arzular ve zihnin emniyet içinde olduğu (kesin hakikati bulduğu vehmi) zannı olan Umniye (22/52, 75/16, 20/114), daima kendini “vicdan” yerine koyabilir.

Hâsılı sorun, yasanın fren pedalı ile vicdanın gaz pedalı arasında düşe-kalka yol almaktır. Hz. Muhammed’in söylediği rivayet edilen: “Hud suresi (“Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol.” 11/112), beni ihtiyarlattı” sözü de yasanın yasasının bu belirsizliğini ifade eder.

Pozitif Yasanın Avantajları

Pozitif yasanın avantajı, vicdanın bin bir çeşit (sübjektif-rölatif) ihtilafından kurtulmaktır. Ölçülebilir olma, düzen sağlama, maksimum maslahatı temin etme, ceza yaptırımı ile denetim sağlama- “kanun” keyfiliğine kaçılmadığı takdirde- hukukun, adalete yaklaşmasıdır. Kendi dışında ve üstünde bir hakeme-hukuka (otorite) inanmayan ve itaat etmeyi reddeden sivil veya siyasi kişi, Tanrılık taslayan “Tağut”tur. Fransa kralı IV. Henry’nin “Kanun, benim” demesi veya Firavun’un: “Ben, sizin en yüce rabbinizim” (79/24) demesinde olduğu gibi. Tersi, toprakları kral tarafından gasp edilmek istenen Alman köylüsünün: “Berlin’de hâkimler var” demesidir.  

Vicdanın avantajı ise -Hz. Ömer’in, fethedilen Sevad (Irak) topraklarını “ganimet” olarak paylaşmak isteyen sahabîlere karşı çıkarak yeni bir hüküm koymasında olduğu gibi- yasanın altının oyulduğunu görmek veya yasadaki olası zulmü-haksızlığı/keyfiliği fark edebilmektir. “Yasanın olmadığı yerde yasanın ötesinde bir adalet de olmaz. Çünkü yasanın ötesindeki adalet, güç kullanılarak yürürlüğe sokulan bir yasayı talep eder. “Adalet” fikrinden yoksun bir yasanın olabileceğini düşünmek de zordur; çünkü yasanın adaleti, kendi ötesindeki “adalet idesi (vicdan)” adına işler.” (Direk, age, s. 112.)

Avrupa’da “İnsan Hakları”, “Anayasacılık” ve “Hukuk Devleti” yani pozitif yasacılık, uzun süren bireysel despotizmler ve vicdani sübjektivizmler sonucu gelişmiştir. “Ulus-devlet”, Burjuva sınıfının yaratmış olduğu sermaye ve ulus’a dayandığı kadar (zorbalık); diğer taraftan istikrarı-iç barışı sağlayan bu “hukuk” idesine de bağlıdır. Avrupa ve ABD, hukuksuzluğu ya alenen ya da genellikle istihbarat örgütleri ile “öteki”ne karşı “Dış Politika” pratiği olarak uygulamaktadır.

Yasadan Kopma ve Vicdani Sübjektivizm: Mafyalaşma

“Hukuk devleti” olmanın avantajı, yasadaki haksızlığın ve yasanın altının oyulmasının, açık toplumlarda tartışma ve konsensüs (icma-şûra-demokrasi) ile görülebilmesi ve değiştirilmesi imkânıdır. Oysa pozitif yasama ve onu uygulama-denetlemesi ıskalanarak, sübjektif “vicdan” ve dinsel “Helal ve Haram”a yapılan çağrının dezavantajı, yorumsal ve dinsel (coşkusal: Hâricîlik-Kilise-IŞİD) sübjektivizmin girdabına kapılmaktır.

Anayasal Hukuk Devleti olmaktan uzaklaşarak ideoloji, dava, inanç, çağdaşlık, dindarlık, sekülerlik, vatanseverlik… gibi soyut kavramlarla “Kanun Devleti” olma yolunda yürümek, matah bir şey değildir. O zaman, toplumda “mafyalaşma”nın (yerine göre “cemaatleşme/FETÖ” olarak da okuyabilirsiniz) önü açılır. Bir zamanlar İtalya’da; sonraları da Rusya’da ve Türkiye’de olduğu gibi. Mafya, pozitif hukuktan bağımsız olarak kendine has bir vicdan ve hukuk üretir: “Racon”: İnsan kesme, yakma-vurma-boğma-işkence…

Sonuç olarak otorite, -Tanrı dâhil- salt kişide veya varlıkta (ontoloji-fizik-güç) değil; onun niteliklerinde ve eylemlerinin yüklemindedir. Kaynağı da -Tanrı yaratmış olsa da- kendinin de onda tartıldığı vicdandır. Ancak ona ulaşmak veya yüzünü görmek asla mümkün değildir. Vicdan, yasanın yasası olarak sürekli peşinde koşulan bir Süreyya yıldızıdır. Tanrı ise, kendi yarattığı vicdanın sigortasıdır (sünnetullah). Doğru bir Tanrı imanı, tasavvuru ve imgesi varlığın; vicdan, insanlığın tuzudur. Teolojiler, trajik olarak bu tuzu daima kokutur; varlık ve insanlık da bozulur (fesat); tarihte ve günümüzde olduğu gibi. Marifet, tuzu kokutmamaktır.

“Sözün Özü” Çıktı..!

Sözün Özü

İslam’ın üç kara deliği: 1- Vicdan yerine, Tanrı ve metin (Kur’an). 2- Özgür irade yerine, “kader”. 3- Nedensellik yerine, “mucize (keramet, sihir, tılsım, simya, dua)”
Kur’an, geçmişe doğru evrenselci bir hakikat anlatısı (kıssalar); ğayb (mavera-metafizik) konularında müteşabih/metaforik bir dil; ahlak konularında “tümeller” ve “temsiller” yolu ile bir tavsiye; canlı muhataplarının politik, hukuki ve iktisadi sorunlarının acil/pratik bir çözümü; ortaya konan çabanın toplamından da geleceğe dönük bir taşınma talebi-umudu ve beklentisidir.
İnsanların doğuştan veya yaşadıkları coğrafyadan (doğadan) kaynaklanan ekonomik-siyasi mağduriyetleri ve maduniyetlerini (mustazaf) gidermek (adalet-merhamet), dinin/denenmenin (İslam) yarısıdır. Diğer yarısı da iman/şükrandır. Siyaset ve ekonomiyi salt güç istenci/rekabet ve sınırsız üretim ve sınırsız tüketim (israf-kapitalizm) olarak kodlamak, insanın hayvanlığı veya şeytanlığıdır.

“Otorite ve Din” Çıktı..!

Otorite ve Din

Otorite ve Din

İnsanın özü, vicdanı ile zekâsının sürekli irtibatta olması ve aktif olmalarıdır (kalp-akıl). Yabancılaşma, bu irtibatın koparılması veya bu iki unsurdan birinin dumura uğramasıdır. Yanlış tanrı veya din tasavvuru, buna sebebiyet verebilir. Putçuluk (şirk), bir dinsel yabancılaşma türüdür. Putçuluğun kriteri, tanrı sayısında değildir; sahip olunan tanrı veya din tasavvurunun, insanı kendine, yeteneklerine ve vicdanına yabancılaştırıp yabancılaştırmadığındadır: “Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’ı bırakıp da ilahlar edindiler.” (36/74).“Kendilerine kuvvet ve şeref kaynağı olsun diye, Allahtan başka ilahlar edindiler.” (19/81). “Hz. İbrahim, halkına şöyle dedi: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi ve çıkar kaynağı olsun diye, Allah’ı bırakıp, birtakım putlar edindiniz.” (29/25).

Dinde ve Siyasette “Husumetin Galip Gelmesi”

1 – DİNİ SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI

Ahirette cehennemlikler/kaybedenler, pişmanlıklarını şöyle ifade ederler: “Ey Rabbimiz, “Husumetimiz bize galip geldi; hatalıydık” (23/106).  Demek ki, dini bağlamda hidayeti bulamamanın, dalalete sürüklenmenin temelinde yatan husus, ahlaki konularda cehalet, korku, çıkar veya kibir saikleri ile tek tek insanların veya grupların içine kapandıkları kör/taklidi-dogmatik husumet/düşmanlık, kibir/istiğna ve kesin inançlılık durumudur. Şüpheyi, eleştiriye açık olmayı ve sürekli “düşünceli” olmayı terk etmektir. İnsanda yerleşmiş, tabiatının en derin temel yapısı olan ve daima kendilerini “normal” olarak sunan teşhisi zor içgüdü ve arzuların “makuliyete” bürünmesi, Kur’an’da “Heva” olarak nitelenir. İnsanın derininde olan vicdanının çeperinde olup, onu sarmalayan bu duvarın aşılması oldukça zordur. Bu durum, bazen kendini norm ve ahlak olarak bile niteleyebilmektedir. Örneğin, Kur’an şöyle der: “Onlara yeryüzünde kötülük/fesad çıkarmayın.” dendiğinde: “Ne münasebet, biz sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat et,  onlar bozguncudurlar, fakat kendileri bunun farkında/şuurunda değiller.” (2/71) “Sana amellerinde en büyük zarara uğrayacakları haber vereyim mi? Onlar, bütün çabaları dünya hayatı peşinde koşarken heba olmuş kişilerdir, fakat kendilerine sorsanız, iyi işler yaptıklarını söylerler.” (18/103-104) Medyen halkına/şehrine peygamber olarak gönderilen Şu’ayb peygamberin halkını uyarılarına karşı, halk ona şöyle diyordu: “Senin (yeni) ibadetin/dinin mi bize babalarımızın taptığı ilahlardan ve mallarımızı istediğimiz gibi harcamaktan vazgeçmemizi emrediyor? Oysa sen, yumuşak huylu ve akıllı bir adamsın.”(ll/87) Bu durum baskıcı, ayartıcı ve zorlayıcı içgüdü ve keyfi arzuların (heva) bencil zekâ tarafından araçsal olarak aklileştirilmesi ve toplumsallaştırılmasıdır. Cehalet, tembellik, korku ve çıkarın ürünü olan mitoloji ve şirkin/paganizmin, İlahi dinlerdeki uzantısı veya paraleli, dogmatik/taklidi körlüktür. Muhteva/ajanda değişse de; karakter, psikoloji ve saikler aynıdır: “Dinlerini paramparça ettiler; her mezhep de (hizb) kendinden son derece emindir.” (23/53)

Çıkarlar, arzular ve güdüler toplamı olarak heva, havalanıp/şişip benliği bütünüyle kaplayınca, doğru değerlendirme kapasitesi olan vicdanı örter (istikbar, 2/34, 7/146, 74/23 … ) ve giderek kişi kendini yeterli görmeye başlar (istiğna, 80/5, 92/8). Her türlü ahlaksızlığın önemli bir kaynağı işte budur: “İnsan kendini yeterli görünce azar.” (96/6-7). Şeytan’ın trajedisi bu olduğu gibi (2/34); şeytanlaşmış bütün insanların durumu da aynıdır. İnsan hevasını ilahlaştırınca, bunun sonucu bilgi aktlarından kulağı ve kalbinin mühürlenmesi, gözünün perdelenmesi sonucu dalalete düşer (45/23). Yani kendine (özüne, vicdanına) yabancılaşır. Kur’an’ın, ahlaki bağlamda vicdanını ve hakikati örtme anlamında ‘’Küfür” ve “Günah” dediği şey budur.

İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, erişkin hale gelen birey, doğal olarak içinde doğup-büyüdüğü toplumun kültürel ahlaki değer kalıplarını miras olarak alır. Otoritenin ahlaki niteliğine bağlı olarak “otoriter vicdan” da tesadüfen iyi veya kötü şeyler yapmaktadır. Çünkü bu davranışların içeriği, otoritenin emir ve buyruklarından çıkarılır; kişinin kendi vicdanından değil. Vicdan rahatlığı, içselleştirilmiş dışsal otoritenin yani cemaat, mezhep, parti, lider, toplum, devletin memnun edilmesi; vicdan azabı ise, onun memnun edilmemesidir. Bireyin en büyük doyumu, otoritenin sevgisi ve beğenisidir. Ali Şeriati’nin insanın bireysel vicdanını, özgürlüğünü ve yaratıcılığını engelleyen “zindan”lar olarak saydığı dört unsurdan (İnsanın Dört Zindanı) iki tanesi ‘tarih’ ve ‘toplum’ (kültür)dur.  Bir ‘canlı’ türü olan insan, toplumun, doğanın ve tarihin esiridir. ‘İnsan’ olma sürecine girmiş ise, ancak o zaman giderek ve aşamalı olarak bu baskılardan/zindanlardan kurtulur ve özgürleşir; ünsiyet sahibi “İnsan” olur.

Kur’an’ın nazil olduğu toplum, her toplum gibi, bireylerin bireysel bilincini, derin vicdanını yok etmiş, örtmüş geleneğin, müşrik bir dinin ve yerleşik bir kültürün egemen olduğu bir toplumdu. Kur’an’ın bireysel bilinci özgürleştirme ve derin vicdanı diriltme çabasına karşı onlar: “Hayır, atalarımızı üzerinde bulduğumuz değerlere uyarız” (2/170), “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz gelenek ve değerler bize yeter” (5/104), “Kötü bir iş yaptıklarında (fâhişeten), “Atalarımızın böyle yaptığını gördük.’ Derlerdi” (7/28). Kur’an, kendi çağrısına karşı müşrik Arapların geçmişten, tarihten devraldıkları hazır kültürlerini, geleneklerini koşulsuz doğru ölçü olarak görmelerini, kesinlikle reddetmektedir (2/170, 5/104, 7/28, 95; 10/78, 21/35, 26/84, 31/21, 43/22-23).  Ayrıca, sorgulamasız ve koşulsuz olarak “Büyüklerimize ve ileri gelenlerimize uyduk” (33/67) diyenler, denenmeyi kaybeden cehennemliklerdir. 

2 – POLİTİK SAİKLİ HUSUMETİN KAYNAĞI

Demokrasinin olmazsa olmazı olan İktidar-muhalefet ve siyasal partilerin varoluş gerekçesi, zorunlu olarak “çoğul” ve “ideolojik” olan kimlik/kültür, güvenlik, hukuki asayiş veya ekonomi/çıkar politikalarının eleştiri,  tartışma-uzlaşma ve rekabet içinde yürütülmesidir.

Türkiye’nin, kültürel/ideolojik bir “devrim” ile kurulması ve bir imparatorluk bakiyesi olarak demografisinin etnik-mezhebi olarak çoğul yapısı, politik faaliyeti kolayca “Kimlik” eksenine kilitleyerek demokrasiyi felç etmektedir. Son dönemlerde politik hayatta kullanılan ”İttifak” veya “Cephe” kavramları ve oluşumları aslında militer/savaş-düşmanlık imaları taşımaktadır. İkinci Dünya savaşında “Müttefik Kuvvetler” vardı. Yetmişli yıllarda da Türkiye’de “Milliyetçi Cephe” hükümeti kurulmuştu. O yıllarda toplumun “sol-sağ” diye bölünerek ne hale geldiği, hafızalarda mevcuttur. Demokrasinin kavramları uzlaşma, rekabet, koalisyon, icma, şura… vs dir. Son dönemlerde Türkiye’de siyaset, vatansever-vatan haini, yerli-işbirlikçi… gibi “bölücü” ve insanlarda nefret, kin, hınç yaratan kavramlarla yürütülmektedir. ”Yerliliğin bir ideolojiye dönüştürülmesi, sürekli dışardan alma kadar “ergen” bir tutumdur. Her ikisi de, aynı madalyonun iki yüzüdür.” (Besim Dellaloğlu, Poetika ve Politik, İst.2020. s. 28) Hegel’in Aufhebng kavramının, Tanpınar’ın “değişirken devam etmek, devam ederken değişmek” ifadesi ile çevrilebileceğini ileri süren Dellaoğlu, “Rönesan”sın da geleneğin yaratıcı yenilenmesi(tecdit) olarak aynı anlama geldiğini ifade ederek şöyle devam ediyor: “ Batının yaptığı ve Türkiye’nin yapamadığı budur. Batı, hem değişiyor, hem de devam edebiliyor. Türkiye ise, ikisi arasında bir tercih yapmaya zorunlu hissediyor kendini. Bu nedenle de Türkiye ya değişiyor(devrim-İG); ya da devam etmeye çalışıyor(Katı Muhafazakârlık-İG); ama ikisini aynı anda yapamıyor. Tıpkı bisiklet binerken, sakız çiğneyememek gibi. Devam etmek isteyenlere, “Muhafazakâr”, “Yerlici”; değişmek isteyenler, “Batıcı-Kemalist-(Seküler)” diyorlar.”(Dellaloğlu, Poetika ve Politik.s51). Bu tutumlar, Kur’an’ı ve Nutuk’u kutsal kitaplara dönüştürerek “kültürel kamusallık” olarak –İstiklal Marşında olduğu gibi- herkesin okuyup anladığı ve benimsediği “Kanon” veya “Klasik”lere dönüştürme yerine,  politik-kültürel hayata “husumet” olarak yansıyor. 

Kesin-kör inançlılık (dogmatizm/taklit) ve husumet, tezyif, tahkir ve itham, tarafların diğerlerinde bulunan iyiliği, erdemi ve doğruluğu görmeyi engeller. “İttifak” yapma ve “cepheleşme”, bu ithamlarla yapılmaktadır.  Oysa, Ulus Devlet’in/sınırların, hepimizin “zorunlu” evi olduğu ve hepimizin yine zorunlu olarak “aynı gemide” olduğu; eşit “vatandaşlık” dışında etnik, dini/mezhebi, ideolojik kimlik farklılıklarının modern toplumda ve demokrasilerde “normal” olduğunu hepimiz kabul etmek zorundayız. “Kimlik” oluşturma süreçleri, beton dökme ameleliği değil; düşünsel, ahlaki ve estetik süreçlerdir. Su sızdırmaz “ölümcül kimlikler(E.Maluf)” yaratmak yerine; geçişken-olgunlaşan, evrilen, gelişen kimlikler yaratmak, “medeniliğin/insaniliğin” temel ölçüsüdür. C.G. Jung: “ Bir içsel durum, bireyde bilinçli hale gelmediği takdirde; dışarda kader(kahraman) haline gelir” der.(Jhon Beebe, Psikolojik Tipte Enerjiler ve Örüntüler. Çev: H.Aral. Ank. 2019. S 273)“Husumetin galip gelmesi”, dini hayatta ölümcül ve büyük bir hata olduğu gibi; politik hayatta da ölümcül ve yanlıştır. Allah, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun’u Firavun’a elçi olarak gönderdiğinde, onlara tavsiye olarak şöyle dedi: “Ona yumuşak söz söyleyin; belki öğüt alır ve çekinir.” (20/44). Hz. Muhammed’e de şu tavsiyede bulundu: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et.” (16/125).

3 – SONUÇ

Hâsılı, iç-siyaset savaş, husumet, hile, kumpas, kurnazlık, düşmanlaştırma değil; yarış, rekabet, işbirliği, eleştiri-uzlaşıdır. Marifet adaleti, hukuku/hakkaniyeti ifade eden ”Tarafsızlık” ile Rahmani siyaset olarak bunlara “Taraftar olma” nın diyalektiğidir. İletişimin/ilişkinin, birlikteliğin, toplum olmanın zemini(kamusallık bilinci) ben-sen, biz-siz arasındaki yaratıcı diyalektik ilişki, karşılıklı bağımlılıktır. Husumet, “öteki/düşman”laştırma olarak bu bağların tahrip edilmesi, hakikatten ve dostluktan uzaklaşmaktır. Tarafların ibtidaen ortaya koyacakları söz ve davranış, jest ve misillemenin çapı, etik kapasitesi ve niteliği, onların karakterinin ve kültürlerinin tekâmül derecesine (medeniliğine) bağlıdır; ham da olabilir, olgun da.  Kur’an şöyle der: “Rahmanın kulları ortalıkta vakar ve tevazu ile dolaşan kimselerdir. Cahiller, onlara laf attıklarında “Selam” der, geçerler.” (25/63). “Onlar, yalana şahitlik etmez; faydasız/boş bir şeyle karşılaştıklarında, vakar ve hoşgörü ile geçip giderler.” (25/72). “Boş söz işittiklerinde, ondan yüz çevirirler ve “Bizim görüşümüz/işimiz, bize; sizin ki de size; selametle; cahillerle işimiz olmaz derler.” (28/55). Lokman (a.s), oğluna şöyle öğüt vermişti: “ “İnsanları küçümseyerek, surat asarak, sırtını onlara dönme. Sokaklarda böbürlenerek caka satarak dolaşma; tabii ol. Allah, böbürlenen-kibirlenenleri sevmez. Muhataplarınla konuşurken, eşekler gibi bağırıp çağırarak hakaret etme. ” (31/18-19).

Türkiye’de Sekülerlerin ve Muhafazakârların “Üniversite” Algısı

İslam Dünyasında “Merak/Taaccub”un Başlaması ve Bitmesi

Yedinci yüzyıl ile dokuzuncu yüzyıl arasında “Teolojik Düşünme”yi (Dâhili İlimler: Kelam-Fıkıh, Tefsir, Hadis, Tasavvuf) başaran Araplar, 9-13. yüzyıllar arasında Yunanca’dan, Süryanice’den, Farsça’dan ve Hintçe’den çevrilen “Harici İlimler” aracılığıyla Felsefe ve Bilimsel düşünme ile tanışmış hatta onlara bazı katkılarda bulunmuşlardır. Bunda Müslüman olan milletlerin hepsinin payı vardır. Emevi ve Abbasilerin orta dönemlerine kadar etkinliğini sürdüren Mu’tezile’nin (logos) boğulması, Tasavvufun (mitos-mistik) giderek etkinlik kazanması ve Moğol İstilası, İslam’ın “altın çağı”nı giderek sönümlendirmiştir.

12. yüzyıldan itibaren Arapça yazılmış Felsefi-Bilimsel eserlerin Latinceye çevirisi ile Batılılar (İbn Sina ve İbn Rüşd örneklerinde olduğu gibi), skolastik-teolojik düşünceden sıyrılıp, Felsefi Bilimsel (mantıkî-nedensel) düşünme yolunda ilerlerken; Türklerin hegemonyasında (Selçukîler-Osmanlılar) İslam imparatorlukları Gazzâli (Eşari-Tasavvuf), Sühreverdi, Molla Sadra, Devvani (İşrak Felsefesi) ve İbn Arabi, S. Konevi, D. Kayseri (Tasavvuf) önderliğinde “Teosofi-Teoloji” yolunda yürümeyi tercih etmişlerdir. Akdeniz’in doğusu, “Doğu”lulaşmıştır. Batılılar, 16. Yüzyıldan itibaren fiziksel morfolojileri ve toplumsal formasyonları, Felsefe ve Bilim ile (Keşifler) kavramsallaştırmaya çalışırken; Müslümanlar, düşüncede fiziksel ve toplumsal gerçekliklerden (nedensellik-olgusallık) koparak “Medreselerde” skolastik-metafizik-mistik olarak kaldılar.

Hukuk/Fıkıh alanında Şatibi’nin “Makasıt” teorisi, Kıyasın, kaynakları -“Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına uydurma” ifadelerinde kendini ortaya koyduğu gibi-, sömürmesini (semerelendirilmesi/istismaru’l-elfaz) sona erdirecek verimli metodoloji önerisiydi. Fakat itibar edilmedi.  İbn Haldun, Marx’ı önceleyen Tarih Felsefesi ve Annal Tarih Okulunu önceleyen “Sosyal Tarih/Tarih Sosyolojisi” teorileri ile “semasında tek yıldız” olarak kaldı. Osmanlıda Takiyuddin’in Kozmoloji çalışmalarına itibar edilmediği gibi; kurduğu rasathane, skolastik sofular tarafından yerle bir edildi.

Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Naci Fikret ve Namdar Rahmi Karatay’ın öncülüğünde  ve “Yeni Fikir” dergisi etrafında bir gurup yazar-düşünür tarafından kurulan “Konya Enerjetizm Okulu” , Naci Fikret’in dizelerinde ifade ettiği gibi, hiçbir etki uyandırmadan hayal kırıklığı ile sona erdi: “Bilmem ki ne olmaktı senin gayen-maksadın/ Fare gibi, kitaplar arasında yaşadın/ Ne dans ettin, ne de sevdin kız, kadın/ Kim dedi, be hey serseri, sağlığına kıy diye/ Geçti Bor’un pazarı; sür eşeği Niğde’ye.”

Çöküş ve  Batı’yı Taklidin Başlaması

Batıda meydana gelen bilimsel keşifler (tabiat bilimleri-sosyal bilimler) ve teknik icatlar, endüstri devrimini ve ekonomik zenginlikleri yarattıktan sonra; Osmanlı imparatorluğu, Batı karşısında tutunamadı ve yıkıldı. Tanzimat ve Meşrutiyet, Osmanlı’nın Batıda olup bitenleri anlama ve kendini yenileme çabaları idi. Medreseler ıslah edilmeye çalışıldı, üniversitelerin temeli atılmaya çalışıldı (Daru’l-Fünun); ancak, yıkılış durdurulamadı.

Cumhuriyet Devrimleri, radikal bir kültürel “reddi miras” olarak her alanda “batılılaşma” veya “çağdaşlaşma” olarak gerçekleşti. Batıdaki her şey (Ulus Devlet/Milliyetçilik, Laiklik, Hukuk, İktisat, Bilim, Sanat, Mimari…) taklit edilmeye çalışıldı. Dünya görüşü olarak dinin yerine, revaçta/yükselişte olan “pozitivizm”, eğitimin/insan yetiştirmenin temeli haline getirildi: “Hayatta en ‘hakiki mürşit’ ilim/fen (bilim) dir” cümlesi, M. Kemal Atatürk’ün şiarı idi. Şeriat, hilafet ve tarikatlar ilga edildikten sonra, din “Diyanet” kurumu aracılığı ile kontrol altına alındı. Dine yönelimler, “irtica” olarak yaftalandı ve kriminalize edildi. Olup bitenler, muhafazakâr halk kesiminde derin bir içerleme ve uçuklama yarattı.

Tanzimat ve Meşrutiyet yıllarında “Jön Türkler”de başlayan “pozitivizm” sevdasını Yusuf Akçura şöyle nitelemektedir: “Eskiden medreseliler İmam-ı Ali’den, Muhyiddin-i Arabi’den, Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden muhakemelerini yürütürlerdi. Yeni muharrirlerimizde ise, aynı esaret vardı. Fakat bu defa Şark imam ve müellifleri yerine, Garp muharrirleri, feylosofları kaim oldu. Bu sefer muharrirlerimizin senedi Rousseau, Spencer, Büchner, Demoulins, hatta Gustave le Bon oldu.” (Aktaran, Timur Kuran. Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 23).

Timur Kuran, benzer tutumun Cumhuriyet döneminde şiddetlenerek devam ettiğini söylemektedir: “Türk devriminde bilim, soyut bir kavram ve ilke olarak Atatürk’ün karizması sayesinde belli bir “kutsallık” kazanmış ve bu haliyle birçoklarınca dine rakip bir statüde algılanmıştır. Kemalist pozitivizm, tam da bu yüzden İslamcıların boy hedefi haline gelmiş ve ağır hücumlara uğramıştır. Adnan Adıvar, bu pozitivizmin Cumhuriyet Türkiye’sinde eskiden İslamî dogma nasıl empoze ediliyorsa, öyle empoze edildiğini söylerken, aynı itirazı dile getiriyordu. Gerçekten de Fransa’da yüzyıl önce Saint-Simon bilimi nasıl kutsal kılmaya çalışmış ise, Atatürk Türkiyesi’nde de “Bilim” kavramı, kutsal bir yere oturtulmuştur.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği. İst. 2010. S. 34-35). Hasılı, teolojik dogmatizm (skolastik), kolayca yerini bilimsel dogmatizme (pozitivizm) bırakmıştır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanya’da gelişen “Beşeri Bilimler (Geistesswissenchaften)” teorisi ve bu bilimlerin metodolojisi için önerilen “Hermenötik” teori; Frankfurt Okulunun “İdeoloji Eleştirisi” teorisi; Viyana Çevresi düşünürlerinin “Metafizik/Felsefe Eleştirisi”; Fransa merkezli “Post-Yapısalcılık” ve “Post-modernizm (Deconstruction)” teorileri; T. Kuhn, K. Popper ve P. Feyerabend’in Pozitivist bilim felsefelerine yaptıkları eleştiriler, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimin müstağni/mütekebbir karizmasını epeyce çizerek onu kendi sınırlarına geri zorlamıştır. Bu etkiler, Türk üniversitelerinin “pozitivist” kadrolarında hakkı ile içselleştirilmiş görünmüyor.

Cumhuriyetin onuncu yılında (1933) yapılan” Üniversite Reformu” ile Almanya’dan gelen bilim insanlarına Türkiye’de “Üniversite”nin kurumsallaşması için görevler verilmiştir. Bu çaba, belli oranda da başarılı olmuştur. Öncelikle devrimleri benimsemiş seküler kuşaklar, arkasından muhafazakâr nesiller taklit ile başlayarak “bilim” yapmaya çalışmışlardır. ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Hacettepe, Atatürk Üniversitesi, Ankara Üniversitesi gibi devlet üniversiteleri;  1980 ihtilalinden sonra kurulan Bilkent, Koç, Sabancı gibi özel üniversiteler, belli oranda başarı ortaya koymuşlardır.

“Derviş Devlet (Mistisizm)” ve Felsefe-Bilim

Türk Üniversitelerinin bilimsel performansını konuşurken, bu alanda Batı ile bir “Derviş Devlet” olan Osmanlı Toplumu arasındaki tarihsel mesafeyi dikkate almak gerekir. Epey bir oranda “mitolojik” ve de “teolojik” düşünme aşamasında kalmış bir toplumun, “bilimsel düşünme” aşamasına sıçraması (arada felsefi düşünme aşaması var), sanıldığı gibi kolay değildir. Batıda burjuva sınıfının yükselmesi ile felsefi ve bilimsel düşünmenin yeniden çiçeklenmesi arasında nedensel bir ilişki söz konusudur. Kilisenin dogmatizmine karşı, filozofları ve bilim insanlarını burjuva sınıfı korumuş ve desteklemiştir.

Mistik-mitolojik (menkıbevi) düşünmeyi temsil eden tarikatların Osmanlı Devleti ile olan ilişkisini Timur Kuran şöyle tasvir ediyor: “Osmanlılarda tarikatçılığın devletin kuruluşuna uzanan bir tarihi vardır. Bunlardan bir kısmı, egemen sınıfların çıkarlarını temsil etmiş, merkezde Saray ve yönetici oligarşinin, taşrada da derebeylik, ağalık kurumlarının ruhani planda meşru sayılmasına destek olmuştu. Buna karşılık bir kısmı da Marx’ın deyimi ile “kalpsiz bir dünyanın ruhu” olmuş ve ezilen halkın “protestosunu” ifade etmişti. Daha Anadolu Selçukluları döneminde Baba İshak’ın ayaklanmasına tanık olduğumuz bu hareket, daha sonra Şeyh Bedrettin’e, oradan da “Hurufiliğe” uzanan mistik ve eklektik öğretilerle yoksul sınıfların devlete karşı isyanını dile getirmiştir.” (T. Kuran, Osmanlı Kimliği, s. 24). Teolojik düşünme ise, -büyük ölçüde- medreselerde klasikleşmiş birkaç kitaba şerh, haşiye, hamiş, zeyl, telhis… şeklinde skolastik bir tarzda geviş getirme ve cepten yeme idi.

Türkiye’de Muhafazakârların, -seküler ve solculara nispetle- felsefe ile başları pek “hoş” olmasa da “bilim”e bakışları aynı değildir. Oysa felsefi merakı olmayan, bilim yaratamaz. Ta başından beri, felsefe ile bilim, at başı gitmişlerdir. En azından Batıdaki hikâye böyledir. Teknoloji ve onun verimi olan finans, son aşamalardır.

Muhafazakârların, bilime teolojik/dini “ilim” kavramından gelen organik bir sempatileri vardır. Sosyal bilimlerin verilerine, fizik/tabiat bilimlerinden daha az itibar ederler. Bu tutum “pozitivizm” karşıtlığından veya teolojik-metafizik (medrese) bilinçaltından geliyor olabilir. “Pozitif/fizik bilimler”e bin senelik “yitik” bir şey (müsbet ilim) olarak bir özlemleri vardır. Ancak, Türkiye’nin kuruluş aşamasındaki din ile “rekabeti”, onunla aralarını nispi olarak soğutmuştur. Bilimin sonuçları olan “teknoloji”yi pek severler; “icad çıkarma”salar da. Modern teknolojinin (robotlar, gen teknolojisi, big data verileri…) ekosistemi tümüyle “rezerv/stok” olarak gören; insanlığın tabiatını dönüştüren, ruhunu iğfal eden “şeytansı (Ge-stell/Heidegger-Homo Deus/Hariri)” tabiatından pek haberleri yoktur. Ona, -meşakkatini gâvurun çektiği- “nimet” gözü ile bakarlar.  

1950’lerden itibaren Türk (liberal) sağı, “Üniversite” ile barışmıştır. Muhafazakârlar, bilimin itibarını (titr) kullanmaktan (Prof., Doç., Dr.) çok hoşlanırlar; her yerde kullanırlar. Ancak bilimsel keşif yapmanın veya icat çıkarmanın ön şartı olan soyut düşünme, felsefe, şüphe etme, merak, sabır, meşakkat, nedensellik ve özgürlükten çok hoşlanmazlar. Bu iklimin yaratıldığı Batı üniversitelerine gidenler, başarı sağlıyorlar. Genetikte bir sorun yoktur; şifahi-şiir (Ozan) kültüründen geliyor olmanın sonucu olsa gerek (“Ozan, dinleyecek kulak ister; velev ki camış sürüsü olsun”, Nietzsche).

Hayret ile Birlikte Merak

Üniversite, Hukuk/Yargı ve Din, irfanı hür-vicdanı hür insanların deruhte edebileceği kurumlardır. Batıda olduğu gibi devlete bağlı, fakat siyasi erkten bağımsız/özerk olmaları gerekir. Doğrudan siyasete bağlanması, onları çürütür. 1960-1980 arasında üniversiteler politik-ideolojik (sol-sağ) kavgaların arenası durumundaydı.  1980-2000 arasında ise askeri vesayetin (YÖK) emrindeydi. Ak Parti, iki binlerde iktidara geldiğinde, üniversiteyi özerkleştireceğini vadetti. Ne var ki, YÖK’ü kaldırma veya ıslah etme yerine, Rektör atamaları ile kontrol altına almaya (siyaset) çalıştı.

Üniversitede esas olan uzmanlaşma ve ekolleşmedir. Birincisi, ülke ihtiyaçlarından; ikincisi, kendiliğinden oluşur. Üniversitenin birinci misyonu “bilim yuvası” olmaktır, “meslek ocağı” olmak, ikincildir. Sayıları iki binlerden sonra artan özel Vakıf Üniversitelerinin bir kısmı, -çok katlı otoparktan üniversite binasına dönüştürülen örnekleri ile- birer “ticaret hane”dirler. Bina ve nicelik/sayı, “üniversite (bilim)” kavramı ile aslında çelişiktir; olsa olsa iş, inşaat ve istihdamdır. Batıda da bu yönde bir eğilim vardır; ancak sıralamada ilk beş yüze giren üniversitelerin çoğu oradadır. Bizde ise, son yıllarda bir gerileme söz konusudur.

Mitolojik veya teolojik düşünme aşamalarından felsefi-bilimsel düşünme aşamasına –Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- geçmenin “uzun atlama” gibi bir yolu yoktur; öncelikle “merak etme”yi öğrenmemiz gerekiyor. “Hayret/Hikmet” ise, bir hadiste buyrulduğu gibi, nerede bulunursa alınması gereken “yitik”tir.  Felsefi-bilimsel düşünme aşamasına geçmek, -Türk devriminin teşebbüs ettiği gibi- toplumun kültürel kimlik kodlarından (kimlik teknolojisi) kopmayı gerektirmiyor. Kodların ıslah edilmesi, geliştirilmesi ve yenilenmesi de Üniversitenin sorumluluğundadır.

Türkiye’de Siyaset Sevdası ve Hukuk Nisyanının Politik-Teolojik Genetiği

1- İKİ SİYASET TARZI

Siyaset; devlet veya toplum güvenliği ve yönetimi olarak, tarih boyu bireysel düzlemde temel iki saikle icra edilmiştir: 1-  Kişisel İhtiras-içgüdü, güç istenci, zenginlik oluşturma (ontoloji-tağutluk). 2- Toplumsal maslahatı, adaleti ve hakkaniyeti koruma (insanlık-ahlak). Platon ve Aristo, siyaseti pratik ahlak olarak tanımlamışlardır. Birinci tarz siyaset, kendini kitlelere “kanun” yolu ile meşrulaştırır; ikinci tarz siyaset ise, ahlaka dayanan “hukuk (adalet)” ile meşrulaştırır. Kanunu hukuktan ayıran temel nitelik, birincinin, egemenin salt iradesine ve gücüne-ontolojiye dayanması; ikincinin ise,  yaptırım güç ile birlikte ahlaka, adalete, hakkaniyete dayanmasıdır. Bu bağlamda siyaset ile kanun ve hukuk yapmak geçişkendir. Yani siyaset yapma tarzı ile kanun veya hukuk yapma arasında kopmaz/zorunlu bir iç ilişki söz konusudur. Makyavelli, “Prens” adlı kitabında “başarılı (güç istenci-ontoloji)” olmak için, siyasilere birinci yolu tavsiye etmiştir. Kur’an ise, birinci yolu, Firavunların siyaset tarzı olarak (Tağutluk/ontoloji)  kınamış; -daha önceleri Hz. Musa, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’a tavsiye edildiği gibi (38/26, 21/78)- Hz. Muhammed’e ikinci yolu tavsiye etmiştir (16/90). Fakihlerin formüle ettikleri “Makasidu’ş-Şeria (Şeriatın maksatları)”, siyaset ve hukukun (devletin) ortak telosu/amacı/gayesi olarak, bireylerin canını (güvenlik), malını (mülkiyet), onurunu (özgürlük), aklını (düşünce) ve dinini (özgürlük-ahlak) korumaktır.

2- HUKUK VE KANUN AYRIMI

Fransız iktisatçısı Frederic Bastiat (1801- 1850), hukuku, -makasidu’ş-şeria’ya paralel olarak- Tanrısal kaynaklı ve bireyin kişilik, özgürlük ve mülkiyet hakkının, yani bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olarak tanımlamıştır. (Bastiat, Hukuk, çev: Y. Arsan-A. Yayla. Ank. 2017. S. 15). Bastiat, hukukun, “kanun” yolu ile yozlaşmasının temel saikleri olarak, insanın aç gözlülüğü (yağma-soygun-ganimet-gasp) ve sahte bir “yardımseverlik” iddiası olduğunu teşhis eder. Ona göre ne din, ne de ahlak, tek başlarına tarihi süreç içinde bu eğilimleri engelleyememiştir. Bastiat’a göre hukukun temel amacı: “kolektif gücün soygunu çalışmaya tercih ettiren beşeri eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukuki tedbirler, mülkiyeti (kişiliği ve özgürlüğü) korumalı; yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, genellikle bir insan veya insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden dolayı, gerekli gücü temin etme görevi, kanunları yapan iradeye bırakılmaktadır. İşte bu olgu, insanoğlunun fıtratında ezelden beri var olan ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama (yağma-gasp, soygun, ganimet-İG) eğilimi ile hukukun evrensel bozulma/yozlaşma sürecinin temel nedenidir.” (Bastiat, Hukuk, 18). Hukukun, onun yapıcısı egemen irade tarafından  “kanun” yolu ile yozlaştırılması veya kanunlara riayet edilmemesi, insanların vicdanlarındaki adalet ve adaletsizlik ayrımını siler ve yok eder. Yasalara uyulmaması durumunda, toplumun ayakta kalması mümkün değildir. İnsanların yasalara uymasını temin etmenin yolu, yasaları saygıdeğer, meşru, hakkaniyetli (hukuk) kılmaktır. Kanunlar, hukukla, adalet duygusu ve ahlak ile çatışmaya başladığı andan itibaren (Hukuka güvenin kaybolması), insanlar ahlak duygusu ile hukuk saygısı arasında birini tercih etmek zorunda kalırlar. Bu iki seçenekten birini seçmek zorunda kalmak kadar kötü bir şey yoktur. “Kanunî” olan her şeyin, adil ve hukuki olduğu sağduyusu, asla doğru değildir. (Bastiat, Hukuk, s. 20). Nazi Almanyası,  Sovyet Rusyası, Çin Komünizmi, İsrail Siyonizmi ve Güney Afrika Apartheid rejimi, bunun örnekleridir.

Hukukun, “negatif” bir kavram olduğunu belirten Bastiat şöyle diyor: “Hukukun amacı, adaletin hükümranlığını sağlamaktır” ifadesi, yanlıştır; onun yerine: “Hukukun amacı, adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” ifadesi kullanılmalıdır. Zira kendiliğinden (somut olarak) var olan, adalet değil; adaletsizliktir. Adalet, ancak adaletsizlik yoksa gerçekleşir. Buna göre, “güç” kullanma yoluyla insanlara işgücünün istihdamını, eğitimin konu ve yöntemini veya dinsel bir inanç ve itikadı zorla dayatmaya kalktığı andan itibaren, hukuk, negatif olma özelliğini yitirir ve insanlar üzerinde pozitif (müdahaleci-dayatmacı) bir eyleme dönüşür. Böyle bir hukuk anlayışı ile halk iradesi yerine, kanun koyucunun iradesi hâkim duruma geçer. Bu durumda halk, ne tartışma, ne de seçenekler arasında tercih yapma, ne de geleceği hakkında plan yapma gereği duyar. Onun adına, bütün bunları “Hukuk” adına, aslında kanun koyucu (siyasal egemen) üstlenir. Artık düşünme melekesini kullanma zorunluluğu kalmadığından, halk, beşeri özelliklerini, kişiliğini/kimliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini de yitirmiştir.” (Bastiat, Hukuk, s. 35)

3- HUKUK/ŞERİAT VE SİYASET/SALTANAT

İslam’ın kurucu anında (610-632) ve siyasal tarihinde dört “Raşid” halife döneminde, Allah’ın iradesi doğrultusunda ahlaka yaslanan bir siyaset ve hukuk pratiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Kur’an, Allah’ın, kendine koymuş olduğu kesin ahlaki yasalara göre insanlarla ilişkiye girdiğini beyan eder: “Rabbinin kendine koyduğu kesin bir yasası olmasaydı; ihtilafa düştükleri mevzuda derhal hüküm verilirdi.” (10/19,117110,20/129,41/45,42/14). “Sünnetullah” ve “Sünnet’ül-Evvelîn” kavramı da, Allah’ın ahlak ve hukuka daimi riayetini ifade eder (33/62, 35/43, 40/85).  “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni (Hakemi) değil midir?” (85/8) Hz. Muhammed de bu doğrultuda yönlendirilmiştir. Ahlaksız ve hukuksuz (adaletsiz) kanun koymayı ve siyaset yapmayı Allah güç istenci, içgüdü, istiğna, tuğyan ve zulüm anlamına gelen “Tağutluk” olarak niteler ve lanetler (2/257, 4/76, 16/36).

“Kur’an, başlangıçtan itibaren Müslümanlara tamamen ahlaki-doğal yasalarla temellenen bir kozmoloji sunmuştur. Muhtemelen Aydınlanmadaki metafizik benzerlerinden çok daha ikna edici bir güce, güçlü ve derin psikolojik etkilere sahip bir kozmoloji… Kur’an’ın ahlaki malzemesi, bu sebeple bütüncül bir ahlaki sisteme, metafiziği de içeren bir kozmolojiye dayanmıştır.” (W. Hallaq,  Hukukun Ahlaki Boyutu. Çev: N. Kızılkaya. İst. 2020. S. 88). İslami hukuk ve siyaset, bu metafiziğe-kozmolojiye yaslanmıştır.

Hz. Ali’nin politik hakkaniyet arayışına karşın; Muaviye’nin politik ihtiras, içgüdü ve güç istenci ile giriştiği ihtilalinden sonra “Saltanat” yönetimi, nisbî olarak bu rotadan çıkmıştır. Muaviye’yi bir anlamda Makyavelli’nin öncüsü sayabiliriz. Ancak, erken dönemde oluşan “Ulema” heyeti, şeriatın (mutlak olmayan-gerekçeci) temsilcisi olarak  – siyaseti olmasa da- hukuki hayatı siyasal iradeden bağımsız (sivil) olarak şeriatın kontrolünde tutmayı başarmıştır. Wael B. Hallaq, “İmkânsız Devlet”  adlı çalışmasında bu gerçeği ortaya koymaktadır: “ Yönetici, şeriat hukukunun üstünde değil, altında yer alıyordu ve hiçbir yönetici, şeriatın mahkemelerde olduğu gibi, toplumun genelinde de hüküm sürdüğü gerçeğine karşı gelemezdi. Bu şemaya göre, şeriat mahkemesi hukuku “yasama organı” yani şeriatın ahlaki yasası tarafından formüle edildiği haliyle uyguluyordu; sultanın yasaması tarafından değil.” (Hallaq, İmkânsız Devlet. Çev: A. Hikmet. İst. 2019. S. 114). “Şeriat, politikadan çok toplumla ilgili idi; ahlaki sosyal karakterle ilgiliydi. Politik toplum, birçok ikincil kaygıdan biridir.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 170). “Şeriat, İslami yasa diyeceğimiz hermenötik, kavramsal, teorik, pratik, eğitimsel ve kurumsal sistemdir.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 99). Saltanatın/siyasetin, şeriat dışı/haddi aşan epeyce eyleminin/amelinin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bastiat’ın vurguladığı gibi, “özel mülkiyet” ile “Hukuk” arasında kopmaz bir bağ vardır. Ekonomide üretim kaynağının büyük ölçüde toprak olduğu Patrimonyal tarım imparatorluklarında fütuhat yoluyla “ganimet” olarak elde edilen mülkiyetin, Hz. Ömer döneminden sonra “Devlet” dolayımı ile Saltanat ailesine, daha doğrusu Sultanın tekil iradesine ve kullanımına verilen mülkiyet sisteminde “Kamu Hukuku”nun durumu, yukarıda bahsedilen “özel hukuk” gibi olmamıştır. Daha doğrusu, İslam toplumlarında bir Kamu Hukuku gelişmemiştir. Ayrıca, kişilik ve özgürlük temel haklarının, mülkiyet hakkına bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tuttuğumuz takdirde; özel hukukun da bundan etkileneceği, izahtan varestedir. Ayrıca ulemanın sivil alanda hukuk üretiminin zamanla “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına Uydurma” kavramlarıyla şeriatın/hukukun özü olan ahlaktan uzaklaştığını da itiraf etmemiz gerekmektedir.

4- ULUS DEVLET VEYA EGEMENİN MUTLAK İRADESİ OLARAK KANUN VE HUKUK

Modern Ulus Devlet, Avrupa’da ve Amerika’da uzun süren din savaşları, sınıf savaşları, ırkçılık savaşları ve çıkar savaşları sonunda Burjuva sınıfı veya çoğunluk olan etnisite tarafından mutlak bir egemenlik olarak kurulmuştur. Tanrı’nın veya Kilisenin elinden egemenlik yetkisi ile birlikte kanun koyma, hukuk yapma ve “istisna (Mucize)” koyma yetkisi de alınmıştır. Egemen irade (Ulus),  ülke sınırları içindeki bireyleri çekirdek aile, okul/eğitim, üniversite, ordu, hastahane, hapishane, kışla… gibi “kimlik teknolojileri” ile tornadan geçirerek “Milliyetçilik” ideolojisi ile bir potada eriterek istediği nitelikte kimlikler yaratmıştır (Hayali Cemaatler).  Politik faaliyet, ahlaktan boşandırıldığı gibi; hukuk yapma da, sonuna kadar politikleşmiştir. Halkı Müslüman olan ülkelerde kurulan devletler de aynı durumdadır. “Hukuk, ne tarihsel bir boşluğun içinde işlerlik gösterdiği, ne de toplumdaki ideolojik kavgalardan bağımsız olduğu için, tam olarak yasanın politikaya gömüldüğü yerdir… Bu yüzden yasa (kanun –hukuk), yapısal olarak daha geniş bir politik bağlamın bütünleşik bir parçasıdır.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 79).

Batı toplumları, uzun süren iç savaşlardan sonra, menfaatin altın kuralı olan “ayağıma basma; ayağına basmayayım” veya “sana yapılmasını istemediğin şeyi, başkasına yapma” yı keşfederek Hukuk yapmayı başardılar. Yalnız bu kural, İslam’da olduğu gibi iman/metafizik ve ahlaktan değil; menfaatten türediği için, tehlikenin yakın olduğunda (ülke içinde) işler; uzak olduğunda (dış politika) işlemez. Avrupa’nın yaratmış olduğu İnsan Hakları, Demokrasi, Hukuk Devleti, Kuvvetler Ayrılığı, Laiklik, Toplum sözleşmesi (Anayasa)… (iç barış), buradan türemiştir. Dış politikada “tağutluk (güç istenci-istiğna-içgüdü- sömürü…)” devam eder. “Modern proje, çağdaş Müslüman dünyanın yaşayan gerçekliğinde “hukuki ahlak” çağından politik çağa keskin bir dönüşümü temsil ve tesis ediyor. Modernitede politika ve politik olan her yerdedir ve güne (hayata) hükmeder.” (Hallaq, İmkânsız Devlet, 170).

5- TÜRKİYE’DE SİYASET SEVDASI VE HUKUKUN SAVSAKLANMASI (NİSYANI)

Genel olarak halkı Müslüman olan ülkelerdeki yönetimlere gelecek olursak, dış politikada olmasa da iç politikalarda siyaset ve hukuk (kanun) yapma tarzları Makyavalizme/Muaviyeizme yaslandığını görebiliriz. Türkiye devleti de tipik bir Ulus Devlet formatı ile kurulmuştur. Devrimlerle kurulmuştur. Tek Parti, Tek Adam dönemlerinden darbeler ve muhtıralar ile evrilerek yoluna devam etmiştir. 1960-2010 arasında bazı “Hukuk Kurumları” kurmaya çalışmıştır. Daha sonraları, tekrar hukuk kurumlarını askıya alarak, “kanun” yapmaya (KHK) veya var olan hukukun etrafını dolanmaya evrilmiştir. Hukuk yargılamalarında “kurunun yanında yaşın da yakıldığı” vakalar çoğalmıştır.

Muhafazakârlar İmana, ahlaka (adalete) dayanan ve herkese güvenlik ve adalet dağıtan “Hukuk” kurumları yaratma ve hukuka riayet çabasından ziyade;  “İlm-i Siyaset (devlete sızma-takiyye, paralel yapı, harp=hile)” yapmayı tercih etmektedirler. “Partizanlık” kavramı, Marksist literatürde “militanlık”, toplum için kendinden geçme, fedakârlık anlamlarına gelirken; Türkiye’de kamu kaynaklarını partililere tahsis etmek, adam kayırmak anlamlarına kaymıştır. CeHaPe’nin seküler “siyaset”ine karşı, muhafazakâr rövanş “siyaset”i yapılmaktadır. Örneğin: Muhafazakâr bir siyasetçi, 17 Aralık 2020 günü Haber-Türk kanalında “17-25 Aralık” olayını yorumlarken, FETÖ tarafından, kanunsuz dinleme yapma ve bunları ifşa etmenin İslam’a göre nasıl bir “büyük” günah olduğundan bahsederken (ki söyledikleri doğrudur); siyasi elitlerin kamu kaynaklarına karşı nasıl bir şeffaf-ahlaki/hukuki tutum takınmaları gereğinden hiç bahsetmemektedir.

Topluma güven veren bir hukuki yapı kurulamadığı için, “Sosyal Medya” bir linç mahkemesine dönüşmüştür. Hâsılı, Türkiye’de siyaset, herkeste onulmaz bir “sevda”ya dönüşmüş iken; Hukuk da, “kanun” yapma olarak, onun bir aracına/aparatına dönüşmüştür. Oysa Müslümanlık, siyasette ve hukukta “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak”tır. Yani “Rahmani siyaset” olarak, “tağutluk (zulüm)”tan uzaklaşarak, herkese (düşmanlar dâhil) güven, adalet, hakkaniyet ve insaf ile muameledir; bir “Hukuk Devleti” inşa etmektir. Üstünlerin hukuku (kanunu) yerine “Hukukun Üstünlüğü” nü tesis etmektir. Hukuk, -tağutluğun karşıtı olarak- insanlar arasında “Hakemlik (Tanrılık)”tir.