Konu: Dinamik Bir Öz Oluşturma ve Kendine Yabancılaşma Olarak Din
18.11.2020, Server Vakfı/Ankara
Konu: Dinamik Bir Öz Oluşturma ve Kendine Yabancılaşma Olarak Din
18.11.2020, Server Vakfı/Ankara
1- SORUNLAR
Siyasette Din Dilini ve Milliyetçiliği kullanmak, -istisnaları ile birlikte- büyük ölçüde insanları “öteki”leştirmenin, düşmanlık ve iç-dış savaş yaratmanın, engizisyonların ve katliamların tarihidir. Dinlerin (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam-Hinduizm-Budizm) kurucu tecrübelerini (vahiy-peygamber) dışarda tutarak, politik tarihlerine ve teolojilerine bakarsak, bunu rahatça görebiliriz. Örneğin, peygamberinin (Hz. İsa) hayatında ve kutsal kitabında (İnciller) kategorik olarak şiddeti ve ötekileştirmeyi barındırmayan Hristiyanlık, dördüncü yüzyıldan ve Kilisenin kurulmasından sonra bir şiddet makinasına (Engizisyon) dönüştürülmüştür. Kurucu tecrübesinde sadece koruyucu/savunma şiddetine (kıtal-cihat) müsaade eden İslam, çok erken dönemden itibaren bir iç savaşa maruz kalmış (Büyük Fitne) ve teolojik olarak Müslümanlar, “Daru’l-Harp (Sürekli Savaş)” ve “Fütuhat” kavramları ile savaşı, ülke/toprak işgalini meşrulaştırmışlardır. “Siyonizm”, seküler kökleri olduğu kadar, teolojik kökleri olan modern bir ideolojidir. Diğer dinlerde de benzer durumları görmek mümkündür.
Ulus Devlet ve Milliyetçilik, dindarların yaratmış olduğu ötekileştirme ve düşmanlığın-şiddetin kat be kat fazlasını yaratmıştır. Burjuva sınıfının hâkim olduğu topraklarda yaşayan diğer etnisiteler/diller, asimilasyona, jenoside, tehcire, katliama tabi tutularak, bir “Hayalî Cemaat=Ulus” uğruna hapishane, hastahane, kışla, okul/eğitim, üniversite/sosyal bilim, çekirdek aile… aparatları ile tornadan geçirilerek tek tipleştirilmiştir. Batının başlatmış olduğu ve daha sonra dünyaya yayılan kolonyalizm, iki dünya savaşı, faşizm/ırkçılık… bunun sonuçlarıdır.
“Milliyetçilik”, aile hamiyeti ve hemşehrilik duygusuna benzer şekilde, ait olunan toplumu koruma ve ona hizmet etmek olarak masum ve ahlaki bir tutumdur. Ancak, siyasi bir ideoloji haline getirilince, bir tür bencillik/ırkçılık, kibir ve saldırganlıktır. Sonuçları ötekileştirme, düşmanlık yaratma ve savaştır.
Aleni din diline başvurarak “İslamcılık” ideolojisi ile Ulus Devlet sınırları içinde siyaset yapılan modern dönemde, ortaçağda yaratılan dinsel şiddet ve ötekileştirme, aynen geri gelmiş durumdadır. İŞİD, Pakistan, Sudan… bunun örnekleridir. Balkanlarda (Bosna) ortaya çıkan Hristiyan-Ortodox Fundamentalizmi, aynı sonuçları yaratmıştır.
2- ÇÖZÜM
Benim “Rahmani Siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilik” kavramlarım, siyasetteki bu “ötekileştirme” ve şiddet/düşmanlık yaratmayı önlemeye dönüktür. “Rahmani Siyaset” ile kastım, Rahman olan Allah, insanların dünyadaki “denenme/din” sürecinde onlara karşı muamele olarak nasıl ki –din ayrımı yapmadan- eşitçe ve adalete dayalı olarak davranıyorsa; devlet de, tebaasına karşı aynı muamelede bulunmalıdır. Devletin dini adalettir. Hukuk, Hakkaniyet, Anayasa, toplumdaki “Tanrısallık” tır. Şeriatın maksatları (Makasidu’ş-Şeria) olan canın, malın, ırzın/onurun, aklın ve dinin korunması ile insanların “Toplum Sözleşmesi” olarak bir “Devlet”e ihtiyaç duymaları özdeştir. Siyasette ve devlet yönetiminde din diline başvurmak dogmatizm, totalitarizm, şiddet (iç ve dış savaş) ve din istismarı doğuracağı için; siyasetin ve kanunların dili “Laik” yani ahlaki, akli/gerekçeli-eleştirel ve kamu maslahatına dayanmalıdır. Bu durumda şiddet ve istismardan kaçınmak mümkün olduğu gibi; ikna ve tashih imkânı da artmaktadır. Bu vicdani tutum, özünde dinidir. Çünkü Rahman olan Allah, vahiylerinde insanın sağduyusunu, vicdanını muhatap alarak konuşur.
“Evrensel Ümmetçilik” ise, “Ümmet” kavramını “din kardeşliği” üzerine değil; Medine Anayasasında olduğu gibi “Vatandaşlık” yani aynı yurtta (Medine Ovası) yaşamaya dayalı olarak, farklı dinden ve etnik kökenden insanların (Yahudi-Müşrik-Müslüman) ortak güvenlik, çıkar ve kader birliğine dayandırır. Din kardeşliği ve birliği, Kur’an’da “Millet” olarak kavramsallaştırılır. Örneğin, “Millet-i İbrahim” (4/125). “Ümmet” ise, herhangi bir çeşit ortak gaye/amaç, çıkar, kader, işlev ve maslahat için bir araya gelen, bir arada bulunan sosyolojik “topluluk” (4/41,5/48…) demektir. Dolayısıyla, “vatandaşlık”, sosyolojik, politik, iktisadi… bir “ümmet”tir. “Vatanperverlik/Vatanseverlik” ve eşit onur ve hukuku haiz “Anayasal Vatandaşlık” kavramları, seküler ulusçuluk anlamında Milliyetçilik veya Irkçılıktan daha medeni ve ahlakidir.
Batıda Protestanlığın teorileştirdiği Dünyevi asketizm (Dünya için Dindarlık), Pragmatizm ve Faydacılık (Utilitarizm) ahlak teorileri, Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu “Homo Economicus” u yaratmıştır. Sınırsız üretim ve sınırsız tüketime (İsraf) dayanan, piyasa ve makinaların (teknoloji) tahakkümündeki Kapitalizm, Ulus Devlet ve Milliyetçiliği seküler totalitarizmler veya seküler demokrasiler şeklinde formatladı. Batıda gelişen İnsan Hakları, Hukuk Devleti, Demokrasi, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı kavram ve kurumları, kendi toplumlarında iç barışı sağlamış olsa da; dış politikada Batının sömürü ve şiddet yaratmasını engellememiştir.
İslam’ın erken döneminde Müslümanlar, büyük bir özgüven ile karşılaştıkları medeniyet-kültür havzalarında İslam’a aleni olarak ters olmayan siyasi, kültürel, hukuki, felsefi, mimari, bilimsel… unsurları almada ve onları İslam’ın temel paradigması ile uyumlu hale getirmede bir çekince görmedikleri gibi; bugün de aynı tutumu göstermek gerekir. Yukarıda saydığım aparatlara manevi/metafizik-yüce bir arka plan verilebilir. Allah’ın kendisi bile, Cahiliyye döneminin “maruf” olan birçok unsurunu, Kur’an’a/İslam’a katmıştır. Kur’an, gökten indiği kadar (inzal); aynı zamanda yerden bitmiştir (Huda-i Nabit/Vicdan).
Bu kavram ve kurumların, metafizik-manevi (ahlaki-dini) yüce değerler ile buluşması, “Dünyada Dindarlık (Takva)” yaratabilir. Fazlurrahman’ın dediği gibi: “İslam’ın ana görevi, doğuşundan itibaren sağlam bir ahlaki temele dayalı toplumsal bir düzen kurmak olmuştur. Bu görevin icrasında başı çeken, bizzat onun maneviyatı, yani gerçek ahlakıdır. O, “Bu Dünya’da Dindarlık” tır. Ekonomik refah ve tabiatın insani hedefler için kullanımı, bu ahlakın ayrılmaz parçasıdır… İnsan, makine ve pazardan daha yüksek hedeflere sahiptir. “Bu insanlar, dünya hayatının sadece görünen yüzünü iyi bilirler; fakat onun sonrasından (Ahiret) habersizdirler.” (30/7) ayeti, Kur’an’ın putperest Mekke tüccar toplumuna yönelttiği eleştiridir. Çünkü “bu, onların bilgisinin sonudur.” (53/30). (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-I. Çev: A. Çitçi. Ankara. 1997. S 103.)
3- SONUÇ
Türkiye’deki Tarikat, Cemaat ve bazı Parti örgütlenmeleri, aleni din diline başvurarak siyaset yapmaktadırlar. Bunlar, ayrıca “Kilise”nin yaptığı gibi, dini “temsil” iddiasında da bulunabilmektedirler. Bu durum, toplumda ötekileştirme, düşmanlaştırma (kin-hınç-nefret) ve şiddet (Fetö) yaratabilmektedir. Etnik veya dinsel kimlik üzerinden politika yapmak, toplumları kendiliğinden paralize etmektedir. Bu örgütlenme tarzlarında bu sonuçları onaylamayan çok sayıda insanın bulunduğu da ayrı bir gerçektir. Ancak, biz, burada siyasette aleni din diline ve milliyetçiliğe başvurmanın doğurabileceği muhtemel/mümkün-potansiyel ve vaki tehlikelerinden bahsediyoruz.
Dindarlardaki samimiyet, cehalet ve dogmatizm (taklit) ile birleşince, -Kilise, Hariciler, FETÖ, İŞİD… örneklerinde olduğu gibi- siyasette kolayca totalitarizm, ötekileştirme ve şiddet yarattığı gibi; samimi olunmadığı takdirde de, din ve milliyetçilik, siyasal tahakküm ve ekonomik çıkar elde etmenin aracına kolayca dönüşmektedir (istismar).
Türkiye’de son kırk yılda bu tarz siyaset yapmanın yakıcı ve yıkıcı sonuçları mebzul miktarda ortaya çıkmış, ülkemize ve insanımıza büyük acılar yaşatmıştır ve hâlâ yaşatmaktadır. Muhafazakâr ve Milliyetçi-Mukaddesatçı siyaset erbabına benim önerim, bu tarz siyaset yapmaktan vazgeçip, Rahmani Siyaset, Evrensel Ümmetçilik metafizik-ahlaki ilkelerine yaslanarak “Vatanperverlik” siyaseti yapmalarıdır.
Kitabınızla başlamak istiyorum. Allah’ın Ahlakiliği Sorunu kitabınızda çizdiğiniz çerçeve aslında belki de bugün yaşadığımız krizin Tanrı tasavvuru boyutuyla doğrudan alakalı. Tanrı tasavvuru önce dini, sonra da hayatı şekillendiriyor. Kitabınızdan anladığımız; Allah’ın bir ahlakı olduğuna dair sağlam, muhkem bir kanaatı olmayan yaklaşımın kendisinin de bir ahlak krizi yaşamasının mukadder olduğunu söylüyorsunuz. Bunu aşmak için sizin gördüğünüz genel çerçeve nedir? Tanrı tasavvuru değişir mi, değiştiğinde din ve hayatla ilişkimiz değişir mi? Yoksa, bunun yerine demokratik hukuk devletinin sağlıklı bir şekilde oturması mı meseleyi çözer? Batı da bu krizi yaşadı, onların çözümleri de aslında birçok açıdan ele alınabilir. Burada çözümü nerede görüyorsunuz?
Bugünkü İslam anlayışımızı etkileyen iki önemli kırılmadan bahsedebiliriz; birincisi Tanrı tasavvurunda, ikincisi de Kur’an, yani metin tasavvurunda yaşandı. İslam’ın erken döneminde iki tip Tanrı tasavvuru ortaya çıkıyor. Mutezile ve daha geç dönemde Maturidilik kanalıyla teorik ve teolojik olarak aktüelleşen ve Kur’an’daki Allah tasavvuruna daha yakın olarak hissettiğim, insana irade özgürlüğü bahşeden bir tasavvur. Bir de daha sonra Mutezile’den ayrılan Eşariliğin geliştirdiği kadir-i mutlak, alim-i mutlak, mürid-i mutlak ve dolayısıyla insana özgürlük bırakmayan bir tasavvur.
Tarihi süreç içerisinde, özellikle Abbasiler’in ortasından itibaren, Hanbeli olan Mütevekkil’in ihtilalinden sonra ikinci tasavvur egemen oluyor. Ondan sonra İslam tarihine egemen olan Tanrı tasavvuru; Eşariliğin geliştirdiği, insana özgür irade vermeyen bir tasavvur. Selçuklu’da da Eşarilik ideolojisi öğretilmiştir. Daha sonra Osmanlı’ya da aynı şey sirayet ediyor. Dolayısıyla Sünniliğin tasavvuru büyük ölçüde bu tarzda gelişiyor.
Tanrı tasavvurunun yanı sıra Kur’an tasavvuru da kırılmaya uğradı. Tarihi süreç içerisinde ikinci büyük kırılma budur. Erken dönemde, yine Mutezile’nin reyine, Hz. Ömer’in öncülüğünde onun içtihatlarından da baktığımız zaman; Kur’an’ın söylevi insan vicdanına ve insan reyine açık bir konuşma. Teolojide, Hz. Ömer’in, Ebu Hanife’nin içtihatlarında ve Mutezile’nin mahlûk Kur’an teorisinde bunu rahatça görebiliyoruz. Yani Kur’an, tarihi şartlar içerisinde Tanrı’nın insan vicdanını ayıktırmak için tarihi şartlara göre konuşarak gerçekleştirdiği bir söylem olarak ortaya çıkıyor. Emeviler ve Abbasiler’in erken döneminde bu tasavvur aktüel. Ama bizim kritik kırılma noktamız Eşari ve Şafii. Şafii, Hıristiyanlığa benzer şekilde, Mushaf yerine Hz. Muhammed’i ve onun sahabesini merkeze koydu. Hıristiyanlık’ta din, Hz. İsa ve havariler etrafında teşekkül etmiştir. Dolayısıyla Şafii’nin kurmuş olduğu fıkıh usulü, Kur’an’ı bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş bir dogma olarak kuruyor. Yani bizim “Edille-i Şer’iyye”, “Edille-i Erbaa” dediğimiz olay; Kitap, sünnet, icma, kıyas. Sünnilik dört mezhep olmasına rağmen usul tektir, o da Şafi’nin kurduğu usuldür. Dolayısıyla ikinci kırılma da burada gerçekleşiyor. Yani düşünce, vicdan ve Mushaf üzerine bir düşünce mi, yoksa Hz. Muhammed, Hadisler ve mutlak bir Kur’an imgesi mi?
Sünniliğin belirleyici iki dogması bu şekilde. Eş’arilik kanalıyla kadercilik, Şafi kanalıyla da mutlak bir Kur’an ve Hz. Muhammed’in ve Kütüb-i Sitte dediğimiz, 7. yüzyılın şartlarında canlı insan suratına söylenmiş olan sözlerin mutlaklaştırılarak dinin teolojik, epistemik merkezine yerleştirilmesi.
Aslında bizim aşağı yukarı bin yüz, bin iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nas’ta yabancılaştığı bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuyor. Ama maalesef tarihi süreç içerisinde, Cahiliye insanının içine düşmüş olduğu o putlarda yabancılaşma sürecine; İslam’ın kendisi de İslam toplumu da -Tanrı dolayımıyla ve kutsal kitap-mutlak dogma dolayımıyla– tekrar dinsel bir yabancılaşma sürecine girmiş oluyor.
Kitap orada duruyor ama metni, Şafii’yle birlikte “bir kere ve bütün zamanlar için” diye dogmalaştırdığınız andan itibaren artık siz yeni söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü Tanrı’yı yansılama; Ömer’in yaptığı gibi, “Tanrı böyle söyledi, ben de böyle söylüyorum”. Tanrı’yı takip etme odur. Hayatı, insanı, dış gerçekliği göz önünde tutarak hayatı deruhte etme.
Peki, bu hangi ihtiyaçtan ortaya çıktı? Niye Şafii’den sonra bu ta 18-19. yüzyıllara kadar ciddi bir meydan okumaya uğramadı?
Bu tarihsel bir şey. Tarihte genelde Mitos egemen, Logos biraz daha zordur. Kur’an’ın yapmaya çalıştığı da mitosa karşı logosu diriltmektir. Dikkat ederseniz Kur’an çok zorlandı; 23 sene boyunca o Logos’u, reyi devreye sokmak, vicdanı devreye sokmak çok zor oldu. Kur’an belki bunu başardı ama biz “Sünnet” kavramıyla tekrar Cahiliye’nin; atalar, toplum, tarih, selef koduna aynen geri döndük. Sadece içerik değişti; içerik Kur’an, sünnet oldu, insanlar değişti ama mantık ve mantalite olduğu gibi kısa sürede Cahiliye’ye geri döndü. Trajedi bu, insanlığın trajedisi. Mutezile, Ebu Hanefi, İmam Malik…, Kur’an’ın atmış olduğu adımı tekrar ilerletmek, devam ettirmek istiyorlardı. Yüz-iki yüz yıl öyle bir egemenlik görüyoruz ama Abbasiler’in ortasından itibaren tekrar geriye dönüyor.
AVRUPA TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN BİLİMSEL DÜŞÜNCEYE GEÇTİ, İSLAM DÜNYASI TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN MİTİK DÜŞÜNCEYE GERİ DÖNDÜ
Şimdi bu dediğiniz evreden sonra, 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında İslam dünyasının Batı’yla karşılaşıp, “Biz niye geri kaldık?”, “Acaba Kur’an’la, Tanrı’yla, dinle ilişkilerimizi yanlış mı kurguladık?” sorularıyla başlayan yeni hareketler var. İslamcılık düşüncesinden Selefiliğe, o hengamede çıkan birçok yeni arayış ve teşekkül var. Sanayi toplumu öncesinde güçlü Müslüman devletlerin olduğu bir ortamda bu dediğiniz İslam anlayışı sorun üretmedi, çünkü zaten iktidarla bir toplumsal düzen inşa edebilmek için iktidarların da ihtiyaç duyduğu bir teoloji imkânı sunuyordu. Fakat Müslümanların siyasal tecrübelerinde yenilmelerinden sonra başlayan o özeleştiri sürecinde bir yol alabildik mi? Ya da niye buradan çıkarken bir şey üretemedik? O günden bu zamana geçen sürecin değerlendirmesini nasıl yaparsınız?
Orada benim dikkat edebildiğim kadarıyla, bu dediğim iki yabancılaşmadan; yani Tanrı’dan kader yoluyla yabancılaşma ve Vahiyden dogma yoluyla yabancılaşmadan ciddi düzeyde bir çıkış gayreti toplumsal olarak yok. Belki Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal gibi isimlerde bu klasik Sünni teolojiyi gözden geçirip, onu tekrar Mutezile veya daha özgürlükçü bir çizgiye çekme çabaları var, fakat toplumsal düzlemde bunun karşılığı yok. Toplumsal düzlemde en çok karşılığı olan, İslamcılık denilebilecek İhvan’dır. O da aslında öz itibariyle ideolojik olarak bakarsan yine tasavvufa, yine Eşariliğe, yine Selefiliğe, Nas’a bir geri dönüş; yani imparatorluk dönemlerindeki içtihatlarla ortaya konmuş olan sapmalardan tekrar ana kaynaklara, erken döneme dönüş eğilimine sahip.
Ancak erken döneme dönüşte hem teolojik anlamda hem de usul anlamında bir yenilenme de ortada yok. Mesela Mutezile’ye ve Maturidiliğe yakın veya Naslar konusunda Ebu Hanife’ye yakın, insana özgürlük tanıyan yeni bir usul ben göremiyorum. Dolayısıyla şu ana kadar geldiğimiz noktada, İslam toplumunda kendini çok ciddi ifade edecek, sahici anlamda Kuran’a ve Hz. Muhammed’in ortaya koymuş olduğu İslam’ın ruhuna uygun bir başarı ortaya konamadı.
Bu arada Batı’nın saldırısı da çok güçlü oldu tabii. Yani düşünsenize, imparatorluk döneminde uzu bir süre boyunca yatmışsınız; skolastik olarak sürekli tekrar etmiş, cepten yemişsiniz ve orada çok ciddi bir kırılma olmuş: Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali, Endüstri Devrimi… Büyük bir dalga bu. Dolayısıyla o dalga vurduğu andan itibaren, son temsilci Osmanlı’yı tümüyle çökertmiş. Osmanlı, bu dediğim ideolojinin çok kötü bir versiyonuyla, yani tarikat ile tasavvuf dediğimiz mitolojik düşünceyle kendini kurmuş ve devam ettirmiş bir imparatorluk. Çünkü Osmanlı medreselerine bakarsanız tamamen skolastiktir.
Ayrıca, Selçuklulardan itibaren Türkler, İslamiyet’in tasavvuf versiyonuyla Müslüman olmuş ve onu büyük ölçüde içselleştirmişler. O da büyük ölçüde mitolojiye ve tarikatların örgütlenmesine dayanıyor. Yani bir Amerikalı tarihçinin nitelemesi ile “Derviş Devlet”tir. Bu Derviş Devlet, kendi dışında meydana gelen olayları idrak edebilecek, dış dünyada referansı olabilecek bir düşünce üretemiyor. Kendi döneminde toplumsal formasyonların nasıl çöktüğüne ve bunların nasıl yenilenmesi gerektiğine ilişkin, ayağı yere basan, dış dünyada gerçekliği olan bir düşünce üretemiyor.
Tanzimat’tan başlayarak bütün o çabalarla gerçekten bir şey yapılmaya çalışılıyor; ama yetmiyor, çünkü dalga çok güçlü, vurduğu gibi yıkıyor. En sonunda Cumhuriyet devrinde olduğu gibi tarikat, hilafet, şeriat hepsini kaldırıp bir kenara atıp orayı taklit eden bir yapı kurmak zorunda kalıyorsun. Bu böyle basit bir şey değil.
Kabaca şunu söylemiş oluyoruz: Dünyanın ciddi bir kısmında, gerçekten kırılma olarak kabul edebileceğimiz devrimler yaşanıyor. 18-19. yüzyıllarda, bu kırılma evrelerinde, İslam dünyası yaşanan gelişmeleri gözlemleme ve gereğini yapma imkanına sahip. Ardından da güçlenen batı İslam dünyasına müdahale etmiş; sömürge dönemi başlamış. Klasik teori şunu söylüyor: Bu türden hercümercin olduğu dönemlerde, hiç değilse bir dünya görüşü, düşünce hareketi eksenleri, arayışları ortaya çıkar. Ancak İslami hareketler ve onların düşünsel çabaları başı sonu belli, muhkem diyebileceğimiz dünya görüşü üretemedi. Bu nasıl bir krizdir? Normalde böylesine sıcak çatışmanın olduğu yerlerde muhakkak bir şeyler çıkması beklenir, dünyada bir sürü örneği var. Çünkü bir cevap verme ihtiyacı ortaya çıkar. Bizde niçin hâlâ bugün bile kendi gerçekliğimiz, değerlerimiz ile küresel gelişmeleri eklemleyen, İslam’ı modern hayatta da muhkem kılabilecek yaygın ve etkili bir cevap, bir düşünce geleneği üretme krizi devam ediyor? Bununla bağlantılı olarak niçin bir kamu fıkhı da üretemiyoruz?
Bana öyle geliyor ki burada 12-13. yüzyıllara kadar İslam dünyasında teolojik düşünce, felsefi ve bilimsel düşünme aşamasına belli oranlarda geçmiş. Filozoflar çıkmış; Yunanlı filozoflarla hesaplaşan İbn Rüşd’ü takip edenler veya Farabi gibi ona itiraz edenler var. Yani kendi döneminde belli oranda bir aktivite, bilimsel keşifler söz konusu. Ama aşağı yukarı Selçuklulardan itibaren skolastik düşünce, yani medrese tarzındaki örgütlenme çok uzun sürüyor ve teolojik aşamada kalıyor. Felsefe ve bilim, Osmanlı medreselerinden büyük ölçüde dışa atılıyor veya buralarda hakkıyla yer almıyor. Araplarda da düşüncenin teolojik aşamada kalması ve o ilk adım atılan felsefe ve bilimsel düşüncenin hakkıyla devam edememesi, siyasal örgütlenmeyle, belki kavimlerin kültürel kodlarıyla ilişkilidir.
Avrupa, 13-14. yüzyıllardan itibaren teolojik düşünceyi paranteze alarak, yavaş yavaş felsefi düşünceyi tekrar yeniden İslam üzerinden tercümelerle alıp, onu bir müddet daha ilerletip akabinde bilimsel düşünceye geçtiği halde; bizim coğrafyada genel olarak teolojik düşünceden mitik düşünceye bir gerileme söz konusu. Türklerin egemenliği döneminde teolojik düşünce medreselerde sadece skolastik olarak yani Şerh, Hâşiye, Telhis,Hamiş tarzında tekrar ediyor. Biraz metafizik, mantık, bazı ontolojik konular tartışılıyor. Ama dış dünyada, Avrupa’da toplumsal formasyonlar, kozmoloji veya astronomi, fizik, matematik gelişme alanı bulurken; bunlar, Osmanlı medreselerinde gelişmiyor. Oralarda sadece olduğu gibi metin tekrar ediliyor. Türklerin hegemonyası, Maveraünnehir’de ortaya konan o rasyonel, teolojik çaba Anadolu’ya yeterince gelmiyor.
Kastınız kim, Maturidi gibi isimler mi?
Maturidi ve oradaki ulema ve medreseler. Osmanlı’ya uzayın araştırılması konusunu getiren, padişahların Maveraünnehir’den çağırdıkları âlimler var. Orada da belli bir ciddi rasyonel teoloji var; ama bu Anadolu’ya gelmiyor. Anadolu’ya gelenler daha ziyade Alperenler ve Ahmet Yesevi’nin müritleri, yani tasavvuf düşüncesi oluyor. Tasavvuf dediğiniz şey mitik düşüncedir; teolojik düşünceden bir adım daha geridedir. Bunu anlamak lazım. Sizin soru çok doğru bir soru. Adamlar 200-300 sene her alanda ciddi düzeyde sıçramalar, öncü isimler ortaya çıkarıyorlar her alanda, fakat burada hiç ses yok. Bu tesadüf değil.
Bu yönüyle İslam teolojisi ve mistik düşüncesi, bugün baktığınızda hangi yüzyılda?
Aşağı yukarı 11-12. yüzyıllarda, hiç farkı yok. Şu anda gidin İlahiyat Fakültelerindeki tezlere bakın aynısı; onu olduğu gibi Türkçeye çeviriyorlar sadece. Düşünce, dış dünyayla olan referansını ciddi düzeyde kaybetmiş ve kuramıyor. Temel sorun bu. Bunun da arkasında yatan Osmanlı’daki skolastik zihniyetin çok güçlü olması, bir de bunun üzerine tarikat ve tasavvuf dediğimiz mitik düşüncenin ciddi düzeyde, devlet katında dahil itibar görmesi.
NEDENSELLİĞİ YADSIYAN TEOLOJİK VE ONTOLOJİK ANLAYIŞ DÜŞÜNCE ÜRETİMİNİ DURDURDU
20.yüzyıla kadar bu yaptığınız açıklama var olan durumu tasvir etmek için yeterli bir çerçeve sunuyor, fakat 20. yüzyılda başka bir şey oldu. İnsanlık tarihi birkaç yönden dönüşüme uğradı. Bir, İslam coğrafyası seküler iktidarların hegemonyasına girdi ve Batı’yla entegrasyon sorunu çözüldü. İki, İslami kurumlar büyük oranda alternatif olmaktan çıkarak yerlerini modern batılı kurumlara bıraktılar. İlk dönemlerde rastlanan ikili yapılar kalmadı. Mesela artık medrese sistemi neredeyse Afganistan, Pakistan gibi münferit birkaç örnek dışında yok. Her yerde alternatifsiz bir kurum olarak üniversite var. İslam ülkelerinde de bu modern üniversiteler, bu üniversitelerin içerisinde İlahiyat Fakülteleri var. Bunlar akademinin Batılı evrensel formlarında eğitim, sistematik bilgi üretiminden geçiyor. Bu perspektiften baktığınız zaman, İlahiyat Fakültelerinin ürettiği bilgiyi nasıl görüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz çağla hesaplaşan, yüzleşen bir bilgi ve düşünce üretimi var mı?
Teolojinin ve Tanrı tasavvurunun, doğa tasavvurunun, yani klasik ontolojinin hâlâ egemenliğini sürdürdüğü kanaatindeyim. Avrupa’daki kırılma nasıl oldu? Kilisenin her şeyi Tanrı ile izah eden teolojisi kaldırılıp atıldı; onun yerine seküler bir bakış açısıyla, yani bir merakla, felsefeye geri dönüldü. Felsefe, doğada olup biteni merak etmektir. Eski Yunan’da da öyleydi: “Bu (nesne) nedir?” ve “Bu (olay-olgu) nasıl oluyor?” soruları sorulmaya tekrar başlanıyor. Dolayısıyla Avrupa’da bilimi ve teknolojiyi yaratan temel kırılma budur.
Toplumda çok yaygın olan bir inanç var (Azer Bülbül’ün şarkısından): “Her an her şey olabilir”. Bu cümle çok enteresan bir cümle. “Her an her şey olabilir” demek, Eşariliğin, Cabiri’nin kavramsallaştırması ile “Tecviz”e dayanan ontolojidir. Yani nedensellik yoktur. Bunu, Gazali yerleştirdi, İbn Rüşd buna karşı çıktı. İbn Rüşd nedenselliğin Tanrı’nın varlığının kanıtı olduğunu, mucizenin kanıtının doğadaki nedensellik olduğunu ifade etmeye çalışırken; Gazali, bunu tümden reddetti ve tecvizi meşrulaştırdı: “Her an her şey olabilir. Doğada nedensellik yoktur.”
Böyle bir ontoloji ve Tanrı’nın her şeye müdahale ettiği, her şeyi çözdüğü tarzdaki bir teolojinin olduğu yerde, “merak” doğar mı? Bilimin temeli meraktır. Benim kanaatim, İslam dünyasında nedensel ve farklı bir tarzda düşünme, ciddi anlamda düşünce üretme olayı, klasik kodların çok güçlü olmasından dolayı gerçekleşmedi. Dikkat edin, seküler kesimlerde bile üniversitelerde şimdiye kadar bu anlamda ciddi bir şey üretilemedi. Oralarda da Arap dünyasında da yok.
Tanrı ile doğa arasındaki ilişki ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin ta başından teolojik olarak, ontolojik olarak yanlış kurgulanmış olduğu kanaatindeyim. Yani doğru bir Tanrı-doğa ilişkisi İbn Rüşd’de ve bazı Mutezili düşünürlerde olduğu gibi tasavvur edilebilseydi. Cahız, 8-9. yüzyıllarda, “İnsan, isterse insan yaratabilir” diyor. “İnsan yaratabiliriz” diye ta o tarihte ortaya düşünce koymuş. Erken dönemde, Tanrı ile doğa arasındaki ilişkiyi kavrama ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi de özgürlükçü bir tarzda kavrama yönünde bir sürü çaba var. Ama bunlar olmadı.
Eşarilikle, Şafilikle birlikte 11-12. yüzyıldan itibaren onlara söyleneni folk düzlemde halka yayan tasavvuf ve tarikat gelişti ve onlar bütün İslam toplumlarına, özellikle Türk dünyasına egemen oldular. Dolayısıyla uzun bir süreden beri bu düşüncenin etkisi altında yaşamış olan insanların böyle kısa sürede, olayları nedensel olarak merak edip bunları anlama ve bunları idrak etme olayı olmuyor. Görebildiğim kadarıyla arkada böyle bir geçmiş var.
KLASİK USULE DAYANAN KELAM, FIKIH VE TASAVVUF AYDINLANMAYA CEVAP ÜRETEMEDİ
Burada tabii dediğiniz çerçevenin ötesinde şöyle bir kriz de yaşanıyor: Özellikle son 10 yıl içerisinde, neo-ehli sünnet ve elitist tasavvuf şeklinde tarif edilebilecek güçlü bir akımın tezahürlerine rastlıyoruz. Bu sadece bize özgü de değil, Arap dünyasında da böyle bir damar güçleniyor. Düşünce geleneğimizdeki gerilimleri ve modern dönem tecrübemizi hesaba katmadan geleneğe yönelip oradan çıkarılan malzemeler tekrar dolaşıma sokuluyor. Bu damar güçlü bir şekilde geliyor. Biz mi yanlış okuyoruz? Bu duruma yönelik bir projeksiyon yapabilir misiniz?
Buradan bir şey çıkmaz. Türkiye için en azından buna benzer şeyleri ben de görüyorum. İlahiyatlarda Arapça olan, tarihsel olan her şeyi bugüne aktarıp orada moderniteye ve çağa karşı alternatif bir şey görme durumu var. Ben onun ciddi düzeyde Batı’nın felsefi, bilimsel, teknik ve iktisadi hegemonyasına -ki çok güçlü bir hegemonya, sadece Batı değil, bütün dünyayı kuşatmış durumda şu anda- karşı alternatif, İbrahimi öğretiyi veya Kudüs’ün davasını ciddi bir düzeyde entelektüelin diline çevirecek bir kapasiteyi görmüyorum. Çünkü o teolojilerin dili ve metodolojileri yanlış. Bir defa onların baştan düzeltilmesi lazım.
Mesela felsefi düzlemde veya düşüncenin toplamında Ortaçağ’daki yarılmalar, mücerret düşünce, felsefe, kelam, fıkıh veya Selefilik; Nas’ı önemseyen bir düşünce. Bana sorarsanız Kur’an’daki; hayata bütüncül bakan, hatta hayatı Avrupa felsefesindeki, epistemolojideki o meşhur, “varolan ve olması gereken”deki ayrımı bile aşan, varlığı bile Tanrı’nın bir rahmeti olarak görüp, olması gerekeni de varlıkla birlikte ele alan ve insanın hem duygu hem sezgi hem mantık hem beş duyu yetisini birlikte ifade eden o bütüncül düşüncenin yeniden diriltilmesi gerekiyor. Şahsen görebildiğim kadarıyla benim çözüm yolum bu. Bu da çok köklü bir yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Oysa bahsettiğiniz tarzdaki çabalar; Ortaçağ’da parçalanmış olan tasavvuf, mistisizm, panteizm; İbn Arabi, Mevlana veya Selefilikten, klasik fıkıhtan bazı çeviriler, ki o fıkıh yetmedi biliyorsunuz, Ortaçağ’da Osmanlı’ya da yetmedi; oradan biz, “Hile-i Şer’iye”yi, “kitabına uydurma”yı yarattık. Yani klasik usulün fıkıhta ortaya koymuş olduğu epistemoloji dış dünyadaki olguları zamanında algılayıp onu Kur’an’ın davası ve metafiziği doğrultusunda çözüme kavuşturmaya engeldi. Onlar, ancak tarım toplumunda ortaya çıkan bazı küçük sorunları çözebildi. Ne zaman ki sorunlar sökün etmeye başladı; Aydınlanma yeryüzünün topografyasını değiştirmeye başladı; ne Kelam ne Tasavvuf ne de Fıkıh buna cevap veremedi.
Dolayısıyla benim iddiam, bizim şu ana kadar miras aldığımız düşüncenin temel epistemolojik kalıplarında ciddi sorunlar olduğu yönündedir. İbrahim ile beraber devam eden ve Kur’an’da son olarak aktüelleşen ve insanın bütün ruhsal donanımlarını işin içine katan mantığı, nedenselliği, ahlaki duygulanımı, sezgiyi, beş duyuyu, bunların hepsini birlikte Kur’an’da görüyorum. Avrupa’daki düşünce, biliyorsunuz ciddi düzeyde bir parçalanmadır. Hamdi Yazır’ın deyimi ile Avrupa medeniyeti “çatlak” bir medeniyettir. Mantıkçı pozitivizm ile teknolojiye evrilen sürecin bugün insanları getirdiği nokta korkunç. Son 300 yılda Avrupa’nın dışındaki bölgelerin tümüyle kolonileştirilmesi, asimilasyonu, kaynaklarının sömürülmesi ve tamamen hümanist, seküler, ilerlemeci ve Batı’yı merkeze alan bir düşünce. Bugün insanlığın geldiği nokta o anlamda çok matah bir yer değil.
Batı düşüncesinin de ciddi ciddi içine saplanmış olduğu çıkmazları, insanları getirdiği noktayı görebilecek bir alternatif düşünceye bugün çok ciddi düzeyde ihtiyacımız var. Ancak, İslam dünyasına baktığım zaman, maalesef, bu anlamda iki kişi benim gözüme çarpıyor: Biri Fazlur Rahman, diğeri de Taha Abdurrahman. Bu iki alim hem Batı’nın hem de bizim hikâyemizin problemlerini görmüş. Bunun dışında, sadece Müslümanlara değil, tüm insanlara da söz söyleyebilecek bir yeni düşünce üretme kapasitesi çok zayıf. Dolayısıyla ben yakında böyle bir şey göremiyorum.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE CİDDİ BİR DÜŞÜNME ÇABASI OLMADI
Dini düşünceyi konuştuk, biraz daha güncel konulara gelelim. İslam’la ilgili ya da İslam adına konuşan, Türkiye’de kabaca iki kesimden bahsedilebilir. Bir, profesyonel olarak zaten ilahiyatlarda İslami ilimlerle uğraşan hocalarımız, akademisyenlerimiz var. İkinci olarak da Türkiye’de 1960’lardan itibaren farklı İslami cemaatlerin, İslami hareketlerin kendi halkalarında tartıştıkları bir İslam gündemi var. Fakat bu iki farklı aktöre de baktığımızda, birisi neredeyse tamamen dini ilimlerle ilgilenip sosyal bilimlerin kapsama alanına girecek başlıklarla veya örneğin Türkiye’nin ulusal sorunlarıyla da dünyanın küresel sorunlarıyla da ilgilenmiyor. İkincisi, bu İslami cemaatlerin gündemlerine de baktığımız zaman, tamamen o cemaate mensup üyelerin tüketimine uygun hazırlanmış, o dünyanın dışına çıktığında da tamamen anlamsızlaşacak bir terminoloji, bir gündem, bir öncelikler sıralaması görüyoruz. Dini alan ile toplumun genel yaşantısı arasında bir etkileşim yok. Din üretimi ya da toplumsal hayatı Müslümanlaştırma iddiasıyla yola çıkan akademisyenlerin veya İslami hareketlerin Türkiye tarihiyle, darbelerle, asker-siyaset ilişkileriyle, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle, sosyal adaletle, çevreyle… ilgilenmemesini nasıl açıklarsınız? Niye din hayatın kenarında kalıyor? Türkiye’de ana gündemi din olan kişi ve yapıların toplumla, hayatla bu denli kopuk oluşlarının gerekçeleri ne olabilir?
Aslına bakarsanız Osmanlı’da bir yanıyla bu medreselerin sürekli dış dünyadaki toplumsal gerçeklikle irtibatının olmaması, tasavvuf, tarikat dediğimiz o yapıların da yine kendi içlerinde doğal olarak kapalı yapılar olması, Cumhuriyet’e intikal ettiği andan itibaren görebildiğim kadarıyla, seküler devrimden dolayı dinin temsil olayı önce tarikat ve cemaatlerde kaldı uzun süre. Yetmişlerden itibaren Erbakan’ın ortaya çıkmasıyla, temsil iddiasını, bu sefer siyaset aldı. Dolayısıyla ilahiyatlar biraz geride kaldı. İlahiyatlara Ankara İlahiyat’ın 1949’da devlet tarafından biçilen “aydın din adamı yetiştirme” misyonundan dolayı, muhafazakar kamuoyu tarafından, zaten şaşı bakılıyordu. Ondan sonra belki sayıları biraz çoğaltıldı; ama şu anda baktığım zaman, İlahiyatlardaki söylem daha çocukluk aşamasında, yani hâlâ klasik kaynakları tanıma, onları tercüme etme, onların üzerine doktora yaptırma aşamasında. Ama dış dünya ile İslami düşüncenin irtibatını koparması bence çok daha gerilere gidiyor.
Bu klasik kaynaklar yine İslam dini çerçevesindeki kaynaklar. Aynı dönemde hayata, tabiata, insana dair bir sürü başka kaynak da var. Buraya hiç ilgi yok zaten.
Mesela ötekinin ürettiği düşünceyle, Batı’da üretilen antropoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefeyle ilgilenmiyor. Hatta son dönemlerde İlahiyatlarda bazı felsefe derslerini bile azaltarak salt dini düşünceyi, dinsel o klasik söyleme dönüştürme durumu var. Hatta devlet tarafından, doktora projelerinde Batı’ya gitmek isteyenleri engelleyip, “Ne işiniz var?” diyerek Arap dünyasına, İslam dünyasına yönlendirme çabaları var.
Bana sorarsanız, İlahiyat Fakültelerinin dini temsil iddiası değil ama en azından klasik dönemde ulemanın İslamiyet’i mutlak anlamda değil, nispi olarak temsil-tebliğ etme yetkisi vardır. Türkiye’nin, seküler devriminden dolayı, trajik bir şekilde dinsel temsilin cemaatlere ve siyasete transferi söz konusu. Bizim yaşadığımız çok trajik bir olay. Dikkat edin hâlâ öyle. Şu anda dini temsil iddiası siyasette ve tarikatlarda. İlim heyeti henüz dini düşüncenin otoritesi olmaya ehil değil ve onu düşünemiyor. Ama bu çapsızlığın arkasında da uzun süren geçmişteki o dış dünyadan kopmanın, dogmatik, skolastik olmanın rolü olsa gerek diye düşünüyorum.
1960’larda başlayan, 1990’larda biraz daha güçlenen ve AK Parti iktidarıyla da merkeze taşınan bir İslami canlanma süreci yaşandı. Dinle, tarihle, toplumla bir barışma, bir normalleşme süreci yaşandı. Fakat son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de dindar kesimde İslamcılığa, İslami hareketlere yönelik bir hoşnutsuzluk var. Bu anlayışın iyi sınav vermediği, iddia ettiği özgürlük, adalet, İslami hayat tarzı gibi konularda hayal kırıklığı ürettiğine yönelik eleştiriler var. Siz bu gözleme veya eleştirilere katılıyor musunuz? Sizce de, bu durum, iddia edildiği gibi, Türkiye toplumunun dinle, İslam’la ilişkisinde bir kırılmaya yol açar mı?
Önce bir defa çok genel söyleyeyim, dinsel bilinç veya dindarlık, kuruluş aşamasından, kurucu tecrübeden sonra zaman içerisinde dumura uğrar. Bu genel bir yasadır. Mesela Kur’an’dan bir ayet söyleyeyim: “İman edenlerin Allah’tan kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi ve ona karşı huşu duymaları zamanı gelmedi mi henüz? (57/16)?” diyor. Bunu müminlere söylüyor. “Onlar kendilerinden önce kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti, kalpleri katılaştı ve çoğu da fasıktır.” Bu tecrübe Ehl-i kitabın başına gelen dinsel tecrübe durumunu ifade ediyor. Bizim üzerimizden bin dört yüz sene geçti. Aynı psikolojik, antropolojik tecrübeyi göz önünde tutarsak, zaman uzayınca dinsel hassasiyetin, dinsel bilincin dumura uğraması ve zayıflaması genel bir yasadır. Bir defa önce bunu söylememiz lazım.
İkincisi, bizim hikâyemize gelelim. Benim görebildiğim kadarıyla, Osmanlı çöktüğünde, merhum M. Akif’in Safahat’ını, dinsel bilincimizin bir “tasvir”i olarak alacak olursak; Mehmet Akif bu yüzyılın başında, yani Osmanlı’da veya İslam dünyasındaki durumu da orada çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Kur’an’dan, imandan, hassasiyetten, düşünceden nasıl koptuğumuzun çok net bir kanıtı olarak tasvir ediyor. Biz, bunun üzerine seküler, sert bir devrim yaşadık. 60-70 yıl boyunca din halının altına süpürüldü ve devlet tarafından, üniversite tarafından veya toplum tarafından ciddi bir şekilde bakımı, ele alınması, işlenmesi ta 50’lere, 60’lara gelinceye kadar teolojik olarak mümkün olmadı.
Ondan sonra ortaya çıkan yapılar olan tarikatlara, cemaatlere ve siyasete baktığımız zaman, onlar da o çökmüş olan teolojik ve etik yapı ne ise, ona bir nostalji, tekrar onu geri getirme ve ona öykünme davası olarak ortaya çıktı. Mesela İslamcı hareketin temsilcileri Cumhuriyet döneminde şairler veya şeyhlerdir. Yani ortada ciddi bir teoloji ve ciddi bir düşünme çabası olmadı. Dolayısıyla bunu söylerken bütünüyle Türkiye’deki dini hassasiyeti, dindar insanların çabalarını bütünüyle bir tarafa attığım anlamına gelmiyor. Çok ciddi, dürüst işler, yardımlar yapılıyor; dini hassasiyetler var, insanlarımızın çabaları var.
Burada önemli bir diğer nokta da sekülerizmin hem dünyada hem de Türkiye’de iyice gelişip yaygınlaştığını ve yerleştiğini gözlemliyorum. Bir taraftan Türkiye’deki tarikat, cemaat ve siyasetteki o söylemde bir dini yeşillenme, artma var. Ama derinden derine baktığınız zaman, yani iktisadi süreçleri ana kriter olarak alacaksak, kapitalizmin giderek yerleşmesi ve insanların bakış açısı olarak giderek teknolojinin bütün dünyayı bir kafes gibi iktisatla birlikte çepeçevre kuşatması söz konusu.
Türkiye’deki bu şikâyet ettiğimiz şeyi biraz İslam’ın ne olduğunu bilen insanlar yapıyor. Buna hayal kırıklığı diyoruz, değil mi? Tarikat yapılarından bir tanesi Türkiye’yi az daha batırıyordu 15 Temmuz’da. Dolayısıyla ben biraz tarihsel perspektiften baktığım zaman, bir yanıyla dinin tarihi süreç içerisinde merkezden uzaklaşması, ikincisi de bizim kendi hikâyemiz, sek bir devrim gerçekleştirmemiz ve o hikâyenin giderek Türkiye’ye yerleşmesini temel dinamikler olarak görüyorum.
RUHU(MUZU) MODERN TEKNOLOJİ KALBURA ÇEVİRDİ
Sekülerleşme ile tarif ettiğiniz sürecin en doğrudan yansımalarından biri deizm üzerinden yaşanıyor. Gençlerdeki deizm tartışmasının içinde bulunduğumuz çağın etkilerinin yanı sıra özellikle İslam ve Müslümanlarla ilgili iki boyutu var gibi görünüyor. Bir, bugüne kadar bahsettiğiniz hayatla, güncel yaşanmışlıklarla, rasyonalizmle, akılla bağını koparmış, dolayısıyla da aslında vahiy ve Allah’ı yabancılaştırmış bir İslam anlayışının doğurduğu sorunlar. İkincisi de belki bunların etkisiyle, belki başka bir sürü gerekçeyle, bugün karşısında gördüğü somutlaşmış, cisimleşmiş İslami aktörlerin, İslami görünümlerin ürettiği hayal kırıklığı. Bu iki gerekçeyi bugün gençlerin bilgilenme kaynaklarıyla, yaşam tarzlarıyla, sorgulama düzeyleriyle beraber ele aldığınızda muazzam bir çelişkinin doğurduğu bir bocalama evresi var. Bizim 20. yüzyılda başlayıp beceremediğimiz ya da yapılamayan bu geleneği restore etme durumu tam da şimdi bu kriz üzerinden başlayabilir mi?
Genç kuşakların özellikle internetle irtibatlı olmalarından ötürü ruhları modern oluşuyor. Hatta biz de dahiliz bence; bu modern dünya bizim ruhlarımızı da oluşturuyor. Dolayısıyla modernite, seküler hümanizm, kapitalizm veya teknoloji toplumu öyle yabana atacağımız şeyler değil. Heidegger’in meşhur bir lafı var: “Aydınlanmayla birlikte insanlık ruhtan zekâya geçti” diyor. Yani ruhtan zekâya geçiş çok müthiş bir şey, çünkü zekâ, mantık anlıktır, olay sayımına, matematiğe dayanır. Oysa ruh, bizim bildiğimiz, bütün İbrahimi dinlerin vaaz ettiği anlamda ayrı bir şeydir, ilahi bir şeydir. İnsanı insan yapan şeydir. Onu maalesef Hıristiyanlık koruyamadığı gibi İslam dünyası da koruyamadı. Dolayısıyla toplamda ruhun kaybedilmesi söz konusu.
Geriden gelen kuşakların deizme kaymaları çok ciddiye alınacak ve önemli bir şey, çünkü çocukların ruhu modern teknoloji ve enformasyon tarafından örülüyor, oluşturuluyor. Kalbura çevrilmiş durumda. Kaldı ki diğer tarafta da İbrahimi dinlerin vaaz ettikleri bir ruh var. İnsanda vicdan var. Çok ciddi düzeyde bugünkü modernitenin dilini bilen, bunlara ciddi bir kritik yöneltebilecek ve geleneksel olarak dinlerin ortaya koymuş olduğu dilin de anakronikliğini görüp belirli politik koşullarda üretilmiş bir dil olduğunu idrak edecek ve o kutsal kitaplarda insanlara tavsiye edilen o ruhu, o davayı yeni bir entelektüel dile kavuşturacak bir çabaya ihtiyaç var.
Bu çaba ortaya konmadan, Türkiye’nin bu anlamda gidişatı durdurulamaz. AK Parti, burada tamamen dış bir unsur; belirleyici bir aktör değil, kendisi ona maruz kalmış. Erbakan Hoca’nın kadroları ile 2000 sonrası Erdoğan’ın kadrolarını mukayese ettiğimiz zaman, öncekiler bana göre daha ruhlu insanlar olarak gözüküyor. Sivas’a gittik, Temel Karamollaoğlu oranın belediye başkanıydı. Oraya gittiğimde gördüm, “Şeriat budur” dedim. Ama bu tarihsel olarak yeni dönemde, 2000 sonrasında giderek ortadan kalktı.
Bana sorarsanız, İslam’ın en manevi, en uhrevi tarafını söylemine almış olan bir cemaatin ortaya koymuş olduğu son performans, yani ülkeyi getirdiği nokta, bu bile bu çürümenin semptomudur. Ortaçağ’da bile böyle bir şey olamazdı; bir tarikatın kalkıp da böyle bir herzeye girişmiş olması mümkün değil. Dolayısıyla olayın ne kadar vahim ve büyük olduğunu ortaya koyuyor.
FETÖ İLE SONU BİZE DOKUNACAĞI İÇİN YÜZLEŞEMİYORUZ
FETÖ veya daha eski ifadesiyle Gülen cemaatini kastediyorsunuz. Bu yapı darbeye teşebbüs etti ve bu teşebbüs millet tarafından püskürtüldü. Bu yapının örgütsel boyutu büyük ölçüde zayıflatıldı. Ancak, bu örgütsel yapıyı ete kemiğe büründüren teoloji, usul ve fıkıh da var. “Fethullah Gülen Fıkhı” diye kitaplar yazıldı hatta. Usul, teoloji ve fıkıh anlayışları itibarıyla Fethullahçılıkla birçok ortak paydaya sahip pek çok İslami yaklaşımın varlığından bahsedilebilir. Türkiye’de Fethullahçılığın örgütsel yapısıyla mücadele edildi ama ne toplum ne de siyaset ve akademi Fethullahçılığın İslam tasavvuruyla yeterince yüzleşmedi. Bu gözlemi paylaşıyor musunuz, bir zihni yüzleşme gerekliliğine katılıyor musunuz?
Aşağı yukarı 2007’den itibaren bu hareket üzerine yazıyorum. Oradan itibaren benim söylediğim, bunun tamamen Türkiye’deki mevcut Osmanlı’dan devraldığımız bu tarikat, tasavvuf ve Eşarilikle mecz olmuş olan ideolojinin aynası olduğu. Yeni bir icat değil, sadece örgütlenme tarzında yeni bir icat var. Örgütlenme tarzı şimdiye kadar diğer cemaatlerin tarzlarından farklı bir şekilde, üniversiteler, yurtlar, okullar, bürokrasi… Diğerleriyle mukayese ettiğim zaman orada bir yeniliğin olduğunu görüyorum ama bahsetmiş olduğunuz usul, teoloji, fıkıh açısından baktığınız zaman orada hiç diğerleriyle, hatta siyasi olan tezahürlerle de herhangi bir fark yok. Dolayısıyla bunun üzerine gidilemeyişinin sebebi de, üzerine gidildiği zaman olayın kendimize dokunacağıdır. Yani kendimizin, mevcut aktörlerin kendilerini sorgulaması gerektiği ortaya çıkacağından dolayı, insanlar bu özgüveni ve bu cesareti, bu dürüstlüğü gösteremiyorlar. Onu ne kadar günah keçisi olarak gösterip ilgilenirlerse, kendilerini daha temiz görüyorlar. Ana hatlarıyla görebildiğim şey bu.
Bu dini yapı ve grupların devletçilik ve milliyetçilik anlayışları üzerine de konuşmak lazım. Dini grupların büyük çoğunluğu niçin milliyetçi ve devletçi? Bunu nasıl yorumlarsınız?
Bu da bizim tarihimizle alakalı. Zekeriya Işık diye bir arkadaşımız, ‘Şeyhler ve Şahlar’, ‘Tekkedeki İktidar’, ‘Devlet ve Tarikat’ diye üç tane kitap yazdı. Orada ortaya koyduğu, bütün bir Osmanlı’nın böyle olduğu. Yani tasavvuf devletle, siyasi iktidarla iç içe. Yani kuruluştan çöküşe kadar Türkiye’nin hikâyesi bu.
Benim bütün iddiam şu: Biz bu yapıyı gözden geçirip bunu reddetmek zorundayız. Osmanlı’da bütün bir 600 sene boyunca böyle geldi ise, böyle gidecek diye bir şey yok, çünkü o yapı sorunluydu. Devleti çökerten o yapı, o ideolojidir. Cesaret edip de bunu kritik etmeden bizim modern bir devlet, modern bir toplum kurma ihtimalimiz yok. “Modern” derken, Ulus Devleti aynı ile taklit edelim demiyorum.
Cemaat yapıları olur; cemaate sosyolojik anlamda karşı çıkmak zordur. Ancak, en azından daha eşitlikçi, daha sorgulayıcı olabilir. Mesela Hz. Muhammed de karizmatik bir liderdi, karizması vardı, peygamberdi ama onun etrafında oluşan cemaat, yani müminler topluluğunun onunla olan ilişkisi son derece eleştirel ve neredeyse eşit ilişkiye dayanıyor. Adam saygısını ifade edip, “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” diyor; ondan sonra da ikinci sorusu: “Bu Allah’tan mı, yoksa senden mi?” oluyor. Yani bu görüş sana mı ait, yoksa Allah’a mı ait? Hudeybiye Barış Antlaşması’nı düşünün. Ali’yle Ömer, yakasına yapışarak peygamberi ağlattı. O anlaşmaya imza atma taraftarıydı, onlar karşı çıkıyorlardı. Sonuna kadar karşı çıktılar ve onaylamadılar, ta ki ayet gelip Hz. Muhammed’i onaylayana kadar. Hatta ayet geldikten sonra, Ömer’e yolda haber veriyorlar, “Yahu ayet geldi, Allah peygamberi temize çıkardı” diyorlar. “Ne fethi ya?” diyor. Hâlâ devam ediyor.
Cemiyetin amorf, insanı kendinde yabancılaştıran yapısına karşı insanlar daha sınırlı çeşitli amaçlara yönelik bir araya gelebilirler. Sosyolojik olarak buna karşı çıkmam; ama, bizde sakat olan, bütün bir tarihi kesen, kişi kültü etrafında tamamen ona mutlak itaat tarzında insanların bireysel özgürlüklerini ve ahlaki kapasitelerini dumura uğratan bir yapı ortaya çıkması. Bunun İslam’la hiçbir alakası yoktur. Ama maalesef, bizde hem cemaat ve tarikatlarda hem de siyasette bu yapı devam ediyor.
Bin dört yüz senedir devam eden yapı kişi kültü, İslam’ın ortadan kaldırdığı kişi kültüdür. İslamiyet’e dikkat edin, “temsiliyet” yoktur. Yahudilikte, Hıristiyanlıkta din adamları dini temsil ederler, değil mi? Ama İslamiyet’in yaptığı en büyük devrim, temsil iddiasını ortadan kaldırması. Peygamber dahi olsa, İslamiyet’i temsil edemezsin sen. Nispi temsil vardır, o da ulemadır. Ulemanın temsili de -Hz. Muhammed’de olduğu gibi peygamberlerde de öyle- daima soruya, kritiğe, redde açık, hesap vermeye açık. Böyle bir yapı kuramadığımız müddetçe bence buna benzer olaylar tekrar devam edip gidecek.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. Ali Köse’nin “Bir Fetö gider; bin fetö gelir” açıklaması, Tarikat ve Cemaatlerde tepki çekti. Sosyal medyada hocaya demediklerini bırakmadılar. Daha önce de 2018’de İstanbul’da yapılan “Hayatın Anlamı İman” sempozyumuna bendeniz ve Prof. Dr. Ömer Özsoy’un katılımının Cemaat ve Tarikat yapıları tarafından engellenmesi ve “Kur’an Araştırmaları Merkezinde (KURAMER)” çalışan Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün görüşlerinden dolayı kovdurulması ve daha birçok örnek olayda görüleceği gibi, İlahiyat Fakülteleri ve buralarda çalışan akademisyenler üzerinde Tarikat ve Cemaat yapıları baskı ve terör yaratmaktadırlar. 15 Temmuz darbesinden önce de ‘The Cemaat’ tarafından İlahiyat Fakülteleri üzerinde bir baskı oluşturulmuştu. Hocaların bir kısmı korkusundan susup kenara çekilmişti; bir kısmı da, onlara –ikramları ve iltifatları ile- dışardan eklemlenmişlerdi.
Ben de, ta başından beri aynı şeyi söylüyorum. Şimdiye kadar yazmış olduğum ondan fazla yazıda aynı şeye dikkat çekmeye çalıştım. Bu “Cemaat”ın, şimdilerde “Örgüt”ün bütün teolojik-dinsel kavram dağarcığı ve imanî motivasyon kaynağı Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Nasıl ki IŞİD’in kaynağı Suud Selefiliği; Hizbullah’ın kaynağı Şiilik ise; Fetö’nün kaynağı da, Türk Tasavvuf Sünniliğidir. Kırk yıllık bu “Cemaat”in ve beş yıllık bu “Örgüt (Fetö)”ün kökü yani tohumu, toprağı, gübresi, havası, suyu, iklimi tamamen yerlidir/millidir. Sadece Sulayıcısı (ABD) dışardandır. Baltanın demiri bizden; sapı dışardandır. Cemaatın-Örgütün kökü içerde, dallarının bir kısmı (okullar) dışardadır. Örgütün başı ve gövdesi, yapıp ettiklerinde sonuna kadar kendilerince “samimi”dirler. Örgütün içinde örgütün dini gayesine/davasına münafıklık/hainlik denebilecek insan sayısı son derece azdır. Benim ta baştan beri dikkat çektiğim bir husus, Sünniliğin niyetin halisliğini vurgulamasına rağmen (İnnemel amalu binniyet=Ameller niyetlere göredir); sonuçları ıskalaması-görmezden gelmesidir. Oysa, -aynı meşhurlukta olmasa da-, aynı sahihlikte (Buhari) ki başka bir hadis: “İnnemel umuru bilhavatım= işler, sonuçlarına göredir) der. Bilinci, bilgiyi, sonucu önemsemeden; salt taklidi, dogmayı, samimiyeti vurgulamanın sonucu, bu tip skandallardır.
Örgütlenme yapısı, yani karizmatik bir dini lidere (mehdi-şeyh, gavs-kutup, imam, halife…) sorgusuz sualsiz, körü körüne itaat etmek yerli, milli ve dini değil midir? Bütün bir tarikat yapıları aynı değil midir? Bu tarikatın üyelerinin kendilerini seçilmiş, kurtulmuş, ayrıcalıklı, övülmüş, güzideler olarak görmeleri, “72-Fırka” Hadisi gereği sonuna kadar “Sünni” değilmi dir?. “Harp Hiledir” hadisi (?) gereği “Takiyye” yapmak, “paralel yapı” kurmak -hâşâ- “sünnet” değil midir?. “Hile-i Şeriyye” ve “Kitabına Uydurma” Sünniliğin orta(o)praksisi değil midir? Bu gerçekleri bile bile cemaatın soru çalmasını, kumpas kurmasını… -bilmezden gelerek- yadırgamak, ayıp değil mi?
Hindu ve Hristiyan mistisizminden (Ruhbanlık-Manastır) farklı olarak, İslam-Türk Tasavvufu, siyasetle daima içli-dışlı olmuştur. Özellikle Nakşilik ve Halidiyye kolu, siyaseti kendine baş uğraş alanı görmüştür. Tarihçi Z.Işık’ın “Devlet ve Tarikat”, “Şeyhler ve Şahlar”, “Tekkedeki
İktidar” adlı kitapları, Osmanlıdaki Tasavvuf-Tarikat ve Saray-Siyaset ilişkisini/çatışmasını açıkça ortaya koymaktadır. Şu anda Türkiye’de bulunan cemaat ve tarikat yapılarının da baş uğraş-ilgi alanı devlet, siyaset ve ticaretttir. Devlete, bürokrasiye sızmaları, siyasete sulanmaları, bunu açıkça ortaya koymuyor mu?
Türk Tasavvuf Sünniliği, koynunda 50 yıldır beslediği bu “yılan”ı son ana kadar fark etmediyse; bunun bir sebebi olmalıdır. Bu da aynı genetiği paylaşıyor olmalarıdır. Kendi bünyesinin “kanser” gibi böyle bir genetik bozukluk taşıyor olmasını insanın kabullenmesinin zor olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sağlıklı benlik bilinci, bu gerçeği kısa sürede görüp gerekli sağlık tedbirlerini almak zorundadır. Bu cemaatin kırk yıl boyunca ABDCIA’nın kucağında beslenmesi ve Türk siyasi aklının buna göz göre göre müdahale etmemesinin altında Türk Tasavvuf Sünniliğinin ünlü “Veli”leri olan Mevlana’nın “Gel, gel, her ne olursan ol, gel…” ve “Biz aşkın aşıklarıyız; Müslümanlar, başkadır.”; İbn Arabi’nin “Aşıkların Dini Yoktur” ve Yunus Emre’nin “Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, adam değildir.”…. sözlerinin bir etkisi ve izi yok mudur acaba? Bu sözleri, “Anadolu Hümanizmi” olarak yorumlamak mümkün. Ulus Devlet ve Milliyetçilik çağında, bu imparatorluktan kalma fikirler, Vatan-Millet-Bayrak tanı
madan melekle olduğu gibi, kolayca şeytanla da kol kola girebilir. Nitekim öyle de olmuştur.
Bu cemaat, toplam 19 milyon ailenin 14.5 milyonu ile ilişkiye girebilmiş ise; bu durumu, genetik aynılık dışında başka bir şeyle izah etmek, ikiyüzlülük değil midir? Osmanlı’nın “Derviş Devlet” olması ile ikibinlerden itibaren ‘tarikat, cemaat ve siyaset’in kendini “devlet”le özdeşleşmesi arasında ne fark vardır? Osmanlıyı din-teoloji üzerinden çökerten “Şeyh-Şah Kavgası” tekrar geri gelmiştir. 28 Şubat, sekülerler ile muhafazakârlar arasında bir politik kavga ise; 15 Temmuz, İslamcılığın Cemaat-Tarikat kanadı ile Siyaset-Hilafet kanadı arasındaki bir iç çatışma/savaş ve kavgadır.
15 Temmuz darbesinden beri dört yıl geçmiş olmasına rağmen örgütün çözülmemesi, devlete-bürokrasiye ve diğer tarikatlara sızmasına devam etmesi, bu örgütü salt kriminal bir suç örgütü olarak görme yerine; onu ne kadar bizden, içimizden, teolojimizden, ontolojimizden…olduğunu göstermiyor mu? Benim önerim, ta başından beri kendimizi-sünniliğimizi, dindarlığımızı, teolojimizi gözden geçirmemiz gerktiğidir. Ancak, ne ilahiyatlar ne siyaset mercii bunu dikkate almamaktadır. FETÖ’yü bir “günah keçisi”ne dönüştürerek, kendimizdeki günahları, hataları ona yükleyerek kendimzi temize çıkarmak, günahsız
saymak işimize geliyor.
15 Temmuz, Batıda-Hrıstıyanlıkta “Kilise” gibi “örgütlü dindarlığın” toplumların başına nasıl belalar açabileceğinin İslami bir versiyonu. İslam toplumlarında da din Tarikat, Cemaat ve Hilafet/Saltanat şeklinde örgütlenmiştir. Hilafet öegütlenmesi, İslamın erken dönemindeki iç savaşı (Cemel-Sıffın-Kerbela…) yaratmıştır. Saltanat örgütlenmesi Emevi-Abbasi iç savaşını körüklemiştir. İmamet teolojisi Şiilikte Teokratik bir yapı doğurmuştur. Tarikat örgütlenmesi, Osmanlıdaki birçok iç ayaklanmayı doğurmuştur. Cemaat örgütlenmesi ise, Türkiye’de 15 Temmuz Darbesini doğurdu. Özetle Hrıstıyanlıktaki “Kilise”nin muadili İslam toplumlarında Hilafet, İmamet, Tarikat ve Cemaattır. Yani onlarda teki, bizde dörtlü.
Örgütlü (Tarikat-Cemaat-Hilafet-İmamet) din, doğası gereği: 1- Totalitarizm, 2- Dogmatizm, 3- Şiddet-iç savaştan kaçamaz. Tarihte olduğu gibi; günümüzde de Türkiye’de yaşanan budur. Benim “Rahmani siyaset” ve “Evrensel Ümmetçilk” kavramlarım, siyaseti –motivasyon olarak- sonuna kadar dinsel-ahlaki bir alan olarak görmesine rağmen; örgütlenme tarzını kurumsal-çoğul/ortak (Şura) ve dilini de muhasibi (eleştirel), makul-maslahat ve ahlaki olarak kurmayı önerir. Din sömürüsü, iç savaş ve zorbalıktan (totalitarizm) kaçmanın ve kurtulmanın başka yolu yoktur.
Konu: Aynı Gemideyiz
Youtube Team Tv Kanalı, 7.8.2020
Medyascope Tv Söyleşi: Dindar ailelerin kafası neden karışık?
21.07.2020
VİYANA ÜNİVERSİTESİNDEN HOCA VE DOKTORA ÖĞRENCİ GRUBU İLE YAPILAN “CORONA VE İSLAM” KONULU TELEKONFERANS / 06.07.2020
İlahi vahyin tarihinin, kendi içinde bir şeriatların yenilenmesi (5/48, 45/18) tarihi olduğu söylenebilir. Bu süreç, önceki bazı toplumsal-ahlaki hükümlerin zorunlu olarak silinmesi veya tağyir edilmesi (Nesh-2/106), tebdil edilmesi (16/101), bazısının ibka/ispat ve bazısının da imha edilmesi (13/39) şeklinde gerçekleşmiştir. İslam’ın erken tarihinde sınırlı bazı teşebbüslerin ötesinde, İmam Şafii tarafından kurulan Fıkıh Usulü ve kaynaklar teorisi (Edille-i Şeriyye: Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas) sayesinde İslam Şeriatının tarihsel değişime paralel olarak yenilenmesi başarılamamıştır. Şeriat, dondurulmuş, mumyalanmış, bir kere ve bütün zamanlar için olduğuna inanılmıştır. Şeriat, İslam’ın zamana-zemine göre form-şekil, muhteva kazanması, ete-kemiğe bürünmesi olarak değil; bizzat İslam’ın değişmez-ebedi kendisi olarak kabul edilmiştir.
19. yüzyılda İslam toplumları çökmüş, hepsi sömürgeleştirilmiş, yeniden bağımsızlık savaşı vererek özgürlüğünü temin etmiştir. Bu coğrafyada seküler, askeri-kabilevi-totaliter yönetimler kurulmuştur. Yirminci yüzyılda bir düzine İslam düşünürü, İslami düşünceyi tekrar yenileme teşebbüsünde bulundu. Bunlardan Fazlurrahman ile Taha Abdurrahman’ın metodolojileri birbirine oldukça yakındır. Fazlurrahman, mutedil bir “Tarihsel Kritik Yöntemi” benimsediğini itiraf etmesinin yanında; Taha Abdurrahman bu yöntemi uyguladığı halde, benimsediğini itiraf etmez. Fazlurrahman, İman-İslam ve Takva kavramlarının metafizik-etik ortak paydasını alarak modern dünyada İslami bir sosyal-politik-iktisadi-hukuki düzenin kurulmasını ve toplumun oluşturulmasını savunur. Bu, Sekülerizme ve Kapitalizme karşı ve bunlara alternatif bir öneridir (1). Taha Abdurrahman, “Makasidu’ş-Şeria” bağlamında benzer bir “İslami Yenilenme (tecdit-tahdis-modern)” teorisini savunur. Bu yenilenmenin üç boyutu vardır: 1- Rüştüne Ermek. Bu ilke “Bağımsızlık” ve “Yaratıcılık” alt ilkelerini gerektirir. 2- Eleştirellik: Eleştiriden kaçırılacak hiç bir şey yoktur. 3- Kapsayıcılık: Dinin dışında hiç bir yer ve alan yoktur (2). Dikkat edilirse bu ilkeler, Sünniliğin temel niteliği olan “Mevrit-i nassta içtihat’a mesağ yoktur” ilkesine tamamen terstir. Abdurrahman, Kur’an’ın ğaybi-kutsi-sezgisel bir yanının olduğunu kabul etmek şartıyla, bütünü ile makasıtçı yani gerekçecidir. Tarihin yani insanlığın hareket halinde olduğuna-devindiğine inanmaktadır. Onun bütün projesinin “Makasıt=Ahlaki Gerekçe” ve “Hadase=Yenilenme” kavramları ile çerçevelendiğini söylemek mümkündür. Dikkatli bir okuyucu Fazlurrahman’ın projesi ile Taha Abdurrahman’ın projesi arasındaki büyük paralelliği rahatça görür. Yalnız epistemoloji-metodoloji bağlamında Rahman, duyu-düşünce-duygu ve sezgiyi birlikte ve bütüncül kullanırken; Abdurrahman’ın –Gazzali’ye benzer bir şekilde- “sezgi”ye biraz ağırlık verdiği görülür. Onun üçlü akıl teorisi (Mücerret-Müseddet-Müeyyet), bunu ortaya koymaktadır (3).
Makasıt, Rüşt, Takva, Hikmet kavramları Kur’an’ın kendinin asli nitelikleri olduğu gibi; yetiştirmek istediği insanın da asli nitelikleridir. Bu niteliklere haiz olan insan/mümin, ondaki lokal/yerel, kültürel, tarihsel unsurları rahatça görebildiği gibi; evrensel metanetteki hususları, değerleri de görür. Şöyle ki:
1 -) Kur’an’da “iman” edilecek gaybî hususlar (Tevhit-Mead/Ahiret, Nübüvvet, Melek…) olduğu gibi; anlaşılacak ve yorumlanacak ahlaki, hukuki, iktisadi ve politik hususlar da vardır. Anlaşılacak bölümleri, dogmatik olarak “inanılacak” bölümler ile karıştırmak yanlıştır. Bu ayrım, ne Tefsir geleneğinde ne de Fıkıh geleneğinde doğru dürüst yapılamamıştır. Kur’an’da yer alan hususların tümü “inanç” objesi haline getirilmiştir. Oysa Kur’an, baştan sona kadar söz konusu ettiği hususların şuur, hüccet, beyyine, burhan, hikmet… ile anlaşılmasını önermiştir.
2 -) Rüşdüne ermiş, muttaki, hekîm/hâkim müminler, Yolda (Sebil-Sırat-Şeriaat) kalmakla, yolsuzluk yapmamakla, yol yapmakla, yol vurmakla… sorumludurlar. Çocuklar gibi, söz (ayet-hadis) tutmakla, sözden çıkmamakla, söz dinlemekle mükellef değildirler. Hz. Ömer, yoldan çıkmamak için içtihatları ile sözden (ayet) çıkan reşit-raşit-mürşit, muttaki, hekîm-hâkim biri idi.
3 -) Salih amel (ahlak-ibadet) ile salim akıl-iman/düşünce arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Her ikisi de birbirini etkiler (92/5-10).
4 -) Kur’an’ın bütün hükümlerinin bir kere ve bütün zamanlar için olduğu inancı, görünüşte Tanrı’ya hürmeti, itaati, saygıyı… ifade eder. Fakat aynı zamanda tembelliği, yan gelip yatmayı ve sorumsuzluğu da ifade edebilir. Sorumluluk üstlenerek her yeni insanlık durumu karşısında Tanrının muradı-davası doğrultusunda yeni hükümler verme, üretme yerine; Bâtınilerin yaptığı gibi, ibarelerin/ifadelerin altına keyfince istediğini doldurma kurnazlığını üretir. Oysa asıl olan, ibarelerin “kullanımdan doğan” (Wittgenstein) tek-yalın anlamlarını dürüstçe bulmaya çalışmak, vermek, bunu kabul etmektir.
5 -) “Söz, gümüş ise; sükût, altındır” sözü, otoriter-totaliter toplumların şiarıdır. Sükût, altında bir kurnazlık barındırabilir: “Yere bakan, yürek yakan.” Ancak, söylemek-konuşmak, samimiyettir. Makasıtçı, Muttaki, Reşit/Râşit, Hekîm/Hâkimler söylenmiş sözü dinlemekle beraber, kendileri de söz söylerler, konuşurlar, hüküm verirler. Zira: “Söylemek, bir söylenmişin (gelenek) iletimi değildir. Söylemek, söylenmiş aracılığı ile anlam taşıdığında, onun tarafından kapsanır, emilir. Söylenmişin olmadığı söylemek ‘e açılmaya devam eden ve kendini bu şekilde ilan eden bir açılım gerekir. Söylemek, bu beyanattır. Tematikleştirmeyen, ama daha fazla sergileyen bir söylemek, sergilerken kendini tüketmektir. İşaret figürü içinde dinlenmeden işaret edileni işaret etmektir… Samimiyet, söylemenin söylenmiş içinde bütünüyle emilmesini ortadan kaldırır. Burada sözcüklerin kisvesi altında bilgi alış verişi yapılır. Hiç bir söylenmiş, “söyleme”nin samimiyetine denk değildir…” (4).
6 -) Tarihsel Kritik Yaklaşım, yedinci yüzyıl Mekke’sinin ticaret toplumunun zevklerine uygun “inci gibi gençler” (Ğılman-52/24) ve “göğüsleri henüz tomurcuklanmış kızlar” (78/33) gibi cennet nimetleri sunmanın ve dokuz yaşında kız çocukları ile evlenmenin Antropolojik gerçekliğini anlamaya çalışır ve bunun “Evrensel” olmayabileceğini iddia eder.
7 -) İlahi pedagojinin tağyir (Nesh-2/106), tebdil (16/101) ve imha-İbka/isbat (13/39) ile şeriatları evirmesini (5/48, 45/18) anlamayanlar, Sünnetullah’ı takip ederek Allah’ın yaptığını (tecdit) yapanları (mücedditlerı) “Allah’ın hükümlerini beğenmeyenler” olarak nitelemektedirler.
8 -) “Hakka yönelen kimseler olarak yönünüzü Allah’ın insanları üzerine yarattığı dine dönün. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmez.”(30/30). Bu ifadeler, sabit ve değişmez olan dinin insanın fıtratında olduğu; dışardaki insanlık durumlarının, tarihsel maceranın, şeriatların bu sabiteye göre ölçüldüğünü ve evrildiğini gösterir.
Kaynaklar:
1-) Fazlurrahman, “Kur’an’ın Bazı Ahlaki Kavramları (İman-İslam-Takva)” Allah’ın Elçisi ve Mesajı içinde. çev. Adil Çiftçi. Ank. 1997. S.1vd.
2-) Taha Abdurrahman, Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında. çev: A. Keskinsoy. İst. 2020 s. 131.
3-) Taha Abdurrahman, el-Amelu’d-Dini ve Tecdidu’l-Akl. Daru’l-Beyza. 2006.
4-) Emmenuel Levinas, Tanrı, Ölüm ve Zaman. çev: Işık Ergüden. İst. 1993. S 186.
Historical Critic Approach= Tarihsel Kritik Yaklaşım” Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Fenomenoloji gibi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Batı’da gelişen sosyal bilimlerde ve felsefede bir araştırma (metodoloji) yöntemidir. Türkiye’de bazı cahillerin sandığı gibi, “Kur’an’ı tarihe gömen” yeni bir “mezhep” filan değildir. Esprisi/özü, sosyal-kültürel ve simgesel olguları-olayları anlamaya çalışırken, oluştukları tarihsel-toplumsal koşulları dikkate almayı; zira o koşulların, araştırılan olguların ortaya çıkmasını ve şöyle veya böyle olmasını, tarzını, formunu etkiledikleri kabulüne dayanır. Daha ziyade Marx, Hegel, Herder, Humbolt, Heidegger, Hölderlin, Nietzsche… gibi Alman filozofların benimsediği bir yaklaşımdır. Kendi içinde bu yaklaşımı genel olarak radikal tarihselciler (Marx-Hegel) ile mutedil tarihselciler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Radikal olanlar, olgu ve bilgi olarak insanlığın ortaya koyduğu her şeyin tarihsel-dönemsel-geçici/bir kereliğine olduğunu ileri sürerken; mutedil olanlar, olay ve olgularda, bilgilerde tarihsel bir yanın olduğu kadar; evrensel/değişmez, tekrar eden, kesin, metanetli bir yanın olduğunu da kabul eder. Bu yaklaşım, dini-ahlaki-hukuki-politik değerlere bakışta da böyledir. Batı’da sosyal bilimciler ve Filozoflar, bu yöntemi kutsal kitapların (Tevrat ve İncil) oluşumuna ve içeriğine de uygulamışlar ve onların mevsukiyeti ve ahlaki değerlerinin geçerliliği hususunda ortaya çeşitli görüşler koymuşlardır. Bu konu ile ilgili literatür hayli zengindir. Şarkiyat çalışmalarında birçok müsteşrik, aynı yöntemi Kur’an’a da uygulamışlar ve çeşitli görüşler geliştirmişlerdir. Genellikle Hz. Muhammed’i vahiy alan bir “peygamber” olarak değil; kendi görüşlerini ifade eden biri olarak görmüşlerdir.
***
Pakistanlı İlahiyatçı Fazlurrahman, mutedil tarihselciliği Kur’an’a uygulamış bir Müslümandır. Fazlurrahman, bu yöntemi İtalyan hukuk felsefecisi Emilo Betti’den esinlenerek geliştirdiğini söyler. Varmış olduğu sonuçları da yazmış olduğu makale ve kitaplarda ortaya koymuştur. “Ana Konularıyla Kur’an” adlı kitabı, onun Kur’an hakkındaki görüşlerini detaylı bir şekilde sergiler. Vardığı sonuç özetle şudur: Kur’an, Allah’ın Hz. Muhammed’in kalbine ilkâ ettiği vahiydir. Bu vahyin muhtevası, yedinci yüz yılın Arap yarımadasının toplumsal, sosyolojik, antropolojik ve ahlaki ufku ile Allah’ın ezeli ilminin bir kaynaşmasıdır. Tarihin -ahlaki bağlamda ve özgürce- ileri doğru Araplar aracılığı ile itilmesidir. Ondaki ahlaki değerlerin bir kısmı iman-ibadet ve ahlak alanlarında -Kıssalarda anlatıldığı gibi- din olarak evrensel; bir kısmı da Arapların hazırbulunuşluğu bağlamında tarihseldir. Bu değerler ahlak-hukuk-siyaset ve iktisat alanlarında bulunurlar; bunlar ahlaki, sosyolojik, psikolojik açıklamalar ve izahlar ile gerekçelendirilir, kabul edilir ve ret edilir. Dogmatik olarak değil. Çünkü Allah, gerekçeli olarak konuşmuştur.
***
İslam Dünyasında Fransız mühtedi Müslüman filozof Roger Garaudy (“İslam ve İnsanlığın Geleceği”- “İslam’ın Vadettikleri”, “Yaşayanlara Çağrı”), Muhammed İkbal (“Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü”), A. İ. Begoviç (“Doğu ve Batı Arasında İslam”) ve Faslı düşünür Abdurrahman Taha (“Ruhu’d-Din”, Ruhu’l-Hadese”), Fazlurrahman ile benzer görüşleri savunmuşlardır: İslam, metafizik, ahlak, siyasi-iktisadi ve hukuki olarak Modernitenin-Sekülerizmin (Kapitalizm) alternatifi bir Dünya Görüşü-Paradigma ve Kültürdür.
Örneğin, Abdurrahman Taha; Hasan Hanefi, M. Arkoun, M. Abid el-Cabiri, N. H. Ebu Zeyd ve T. Tezyini… gibi Arap modernistleri “mukallit”ler olarak niteler ve eleştirir. Abdurrahman, Fazlurrahman ile ilgili bir yorum yapmamıştır. Yorumları, Fazlurrahman ile ciddi düzeyde örtüşmektedir. Sadece Akıl/Epistemoloji bahsinde Rahman, bütünlükçü (duyu-düşünce-duygu-sezgi) iken; Taha, biraz sezgici (Aklu’l-müeyyet) kalmaktadır. Rüşt, eleştiri ve kapsayıcılık gibi “Modern”liğin evrensel kriterlerini/raconunu koyup, İslam’ın “modern” bir yorumunu yapan Abdurrahman, bahsi geçen isimlerin Kur’an’ı aşırı İnsanileştirerek, onun kutsiyetini; aşırı aklileştirerek gaybiliğini; radikal bir şekilde tarihselleştirerek de ahlakını ve ahkâmını büyük ölçüde yok ettiklerini veya zayıflattıklarını ifade eder ( Taha Abdurrahman. Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında. Çev: A. Keskinsoy. İst. 2020. S. 75 vd.) Kendi İslami Modernlik projesinin, insanı olduğundan daha değerlileştirmenin yanında, aklın sınırlarını genişlettiği ve ahlakı insanların arasında kökleştirdiğini iddia eder.
Genel olarak müfrit ve mukallit tarihselci modernistlerin üç niteliğini sayabiliriz: 1- Bazılarına göre (hepsi değil) Hz. Muhammed’e dışardan (Allah’tan ve Cebrail vasıtasıyla) bir vahiy gelmemiştir. Kur’an’ın/Vahyin, bir biçimde Hz. Muhammed’in kendi bilinçdışının veya kalbinin bir ürünü olduğunu söylerler. 2- Kur’an’ın metafizik ve etik değerlerinin büyük bir bölümünün tarihsel olduğu ve bugün için geçerliliğinin olmayacağı kanaatindedirler. 3- Modern bilim-felsefe ve sekülerizmin değerlerinin evrensel olduğu kabulü yaygındır.
Türk Devriminin politik ve entelektüel seküler önderleri de yaklaşık olarak bu kanaatte olmuşlardır. Birçoğu, Kur’an’a “Çöl Kanunu” sıfatını yakıştırmışlardır. Son dönemlerde muhafazakârlıktan/gelenekten kopup Agnostik, Deist, Ateist olan zevatın görüşleri de bunlara yakındır.
Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinde M. S. Hatipoğlu, Ali Bardakoğlu, Hayri Kırbaşoğlu, Adil Çiftçi, İlhami Güler ve Ömer Özsoy… gibi isimler, Fazlurrahman’ın mutedil tarihselciliğine kail olmuş isimlerden bazılarıdır. Bu iddiayı, bu zevatın yazmış oldukları eserlerde görmek mümkündür.
***
Mutedil tarihselciliğin genel mottosunu “Sabit Din Dinamik Şeriat “ olarak ifade etmek mümkündür. Şu ayet, bu fikri ilham eder: “Bu kitabı sana hakikatle ve önceki kitap/vahiyleri doğrulayıcı ve gözetici olarak indirdik. Artık Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılarak onların arzularına uyma. Biz, tarih boyu, her bir toplum için ayrı bir şeriat ve yöntem koyduk. Eğer Allah dileseydi, hepinizi (yeknesak) tek bir toplum yapardı (böyle yapmadı). Verdiği/indirdiği hükümler ile sizi denemek için sizi farklı toplumlara ayırdı. Öyle ise, iyiliklerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, ihtilaf ettiğiniz şeylerin hakikatini size açıklayacaktır.” (5/48).
Mutedil tarihselciliği kendi geleneğimizden yani klasik Kur’an ilimlerinden(Nasih-Mensuh, Esbab-ı Nüzul, Mekki-Medeni) ve Hz. Ömer, Ata b. Ebi Rabah, İmam EbuYusuf ve Necmettin et-Tufi… gibi sahabe ve klasik alimlerin fikirlerinden de çıkarmak mümkündür.
Uzun süreden beri Türkiye’nin teolojik entelektüel ortamı muhafazakâr tarikat ve cemaatlerin hegemonyasına geçmiş olmasından dolayı, medyada ve akademyada bu alanla ilgili özgür tartışmalar yapılamıyor. Dogmatik olmayan ilahiyatçılar ve farklı düşünen kişiler, medyadan ve bilumum konferans, sempozyum, panellerden kovulmuş- sürülmüş durumdalar. Meydanı epey bir süredir boş bulmuş gelenekçi bazı ilahiyatçılar ve kimi sosyolog-sosyal bilimciler, elde ettikleri köşelerde ve mahfillerde Türkiye ilahiyatında entelektüel bir iz açmış olan “Tarihselciler” hakkında hilaf-ı hakikat şeyler ve ağızlarına geleni söylüyorlar. Aşağıda, yapılan bu ithamlara karşı kısa bir savunma yapacağım.
1-Teorik Çerçeve
Mutedil Tarihselcilik, üç ilke üzerine bina edilmiştir: 1- 610-632 arasında vuku bulan ilahi Kur’an hitabı (vahiy),yaşayan canlı Araplara yöneltilmiştir. Yani Kur’an hitabının “Kızım (Araplar), sana söylüyorum; gelinim (Arap olmayanlar), sen işit” tarzında bir hitap olmadığı; direkt kıza/Araplara hitap edildiği; dolayısıyla Arap olmayan kavimlerin, kendi kendilerine –sanki kendilerine de “canlı/bizzat” hitap ediliyormuş/muhatap alınıyorlarmış gibi- “gelin-güveyi olmamaları” gerektiği;
ancak, “kızlık/insanlık” ortak paydasında ona (Araplara) söylenenlerin bir kısmının, kendilerini de bağlayabileceği gerçeği (6/92, 19/97, 36/6, 42/7, 41/44, 12/42, 43/3, 46/12).
2- “Tarihsellik” tezi, -Hegel’e-Marx’a veya Hermenötiğe daha gelmeden-, geleneksel Kur’an ilimlerinden: “Nasih-Mensuh”, “Esbab-ı Nüzul” ve “Mekki-Medeni” ve Hz. Ömer’in içtihatları üzerine rahatça bina edilebilir. Çünkü mevzunun özü, Tanrı’nın hüküm koymasının ve kaldırmasının, toplumsal yapının değişmesine ve insanların ahlaki vüsatına bağlı olması gerçeğidir (2/106, 16/101). Bu yetkinin, sadece Tanrı’ya has olduğu, insanlara verilmediği iddiası, tarihen/olgusal olarak doğru olmadığı gibi; sanki toplumsal ve bireysel tekâmülün, son vahiy ile sona erdiği vehmine dayandığı için de geçersizdir.
3-Hitabın tarihselliği, mesajın geriye doğru (Kıssalar) ve ileriye doğru (Kâffeten linnas-34/28, ve Rahmeten lilalemin-21/107) evrenselliğini ve bu ileriye doğru taşıma umut-niyet ve beklentisinin, Hz. Muhammed ve Araplar aracılığı ile gerçekleştirilmesi gerektiğini (227/8, 6/19, 62/3) engellemez. Dolayısıyla “Evrensellik”, İlahi hitabın (Ya Eyyühellezine Âmenu, Ya Eyyühennas…) insan veya inanmış herkese yönelmiş olduğu vehminden değil; mesajın metanetinden, haber verilmiş (taşınmış/ihbar edilmiş) olmasından ve ulaşan kişilerin âkil-bâliğ olmasından doğar. Bu yaklaşım, İlahi hitabın mevzularının bir bölümünün salt Arapları/kızları ilgilendirdiği; gelinleri/diğer kavimleri ilgilendirmediği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu teorik çerçeveye 1- Hasbi olmak, 2- Muhasibi (eleştirel-gerekçeci) olmak ilkeleri ışığında, mutedil Tarihselcilere yapılan ithamlara aşağıda cevap vermeye çalışacağım. Tarihselciliğin özü “Kıssa”ların anlattığı sabit/evrensel din (iman-ibadet-ahlak) ve “Nesh”in anlattığı dinamik şeriattır(5/48).
2- İthamlar ve İzahlar
1- Tarihselcilerin, -hâşâ- Allah’ın zihnini okuduğu veya Allah’a psikanaliz yaptıkları ithamı yapılmaktadır. Mutedil tarihselcilerin üstadı sayılan Fazlurrahman, “yorum” konusunda şöyle diyor: “Bir insan, davranışlarını düzenlemek için kendini mümkün olduğu kadar nesnel şekilde nefis muhasebesine çekse de, hiçbir zaman doğruyu seçtiği hususunda garantisi yoktur. Eğer bu nefis muhasebesi tekbaşına yeterli olsaydı, “Hümanizm” mükemmelen işler ve böylece “aşkın” olana (Allah’a) ihtiyaç kalmazdı. Fakat insanların vicdanlarının ne kadar sübjektif olduğunu biliyoruz. İşte “takva”, bizzat bu aşkınlığa işaret eder. Onun ima ettiği şey, her ne kadar seçim bizim olsa da; yapıp etmelerimiz hakkındaki nihai ve gerçekten nesnel değerlendirme, bizim değil; Allah’ın yetkisindedir. Kur’an’a göre insanın en büyük düşmanı, yani en büyük şeytan, onun kendi kendini kandırması ya da kendi nefsini aldatmasıdır.” (Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı-Makaleler-I. çev: A. Çiftçi. Ank. 1997. S. 14.) Yorum hakkında bu sözlerden sonra, yukardakiithamlar “iftira” olmaktan başka nedir?
2- Allah’ın, Rahmeti ve Hikmeti gereği yedinci yüz yıldaki Mekke-Medine- Taif ve çölün (sokağın) psikolojisini, antropolojisini, karakterini, seciyesini,
coğrafyasını, iktisadını… hesaba katarak konuşmasını, O’nun ezeli ilmi ve mutlaklığı ile –dogmatik olarak- zıtlığa düşürerek inkâr etmek, haysiyetli bir “kulluk” göstergesi midir?
3- Mübin, fasih, beliğ, açık, tek anlamlı ve sokağın anlaması için özel bir itina gösterilerek basitleştirildiği ve kolaylaştırıldığı dört kez tekrar ve itiraf edilen (45/17,22,32, 40) bir söylemi, gaybi konuları (Allah-Ahiret-Melek) insan zihnine yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için başvurulan “Teşbih” ve mecazı vesile yaparak müphem, kapalı, gizemli, sırlı, zipli, dumanlı hale getirmek hangi “dindarlığa” ve dürüstlüğe sığan bir şeydir? Aristo’nun dediği gibi: “Bir cümle, birden çok anlama geliyorsa; hiçbir anlama gelmiyordur.”
4- Söylemin-söylevin (hitabın-hutbelerin), canlı/yaşayan muhataplarına “ne dediği”ni dilsel ve tarihsel/olgusal delillere/gerekçelere dayanarak anlama dürüstlüğü, cesareti ve çabasını, “Tanrı’nın zihnini okuma” veya “Tanrı’ya psikanaliz uygulama” olarak yaftalayıp; müphemliğe, papaz kurnazlığına, göze girmeye, çok anlamlılığa, metaforlara, tevile başvurmak ne kadar sahiciliktir?
5- Bazı olguların ve hükümlerin tarihselliğini kabul etmeyip, insanlığın (Arapların da) zamanla ahlaken bazı alanlarda tekâmül edebileceğini inkâr ederek, vicdanını bastırmak için ibarelere sentaksın, gramerin kaldıramayacağı akla-hayale gelmedik taklalar attırmak ne kadar dürüstlüktür? Veya dindarlıktır?
6- “Ahkemu’l-hâkimin=Hâkimlerin en iyisi” (95/8) olan Allah,- Musa Carullah’ın dediği gibi- Hz. Muhammed ve arkadaşlarının bazı içtihatları ile belirledikleri hükümleri ayetlerin/farzların mesnedi yaparken; hatta Hz. Ömer ‘in içtihatlarını dahi “ayet”- leştirirken (muvafakât-ı Ömer); yani hüküm koymada bunların kendine“şerik” olmasından gocunmazken; mümin insanın kapasitesizliğinden,hüküm koyamayışından, zayıflığından, çocukluğundan kıvanç duyan mü’minlik/müslümanlık nasıl bir şeydir?
7- “Onlara karşı gücünüzün yettiği oranda kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” (8/60) ifadesindeki “savaş atları” ibaresini anlarken rahatça/otomatikman “tarihselci” olup hemen: “tabii ki bugün bu tank, top, füze, uçak, denizaltı… demektir” diyenler; sıra toplumsal, ahlaki, politik, hukuki, iktisadi bir mevzuya gelince nasıl oluyor
da birden 1400 sene öncesi Arap toplumunun o günkü toplumsal psikolojisi, seciyesi, seviyesine göre ileri doğru atılmış bazı adımları, her alanda bütün tarihlerin ve insanlığın nihai ölçüsü, mihengi, kriteri, mizanı yapabiliyorlar?
8- Allah’ın meramını, maksadını, muradını, derdini, davasını Arap dilinin kelime dağarcığı, gramer kuralları ve belagat üslubu ile muhataplarına doğrudan anlatma ve kabul ettirme imkânı varken; -“müteşabih” ifadeler de aleni olarak bunun bir unsuru iken (3/7)-; şairlerin yaptığı gibi sözünü alengirli, kapalı, çok anlamlı, katlı, derin,sırlı, zipli ifade edip muhatapların kafasını karıştırıp anarşi yaratarak sonra da, buna “zenginlik” demek, hangi hikmete uyar? Bu konuda vahyi ilahi bir “pedagoji” olarak gören Abraham Lessing, şöyle diyor: “Her (ilahi) ilk okuma kitabı belli bir çağ içindir. Onu geride bırakmış olan bir çocuk (çağ/ nesil) için tasarlandığından daha uzun bir süre kullanmayı sürdürmek zararlıdır. Çünkü bunu herhalde yararlı bir şekilde sürdürmek için kitaba onda olandan daha fazlasını yüklemek ve kitaptan içerebildiğinden daha fazlasını çıkarmak gerekir. Mecaz ve kinayelere (müteşabihlere) çok fazla bakmak ve onlardan çok fazla şey çıkarmak, mecazlara çok şey söyletmek, misalleri çok tafsilatlı yorumlamak ve sözcükleri çok fazla zorlamak gerekir. Bu tutum, çocuğa (yeni kuşağa) dar, çarpık, kılı kırkyaran/safsatacı (sofist) bir anlayış verir. Çocuğu ketum, batıl itikatlı hale getirir ve onun zihnini açık ve anlaşılır olan her şeye karşı küçümseme ile doldurur.”(G. Ephraim Lessing. İnsan Soyunun Eğitimi. Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2011. S. 110). Müslümanların büyük bir bölümü, bugün bu halde değiller mi?
9- Hitap evrensel ise (Ya eyyühennas),16/80-81. ayetlerde sayılan “deridenevl”, ”sıcaktan koruyan elbise”,“mağaradan/dağdan-taştan evl”… nimetlerinden
hangileri bugünün bütün insanlığına verilmiştir?
10- Levinas’ın vurguladığı gibi, “söylenmiş söze (vahye)” ittiba/itaat etmenin yanında onun fehvasınca yeni “söz söyleme” yani sorumluluk üstlenme (içtihat/tecdit) yerine, söylenmiş sözü köpürtmek ve sömürmek ne kadar ahlakidir? Dogmanın yaşlı-yaygın ve sert zırhına bürünerek anı, durumu, hali, gerçekliği namusluca “yorumlayanları (racon kesenleri-hüküm koyanları)” tekfir etmek, mertlik ve dürüstlüğe, dine-imana sığar mı? Teslimiyeti, itaati ve imanı vazeden Kur’an söylem/söylevi, bunun on katı ve beş ayrı düşünme formu (tafakkuh, taakkul, tezekkür, tefekkür ve tedebbür) ile düşünmeyi emretmiyor mu? Hüküm vermeyecek isek; düşünmenin ahlaki nesnesi ne ola ki?
11- İnanç sahibi olmak ve samimiyet bir metni doğru anlamayı garanti etmediği gibi; onu köpürtmeyi ve onda olmayan şeyleri ona söyletmeyi de engellemez. Metnin bütünlüğüne olan vukufiyetin artması, tarihsel bağlam hakkındaki bilginin artması, sentaks (kullanım) ve gramer-edebiyat bilgisi, sözün kastına bizi daha fazla yaklaştırır.
12- Bir de “tarihselci” yaftası yememek için onların söylediklerini“durumsallık”, “tedricilik”, “te’vil”, “yorum”, “makasıt” kavramları ile ifade edenler var. Bunları anlamak mümkün.
13- Kur’an, yedinci yüzyılın Mekke, Medine, Taif ve çölün (Bedevi) ufku ile Allah’ın ufkunun kaynaşmasıdır. Şeriatların veya -cumhur ulemanın kabul ettiği gibi- ayetlerin birbirini “Nesh” etmesi, bu ufuk kaynaşması sürecinin canlı-dinamik, değişken olduğunu gösterir (2/106, 8/65-66, 16/101…). Kur’an’ın inzalinden sonra,
bin dört yüz sene boyunca Arapların veya insanlığın ufkunda herhangi bir değişme olmamış mıdır? En azından Kur’an’da kesin olarak sonlandırılmış olmayan kölelik ve cariyelik hakkında –kıvırmadan- ne diyeceğiz? Saraylardaki padişahlar ve İŞİD gibi, uygulamaya devam mı diyeceğiz? 14- 610-632 arasında aynı zamanda
toplumsal-politik bir hareketin yürüyüşüne eşlik eden bir ideoloji-kritik söylemin/söylevlerin toplamı olarak dosya (Mushaf) haline getirilen Kur’an’ın, “Kutsal Kitap”a dönüştürülüp dondurularak dogmatik olarak sürekli salt “ezberden” okunması, tarihin, ileri doğru değil; geriye doğru (gerici) bir çekilme çabasıdır.
15- Tarihselcilik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Arap (Emevi-Abbasi) tarihine musallat olan kabilecilik, şiddet-iç savaş ve Kur’an’ın “Cihat” veya “Fütühat” kavramlarını ülke işgal etmek, gasp-yağma ve çapulculuklarının maskesi yapmanın, İslam’ın evrensel mesajı ve onun “barışçıl tebliğ edilmesi talebi (16/125)”
ile ilişkisi olmadığını anlamaya fırsat verir.
16- Tarihselcilik, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden birinin(Prof.Dr. Cafer Karadaş), bu günlerde itiraf ettiği gibi, Türkiye’de Kur’an’ı Türkçe Meal’inden okuyan gençlerin epey bir bölümünün Ateist ve Deist olmalarınınbir nedeni, eğer zihinlerinin modern eğitim tarafından şekillenmesi ise; diğer nedeninin de, “Bu kitap, size doğrudan hitap ediyor” dogmatik yalanının çocuklarda doğurduğu hayal kırıklığı olduğunu anlamamıza imkân verir. Ben on sene önce bu gerçeği söylediğimden dolayı, sosyal medyada yemediğim küfür kalmamıştı.