Paçozluk, küresel düzlemde, son 100 yıldır giderek artan, insan ruhunun hayret veya meraktan doğan din, bilim, sanat, siyaset, iktisat ve hukuk alanlarında dert/dâvâ edinme; vaatte bulunma, hedef/gaye (teleoloji) koyma ve “uğrundalık” modundan uzaklaşarak; teknolojinin yaratmış olduğu ipek böceği kozası içinde (Ge-stell/Heidegger) insanları haz ve hız peşinde (…için) koşan böceklere (Nihilizm) dönüştürmesidir: “Post-Truth”, “Post-Hümanizm” ve “Post-Modern Durum”. Cumhuriyet tarihi boyunca T. Özal’a veya 2000’lerin başına gelinceye kadar toplumun ve devletin kör-topal, doğru-yanlış, iyi-kötü bir derdi/davası vardı. Ancak, dünyadaki gelişmelerin ülkemize de yansıyan ve son dönemlerde yoğunlaşan semptomları mevcuttur. Bu yazıda bunlar üzerinde durulacaktır.
1-Din Alanında: Dinin özü, hasbî ve muhasibî olmaktır. Yani canlı, müstakim bir imana ve insani ilişkilerde titiz, teyakkuzda, tetikte, külyutmaz, uykusuz/uyanık bir vicdana sahip olmaktır (takva). “Allahtan korkup, kullardan utanmadır.” Türkiye’deki mevcut dindarlık/dinsellik, büyük ölçüde bu kriterlerden fersah fersah uzakta; çeşitli paçozluklar içinde dalgalanmaktadır. İman, 1400 yıllık tarih içinde çeşitli ve sahihliği tartışmalı ölü itikatlara (mezhep-tarikat-cemaat) dönüşmüş; “Salih Amel” ise, sayılı ritüellere ve haramlara indirgenerek, özü olan -her gün, her yerde- ahlak kaybedilmiştir. Örneğin, bir “Cemaat”, saman altından su yürüterek devlete sızmış; bu süreç içinde her türlü ahlaksızlığı yapmış ve sonunda ülkeyi bombalayarak yüzlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiştir. Çeşitli “Tarikat”lar, vakıf adı altında kamu mülkünden mal tırtıklayan iktisadi işletmelere; biri de, “yanmaz kefen” satan dükkâna dönüşmüştür. Teorisi gereği tevazu, tolerans, tesamuh iddiasındaki Tasavvuf, ülkemizde “tekfir” modunda “Selefi” bir psikolojiye-teolojiye kaymıştır. Metropollerde ve Doğu Anadolu’da faaliyet gösteren merdiven altı medreseler, dogmatik imam, vaiz ve müftüler yetiştirmekteler. Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz (mürai) dindarlarımız, insanları “Allah” ile aldatmaktadırlar (31/37). “Örgütlü Dindarlığın” dışındaki samimi dindarları tenzih ederim.
Diyanet reisinin sarığı, göğe değmesi gerekirken; siyasal iktidarın eteklerine değmektedir. İlahiyat fakültelerinin ve İmam-Hatiplerin sayısı artırılarak, birer İlim-bilim yuvası olma; dinsel düşünceyi tecdit etme ve eleştirme veya meslek elemanı yetiştirme yerine; -medreseye öykünerek- muhafazakâr iktidarların “arka bahçesi” olarak dindar nesil/seçmen yetiştirme ocaklarına dönüştürülmüştür. “Minareler süngü; camiler kışla; müminler asker” olarak görülmektedir. Şehirlerin tepelerine soğan kubbeli, kalem minareli, hoparlörleri sonuna kadar açık, içi boş camiler çakılmakla dindarlığın artırılacağı sanılıyor.
2- Bilim ve Düşünce Alanında: Osmanlı’nın yıkılış döneminde Teolojinin/Medresenin (İlim), doğayı, insanı ve toplumu tanıma-tasvir etme anlamında “Bilim”den/keşiften kopup giderek skolastisizme kayması (tahsil-tedris-talim, takrir), “Üniversite”yi meraktan doğan keşif yeri olmak yerine; Batı’da üretilen bilgilerin taklit ve talim edildiği mekânlar (okul) olarak kurmuştur. “Üniversite Reformu”na rağmen, Cumhuriyet döneminde “Bilgi” üretilememesinin, icat çıkarılamamasının nedeni merak, şüphe ve eleştiriden uzak, pozitivist veya dinsel dogmatizmdir. Üniversiteler, devlete bağlı; fakat siyasal iradeden bağımsız; hür düşüncenin kaleleri olma yerine; 1980’lerden itibaren, “YÖK” denen, siyasal iradenin gözetimi altında tutulmuştur. 1960’lı ve 70’li yılların lise mezunlarının kalitesini, son yılların mebzul miktardaki üniversitelerin Profesörlerinin kalitesiyle mukayese etmek lazım.
Çok katlı otoparklardan, apartmanlardan dönüştürülen, cadde üzerinde binalarda özel/vakıf üniversiteleri, birer “ticarethane” mantığı ile faaliyette bulunmaktadırlar. Her şehre bir üniversite kurmanın arkasında “Bilim” merakından ziyade; inşaat rantı, şehirlere -öğrenci müşterisi ile- ekonomik katkı ve partililere istihdam kaygısı yatmaktadır. İlahiyatçı veya Tarikatçı olmasına özen gösterilen Rektör atamaları, Üniversiteyi “hizada” tutma kaygısının bir ifadesi olsa gerek. Üniversite dışında gelişen son yıllardaki “silah teknolojisi”nin ayrı ve haklı bir motivasyonu olduğu, herkesçe bilinmektedir. Üniversitelere doktor yetiştiren Tıp Fakülteleri açma yerine; illere ve ilçelere devâsâ “Şehir Hastahaneleri” yapmanın arkasındaki müteahhit (rant) mantığını anlamak zor değildir.
2000’li yılların başlarına kadar sivil dini düşünce alanında hatırı sayılır entelektüel bir canlılığın olduğu bilinmektedir. Yayınevleri, dernekler, vakıflar, düşünce kulüpleri sempozyumlar, konferanslar, paneller düzenliyorlardı. Düşünce ürünü kitaplar ve dergiler (İlim ve Sanat, Bilgi ve Hikmet, Tezkire, İslami Araştırmalar, İslamiyyat, Divan, Liberal Düşünce, Türkiye Günlüğü…) yayınlanıyordu. Son 20 yılda ciddi bir çoraklaşmanın olduğu gözlemlenmektedir. Siyaset, Bürokrasi ve ticaret, herkesi kolayca ayarttı. Demek ki, toprak verimli, kökler derin değilmiş. Günlük politika ve ideolojiden uzak, merak veya hayretten doğan derin/hasbî düşünce, “Entel-Dantel” ve “Fildişi Kulesi” kavramları ile kınanmaktadır. Sosyal medya, kahir ekseriyeti düşünmeyi sevmeyen halkımızın, dırdır ve dedi-kodu mekânı oldu: “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu”.
3- Sanat ve Mimari Alanda: Sanat damarı Sünniliğin teolojik kuruluşunda tâ baştan hayli kurumuş muhafazakârlık süsleme, tezhip, ebru, minyatür, kaligrafi ve şiir dışında yaratıcı sanat çeşitleri olan müzik, resim, heykeli, çocukça bir “Şirk” korkusu ile baştan beri reddetmiştir. Bugün muhafazakârlar, mizah ve müzik yaratamadığı için, müzisyenleri ve mizahçıları cezalandırmakla meşguller. Sinema sanatı, “Filim icabı” tabiri ile alaya alınmaktadır. Muhafazakâr televizyon kanallarının programları, ibret ve eğitim içeriğinden ziyade; eğlence ve dedikodu ağırlıklıdır. Tarım ürünleri veya tarihi kahramanları ile meşhur kasaba ve şehirlerin meydanlarına veya girişlerine yapılan karpuz, kavun, kabak… Karacaoğlan, Köroğlu, Nasrettin Hoca, Ferhat… maketleri ve heykelleri, insanları sadece güldürmektedir. Halı ve kilimin mekânı olan Anadolu’da, muhafazakâr ailelerin evleri makine halısı ile bezelidir. Devletlularımız (zenginler), Kapitalistler gibi paralarını yatırıma dönüştürme, kültür-sanat koleksiyonlarına veya hayra harcama yerine; Kadillakı, gayrimenkulü önceliyorlar.
Siyasi ve bürokratik ekibin son 20 yılda ağırlıklı olarak Karadenizli müteahhitlerden oluşması, iç göçün ve şehirleşmenin hızlı olduğu ülkemizde, Ekonomiyi “inşaat” ağırlıklı bir yapıya dönüştürmüştür (“İnşaat Ya Resulullah!”). Bilge mimarımız rahmetli Turgut Cansever ve Saadettin Ökten’in yazdığı kitaplar ve katıldıkları televizyon programlarında yaptıkları uyarıları, sümen altı edilerek; şehirler, birer “beton ormanına” dönüştürülmüştür. Konut açığı ile birlikte rant içgüdüsü, “TOKİ” adı ile örgütlenerek, İslami metafiziğin yarattığı Anadolu’nun ve İslam şehirlerinin ahlaki-sosyal dokusu olan “Mahalle”yi tarumar ederek; çok katlı “İnsan Siloları/Siteler” ürettiler. Genellikle yabancı afili isimler taktıkları “Cam Kuleler” ile şehirlerin göğünü-güneşini örtüp, ufuklarını kararttılar. Havadan (kat irtifaı) “Emsal” adı altında para kazandılar. Çoğunluğu Karadenizli müteahhit olan belediye başkanları, şehir ve kasabaların yeşil alanlarını park-bahçe yapma yerine; “Kupon Araziler” olarak imara açarak arsa-emlak ürettiler. Şehrin dışına devâsâ “Millet Bahçeleri” yaparak halkın oralarda “yatıp-uzanması”nı salık verdiler. Yassı Ada’nın “Demokrasi Adası” adı altında betona boğulması, peyzaj açısından ibretamizdir. Avusturya’nın “Hallstat”ına benzeyen “Uzungöl”ün; Karadağ’ın “Sveti Stefan” adasına benzeyen Bursa’nın “Gölyazı” beldesinin mimari mukayesesi, coğrafi benzerliklere karşı ortaya koyduğumuz hoyratlığı ve mekân organizasyonundaki kapasitesizliğimizi gözler önüne serer. Osmanlı’nın kerpiç, taş, ahşap ev mimarisinin en zengin stokları, bugün Balkanlarda ve Yunanistan’dadır. Tarihi bir film çekmek isteyen, platform/plato olarak oralara gitmek zorundadır. “Turizm” olarak sahillerdeki koy, köy, kasaba ve şehirlerin doğal güzelliklerine uygun bir mekân/mimari organizasyonu yerine; şemsiye-şezlong, lokanta-bar işletmeciliğine dönüşmesi, kültürel yapımıza mümasildir, paçozluktur.
4- Siyaset ve Ekonomi Alanında: Siyaset, İslami açıdan, toplumsal adaleti ve güvenliği (makasidu’ş-şeria) sağlamak için “Farz-ı kifâye” olarak, bir kesim insanın ahlaki sorumluluk saiki ile (honorial duty) fiilen yerine getirmesi; toplumun da, “Farz-ı ayn” olarak, takip ve denetlemesi gereken ahlaki vazifedir. “Halka hizmet, Hakka hizmettir. Siyaset, -netameli uzun Müslüman tarihini atlayarak- bugün Türkiye’de pejoratif olarak “yalan-dolan” anlamına kaymıştır. Büyük ölçüde mesleksiz muhteris insanların cirit attığı/at oynattığı bir arenadır. Devrimin yarattığı kültürel şizofreni (“Yaralı Bilinç”), siyaseti Türkiye’de normal rayından çıkararak, sürekli bir kavga-hakaret, dalaşma-boğuşma, devleti “başka”larına karşı baskı aracı olarak kullanma veya ona sızma, onu ele geçirme faaliyetine dönüştürmüştür. Bir türlü “birlikte yaşama” pratiği oluşturulamamaktadır.
Toplum, herkesin hakkını-hukukunu koruyacak kurum, kural, denetleme, “Devlet adamı” talep etme yerine; kendileri gibi düşünen, kendi kişisel veya zümresel menfaatlerini koruyan çatal yürekli “Lider”ler talep ediyor: Ata binen, kendini “Padişah”; dokuz keçisi olan, kendini “Ağa” sanıyor.
Endüstri devrimini yapamamış bir toplum olarak Türkiye’de iktisadi faaliyet, büyük ölçüde “Politik İktisat”tır. Özel sektörün zayıflığı veya Avrupa’dakine benzer bir “Burjuva (Sanayici-Tacir)” sınıfının oluşmaması; üretim, icat çıkarma, ticaret yapma, emek-alın teri yerine; herkesin gözünü devlete, onun ekonomik imkânlarına dikmesini doğurmuştur (Devletlu). Rasyonel ekonomik kurallara göre, -sömürüye başvurmak zorunda olmadan- “sermaye”nin oluşturulamaması, devleti, zenginlik oluşturmanın, mevcut sermayeyi -hukuksuz olarak- el değiştirmenin aparatına dönüştürmüştür. Bazı siyasiler veya bürokratlar, -hukuk tanımadan- devlet gücünü/yetkisini kullanarak özel sektörün kazancına “ortak” olmakta; olmadı, onlara “çökmek”teler. Uzmanlık alanını: “Korku iklimi oluşturma ve şiddet tarzı organizasyonlarla zengin olma” olarak tanımlayan Sedat Peker, bu “politik iktisadın” amiyane deyimle “Mafyöz ilişkilerin” -bir dönem içinde bulunması hasebi ile- nasıl işlediğini ifşa ederek, toplumda “vicdanın sesi olarak” karizmatik bir kahramana dönüştü. “Danışmanlık” bürosu kuran partizanlar, rüşvet çarkı ile özel sektörün işlerini halletmekteler. “Kırık Cam Teorisi” gereği, temiz kişiler de, ortamın/çarkın pisliğinden dolayı pisleşmekteler: “Üzüm, üzüme baka baka kararır.”
5- Hukuk Alanında: Devletin dini Adalettir. Hukuk, Rahmaniyetin tecellisi olarak adalettir. Yasama ve Yargı, millet-toplum adına, onun ortak maslahatı gözetilerek uzmanlık ve vicdanlılık ile yapılır. Bu işi, vicdanı hür, irfanı hür insanlar yapar. “Tanrılık” bir iştir. Hukuk güç istenci, iktidar tutkusu ve kâr maksimizasyonu olarak, mesleksiz muhteris siyasetçilerin emrinde bir “değnek”e veya “Dog”a dönüştüğünde, bunun adı paçozluktur. Bir devlet, yazılı kurallara riayet, etkin denetim ve şeffaflığa dayanıyorsa, “Hukuk Devleti”dir; ya da, mafyöz ilişkiler toplamıdır. Bu ilişkilerin “Siyaset”, “Derin Devlet”, “Hikmet-i Hükumet” olarak nitelenmesi, durumu değiştirmez.
6- Sonuç: Allah, şöyle buyurur: “Bir toplum, kendini değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirme (k için yardım etme)z.” (13/11). “Herkes, yapıp ettiğinin rehinidir.” (74/38). Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Siz, nasıl iseniz, öyle yönetilirsiniz”. “Amelleriniz, yöneticilerinizdir.” (Acluni, 1/146; II/127).