İlmihal (Akaid-İbadet) ve iman-takva Müslümanlığı

1 – İMAN VE TAKVA MÜSLÜMANLIĞI

İman, İslam ve takva kavramları, İslam dininin temelini oluşturur. Her üç kavram da, bir taraftan insanın Allah’a dayanarak huzur, bütünlük, sükûnet, güven içinde olmasını ve dağılıp çözülmeden, bunalım, sıkıntı ve saçmalık (nihilizm)tan uzak olmayı ifade ederken; diğer taraftan da insanlar arası ilişkilerde “ahlak” olarak aynı hal ve durumlarda olmayı ifade eder. İman, Allah ve Ahiret ile duygusal-değerlilik yaşantılarına (saygı, şükran, korku, güven, umut, sevgi) dayanan canlı bir “ilişki”yi ifade ederken; İslam, Allah’a teslimiyet ile birlikte, bunun gereği olan ahlaki eylemleri icra ve ifa etmeyi birlikte ifade eder. Takva ise, Allah korkusu, cezalandırmaya yol açacak davranışlardan kendini koruma, Allah ve Ahiret bilinci, keskin bir sorumluluk bilincini ifade eder. İman ve İslam’ı da içeren takva kavramı, sürekli teyakkuzda ve tetikte olmayı, kül yutmamayı, uyanık-uykusuz olmayı, düşünceli-kaygılı, dikkatli olmayı, sorumluluk bilinci ile karar vermeyi ve amel işlemeyi ifade eder. Olan (vakıa-realite-gerçeklik) ile “olması gereken (ideal-ahlak)” arasındaki mesafeyi optimal olarak, olması gereken lehine kapatma çabasını ifade eder (Bkz: Fazlurrahman, “Kur’an’ın Ahlaki Temel Kavramları: İman-İslam-Takva” Allah’ın Elçisi ve Mesajı. Çev: Adil Çiftçi. Ank. 1997. S 1-25). Kur’an’da baştan sona kadar işleyen çaba budur. Müminler, vicdanları (lübb, fuad/kalp, basiret, şehit) aracılığıyla Allah ve insanlar ile ilişkilerini daima aktif ve canlı tutarlar: “Allah’ı unutanlara, Allah da kendilerini kendilerine unutturur.” (59/19).

Vicdanlı/muttaki olmanın emareleri şunlardır: 1-Eleştirel/muhasibi (tetikte-teyakkuzda) olmanın, zanna-vehme düşmemenin, iz (ayet) sürmenin, anlamanın-yorumlamanın gerilimi-sıkıntısı. 2-Her tekil ilişkide hakikati görmenin/sezmenin (rey-nazar-basiret) sevinci/mutluluğu. 3- Hayal kırıklığının hüznü. 4- Kibir ve istiğnayı kırmanın, kör-kesinliği yenmenin zorluğu. 5- Sınırlı şüphenin endişesi. 6- Merhametin, paylaşmanın huzuru. 7- Kendi nefsi/arzuları (hevası) ile kavganın yorgunluğu. 8-Hatasını görmenin pişmanlığı. 9-Vicdanın sesinin belirsizliği/bağırmamasının kaygısı. 10-Başkalarını dinleyebilmenin sabrı. 11- Hayâ/utanmanın mahcubiyeti.

Din ile sağlık/tıp arasında bir benzerlik söz konusudur. Her bir bireyin sağlıklı olmak için ne yapması gerektiğini bilmesi ve sağlığını koruması; hastalandığında da doktora ve hastaneye başvurması, onun sorumluluğudur. Din konusunda da her bir bireyin imanını ve ahlakını müstakim olarak oluşturması ve bunları koruması; bir sorun ile karşılaştığında da, din konularını derinlemesine tafakkuh etmiş (9/122) bir “bilene sorması” (16/43,21/7) zorunludur.

Dindarlığın özü olan bu karakter yapısı kaybolunca; kalp/vicdan katılaşmış, körelmiş, taşlaşmış, paslanmış ve hastalanmış, mühürlenmiş demektir (2/74,83/14, 2/10, 45/23). Bu hallerdeki “dindarlık” iddiaları ise, büyük ölçüde şeytanın maskarasıdır: ”Şeytan, onlara yaptıklarını süslü gösterir” (6/43). Allah’a inanmayanların, şeytanlaşma (istiğna-istikbâr); Ahirete inanmayanların da hayvanlaşma (47/12) yani hesap vermemeden doğan başıboşluk tehlikesi vardır (nihilizm). Bu bağlamda İslam, bir “insan”laştırma/medenileştirme projesidir.

2 – İLMİHAL MÜSLÜMANLIĞI

Teolojiler ve Mezhepler, Tanrı’nın ve peygamberlerinin önerdiği bu ciddiyeti pek sürdüremezler. Din adamları ve teologlar, Tanrının ve peygamberinin adına müminlere taklide (ezber-hafıza) dayanan, paket programlar, hazır ajandalar, “ilmihaller” önerirler. Bunların muhtevası, genellikle nelere inanılacağı (Akaid-Amentü), ibadetler ve sınırlı sayıda belirlenmiş helaller-haramlardan oluşur: “İslam’ın 5 Şartı” , “İmanın 6 Şartı”, “32- Farz”, “54-Farz” vb. Bunları yerine getirmek, müminlere garantili olarak ebedi kurtuluş ve Tanrının gözdesi olma statüsü verir. İslam düşünce tarihinde Mutezili âlimler, İmam Maturidi ve İbn Hazm, sokak insanı için “taklit”i caiz görmemişlerdir. Sünni ve Şii âlimlerin çoğu ise, takliti “caiz” görmüşlerdir. Kur’an’ın “taklit”i kategorik olarak reddettiği müsellemdir.

a- Salih Amelin İbadete Dönüşmesi

İlmihal Müslümanlığı, adı konulmuş, belirlenmiş teklifleri farzları-vacipleri yerine getirmeyi ve yasaklanmış/nehyedilmiş şerlerden (hudut-haram) ve günahlardan uzak durmayı amaçlar ve bunu sağlamaya çalışır. Diğer taraftan, belirlenmiş ajandanın dışında hayatın yaratmış olduğu yeni sorumlulukları, teklifleri, görmeyi, bunlara kendi vicdanından “fetva” üretmeyi engeller. Mevcut ajanda ile kurtuluşu ve gözdeliği garantilediği için, ajandanın dışındaki sorumlulukları ıskaladığı gibi; kötülükleri de kolayca meşrulaştırabilir. Genellikle ibadat-ı mersumeyi (Namaz-Oruç-Hac-Zekat) yerine getirmekle “dindarlığın” tamamlandığı vehmi ile adı konulmamış, tekil olarak her gün karşılaştığımız ahlaki olguların sürekli tartılması ve muhasebesi başarılamaz. “Takva” kavramı, sürekli teyakkuzda-tetikte olma, yani canlı iman ile Allah ve insanlarla her daim ahlaki “ilişkide” olmaktan uzaklaştırılarak, boşaltılarak belirli ibadetleri ve patentli (rakamlı) “sevapları” yerine getirmeye indirgenmiştir. “İslam’ın Beş Şartı” kavramı, bunu ifade eder. Oysa Kur’an da ibadetler, imanın canlılığını koruma ve sosyal ahlak ile yakından ilişkilendirilmiştir: “Beni hatırlamak için namazı ikame edin.” (20/14). “Namaz, mümini her türlü fuhşiyattan ve münkerden alı koyar.” (29/45). “Namazları ile gösteriş yapıp; ufacık bir yardıma bile yanaşmayanlara yazıklar olsun.” (107/6-7).

b- Canlı İmanın Ölü İnanca (Akaid-Amentü) Dönüşmesi

İman konusunda dindarların içine düşebileceği iki büyük yanılgı ve yanlış vardır: Birincisi, imanın yanlış oluşturulması. Bu tehlikeye Kur’an dikkat çekmiştir: “O aldatıcı şeytan, Allah hakkında sizi aldatmasın” (31/33). “Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” (18/15,29/67,61/7…). Yahudilere hitaben: “Eğer iman ediyorsanız; imanınız size ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93). Fatiha suresindeki: “ …Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerinkine değil.” (1/6-7) duası da, müfessirlere göre bu mevzu ile ilgilidir. Allah’ı “Güzel/iyi isimleri/sıfatları (Esmau’l-Hüsna)” ile gereği gibi takdir edemeyen müminler, güçlü/kesin ve canlı; fakat yanlış imanları ile onun adına nice kötülükler işlerler. Dinler tarihi bu tür kötülükler ile doludur. İslam tarihinde ve günümüzde de Allah adına nice cinayetler işlenmektedir. Tarihte Hariciler, Günümüzde İŞİD buna örnek olarak verilebilir. Aslında Allah’ı “gereği gibi takdir edemeyen” (6/91) herkes, bu tehlike ile yüz yüzedir.

İman konusunda ikinci tehlike, “Takva” kavramı ile ifade edilen ve hem Allah hem de insanlarla canlı ahlaki ilişki olan ve duygusal değerlilik yaşantıları (saygı, şükran, korku, güven, umut, sevgi) içeren “İman”ın, zihinsel kesin tasdike/kanaate dönüşmesidir. Mürcie tarafından ortaya atılan ve sonradan Sünniliğin resmi görüşü olan bu durum, “Akaid/Amentü” Müslümanlığını doğurmuştur. İnanılacak hususların (Allah, Ahiret, Melekler, Kitaplar, Peygamberler ve Kader) “sayılması” ve tasdik olarak kesin benimsenmesi, yanlışlıkla “İman” olarak görülmüştür. Oysa iman, canlı insana; inanç, cenazeye benzer. İman, bünyesinde kinetik enerji barındıran kaynar su gibi her an dinamizm/hareket üretmeye müheyya/hazır iken; inanç, donmuş buza benzer. İman, canlı “ilişki”dir; inanç, pasif zihinsel kavram ve kanaattir. İman ile ahlak arasında kopmaz bir ilişki vardır (“Küpün içinde ne varsa, dışına o sızar”, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”); inanç ile ahlak arasında bu canlı ilişki yoktur. Yani iman, amel doğurur; inanç, amel doğurmak zorunda değildir. İman, artar ve eksilir; inanç artmaz ve eksilmez. İman, ibret alma ve düşünme ile “edinilir”; inanç, taklit yolu ile ezbere, hafız yolu ile “miras alınır”. Bu yorum, Hariciler ve Mutezilenin sandığı gibi, ahlaki amelin, imanın bir “parçası” olduğu anlamına gelmez. Tasdiki olup ameli-ahlakı olmayan kişi, “tekfir” edilemeyeceği gibi; Kur’anî anlamda “Mümin-Müslim” sıfatını da hak edemez. İki arada-bir derede/arafta (el-menziletü beynel menzileteyn-Mutezile) kalır. Akibetini-Ahiretini de Allah bilir (İrca-Mürcie).

c) Tarih ve Toplumun “Delil”e Dönüşmesi

Kur’an’ın, başta müşrikler olmak üzere, Yahudi ve Hristiyan toplumların tarih, gelenek, toplum ve kanaat önderlerinden (33/67), din adamlarından/teologlardan (3/64, 9/31) gelen yorumları, zamanın/tarihin uzun sürmesi (57/16) veya paylaşanların çokluğu (ekserennas) gerekçeleri ile (9/100) doğru kabul etmediği; onları kıyasıya eleştirdiği, genel bir tutumudur. Bu hakikat, Müslümanlık için de geçerli olmak zorundadır. Müslümanlığın “son din” olması ve Kur’an’ın “tahrif edilmemiş” olması, Müslümanları müşriklerin, Yahudilerin ve Hristiyanların içine düşmüş oldukları hatalara düşmelerini engellemez. Zira bu durum, dinin kendisinden değil; insan olmaktan doğan bir zaaftır. Bunun da iki nedeni vardır: “1- Tembellik, cehalet, çıkar, dar görüşlülük, korkaklık, kurnazlık. 2- Samimi körlük, Tanrının gözdesi olma, ebedi kurtulma, kutsalın ne olduğunu yanlış anlama, hareketi-dinamizmi/yeniliği eksiklik olarak görüp olayları-olguları, fikirleri dondurma-mumyalama-mutlaklaştırmaktır.

İlmihal Müslümanlığı, genellikle salt Allah “için” olan ajandayı (ibadetleri) kemali ciddiyetle, kılı kırk yararcasına hesaba katarken; insanlar “için” olanları yani kul-kamu haklarını pek umursamaz. Tanrının gözüne girerek kolay (pahada hafif) yollardan işi “baştan” bağlamaya çalışır. Özellikle Müslümanlar, “herkese ait olan” (kul-kamu) hakları, “Allahlık (sahipsiz)” veya “hiç kimseye ait olmayan” olarak görürler. Bunun sebebi, imparatorluk yapılarında kamuya ait olan mal ve mülklerin büyük oranda “ganimet” olarak “gâvurlardan” alınmış olmasıdır: “Haydan gelen, huya gider”. Oysa Avrupa toplumlarında Burjuva devriminden sonra kamu mal ve mülkleri genellikle “vergiler” yolu ile herkesten toplandığı için, kamu malı, “herkesin hakkı” olarak algılanır. Bundan dolayı da “Kamu Hukuku” alabildiğince gelişmiştir.

SONUÇ

Peygamberlik tarihinde dünyevi, müşrik, müstağni, güç istenci, iktidar tutkusu, tahakküm arzusu ve zorbalık peşindeki siyasi ve iktisadi tabakanın (Mele-Mütref), peygamberleri sihirbaz, şair, mecnun, kâhin olarak niteleyerek, ilk karşı çıkanlar ve reddedenler olduğunu (Firavun-Karun) biliyoruz (7/66, 75, 88, 109, 127; 11/27, 38; 28/38, 34/34, 17/16…). İslam tarihinde de iman ve takva müslümanlığı, dört halife döneminde pratiğe yansıtılmıştır. Siyasetin saltanatla ele geçirilmesinden sonra saraydaki sultanlar ve onların emrindeki saray uleması (Ulema-i Rüsum), halka ajandasını kendilerinin oluşturduğu ve taklide dayanan bir “İlmihal Müslümanlığı” telkin ederken; kendileri büyük ölçüde gücün, iktidarın, tahakkümün, zorbalığın, mülkün peşinde olmuşlardır.

Günümüzde hem İslam dünyasında hem de Türkiye’de “İlmihal Müslümanlığı” egemendir. Adına “İslamcılık” veya “Muhafazakârlık” denen politik ideoloji, klasik, geleneksel teolojinin kavram, kurum ve kurallarına yaslanarak, altyapısı ve üst yapısı Batı tarafından toptan değiştirilmiş modern (teknolojik, endüstriyel, dijital, kapitalist, ulus-devlet/milliyetçilik) dünyada varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Kendi otantik-organik tekâmülünü-tecdidini yapamamış müminler, iman ve takvadan ziyade; ilmihalleri ile anakronik olarak dindarlıklarını ortaya koymaya çalışıyorlar.