Fiziksel varlığın, evrenin, dünyanın, gerçekliğin, vakıanın “Beş Duyu” ile elde edilen bilgisine, yani “Bu nedir?” ve “Bu nasıl oluyor? sorularının cevabına “Açıklama-Bilim”; “Bu niçin var?” ve “Bu niçin böyle (oluyor)?” sorularının cevabına da “Anlama” veya “Yorumlama” diyorum. Yani hikmet ve rüşd ile hüküm/karar vermek. Felsefe ve Din, bunu yapar. Yorumlar ya doğrudur ya da yanlıştır. Yorumların maddi bir ölçüsü (terazi) yoktur. Açıklanan entitelerin/şeylerin/varlıkların/cisimlerin, olay ve olguların total anlamının ve kaynağının ne olduğu, anlamanın ve yorumlamanın konusudur. Açıklamanın konusu, “gerçeklik”; anlama ve yorumlamanın konusu dinde Tanrı, Ahlak ve Eskatoloji (Ahiret) olarak “Hakikat”; felsefede yorumsal çeşitliliği ile “Metafizik”tir. Açıklama, ispat ve ilzam edici, yani zorlayıcıdır: “Biz dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.” (26/4). Açıklama, mevcut olan şeyleri/entiteleri, entite olarak isimlendirerek tefrik eder. Olay ve olguların nedenselliğini, mantıki olarak tasvir eder. İddia, gözlem ve deneylerle nesneye gidilerek ispat edilir: Görülür, işitilir, koklanır, tadılır, dokunulur. Olay ve olgular özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü halin imkânsızlığı ve nedensellik olarak “mantık” kurallarına uygun bir şekilde tasvir edilir. Teknoloji, bilimlerin ispatıdır. Bilimlerde ispat edilemeyen bölüm, “teori” olarak kalır. Bu söylenenler, fizik/tabiat bilimleri için geçerlidir; sosyal/beşerî disiplinler, genellikle yorumsal/hermenötiktir.
Kutsal kitaplarda söz konusu edilen “Mucize”ler, Tanrı’nın haber vermesi olarak bizim için “yorumsal”; tabiat kanunlarının ve mantığın temel ilkelerinin “göz göre göre” askıya alınması olduğu için de, muhatapları nezdinde “açıklama”ya benzerdir. Burhan-ı katidir. Mucizelerin, muhataplarının bir kısmını ilzam etmemesi, toplumlarda mevcut olan “sihir”e benzetilmesinden dolayıdır (5/110, 6/7, 10/76, 34/43…). Hz. Musa ile Firavun’un sihirbazları arasında gerçekleşen mucize-sihir düellosunda sadece sihirbazlar, Hz. Musa’nın gösterdiği mucizenin bir “açıklama” olduğunu anlamış ve ona iman etmişlerdir. (26/30-51).
Allah, Kur’an’da tabiat olaylarını yani Güneş sistemini, Ekosistemi ve İnsan mükemmelliğini, kendi varlığının ve varlığı yaratmasının işaretleri (Ayât) olarak “yorumlar”; mucizeye başvurarak “açıklama” yapmaz. Örneğin, “Deve”, beş duyunun algıladığı deve (entite/şey/canlı cisim) olmanın ötesinde, Allah’ın yaratıcılığının da bir göstergesidir (88/17); bu, ilahi bir yorumdur. Allah-Kur’an, Peygamberler tarihini yorumladığı (Kıssalar) gibi; 610 ile 630 arasında Mekke-Medine-Taif ve çevresinde Müslümanlar ile muhalifleri arasında yaşanan olayları-ilişkileri, insanlık durumlarını, insanların tutum ve davranışlarını, kanaatlerini de ahlaki bağlamda: “hak-batıl”, “iman-küfür” “hayır-şerr”, “takva-heva”, “helal-haram”, “hizbullah-hizbuşşeytan”, “günah-sevap”, “tayyib-habis”… olarak yorumlar.
Müşrik Arapların bir kısmının, Hz. Muhammed’in “peygamber” olduğunu kabul etmemelerinin bir gerekçesi, -inat ve istiğnalarının ötesinde- maddi “mucize” taleplerine (25/7-8) cevap verilmemesi (17/59) ve Kur’an’ın edebi üslubunu, kendilerinde son derece gelişmiş olan şiire; Hz. Muhammed’i şaire; Kur’an’ın içeriğini de, kendilerinde mevcut olan masal/mitoloji ve geçmişin hikâyelerine, yani “esatiru’l-evvelin”e benzetmeleridir. (6/25, 8/31, 16/24, 35/5, 27/36, 52/30…). Kur’an’ı yanlış yorumlamalarıdır.
İnsanın “Denenme” Sorumluluğu
Kur’an’ın yorumları, insanın duyu aktları (beş duyu), düşünme kapasitesi (mantık kuralları), ahlaki duygulanım ve sezgi bütünlüğü olarak vicdanına (lübb, fuad, kalp, basiret, şehid) dayanır/yaslanır, hitap eder. Yaratılışta (fıtrat) insana verilmiş (30/30) bu kapasiteyi, yine yaratılışta verilmiş zıddı olan heva-içgüdü (hayvanlar ile ortak), istiğna, tuğyan, küfran, zulüm, şeytanlık kapasitesine galip getirmek, insanın “denenme” sorumluluğudur: “Kendini temizleyen, arındıran kurtuluşa ermiş; kendini kötülüklere gömüp kirleten ise ziyana uğramıştır.” (91/9-10). Bu, yorumlama ve irade kapasitesi ile ilgili bir durumdur. İman, bireysel tecrübe ve güçlü bir ikna olmanın ürünüdür. Kör inanç veya taklit yolu ile edinilen inançlar, böyle değildir. Ahlaki doğruyu bulma; ya derin düşünmeye, tartmaya, muhakemeye, sorgulamaya (doğru yorum) dayanır ya da geleneğe, alışkanlığa, zanna-vehme yani yanlış yoruma dayanır: “Onlara Rablerinin bir ayeti hatırlatıldığı zaman, konuya kör ve sağır olarak (dogmatik-taklitçi olarak) üşüşmezler.” (25/73). “Hakkında ilmin olmayan şeyin peşine körü körüne takılma; kulak, göz ve kalp, bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/36).
Denenme, âkil-baliğ olan herkesin, her yerde ve her zaman ahlaki bir soru olan “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunu sorarak, İbn Rüşd’ün Kur’an’da da varit olduğunu söylediği “inayet” ve “ihtira (yaratma)” delilleri ile (İbn Rüşd, Faslu’l-Makal (İbn Rüşd’ün Felsefesi) çev. Nevzat Ayasbeyoğlu, Ank. 2021. s. 84-110) bilinmeyene (ğayb=Allah-Ahiret) iman edip etmeme (2/3, 5/94, 21/49…); toplumsal-insani bağlamda da etrafında olup biten olaylar ve ilişkiler hakkında ahlaki hüküm (adalet-merhamet) verip verememedir. Yani hasbî (dürüst) ve muhasibi (eleştirel) olup olamamadır. Allah nezdinde evrensel ve ebedi kurtuluşun şartları bunlardır: “Kim mü’min olarak bir salih amel işlerse, bu, asla inkâr edilmez; şüphesiz, biz onu yazmaktayız.” (21/94). “Kim, zerre miktarı iyilik yaparsa, karşılığını görür; kim de zerre miktarı kötülük yaparsa, yine karşılığını görür.” (99/7-8). “İnsanın yaptığı iyi ve kötü amellerin mutlaka karşılığı vardır.” (53/39). Peygamberlik, vahiy, din, istisnaî bir lütuftur. İnsanlığa bir maya çalmadır. Yaklaşık olarak M.Ö 3500-4000’lerde Mezopotamya’da-Doğu Akdeniz’de Hz. Nuh (Nuh Tufanı-Gılgamış Destanı) ile başlayıp M.S 7’nci yüzyılda Hz. Muhammed ile sonlanmıştır.
Kur’an’ın isim-sıfatları da, -yine yorumsal bağlamda, -yorumu çağrıştıracak şekilde- şöyledir: Hikmet, ilim, kitap, nur, ziya, ruh, tezkire, hidayet, rahmet, furkan, tabsira. Kur’an’daki yorumlar mübin, beliğ, burhan, delil olarak gerekçeli, ikna edici ve güçlüdür. Ancak, ispat ve ilzam edici (zorlayıcı) değildir. İnsanın vicdani-ahlaki anlama, düşünme, yorumlama kapasitesine, özgürlüğüne bırakılmıştır. Kur’an’ın sözlü hitabı, muhatapları tarafından doğru ve yanlış olarak iki şekilde yorumlanmış ve bunlara uygun tutum ve davranışlara dönüşmüştür. Bu yorumsal tutumlar, Kur’an tarafından ikili olarak şöyle nitelenmiştir: Hak-batıl, hidayet-dalalet, iman-küfür, adalet-zulüm, görme-körlük, duyma-sağırlık, karanlık-aydınlık, güneş-gölge, ölü-diri, heva-takva, hizbullah-hizbuşşeytan, ashabu’l-yemin-ashabu’ş-şimal, tuğyan-itaat, tasdik-tekzip, gaflet-yakin… Müşriklerin yorum kapasitesini Kur’an şöyle niteliyor: “Yoksa sen onların çoğunun söz dinleyeceklerini veya akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar, hayvanlar gibidir; belki de yol/yorum açısından daha da şaşkındırlar.” (25/44). Kur’an, kendi yorumunu da şöyle niteler: “Onlar sana hiçbir yorum (mesel) getirmezler ki; biz, buna karşılık, onun hakikatine ilişkin daha güzel/doğru bir yorum (tefsir) getirmeyelim.” (25/33).
İnsanların vicdani hazırbulunuşluğuna göre Kur’an çift yönlü etki yapar: “Biz, Kur’an’da müminler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Bu indirilenler, zalimlerin ise, ancak zararını (sapkınlığını-kinini) artırır.” (17/82).
Müşriklerin dünya-hayat konusundaki yanlış yorumlarını, Kur’an şöyle niteler: “Onlar, dünya hayatının ancak görünen yüzünü bilirler; Ahiret konusunda da tamamen gaflettedirler.” (30/7). İnsanların hakikat konusundaki yorum zaafları şöyle nitelenir: “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar, ancak zanna uyuyorlar; sadece yalan uyduruyorlar.” (6/116). Müşriklerin dinsel bir yorumunu Kur’an şöyle eleştirir: “Diyorlar ki: Eğer Allah dileseydi, biz ve babalarımız, ortak koşmazdık; hiçbir şeyi de (yalan yere) haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de, mesajı böyle yalanlamışlardı. De ki: “İddialarınızı doğrulayacak bir deliliniz/gerekçeniz var mı? Çıkarıp bize gösterin. Siz, ancak kuruntuya/zanna uyuyorsunuz ve sadece yalan söylüyorsunuz.” (6/148). Benzer şekilde: “Eğer Rahman isteseydi, biz putlara tapmazdık” dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, sadece zannediyorlar.” (43/20). Kur’an, insanların tabiat olaylarını ve kendi etraflarında gerçekleşen olayları ve olguları, ilişkileri “İbret alma” kavramı ile doğru yorumlamalarını tavsiye eder. (3/13, 16/66, 23/21, 79/26). Örneğin, bir yerde şöyle deniyor: “Allah, geceyi gündüze döndürüp duruyor; şüphesiz bunda basiret (vicdan) sahibi olanlar için “ibret” vardır.” (24/44).
Riski Göze Almak
Allah, meleklerin itirazına rağmen, insana -özgürlük vererek- yeryüzünde onu “Halife”lik misyonu ile görevlendirip riske girdiği gibi (2/30-33); insan da göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri “Emanet”i (denenme sorumluluğu) üstlenerek (33/72) büyük bir riske girmiştir. Hedef, doğru yorum ve eylem ile Allah’ın rızasını elde edip, Ahireti kazanmaktır. Allah’ın “risk”e girmesi, kendinin bir sıfatı olan “özgürlüğü” insan ile -sınırlı da olsa- paylaşması ve insanın, Allah’ın beklentisi doğrultusunda ortaya davranış koyup koymamasını önceden belirlememesidir. Beklentisinin, gerçekleşmeyebilmesidir: “Hayır, hayır! İnsan(lık), kendine emredileni/kendinden bekleneni henüz yerine getirmedi.” (80/23). Sonucunu önceden bildiği ve belirlediği düzenek kurmak, “oyun” oynamaktır. Oysa Allah, oyun oynamaz: “Biz, yeri, göğü ve arasındakileri, oyun olsun diye yaratmadık.” (21/16, 44/38). “Sizi abes olsun diye yarattığımızı; bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (23/15). Risk alamayan “Tanrı” olamaz. Riski göze almak, mükemmelliğin bir tezahürüdür; zaafın ve eksikliğin değil. Risk, özgürlüğü ve iradeyi “fani” bir varlıkla paylaşıp, onun, -sınırlı da olsa- kendine benzemesini beklemektir. Sonuç, beklentiye uymayabilir. Sorunu “Ezeli ilim” mevzusu yapmak, yanlıştır. Sorun, irade mevzusudur.
Hz. Muhammed de peygamberliği süresince yorumlar yapmıştır (Hadis-Sünnet). Müslümanlar da, yaşarken Allah’ın ve Peygamberlerin yorumları doğrultusunda yorumlar yapmakla mükelleftirler. Allah, yorumlarında yanılmaz. İnsanlar, -peygamber de olsalar- yanılabilirler. İman konusu olan hakikatler (Tevhit- Ahiret-Nübüvvet), doğası gereği veya “haber” konusu olduğu için değişmezler. Olgusallığa, değişime bağlı ahlaki hakikatler, yani bunların hükme bağlanması, anlaşılması, yorumu değişebilir. Kur’an’da bu gerçeklik, “Nesh (2/106)”, “İbdal (16/101)” ve “İmha-İsbat (13/38-39)” olarak ifade edilir: “Sizin her biriniz için ayrı bir şeriat, yol-yorum-yordam yaptık.” (5/48). “Sonra da din konusunda sana bir yol/şeriat (yorum) yaptık.” (45/18).