AK Parti’de “Biz ve Öteki” İmgelerinin Değişim Serüveni

“Çalıyorlar; ama, çalışıyorlar” 

Anonim

Devrimden sonra şair N. F. Kısakürek, devrimin yarattığı kültürel yarılmayı, sınırlar içindeki “Biz ve Öteki”yi yani çağdaşçı laikler (Kemalist/Atatürkçü) ile muhafazakâr dindarları “Bir şapka, bir maymun, bir eldiven ve inkılap” ve “Sakarya: Saf çocuğu masum Anadolu’nun” metaforları ile dile getirdi. Yedi düvel ve Yunan, işgalci ve can düşmanı büyük “öteki” ise; inkılapçılar, din düşmanı küçük “öteki”lerdir: “Öz vatanında garipsin/Öz vatanın da parya.” Devrimcileri “öteki”leştiren N. F. Kısakürek, kendi çıkardığı Büyük Doğu dergisinin 17.7.1959 tarihinde yayınlanan 20’nci sayısında “Amerika, Dünya ve Biz” adlı makalesinde şöyle diyordu: “Amerikan politikalarını korumakla mükellefiz… Amerikan siyasetini tutmak biricik yoldur… Amerika’dan nazlı bir sevgili muamelesi görmek, biricik dikkatimiz olmalı. Yoksa, bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasında mütalaa ettiği kadrodan (!-İG) ileri gidemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan siyaseti ve iç bünyemizde Amerikan politikasını, kendimize tecezzi etmez bir siyaset birliğinde her şeye hâkim bir mana gizlidir.” Türk sağının “Amerikan muhibliği”, tahlil edilmesi gereken, son derece ciddi ve bir başka bahistir.

Çağdaşçılar, dindarları çarıklılar/köylüler, gerici, şeriatçı, bağnaz/yobaz, örümcek-bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam gibi ifadeler ile yaftaladılar. 1950’lerde DP (Menderes) ile iktidara gelen muhafazakârlar, ötekilere herhangi bir yafta üretmediler. Zira, ortada bir (askeri) vesayet rejimi vardı. Bu rejim, sonunda (1960) muhafazakâr/sağcı iktidarı devirdi ve Menderes başta olmak üzere üç yöneticisini idam etti. Bu olgu, muhafazakârlardaki içerlemeyi/uçuklamayı iyice derinleştirdi. Böylece, bir taraftan tarikat ve cemaatlerde; diğer taraftan da 1970’lerde kurulan “Millî Görüş” siyasi hareketinde “araziye uyarak”, “düşmanın silahı (dernek-vakıf, seçim-sandık) ile silahlanarak”, “saman altından su yürüterek”, yani “takiyye” ile -şiddete başvurmadan- devlete sızma ve onu bir biçimde “ele geçirme” saiki güçlenmeye başladı. Nurculuk ve Millî Görüş öncülüğünde 1970-2000 arası, bu mücadele ile geçti.

2000’lerden itibaren “Millî Görüş”ten kopan bir gurup, “gömlek değiştirerek” (Bu metaforun derin, -doğru ve yanlış- ahlaki, psikolojik, politik analizine burada girmeyeceğim), merkez sağın ahlaki-politik çöküşü ile orayı doldurmak için, kendini “muhafazakâr demokrat” olarak isimlendirip orayı doldurdu. “Nurculuk”tan filizlenen Fetullah Gülen öncülüğündeki “Hizmet Hareketi”, 80’lerden itibaren devlete sızma ve “Paralel Yapı” kurma faaliyetlerine başlamıştı. 2000’lerin başından itibaren bu iki hareket el ele vererek, “Alnı Secde Görenler (Biz)” olarak “vesayet rejimi”ni, yani iktidardaki “öteki”ni kumpaslarla (takiyye) değiştirmeye-düşürmeye başladılar. Bu süreçte “siyaset”: 1- Kandırma (hile-takiyye) ve 2- “Her şey (To be or not to be)” olarak görüldüğü için; demokratik rejimlerdeki “iktidar/hükümet” ve devlet (kurumlar) ve hukuk (kurallar) ayrımları yavaş yavaş gevşetildi, buharlaştırıldı. Bu süreçte politikanın genetiği olan “dost-düşman” ayrımının (C. Schmitt) kriteri, din üzerinden “laik-dindar” olarak oluştu. Siyasetin ontolojik ve ahlaki özü için “dost-düşman” ayrımı tanımı, doğru bir tanımlamadır. Önemli olan kriterin ne olduğudur; etnisite/ırk mı, dil mi, din mi, çıkar/güç istenci mi, yoksa ahlak/adalet mi? “Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.” (2/193,28/28).

Bu süreçte Kürt ve Alevi kökenli vatandaşların, devlete karşı olan şikâyetleri veya mağduriyetleri dikkate alınarak, onları da kucaklayan geniş bir koalisyon oluşturuldu. kor/esas “biz”i belirleyen temel kriter “Sünnilik” olduğu için, dış politikada “Ümmet” kavramı üzerinden İslam dünyası ile (İhvan-ı Müslimin) yakın-sıcak, stratejik-derin ilişkiler geliştirildi. Türk Dünyası ile de yakın ilişkiler kuruldu. Bu idealizm/romantizm (“Gönül Coğrafyamız”), yer yer reel politikanın pis gerçeklerine çarpınca da geriye dönülüp “Rabia”, yani Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ve Tek Vatan ile yeni “biz” revize edildi.

Hizmet Hareketi, bukalemunluğunun mükemmelliği ile “devlet”teki gücünü fazla artırınca/abartınca, ortağı olan meşru politik ekiple ters düşmeye başladı. ABD aşkı içirilmiş bu ekip, Yahudi Cemadatından “Cesaret Madalyası” almış, ABD’nin stratejik ortağı Reis’e “Yezid”; İran ile olan yakın dış ilişkiler için de: “Pers; bize ters” demeye başladılar ve sonunda olanlar oldu.

Darbe teşebbüsünden sonra Reis, iyice “ipleri” ele almaya başladı. “FETÖ”yü diskalifiye ettiği gibi kendine muhalif olanları (karşı fikir beyan edenler) da diskalifiye etti. Artık partide parti içi “muhalefet”, yani “çatlak ses” veya “fitne-fesat” çıkaran kimse kalmadı. Herkes, Reis’in pozisyonuna göre hizalanmaya başladı. Reis, kendinin trene bindirdiklerini, tek tek trenden attı: “Bu uzun hizmet maratonunda yolda kalan, yolunu kaybeden arkadaşlarımız oldu; daha da olacak. Onları, tarihe havale ediyorum.”

Bu süreçte pandemi ve “ekonomist” Reis’in uygulamaya koyduğu “heterodoks” ekonomi politikaları enflasyon, faiz, döviz dengelerini, yani ekonomiyi altüst etti. Orta sınıf eridi; ancak, “sosyal yardım” alan “mustazaf”ların Reis’e bağlılığında bir gevşeme olmadı. Bu sayının hayli kalabalık bir “seçmen” kitlesi olduğu bilinmektedir. Bu aşamada partideki” Biz ve Öteki” imgelerinde ciddi bir değişme oldu. Şöyle ki parti ve onun aktif destekçileri olarak cemaat ve tarikatlar, “biz” olarak iki katmanlı hale geldi: 1- “Üye-mürit”ler, 2-“ Seçmen”ler. Üyeler-müritler, “parti”yi -cemaati ve tarikatı da- şirket olarak ve kendilerini de “ortak” olarak görüyorlar. Çıkar, iş birliği, akrabalık, kollama-gözetme, hemşehrilik (Rize-Trabzon/Karadeniz) ortak paydayı oluşturuyor. Seçmenlere gelince, onlar da üç katlı bir “güvenlik” davası -ve de istismarı- ile “partili/biz”e katılıyorlar: 1- Fakirlik, geçim kaygısı (hayat-maaş davası), 2- Din/ahiret (memat/meat davası), 3- Ülke güvenliği (beka davası). Bir örnek vermek gerekirse, 30.10.2019 tarihinde yapılan bir karşılaştırmada Türkiye’deki hukuk fakültelerindeki profesör, doçent, doktor, öğretim görevlisi ve asistanların toplam sayısı 1.956 iken ilahiyat fakültelerindekilerin toplam sayı 4.121’dir.

Devlet ile Saray/Reis özdeşleşince, yerleşim yerlerindeki il-ilçe başkanları, yani “partili”ler, giderek mülki amirlerden (devlet) daha önemli ve otoriteli (nüfuzlu) hale geldiler. Bürokratlar ve siyasiler de, “devlet” otoritesi dolayımından ziyade; Saray/Reis dolayımı ile “otorite (nüfuz)” ve “güç” elde ettiler. Temsilde hata olmaz; putperestlikte de Tanrı-put-mümin arasında benzer bir fenomenolojik ilişki söz konusudur: “Kendilerine güç devşirmek için, (inanalar), Tanrı’nın yanında putlar oluşturdular (19/81).” “Kendilerine yardımcı olsun diye, Tanrı’dan başka putlar oluşturdular” (36/74). “Dünyevi çıkar uğruna Allah’tan başka putlar edindiniz” (29/25). Burada “put” rolünü oynayanlar, -Saray’a yakınlığına paralel olarak- “partili” siyasiler ve bürokratlardan oluşuyor; zira: “Hal, sâridir.”

Darbe teşebbüsünden sonra oluşan “ittifaklar” sistematiği ile “Cumhur İttifakı”ndaki “biz” imgesi dindar, yerli-milli, vatansever, has vatandaş; muhalefet ise, “öteki” olarak zillet ittifakı, şer ekseni, vatan haini, işbirlikçi vb. haline dönüştürüldü. Son 20 yılda Türkiye’de yapılan AVM, kule, rezidans ve sitelere konan isimlerin kahir ekseriyetinin yabancı dilden alınmış kelimeler olmasını, “yerlilik ve millilik” ile bir türlü bağdaştıramamışımdır. Örneğin: Ankara’da bir inşaat kompleksinin adı: “Gamador-Galya”. Muhalefetin ahlak, hukuk ve güvenlik gibi köklü sorun alanlarında sağlam/sahih bir politika üretememesi, onu politik bir özne olmaktan çıkarıp salt “Erdoğan karşıtlığı” olarak müzmin-muhalifliğe sevk etti.

Aynı süreçte dünyada oluşan değişmeleri de dikkate almak lazım. Türkiye’deki politik dönüşümü, dünyadaki dönüşümden bağımsız olarak anlamak zordur. 20’nci yüzyılın başından itibaren oluşan liberal, sol (sosyalist-sosyal demokrat) ve muhafazakâr politik-ideolojik yelpaze, bütünü ile çöktü. Pandemi süreci, ekonominin kötüye gitmesi ve göçmen sorunundan dolayı, dünyada popülist politikalar/liderler ve ırkçı/milliyetçi politikalar yükselişe geçti. Siyaset, Aristo’nun ve ilahi dinlerin tanımladığı anlamda -içerde ve dışarda- “pratik ahlak” olmaktan büsbütün uzaklaşarak; bütünü ile güç/iktidar istenci, hile-kurnazlık-kumpas, “Altta kalanın canı çıksın”, “Ya ben ya sen” güdülerine dönüştü: “İnsan insanın kurdudur”, “Kurtlarla Dans”. Dünya, süper güçlerin “it dalaşı” sahnesine dönüştü. İki dünya savaşından sonra kör-topal olarak oluşturulan BM’nin (hukuk-ahlak) hiçbir anlamı, önemi ve otoritesi kalmadı. ABD desteğindeki İsrail’in Gazze işgali ve katliamları, bunun somut bir kanıtıdır. Siyaset, Rahmani niteliğini (pratik ahlak) kaybederek, bütünü ile şeytanileşti.

Sonuç

Türkiye-Türk toplumu, başından inkılap geçtiği veya başına geldiği için, ortadan ikiye yarılmış şizofren bir toplumdur. Bilinci yaralıdır. Coğrafya/sınırlar/ulus-devlet kaderimiz olduğuna göre, medeni bir toplum oluşturmak için kimlik-ideoloji politikası değil; dini-mezhebi, dili-ırkı ne olursa olsun eşit vatandaşlık ilkesine bağlı, adil/hukuki bir şiraze/racon, “fikr-i müdir”, atmosfer, iklim oluşturmak gerekir: “Devletin dini, adalettir.” Bana göre, “şeriat” da budur. Geçen yüzyıllardan kalma teokratik veya ırkçı “kimlik teknolojileri” oluşturarak, asimilasyonlara-tehcirlere başvurmak zorbalıktır, barbarlıktır. Temsilde hata olmaz; “Kanı, kanla değil; su ile yuymak (yıkamak) gerekir”. Kendinden emin, müstağni, kibirli ve kirli şişinmek yerine; suya sabuna dokunmak, mütevazı bir şekilde ötekine gitmek, onu dinlemek, durmak ve gerekiyorsa geriye bir adım atmak gerekir. Yakın geçmişimizin etkin ve önemli iki önderi olan II. Abdulhamit’i ve Mustafa Kemal’i birlikte düşünmek, takdir etmek ve eleştirebilmek gerekir. “Kızıl Sultan” veya “kefere-fecere” gibi yaftaları unutmak, terk etmek gerekir.

Son dönemlerde ulusal medyada yayında olan Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar dizileri, içinde bulunduğumuz her iki cenahtaki eksikliği itiraf; olması gerekenin de arayışı olarak umut verici gibi gözüküyor. İnkılapçıların uzun süren muhafazakârları aşağılaması; diğer taraftan “vesayet rejimi”nin ilgası ve 20 senelik rövanş çabası, ufukta bir toplumsal “normalleşme” umudunu doğurabilir; siyaset esnafının “işine gelmese” veya Tayyip Bey’in kavramsallaştırması ile “ekmek çıkmasa” da.