Ak Parti ve Kültür

Kültür Nedir?

Kültür, insan soyunun, yaşamını korumak ve sürdürmek için çıplak tabiat üzerine işlediği-inşa ettiği maddi ve manevi formasyonların toplamıdır. Din-ahlak, sanat, bilim, mimari, yönetim (siyaset-hukuk), üretim (iktisat), adab-ı muaşeret… kültürün başlıca unsurlarıdır. Etnisite/dil ve coğrafya-iklim, kültürleri farklılaştıran temel hususlardır. Yaratıcı bir kapasiteye sahip olmak kadar; kültürü canlı bir şekilde, başka kültürlerle iletişime girerek-etkilenerek yenilemek de, bir maharet ve marifettir. Kültür, hayret ve merak makamında olan, vicdanı rahatsız ve tetikte olmayı başaran yaratıcı insanların üretebileceği bir şeydir. Konformistlerin, tembellerin, vurdumduymazların ve mukallitlerin kârı değildir. Örf/maruf, gelenek, töre, adet, teamül yaratmak kadar; bunları yenilemek de bir o kadar marifettir. Katı muhafazakârlık, taklit ve gelenekselcilik, dogmatiklik, kesin-inançlılık, entegrizm, fundamentalizm (“Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmak”) marifet değildir. Marifet, geleneği organik bir şekilde yaratıcı olarak yenilemektir. Asalet, aristokrasi, kendi olmak, elitlik, özü-gürlük kadar; başkasına, yeniliğe, dinlemeye, yaratmaya açık olmak da övünülecek marifetlerdir.

Allah’ın, insanları farklı renklerde ve farklı dillerde yaratması (30/22), farklı kültürel formasyonların (müzik, mutfak, sanat, mimari, edebiyat, folklor…) oluşmasını istediği anlamına gelir. Bu çoğulculuk içinde, İlahi vahiy/peygamberlik dini, insanlara tek ve doğru bir hayat anlayışı/dünya-görüşü ve ahlak karakteri (iman ve salih amel) vermek ister. Gerisi, herkesin kendine kalmıştır. Ve mubahtır.

Türkiye’nin Başına Gelen: “Kültür Devrimi”

Osmanlı toplumu, Müslüman Türklüğün ortaya koyduğu son politik-kültürel kategori ve gövdedir. Son üç yüzyılında dönemin politik, iktisadi, kültürel, teknolojik, askeri meydan okumalarına cevap veremediği için çökmüştür. Sarayın ve İttihat ve Terakki Partisi’nin çırpınışları fayda vermemiştir. Cumhuriyet kadroları hayatta kalmanın, tarihe tutunmanın (To be or not to be) yegâne yolunun, ancak bir “Kültür Devrimi” ile mümkün olabileceğine inanarak çöküşe sebebiyet veren Hilafet-Şeriat ve Tarikat kurumlarını ilga ederek çağdaş, seküler bir ulus-devlet inşa ettiler. Bir askeri-elit azınlığın, bir toplumun tümünün ilanihaye geleceğinin/kimliğinin nasıl olması gerektiğine zorla karar vermesinin (Kültür Devrimi) azametli sorunsallığı ayrı bir mevzudur. Devrimcilerin, İslam’ın özüne dahi şaşı bakışları, toplumda derin bir uçuklama yaratmıştır.

Bu devletin ahalisi: 1- Bu devrimlere sonuna kadar karşı olan mütedeyyin yerli Anadolu halkı, 2- Devrime inanan şehirli azınlık, 3- Nüfus mübadeleleri veya Balkanlardan-Kafkaslardan Anadolu’ya göç etmiş -Osmanlı bakiyesi- Müslümanlardan oluşmaktaydı. Özetle, “yüzde 99’u Müslüman” olsa da; ideolojik, dinsel (mezhepsel) ve etnik/dilsel olarak homojen-organik olmayan bir “toplum” değil; çeşitli kapalı komünitelerden oluşan bir “topluluk” idi. Uzun bir süreden beri Türkiye’de siyasetin, özünde ideolojik, dinsel ve etnik/dilsel bir “kimlik siyaseti” olmasının nedeni budur. Cumhuriyet, özünde kültürel-organik bir “tecdit” değil; büyük oranda bir “taklit” olduğu için özgün kültürel formlar yaratamadı. Buna karşı çıkan “muhafazakâr-sağcı”lar da, kültür formları yaratmada zaten  “özünde-yetersiz” oldukları için, Türkiye’nin siyasal-kültürel hayatı uzun bir süreden beri “mukallit-mahalle kavgası”na dönüştü. Cumhuriyet döneminde Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yahya Kemal, Fuat Köprülü, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı…gibi “kökü mazide olan âti” mottosu ile cılız da olsa, bir organik yenilenme damarı olmuşsa da pek etkili olamamıştır. Herkesin paylaşacağı-katılacağı ortak kültürel “kanon”lar yaratılamamıştır. Örneğin Kur’an dışında Divan-ı Hikmet (A. Yesevi), Divan (Y. Emre), Safahat (M. Akif), Nutuk (M. K. Atatürk), Mesnevi (Mevlâna)…gibi klasikler, toplumun tümü tarafından hâlâ okunamamaktadır.

Siyaset-Kültür İlişkisi

Türkiye’de gönüllü-toplumsal sözleşmeye-konsensüse dayalı uzun ömürlü siyasi, kültürel, iktisadi, dinî, hukuki kurumsallaşmalar olmadığı için; siyaset, kültür ve iktisat, farklı komüniteler arasında “post (deri veya makam) kavgası”na dönüşüyor. Son 20 küsur yılda, büyük şehirlerde meskûn olsa da, taşra kökenli ve taşralı, görece fakir muhafazakârlar, içlerinden biri olan, Kasımpaşa’da büyümüş, “dik-duran” (!) imam-hatipli birini önce İstanbul Belediyesi’nde deneyip sonra da onu merkezi siyasette iş başına getirdi ve arkasında durdu. Muhafazakârlar, çağdaşçı seküler devrimcilerden rövanş aldı. Marx’ın dediği gibi çatışma, kökeninde ekonomik (maddi kapital) olduğu halde; görünüşte kültürel/dinsel sembolik kapitaller (örneğin, “başörtüsü”) üzerinden yürütülür. Türkiye’de de çatışma, hem kültürel hem de iktisadi idi.

“Kültür” sorununu, “turizm” olgusu ile eşleştirerek ikisini bir “bakanlık”ta toplamak, kültür sorununa turizmin bir parçası olarak tarihi mekânlar (ören yeri) olarak bakmak anlamına gelir.

Devletin elindeki ekonomik kaynaklardan uzak tutulmuş, görece daha zayıf olan muhafazakârlar iktidar olunca ekonomi el değiştirmeye başladı. Fırsatı “ganimet” bilen muhafazakârlar, çağa egemen olan (niteliğin değil; niceliğin egemenliği) “haz ve hız”a balıklamasına dibine kadar daldılar. Rant ekonomisi ile birlikte “borsa” ve “bitcoin”den, yani üretim ve emek olmadan/havadan para kazanma yaygınlaştı. Bu ortam, kültürel bir vasatlaşma-paçozlaşma yarattı. Oysa sağlıklı ve medeni bir toplumda din, bilim, hukuk, iktisat, sanat, yerleşik kurumsal yapılarla yürütülür. “Biz” demek kadar “Ben” demek de, esastır. Bireysel ödevler kadar bireysel haklar (insan hakları) da önemlidir. Yasalara itaat kadar eleştiri de esastır. Türkiye halkının “toplum” olamaması, varlığını devlete borçlu olması, komünitelerden oluşan topluluk olması, “kimlik siyaseti” ile siyaseti bir ahlaki sorun çözme prosesi olarak değil “kurtlarla dans” haline getirip, her şeyi çürüten bir vasatlığa mahkûm etti.

Türkiye’de siyasetin “her şey” olması ile birlikte karizmatik ve kadir-i mutlak bir kişi kültüne endekslenmesi, demokratik anlamda “siyaset”in doğasını ve “parti” örgütlenmesini ortadan kaldırıp lideri tanrısal bir statüye; partiyi de ağırlıklı olarak menfaat bekleyen müminler (menfaatperestler mi demeliydim?) topluluğuna dönüştürdü. Çatlak ses çıkaran olursa, o da “müşrik” pozisyonuna düçar oluyor. Siyasetin, her şeyleşmesi ve -“Tevhit”in gölgesi olarak- siyasetçinin tekleşmesi, kurumları ve siyasi aktörleri önemsizleştirerek -temsilde hata olmaz- “Balık, baştan kokar” özdeyişini üretmiş olan halkımızı başına buyrukluğa, serbestliğe, fırsatçılığa sevk etmiştir. Zira “Hal, sâridir”. Enflasyonun yeniden patlamasında bu “cesaret”in (fırsatçılık) payını herkes biliyor. Oysa Kur’an’ın politik düzlemde “Şura”yı, yani “şirk(et)”i (ortak sorumluluğu) tavsiye ettiğini herkes bilir.

AK Parti ve Kültür

Muhafazakârların kültürel kodlarının önemli bir bölümünü din/Sünnilik oluşturduğu için, “FETÖ” olayı başlı başına bir dekadansı/çürümeyi ifade ettiği gibi; siyasal kanadı da pek iç açıcı bir manzara serdetmiyor. Bir örnek vermek istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız R.T. Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu yıllarda, onun inisiyatifinde İstanbul’da 22-23 Şubat 1997 de “İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi” başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenlendi. O sempozyuma sunulan tebliğler kitaplaştırıldı. Kitaba yazdığı “Sunuş”ta sayın Erdoğan, o tarihlerde şöyle diyordu: “Bizim İstanbul Büyük Şehir Belediyesi olarak, Fazlurrahman’ı eksen alan ‘İslam ve Modernizm’ adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değerli bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır. Oldukça geniş bir yelpazede tartışılan bu konu önemliydi. Nitekim sempozyumun gerek yurt içinde gerekse yurt dışında büyük bir yankı uyandırması, yerli ve yabancı basının günlerce bu konuda makale ve değerlendirme yazısı yayınlaması, ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı göstermiş oldu” (İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi. İst. 1997.) O tarihlerde bu cümleleri yazan Erdoğan’ın, merkezi iktidara geldikten sonra, Fetullah Gülen ile iş tutması, Fesli Kadir, Menzil ve Cübbeli Ahmet’in din anlayışına teşne ve/veya mahkûm olması, Türkiye açısından trajiktir. Bu durum, Türkiye’de dinsel bilincin ve dinsel kültürün uğramış olduğu erozyonun boyutlarını ele verir.

Türkiye’de son yıllarda arttığı söylenen “dinden soğumayı” Deizm, Ateizm ve Agnostisizm gibi ciddi bir düşünsel-kültürel emek gerektiren kavramlarla ifade etme yerine muhafazakârların dinsel performansı ile izah etmek daha doğrudur. Kültürel paçozlaşmanın yaygınlığını göstermesi açısından “sosyal medya” kullanımında Avrupa birincisi; “TikTok” kullanımında hatırı sayılır bir yerimizin olduğunu unutmamak gerekir. Buralardaki içerik üretimi, korkunç bir sefaletin işaretidir. Türkiye’de mafya-magandanın sokak hâkimiyeti, uyuşturucu kullanımının yaygınlığı ve kullanım yaşının çocuklara kadar düşmesi; genç kız ve kadınlarda (Avrupa standartlarını hayli aşmış!) “teşhircilik” (sembolik düzeyde kendini salt cinsel arzu nesnesi olarak sunma/ “kişilik” yoksunluğu) düzeyine varmış göğüs-göbek dekoltesi; “Süte düşmüş sinek” görüntüsü veren “tattoo” çılgınlığı… kültürel paçozlaşmanın çeşitli enstantaneleridir.

Toplumsal ilişkilerde otorite, liyakat, asalet, mesafe, hiyerarşinin (yüce-aşağılık, güzel-çirkin, iyi-kötü, onurlu-onursuz, hayâlı-hayâsız…) zayıflayarak eşitliğin, vasatlığın, banalliğin, aynılığın yaygınlaşması; mahremiyetin, ötekinin ve acının kovularak şeffaflığın, palyatifliğin, hazzın-hızın, başarı ve performansın yüceltilmesi, küresel ve yerel düzlemde kültürel dekadansın belirtileridir. Güney Kore kökenli Alman filozof Byung Chul Han, yazmış olduğu Ritüellerin Yok OluşuPalyatif ToplumPsikopolitikaŞiddetin TopolojisiŞeffaflık ToplumuZamanın KokusuÖtekini Kovmak adlı kitaplarında küresel düzlemdeki kültürel yozlaşmayı tasvir etmektedir. Gazeteci Abdurrahman Dilipak, yakınlarda yazmış olduğu “Ters Köşe” adlı bir köşe yazısında zenginleşen muhafazakârların kültürel paçozlaşmasını, görmemişliklerini, görgüsüzlüklerini, gösteriş meraklarını anlatıyor.

Sonuç

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı kitabında: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmezden gelenlerin!” demişti. Çağımızın ünlü düşünürü Heidegger de şöyle söylemişti: “Bugün insanlığın başına gelen en büyük tehlike, düşünemiyor olduğunu düşünememesidir. Bilim, düşünmez; hesap eder (calculation).” Dijital-teknolojik çağda insanlık, “Tekno-City”lerde “haz ve hız” manyağına dönüşmüş durumdadır. İnsanlığın onuru, ruhu, sorumluluğu ve utanması (hayâ) yok oluyor. Çağın Ruhu (Zeit-Geist) budur. Ülkemiz de uzun süreden beri bu zihniyetin gölgesi altındadır. Bu ortamda “çöl”ü kültürel olarak yeşertmek/yeşillendirmek, vaha yaratmak için İbrahimi Mono-Teist Vahiy-Peygamber öğretisinin tahrif olmamış son kitabı olan Kur’an’ın yaratmış olduğu ahlaki ikilem (Halik-Mahluk, Tevhit-Şirk, Adalet-Zulüm, Dünya-Ahiret, Hidayet-Dalalet, İman-Küfür, Melek-Şeytan, Tayyibat-Habisat, Helal-Haram, Heva-Takva…) üzerine kurmuş olduğu vicdan diriltme faaliyetini (tefekkür, taakkul, tezekkür, teşekkür, taabbur, tedebbür, tafakkuh, teemmül…) aktüelleştirmekten ve dilini yenilemekten başka çare yoktur. Türkiye’deki muhafazakârlar buna hazır mı? Yukarıdaki manzara, olmadığını gösteriyor.