Hegel’in Devlet için söylediği: “Devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir.” sözü, gerçekte Hukuk için geçerlidir ve doğrudur. Abbasi Halifeleri için kullanılan “Zıllullahi fi’l-ard=Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” tabiri de yine hukuk için geçerli ve doğrudur; faniler için değil. Hukuk, Allah’ın Rahman, Ahkemü’l-Hâkimin, Adil, Kahhar, Cabbar, Zu-intikam… sıfatlarının yeryüzündeki tecellisidir. Politik bağlamda söylenen: “Güçlünün ‘Haklı’ değil; haklının, ’Güçlü’ olması” gerektiği ilkesi, aslında Tanrı’nın “Mutlak Güç” ile değil; O’nun, kendini ahlak ve hukuk (Sünnetullah-Misak-Ahit) ile sınırlandırmasının tezahürüdür. “Güvenilirlik (el-Emin, es-Selam)”, Kudret kadar Tanrılığın en temel olmazsa olmazlığıdır (sine qua non): “Gerçek şu ki, Allah, adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara vermeyi emreder; sizi, utanç verici arsız davranışlardan, taşkınlıktan/azgınlıktan da meneder. Tutasınız diye, size böyle öğüt veriyor.” (16/90).
İslam teolojisinde Mu‘tezile (Adalet) ve Matürîdîlik (Hikmet), Allah’ı böyle tasavvur etmişler iken; Eş’arîlik, O’nu kayıtsız-Kadir-i Mutlak olarak tasavvur etmiştir. Mistisizm (Tasavvuf) ise, -genellikle- Merhametin dünyevi istismarıdır (Hümanizm): “Merhametten maraz doğar.”, “Ruh için yok edici olan, bütün kapılara açık olmaktır; her an ileri atılmaya hazır bir kendini başkasının yerine koyma, bir başkasının yerine sıçramadır; yani bir uyarana karşı direnç gösterme konusundaki yetersizliktir: Tepki gösterme yeteneksizliği, hastalıklı bir hal, bir çöküş, tükenmenin belirtisidir. Mutlak müsamahakârlık, asil kültürü yok eder.” (Byun Chul Han. Şey Olmayanlar. Çev: Enes Özel. İst. 2025. s.90)
Hilafet ve Saltanat rejimi, Eş’arî tasavvurun politik uzantısıdır. “Hikmetinden sual olunmaz” Tanrı imgesi, politik zemine halka hesap vermeyen tutumun tezahürü olan “Hikmet-i Hükûmet” kavramı olarak yansımıştır. Oysa Şura, Ahit, Adalet, Ehliyet ve Biat, Kur’an’da siyasal faaliyetin hukuki-ahlaki, şeffaf temel zeminidir.
Hukukun, yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi olmasını da başı siyasal iktidarın eteklerine değil; ancak göğe değen vicdanı hür, irfanı gür, hikmet sahibi Hâkimler, Hakemler, Hekîmler ve Alimler gerçekleştirebilir. Tanrının gölgesi olan “Hukuk”, adalet idesinin-duygusunun yönlendirdiği ve kamu maslahatını amaçlayan bir yasamadır. Güç istencinin, tahakkum tutkusunun, zorbalığın sopası olan “kanun” değil. Hukuk’un üstü “Akl-ı selim”, yani vicdan ile hukuka ihtiyaç duymadan karar vermek ve ortaya eylem koymaktır (ihsan). Hukukun altı ise, başı boşluk, anarşi, kaos, zorbalık ve zulümdür. Hayatta en önemli ve değerli olan bir eylemin-olayın niteliği/asaleti sanatsal, siyasi ve bilimsel olmaktan çok; ahlaki ve hukuki olmasıdır. Bir de “Hukuk”u kılıf yaparak zorbalık yapmak vardır ki; en adisi/kötüsü de budur.
Devlet ve Siyasal iktidar, bir toplumun güvenliğini ve refahını temin etmeye ve sürdürmeye çalışır. “Adliye” teşkilatı ise, adaleti sağlar. Yargı, Devlete bağlıdır, onun bir parçasıdır; siyasal iktidarın değil. Siyasal iktidar, güç kullanımı olduğu için, her zaman Rahmaniliğe sadık kalmayabilir; Şeytanlığa-Tağutluğa (haddi aşma, küstahlık, güç istenci, zulüm, zorbalık…) sapabilir. “Hukuk Devleti” “Kuvvetler Ayrılığı” ve “Anayasal Demokrasi” kavram ve kurumları, Batıda bu tehlikeyi bertaraf etmek için geliştirilmiştir. Batı’nın, dış siyasetlerinde –genellikle- “Güçlü olanın, haklı olduğu (Şeytanlık-Tağutluk)” gerçeği, ayrı bir konudur.
Bu kurumlar, “Millet İradesi” ve “Devlet” miti/canavarı (Leviathan/Hobbes) ile ahlaksızlık-hukuksuzluk yapmayı engeller. Bunu gerçekleştirmek de, Yargının görevidir. Hukukun/Yargının, siyasetin emrinde, onun iti-köpeği veya sopası olması demek; Tanrı’lığın, Şeytanlığa-Tağutluğa tabi kılınması, boyun eğdirilmesi anlamına gelir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, toplumsal rıza, konsensüs/icma, oydaşma ile değil de; “Devrim” ile kurulduğu için (Devrimin politik-ontoloji açısından (“To be or not to be”) tarihsel zorunluluğu, ayrı bir konudur). Hukuk, başlangıçtan beri, siyasal iktidara bağlı kaldı. Demokrasiye geçtikten sonra da bu durum pek fazla değişmedi. İmparatorluk ve Devrim bakiyesi etnik, ideolojik ve dinsel plüralite, nispî olarak homojen bir toplum, uzlaşı ve hukuk yaratımını engelledi. Toplumumuz, “Hukuk”tan ziyade; güç ve kimlik siyasetini önemser. Güçlü olandan yanadır, güce tapar: “Uzayan boynuz, ‘bizden’ olsun” der. Siyasal tarihi Beylik, Paşalık, Padişahlık, Hakanlık, Kağanlık Hanlıktır. Hukuk, kurum, kural, kanun ile başı pek hoş değildir. Akil-baliğ, reşit olma yerine; Ulu-Önder, Çoban-Baba-Lider, Karizma… sever veya başı-boşluğu tercih eder; bunu da “özgürlük” sanır. Bu konuda Çağdaşçılarımızın ve Muhafazakârlarımızın birbirinden pek farkı yok.
HUKUK VE İKTİSAT
İktisadi alanda üretime dayalı rasyonel ekonomi; ehliyete-liyakata, eğitime/öğretime, maharete, beceriye, hünere, ustalığa dayalı meslek edinme/iş bulma-kurma yerine; ranta, yolsuzluğa, adam kayırmaya, spekülasyona, kumara, define avcılığına, şans-bahis (loto-toto) oyunlarına, piyango çekilişlerine, torpile, akrabalığa, yakınlığa, hemşeriliğe… daha fazla prim veren bir toplumuz. Kuruluş aşamasından 1980’lere kadar planlama, sanayileşme, üretim (KİT’ler) motivasyonu vardı. 1980-2000 arası bu süreç tavsadı. Daha sonrasında ise, üretim ekonomisinden tedrici olarak ve tamamen koptuk.
Şiarlarımız: “… uğrundalık-üretim” değil; “…için”lik olarak (H. Arendt) “Win-Win”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, “Salla başını, al maaşını.”, “Kısa yoldan köşe dönme”, “Parayı bulma(kazanma değil!)”, “Parsayı toplama”,“Musluk akarken, testiyi doldurma”, “Bul karayı, al parayı”, “Şık şık eden nalçadır, işi bitiren akçedir.”, “Varsa pulun, olurum kulun; yoksa pulun, kapıdır yolun.”, “Bal tutan, parmağını yalar.” …dır.
Örneğin: Kripto para borsasına dünyada en fazla balıklama dalan toplumlardan biri de Türkiye oldu. Yaşı 15-35 arasında bu borsaya dalanların yüzde sekseni kaybetmiş. Bahis ve Kumar sitelerine giriş yapmada da ön sıralardayız. Bu tarz para kazanma alışkanlığının yaygınlaşmasında ülkede son yıllarda uygulanan “Üretim-İcat çıkarma“ yerine, “Rant Ekonomisi”nin, havadan (“Emsal”) para kazanmanın, önemli etkisi olduğu kanaatindeyim. Ekonomik kaynak ve imkânların, -özel sektörden ziyade-, Devlet’e bağlı olduğu bir ortamda, risk içeren üretim ve ticaret yerine; “Devletlu (Nüfuz Hırsızlığı)” olmak, beleşçilerin ve açık-gözlerin yegâne tercihidir. İş ve istihdam alanlarının daralmasının payını da unutmamak gerekir. Çağın Ruhu olan “Haz-Hız”ın arttığı ve bunun yegâne aracı olan “Para” ya ulaşımın rasyonel (ekonomik) ve meşru yollardan zorlaştığı bir ortamda, bahsi geçen davranışların yaygınlaşacağı aleykelbeyandır.
“HAKEM-BAHİS” VE HUKUK
Futbol takımları ve turnuvaları, dünyada “oyun-yarış” olduğu kadar; -ülkeden ülkeye değişse de- “Kara-Para” pazarı ve “Mafyöz İlişkiler” ağının da bir parçasıdır. Barışı, birliği-beraberliği geliştirmesi gerekirken; kavgayı ve kumarı körüklüyor. Ülkemizde de durum, pek iç açıcı değildir. Sürecin “oyun-eğlence-yarış” ve centilmenlik olmaktan çıkıp; beleşten-bahisten para kazanma/aklamaya dönüşmesi, toplumsal çürüme ile doğrudan alakalıdır. “Futbol Federasyonu” ve “Hakem Heyeti”, bu alanın -Tanrı’nın gölgesi olarak- hukuki otoritesi ve mahkemesidir. Son günlerde patlak veren Hakemlerin ve futbolcuların bahis oynaması, Türkiye’nin iktisadi ve hukuki hayatından bağımsız olarak düşünülemez. Hele, “Bahis” mevzusunun, klasik hangi maçı, hangi takımın, hangi skorla kazanacağı olmaktan çıkıp; sayısı elliye varan ilginç bahis mevzulara evirilmesi, felaketin boyutlarını ele verir. Bu durum, toplumsal çürümenin sıradan bir semptomudur. Sonucu Slovenyalı filozof Slovej Zizek’in cümlesi ile bağlayalım: “Kötülerin kaybetmediği bir ülke, çocuklarına ahlakı öğretemez.”